Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

ÜÇ CEREYAN

Memleketimizde üç fikir cereyanı vardır. Bu cereyanların tarihi tetkik olunursa görülür ki mütefekkirlerimiz iptida “muasırlaşmak” lüzumunu hissetmişlerdir. Üçüncü Sultan Selim devrinde başlayan bu temayüle inkılaptan sonra “İslamlaşmak” emeli iltihak etti, son zamanlarda ortaya bir de “Türkleşmek” cereyanı çıktı.

Muasırlaşmak (modernistation) fikri mütefekkirlerce asli bir akide hükmünde olduğu için muayyen bir naşire malik değildir. Her mecmua her gazete bu fikrin az çok müdafiidir.

İslamlaşmak fikrinin mürevvici “Sırat-ı Müstakim” (Sebilürreşat), Türkleşmek fikrinin mürevvici “Türk Yurdu”1 mecmualarıdır. Dikkat olununca bu üç cereyanın da hakiki ihtiyaçlardan doğmuş olduğu görülür.

Tarde, milliyet fikrinin gazete ile başladığını iddia ve şu suretle izah ediyor: “Gazete, aynı lisanla konuşan insanları ‘amme’ (publique) hâlinde toplayarak onlara müşterek bir vicdan verir. Gazete, şuursuz ve iradesiz olarak yaptığı bu tesirden maada, sırf revacını temin maksadıyla, karilerinin iftihar ve hamiyet hislerini okşamaya, netice olarak millî ananeleri, millî mefharetleri hatırlatacak sözleri yazmaya mecburdur.”

Milliyet hissi, bir kavimde uyandıktan sonra mücavir kavimlere de kolayca sirayet eder. Çünkü milliyet duygusu uyanır uyanmaz sahiplerinde teavün, fedakârlık, mücahede hislerini artırarak ahlaki, lisani, edebî, iktisadi ve siyasi tealilere sebep olur. Bu hâle gıpta eden komşu kavimlerde dahi -halk dilinde yazan gazeteler de mevcut ise- milliyet fikrinin derhâl intişar etmesi gayet tabii bir hadise olur.

Milliyet “mefkûre”si (ideal) iptida gayrimüslimlerde, sonra Arnavut ve Araplarda ve en nihayet Türklerde zuhur etti. Türklerin en sona kalması sebepsiz değildir: Osmanlı Devleti’ni Türkler teşkil etmişlerdi. Devlet “vaki bir millet”in (nation de fait); milliyet mefkûresi ise “iradi bir millet”in (nation de volonte) cürsumesi demektir.

Türkler, ilkin hadsi (intuitif) bir ihtiyata tabi olarak, bir mefkûre için bir mevcudeyi tehlikeye düşürmekten çekinmişlerdir. Bunun için Türk mütefekkirleri “Türklük yok, Osmanlılık var!” diyorlardı.

Muasırlaşmak cereyanına tabi olanlar Tazminat fikirlerini yaydıkları sırada muhtelif unsurlardan ve mezheplerden mürekkep olan vaki bir milletten iradi bir millet yapmak mümkün olduğuna kani olmuşlar; bu kanaatle tarihî bir manayı haiz kadim “Osmanlı” tabiri yerine millî renklerden tamamıyla ari olmak üzere, yeni bir mana yakıştırmışlardı. Elim tecrübeler gösterdi ki “Osmanlı” tabirindeki yeni manayı Tanzimatçı Türklerden başka kabul eden yoktu. Bu yeni mananın ihtirası yalnız faydasız olmakla kalmıyordu; devlet ile unsurlar ve bilhassa Türkler hakkında gayet muzır neticeler veriyordu.

Dünyanın şarkı da garbı da bize celi bir surette gösteriyor ki bu asır, milliyet asrıdır; bu asrın vicdanları üzerinde en müessir kuvvet, milliyet mefkûresidir. İçtimai vicdanların idaresi ile mükellef olan bir devlet, bu mühim içtimai amili mevcut değil farz ederse vazifesini ifa edemez. Devlet adamlarında, fırka recüllerinde bu his mevcut olmazsa Osmanlılığı terkip eden cemaat ve kavimleri ruhi (psychologique) bir surette idare etmek kabil olamaz. Dört senelik bir tecrübe bize gösterdi: Sırf unsurların itilafı maksadıyla “Ben Türk değilim, Osmanlı’yım.” diyen Türkler, unsurların ne yolda bir itilafa muvafakat edebileceklerini nihayet gayet acı bir surette anladılar. Milliyet hissinin hâkim olduğu bir memleketi ancak milliyet zevkini nefsinde duyanlar idare edebilir.

Türklerin millet mefkûresinden içtinabı, devlet için muzır ve unsurlar için müziç olduğu gibi Türklüğün hususi mevcudiyeti için de mühlikti. Türkler milliyeti, vaki bir millet olan devlet ile bir manada telakki ettikleri için içtimai ve iktisadi mevcudiyetlerinin tereddi etmekte olduğunu bilmiyorlardı.

İktisadi ve içtimai hâkimiyetler başka unsurlara geçtiği sırada Türk, bir şey kaybettiğini anlayamıyordu; çünkü onun nazarında yalnız Osmanlı milletini terkip eden sınıflar vardı. Kendisinin bazı sınıflardan -velev ki bu sınıflar zamanımızda en ehemmiyetli tabakalar teşkil etsin-çıkarılmasına hiç ehemmiyet vermiyordu. Memlekette iktisadi ve fennî sınıfların vücudunu kâfi görerek kendisinin bunlardan hariç kalmasında bir beis göremiyordu. İşte bu gidişle Anadolu’da bile halk yahut ahali suretinde bir Türklük kalmadı; Türkler memur ve rençperler sınıflarına inhisar ettiler. Memurlar da bir nevi zihnî rençperler demek olduğu için Türklük içtimai manasıyla rençperlik demek oldu.

Çiftçi ve çoban, hayatın yaratıcı kuvvetinden istifade ile yaşadıkları için bizzat yaratıcı amil değildirler; koyunlar, hayatın dâhilî namiyesiyle çoğalır, ekinler, tohumların meknuz feyzleriyle tenebbüt eder. Memurların ise istihsalle hiçbir alakaları yoktur. Hâlbuki zihnî melekelerin, irade ve seciyenin inkişaf ve tekâmülü sanayi, imalat gibi faal meşgalelerle, ticaret ve serbest meslekler gibi iktirahî hirfetlerle husule gelir. Bundan dolayıdır ki köylü ve memur sınıflarına inhisar eden bir kavimden teşkilat yapmak iktidarı münselip olur. Hükûmet idaresindeki beceriksizliğimiz, Balkan mağlubiyetlerimize badi olan sevkulceyş ve levazım hususlarındaki iktidarsızlığımız bu sebepten neşet etmişti.

Memleketimizde kuvvetli bir hükûmet teessüs edememesi, Türklerin iktisadi sınıflardan mahrumiyeti yüzündendir. Hangi millette hükûmet iktisadi sınıflara istinat ederse orada hükûmet gayet kuvvetli olur; çünkü tüccar, sanatkâr, iş adamı sırf kendi faydası için hükûmetin kuvvetli olmasını ister. Hangi memlekette hükûmet, memurlar sınıfına istinat ederse orada hükûmet daima zayıftır; çünkü mazul memurlar iş başına geçmek, mansup memurlar daha yüksek bir mevkiye yükselmek için daima mevcut hükûmeti düşürmeye çalışırlar. Millî mefkûreden mahrumiyet Türkleri millî iktisadiyattan mahrum ettiği gibi lisanın sadeleşmesine, güzel sanatlarda millî üslupların tekevvün etmesine de mâni oldu. Bunlardan başka, millî bir mefkûre olmadığı için şimdiye kadar Türk ahlakı da ferdî ve ailevi bir şekilde kaldı; tesaüt, hamiyet ve fedakârlık hisleri aile, köy ve kasaba muhitlerini aşamamıştı. Ümmet mefkûresi çok vâsi, aile mefkûresi çok dar olduğu için Türk ruhu isar ve feragat hislerine istinatgâh yeri olacak zihayat ve şedit ahlaki bir ruhiyete yabancı kaldı. İktisadi, dinî ve siyasi müesseselerimizin inhilali bunun neticeleridir.

Türklük cereyanı, Osmanlılığın muarızı olmak şöyle dursun, hakikatte en kuvvetli müeyyididir. Yalnız her yeni cereyanın olduğu gibi bu mesleğin de bir kısım gençlerden mürekkep müfritleri vardır ki yanlış tefsirlere sebep oluyorlar. Türklük “kozmopolitlik”e karşı İslamiyet ve Osmanlılığın hakiki istinatgâhıdır.

Tarde, beynelmileliyet hissinin de “kitap”tan tevellüt ettiğini söylüyor. Gazete, halkın hissiyatına hitap ettiği için tekellüm lisanının canlı lügatlerini istimal eder. Kitap, âlimlerin ve müteallimlerin tecritçi müfekkirelerine hitap eder, bunun için lügatlerden ziyade ıstılahlara muhtaçtır. Istılahların halk lisanındaki lügatlerden yapılmaması, umumi bir kaidedir; çünkü lügatler, tabii ve zihayat mevcutlardır, ıstılahlarsa suni ve cansız mevcudiyetlerdir. Halk lisanının tabii kelimeleri zihayat ve hissî manalara malik olduğu için masnu ve mücerret manaları kabul edemez. Bundan dolayıdır ki her kavim ıstılahlarını, dinî kitabının yazılmış olduğu lisandan alır.

Avrupa milletleri İncil-i Serif’i Yunan lisanında muharrer olarak buldukları için ilim ıstılahlarını Yunancadan almışlardı. Bilahare Hristiyanlık noktasından Latin lisanı Yunancaya muavenet ettiği için Cermen ve İslav milletlerine Latinceden de birçok ıstılahlar geçti.

İslam kavimleri, ıstılahlarını Arapçadan kısmen de Faristen aldılar. Bugün bile asrın bütün ilimlerini lisanımıza naklederken Yunanca ve Latince ıstılahlar yerine Arapça ve Acemce ıstılahlar tasni ediyoruz.

Bir millette iptida din kitapları yazılır; sonra ahlak, hukuk, edebiyat, ilim, felsefe gibi marifet şubeleri dinden teşaupla teşekkül ettikçe bunlara ait kitaplar da yazılmaya başlar. O hâlde gazete, halkın içtimai ve mahallî hissiyatını yevmî ve hissî renklerle mülevven olarak tasvir ettiği için nasıl “milliyet” mefkûresini doğuruyorsa “kitap” da dinin ve dinden müştak olan sair marifet ve ilimlerin yani medeniyetin umde, kaide ve düsturlarını mücerret ve kati bir üslupla yazarak milletler arasında müşterek olan hayatı, yani beynelmileliyet ruhunu ibda eder.

İlk vakitlerde beynelmileliyet hissini bütün insanlara şamil zannetmek doğru değildir. Mesela Kurun-ı Vusta’da Avrupa’da bir beynelmileliyet hissi mevcuttur; fakat duyguyu tahlil edersek Avrupa’daki beynelmilel şefkat ve müzaheretin Hristiyan milletlere müncer olduğu, beynelmilel hukukun da Hristiyan devletlerin imtiyazları hükmünde bulunduğunu görürüz. Balkan Muharebesi, Avrupa vicdanının, bugün bile, Hristiyan vicdanından başka bir şey olmadığını gösterdi. Türklerin de vicdanları tahlil olunursa görülür ki bir Türk, kızını bir Arap’a, bir Arnavut’a, bir Kürt’e, bir Çerkes’e tevziç edebilir fakat katiyen bir Finlandiyalıya, bir Hristiyan Macar’a tezviç edemez; bir Budist Moğol’un, bir şamanî Tunguz’un da kızını İslam yapmadan alamaz. Trablusgarp, Balkan Muharebeleri esnasında Türklerin felaketine iştirak edenler Macarlar, Moğollar, Mançular olmadı; bilakis Çin’in, Hint’in, Cava’nın, Sudan’ın ismini bilmediğimiz Müslim kavimleri matemimize ortak oldular; manevi yardımlarını esirgemediler. Bundan dolayıdır ki Türkler, lisanca “Ural ve Altay” şubesine mensup olmakla beraber, kendilerini İslam milletlerinden addederler.

 

“Beşeriyat”a (anthropologie) göre aynı teşrihî enmuzece mensup fertler bir ırksa “içtimaiyat”a (sociologie) göre de bir medeniyete mensup milletler bir beynelmileliyettir. Türk lisanı da Türk kavmi gibi İslam medeniyetine girdikten sonra huruf ve ıstılahça İslami bir şekil aldı. O hâlde beynelmileliyet ruhunu ibda eden amil, “kitap” ve dolayısıyla “medeniyet”tir. Binaenaleyh Türklükle İslamlık, biri “milliyet” diğeri “beynelmileliyet” mahiyetlerinde oldukları için aralarında asla taarruz yoktur. Türk mütefekkirleri, Türklüğü inkâr ederek beynel’edyân bir Osmanlılık tasavvur ettikleri zaman İslamlaşmak ihtiyacını duymuyorlardı; hâlbuki Türkleşmek mefkûresi doğar doğmaz İslamlaşmak ihtiyacı da hissedilmeye başladı.

Mamafih, “milliyet”, gazeteden ve “beynelmileliyet” kitaptan tevellüt ettiği gibi asriyet (modernisme) de aletten (outil) tekevvün eder. Bir zamanın muasırları, o zamanda fen (technique) hususunda en müterakki olan milletlerin yaptıkları ve kullandıkları bütün aletleri imal ve istimal edebilenlerdir. Bugün bizim için muasırlaşmak demek, Avrupalılar gibi dritnavtlar, otomobiller, tayyareler yapıp kullanabilmek demektir; muasırlaşmak, şekilce ve maişetçe Avrupalılara benzemek değildir. Ne zaman malumat ve masnuat iktibas ve iştirası için Avrupalılara ihtiyaçtan müstağni olduğumuzu görürsek, o zaman muasırlaşmış olduğumuzu anlarız.

Türkleşmek, İslamlaşmak mefkûreleri arasında bir taarruz olmadığı gibi bunlarla muasırlaşmak ihtiyacı arasında da bir tenazu’ mevcut değildir.

Asriyet ihtiyacı bize Avrupa’dan yalnız ilmî ve amelî aletlerle fenlerin iktibasını emrediyor. Avrupa’da dinden ve milliyetten doğan, binaenaleyh bizde de bu membalardan taharrisi lazım gelen birtakım manevi ihtiyaçlarımız vardır ki aletler ve fenler gibi bunların da Garp’tan istiaresi iktiza etmez.

O hâlde her birinin nüfuz dairelerini tayin ederek bu üç gayenin üçünü de kabul etmeliyiz. Yahut daha doğrusu, bunların, bir ihtiyacın üç muhtelif noktadan görülmüş safhaları olduğunu anlayarak “muasır bir İslam Türklüğü” ibda etmeliyiz.

Mamafih, bir müddetten beri asri aletlerle fenlerin inkişafından doğan asri medeniyet, müspet ilimlere müstenit yeni bir “beynelmileliyet” husule getirmektedir. Gittikçe, dine müstenit olan beynelmileliyetler yerine ilme müstenit hakiki bir beynelmileliyet kaim olmaktadır. Bir taraftan Japonya’nın, diğer cihetten Türkiye’nin Avrupa milletleri arasına girmesi Avrupa beynelmileliyetine ileride göstereceğimiz veçhile “la-dini” bir mahiyet verdiğinden gittikçe beynelmileliyet dairesiyle “ümmet” dairesi de birbirinden ayrılmaktadır. Yani bugün Türk milleti Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine, Avrupa beynelmileliyetine mensup bir cemiyetten ibarettir.

LİSAN 2

Cismin tulü, arzı, umku olduğu gibi içtimai vicdanının da üç bu’du var: Milliyet, beynelmileliyet, asırcılık. Bu kaziyenin ne derece doğru olduğunu iptida içtimai vicdanının inikas ayinelerinden biri olan lisanda arayacağım.

Dilimiz, elli altmış seneden beri genişlemek yolunu tutmuştur. Asrın şuaları ülkemize nüfuz ettikçe gözümüz yeni masnular, zihnimiz yeni mefhumlar görmekte devam ediyor. Bunlar isimsiz kalmayacağı için her gün birçok yeni kelimeyle lisanımız zenginleşiyor. Asrın mümessili olan milletlerin gazetelerinden, kitaplarından tercümeler yapıyoruz. Bu suretle irfanımızda mevcut olmayan birçok yeni mana natıkamızdan yeni lafızların ibdasını istiyor.

Lisanımız, müterakki delillerle karşılaştıkça, âdeta kelime be kelime onların taklidini yapıyor. Bazen “hurde-bin” (microscope), “dûrbin” (telescope), “şeh-kâr” (chef d’oeuvre), “mefkûre” (ideal) kelimelerinde olduğu gibi lafzi “istinsah”lar (calque) yapıyor. Bazı kere de “tayyare” (aéroplan), “tekâmül” (evolution), “meşrutiyet” (constitution), “bediiyat” (esthétique) tabirlerinde olduğu gibi manevi istinsahlar husule getiriyor.

Lisanımızın bu fiilî temayülü bize şunu gösteriyor:

Bir zaman gelecek ki Türkçemiz, Fransız, İngiliz, Alman lisanlarındaki bütün kelimelerin mukabillerine malik olacaktır.

Lafzi kelam, nefsi kelamın ifadesi olduğuna göre, asrın mefhumlardan mürekkep manevi bir lisanı vardır ki her dil ona intibak etmek mecburiyetindedir. O hâlde Türkçe ne zaman bu ihtiyacı tatmin ederse o vakit muasırlaşmış, asriyet cihetindeki ihtisasını ikmal etmiş sayılabilir.

Lisanımıza giren yeni kelimeler üç nevidir: 1. Ecnebi kelimeler, 2. Arapça ve Acemceden ibda yahut tervic olunan kelimeler, 3. Türkçe den ibda yahut tervic olunan kelimeler.

Birinci nevi kelimeler lisanımıza kaçak suretiyle giriyor. Lisani selikamız bu kelimeleri lisandan tard ederek yerlerine “ıstılah”salar Arapça yahut Farisîden, “lûgat”seler Türkçeden mukabiller buluyor.

Istılahların mukabillerini Arabi yahut Farisiden yaparak ecnebi kelimeleri kabul etmemek hassası Türkçeye münhasır değildir. Bütün İslam lisanları bu hasisada müşterektir. Dinî tabirlerde ve dinden iştikak eden sair ilimlere mahsus ıstılahlarda esasen müttehit olan bu lisanlar, bu vahdeti yeni ıstılahlarda da muhafaza etmek mecburiyetindedir. Çünkü mesela Rusya’daki Türkler ıstılahlarını Rusçadan, Çin’deki Türkler Çinceden, biz Fransızcadan alacak olursak Türkçelerimiz birbirinden uzaklaşır. Hâlbuki Arapça ve Acemceden yahut Türkçeden alırsak bilakis yekdiğerine yakınlaşır. Hristiyan ümmetinin ıstılahları Yunanca ve Latinceden alınmıştır. İslam lisanları bu ıstılahları aynen istiare etmekle aynı zamanda kendi ümmetliğini kaybetmekten korkuyor.

Mamafih, İslam lisanları, ıstılahlarını Arabi yahut Farisiden almakla, ümmet vahdetine ait vazifelerini ifa etmiş olmaz. Bu ıstılahlar her lisanda başka cezirlerden teşkil olunursa matlup olan vahdet hasıl olmayacağı için lisanın ümmetçiliği eksik kalır. Bundan dolayıdır ki diğer İslam lisanlarının kabul etmiş olduğu yahut kabul edebileceği tabirleri arayıp bulmak suretiyle ıstılah vazetmemiz lazım gelir. Bu maksadı temin için İslam ümmetine mensup her lisanda ıstılah vaz’ıyla meşgul cemiyetler teşekkül etmeli, bu cemiyetler muayyen zamanlarda ıstılah kongreleri suretinde toplanmalıdır.

İslam lisanlarının bütün ıstılahları bu kongreler marifetiyle müttehit bir surette taayyün ettikten sonra artık lisanımıza ümmet cihetindeki ittisasını da ikmal etmiş yani İslamlaşmış nazarıyla bakabiliriz.

Lisanımız İslam ümmetinin umumi lisanı olan bir ıstılahlar kamusuna malik olduktan sonra Arabi ve Farisiden de içtinap etmek mecburiyetindedir. Çünkü Türkçeye giren Arabi, Farisi kelimeler ıstılahlara münhasır değildir. Birçok lüzumsuz Arapça, Acemce lügatler de dilimize girmiştir. Hatta bu iki lisanın Türkçeye tesiri yalnız kelimeler itasından da ibaret değildir. Arabi, Farisi terkipler, edatlar da Türkçeye dâhil olmuş, Türk sarfını bu iki lisanın sarf ve nahiv kaideleriyle bir halita hâline getirmiştir.

Lisanımızı mana itibarıyla muasırlaştırmak, ıstılah ciheyitle İslamlaştırmak lazım olduğu gibi sarf, nahiv, imla hususlarında Türkleştirmek de lâbüttür. Türkçede ıstılahların gayri bütün kelimeler mümkünse Türkçe olmalı yahut Türkçeleşmiş bulunmalı. Arapça, Acemce terkipler, cemiler, edatlar, sigalar lisanımızdan çıkarılmalı, “şuara-i cedide” diyeceğimize “yeni şairler”, “edebiyat-ı Türkiye” diyeceğimize “Türk edebiyatı”, “tabiiyet” yerine “tabiilik”, “serbestî” yerine “serbestlik”, “muciz bir muharrir” yerine “icazcı bir muharrir”, “muciz bir ifade” yerine “icazlı bir ifade” demeliyiz. Mamafih, Türkçeleştirmeyi lügatlere hasretmek de doğru değildir. Mümkünse bütün ıstılahları da Türkçe kelimelerden yapmak daha iyidir. Fakat mümkün olmadığı takdirde, ıstılahlarımızın Fransızca yahut Rusça olacağına Arapça ve Acemce olması daha hayırlıdır. Her hâlde bütün Müslümanlar arasında olmasa bile bütün Türkler arasında -lügatler gibi- ıstılahların da müşterek olması, yani bütün Türklerin müşterek bir edebiyat ve ilim lisanına malik olması elzemdir. O hâlde, lisanımızı Türkçeleştirirken tedricen bütün soydaşlarımızın anlayacağı umumi bir Türkçeye doğru gitmek lazım geldiğini de unutmamalıyız. Fikrimizi hülasa edelim:

“Yeni mefhumlar” asrın, “ıstılahlar” ümmetin, “lügatler” milletin natıkasıdır.

Türkçe içtimai vicdanımızın bu üç safhasına tamamıyla muntabık hassas bir ayine olmadıkça teşekkül ve tekemmül etmiş bir lisan sayılamaz.

1Türk Yurdu, yıl, 2, C. III, S. 11, s. 331-337 (Mart 1328). Türk Yurdu’nda bu başlık yoktur. Türk Yurdu’ndaki yazılar “Türkleşmek – İslamlaşmak – Muasırlaşmak” adı altında yayımlanmıştır.
2Türk Yurdu, yıl 2, C. III, S. 12, s. 367-370 (21 Mart 1329).
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?