Kadın Avcısı

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı

Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.

Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.

Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.

Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.

Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.

Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi

1

(Az çok tahsil görmüş insanlar arasında, sık sık görülen marazi bir iptila vardır. Bu iptilayı taşıyan adamlar, yüzlerini değil resimlerini bile görmedikleri, asla tanımadıkları kadınlara mektup yazarlar, ilanıaşk ederler. Bazen de işi azıtırlar, mektuplarında, hayâsızlığın şaheseri sayılacak kadar küstah bir dil kullanarak hitap ettikleri kadınları baştan çıkarmaya savaşırlar.

İnsanların binbir çeşit deliliklerini tetkik ile uğraşan fen, şu yazdığımız iptilayı, bir nevi dalalet olarak kabul ediyor ve hayâsızca yazılan mektuplara da “Hetkiruhî-Defloration psychique” diyor. Bu hikâyede, böyle bir hastanın güldürürken acındıran ve acındırırken güldüren hayatı ve hadiselerin o hastayı nasıl cezalandırdığı tasvir olunmuştur.)

“Tatlıdil” mecmuanın son çıkan nüshasını eline aldı. Ne kapaktaki güzel resme, ne iç sayfalardaki yazılara baktı. İki formalık zarif mecmuanın bütün yapraklarını asabi bir hızla çevirdi ve sabit bir düşünce taşıyan tuhaf bakışlı gözlerini müsabaka sütununa dikti. O sütunda geçen nüshadaki bilmeceyi halledenler arasında çekilen kuranın neticesi ilan olunuyor ve birinciliği kazanan Nadire Hanımefendi’ye şık bir tuvalet takımı verileceği bildiriliyordu.

Süruri Bey’in dudakları hafifçe açıldı, dişleri arasından garip bir çıtırtı dökülmeye başladı:

“Nadire, Nadire, Nadire!”

Sanki bir bilinene dayanarak iki üç bilinmeyenli denklemi halletmek istiyormuş gibi boyuna o ismi tekrar ediyordu. Tatlıdil müsabakasını kazanan şu kadın; mahallesiyle, sokağıyla, evinin numarasıyla adresi de isminin üst tarafında ilan edilmiş olan bu bilmece birincisi, Süruri Bey’in kafasında büyük bir kargaşalık yaratmışa benziyordu. Onu tanıyor muydu? Hayır! Onun resmini görmüş müydü? Hayır! İsmini işitmiş miydi? Hayır! Fakat bu isim, kendisine enikonu tanıdık geliyordu. Müsabakanın filan mahallede, filan sokakta, filan numaralı hanede oturan Nadire Hanımefendi tarafından kazanıldığını okur okumaz beyninde birtakım hareketler, oynaşmalar hissetmişti. Bir olimpiyat birincisi gibi ansızın kıymetlenen şu ismi hiç de yadırgamıyor, yabancı görmüyordu.

Süruri Bey, o ismin, kendisine gelişigüzel tanışık gelmediğine emin idi. Nadir, ender, nevadir,1 nedret2 ve nihayet Nadire, bir nevi tedai addolunabilirdi. Fakat o, katiyete yakın bir kanaatle şu isme karşı bir tanışıklık sezinliyordu. Gözleri, mecmuanın bilmece sütununda ve o sütunun birinciyi gösteren satırlarında dikili olarak, derin derin düşünüyordu.

Bu ismi sık sık işittiğine, sahibini de mutlaka gördüğüne kendisini inandırmak için garip bir üzüntü geçiriyordu. Siyah bıyıklarını kıvıra kıvıra, kara gözlerini süze süze beynini zorluyor ve hafızasından bu hasta sanıyı kuvvetlendirecek yalancı bir şahitlik dileniyordu.

Lakin düşünüşler ve çırpınışlar bir türlü meyve vermiyordu. Şu pek tanır gördüğü isim, kendi kendini zorlamasına rağmen, mülhem renkler ve şekillerle bile sıkıntılı kafasında bir şekil alamıyordu. Bir dostun ismini hatırlayamamak Süruri Bey’in de sık sık başına gelirdi. Fakat ismi bilinen bir dostun yüzünü bulamamak tuhaflığını ilk defa görüyordu. Bu hâl, nihayet sinirlerine dokundu. Tatlıdil mecmuasını bir tarafa attı, ellerini pantolununun cebine sokarak oda içinde dolaşmaya başladı. Hem geziyor hem o isme zihnî bir anlam, somut bir kavram çizmeye uğraşıyordu.

Yalancı şahitlik yapmamakta ısrar eden hafızanın üzücü pintiliğini muhayyile telafi etmekte gecikmedi ve genç adamın kafasında yavaş yavaş bir kadın belirmeye başladı. Bulutlar arasından nazlı nazlı sıyrılan ay gibi, onun da deminden beri zifirî siyah görünen beyninde yapyap, münevver bir hayal yüz gösteriyordu.

Bu, cidden güzel bir doğuş idi. Tatlıdil mecmuasının bilmece birincisi olarak ilan ettiği Nadire Hanım, ilk önce dumanlı ve akışkan bir hat kümesi ve sonra şeffaf tüllere sarılı belirsiz bir gölge, nihayet sarı saçlı, iri mavi gözlü, çekme burunlu, inci dişli, billur gerdanlı, dolgun göğüslü genç bir kadın olarak Süruri Bey’in kafasında resimlendi ve ete kemiğe büründü! Delikanlı, kapalı gözleriyle ve ter döktüren bir helecanla bu değişiklikleri takip ediyordu. İşte biraz sıkılmış, biraz üzülmüş ve nihayet şu bilmece birincisine bir şekil vermişti. Artık Nadire Hanım’ın ismini değil, cismini de biliyordu. Bu, yeni ve yeniliği nispetinde de tatlı kuruntulara zemin olabilecek bir muvaffakiyetti!

Nadire Hanım, işte bu sarı saçlı kadındı, başkası olamazdı. Aynı zamanda bu kadar latif ve bu kadar alımlı bir kadını sevmemek, çıldırasıya sevmemek alıklıktı, “hüsn ü aşk” namına affı müşkül bir suçtu!

İki keser darbesiyle yapıverdiği putlar önünde diz çöken bir zavallı gibi o da muhayyilesinden doğan çehrenin bir hakikat olduğuna inanıyordu. Bu gülünç imanını başkalarına itiraf etmekten belki sıkılacaktı. Lakin o dakikada; hayretle, hazla ve istiğrakla3 dolu olan o mahrem dakikada hayalindeki güzel kadından ve hızlı hızlı çarpan yüreğinden başka hiçbir mevcut ile alakadar değildi.

Süruri Bey, kendi eserini, Nadire ismini verdiği o muhayyel güzeli uzun uzun temaşa etti. İlk hayret ve ilk istiğrak yavaş yavaş alevli bir arzu, göz karartıcı bir iştah hâlini alıyordu. Süfli dileklerden doğan yakıcı bir sinir gerginliği, hülyalı delikanlının iradesini zerre zerre eritiyordu.

Bir müddet, bu güçlü karışıklık içinde çırpındı ve sonra alnında dizi dizi ter, dudaklarında perişan bir titreme, bütün vücudunda dalga dalga ateş olduğu hâlde yerinden kalktı, aynanın önüne gitti, hummalı gözleriyle kendini tetkike girişti.

Ne gariptir ki Nadire Hanım, “onun” Nadire Hanım’ı, aynada görünüvermişti. Şimdi âşık ve maşuk, daha doğrusu Halik ve mahluk yan yana duruyordu ve Süruri Bey, cam safha üstünde kendisine temas edecek kadar yaklaşan bu zarif kadının önünde reveranslar yapıyor, diz çöküyor, neşideler okuyordu.

Hemen söyleyelim ki hikâyemizin kahramanı deli değildir. Nitekim aynada resimlenen akisleriyle kucaklaşmaktan tam bir vuslat zevki aldıklarını, yataklarında kendi fotoğraflarını koklaya koklaya baygınlığa daldıklarını tıp kitaplarında okuduğumuz hastalar da deli değildir. Bu hazin veya çirkin iptilalar, mütereddilerde,4 saralılarda, felç ile karışık bunamalarda, yaradılışlarında delilik nüvesi bulunanlarda görülüyor. Süruri Bey de, irsen mütereddi bir gençti ve en büyük zevki, muhayyel aşklar yaşatmaktı!

Ayna önündeki ibadet merasimi biraz sonra bitti. Delikanlının sinirlerindeki ateşli gerginlik, bu garip ibadetle ortadan kalkmıştı. Şimdi biraz yorgun, biraz mahmurdu. Gene koltuğuna gömülerek düşünmeye başlamıştı. Bilmece birinciliği yüzünden Tatlıdil okuyucuları arasında, komşuları ve tanıyanları içinde birdenbire yükselmiş, ismine şöhret gelmiş olan Nadire Hanım’ın güzelliğinden, zarafetinden birçok erkeğin istifadeye kalkışacağına şüphe yoktu. Kimi el yazısını isteyecek, kimi resmini dilenecek, kimi sesini işitmek niyazına girişecek, kimi de kendisine evlenme teklifinde bulunacaktı.

 

Bal, sinek; yağ, karınca çağırır! Parayla şöhrette de biraz yağ, biraz bal bulaşıklığı vardır; etraflarına daima koyu bir kalabalık toplarlar. Süruri Bey, bu hakikati bilenlerdendi. Binaenaleyh, vakit geçirmeyi zararlı gördü. Hayalinde yaratıp yaşattığı güzel kadına hemen bir mektup yazmayı tasarladı.

Bir işi tasarlamak kolay, yapmak, ekseriya güçtür. Böyle olmasa hayal ile hakikatin farkı kalmaz ve tabiatın insanlara hülya gibi bir teselli hazinesi vermesinde hikmet bulunmazdı. Süruri Bey de, bu ölmez hakikatle karşılaşmıştı. İsmini ilk defa gazete sütunlarında gördüğü bir kadın için mizacına uygun bir şekilde çarçabuk bir yüz ve bir endam yarattığı, o hayalî mahluk ile enikonu alışkanlık tesis ettiği, hatta öpüşüp koklaştığı hâlde mektup yazmak meselesine gelince bocalamıştı.

Ne yazacaktı, nasıl bir yol bulacaktı ve bilhassa coşkun aşkını nasıl tasvir edecekti? İlk lahzada zihnine çarpan bu müşküllerin arkası da vardı. Nadire Hanım, kızoğlankız mıydı, evli miydi yoksa dul muydu? Bakire ise babasını, kardeşini; evli ise kocasını, dul bulunduğu takdirde de işine bakan erkeği hesaba katmak icap ediyordu. Yazılacak mektup o çeşit çeşit erkeklerden herhangi birinin eline geçerse bir rezalet kopabilirdi. Kızına veya karısına damdan düşer gibi, name gönderen erkeğin bu hareketini hoş görecek baba veya koca nadir bulunurdu. O hâlde şu ilanıaşk işinde bu mühim noktayı da düşünmek lazımdı.

Süruri Bey hayli düşünüp taşındıktan sonra, mektubu yazmak işini daha mühim gördü, o sıkıntılı noktaları bir tarafa bıraktı ve yazı masasının başına geçti. Şimdi yazıyor, durmadan düşünmeden yazıyordu. Kelimelerden bir hamlede satırlar ve satırlardan üç beş dakika içinde sayfalar vücuda geliyordu. Sanki beyninde bir ilham şelalesi infilak etmişti ve o feyyaz çağlayanın berrak suları, tükenmek bilmeyen bir akışla kâğıtların üstüne dökülüyordu.

Bu suretle, yirmi yirmi beş kâğıt doldurmuştu. Güneş batarken bu akış kesilmiş ve mektup bitmişti. Muhteşem eserini gurur ile temaşa eden kudretli bir mimar gibi o da memnun ve bahtiyar, önündeki kâğıt yığınına bakıyordu.

Müsveddelerini gözden geçirmekte acele etmiyordu. Sıra sıra kelimeler, nefis bir sanat eserinin etrafındaki zarif nakışlar gibi gözlerine haz ve yüreğine sevinç veriyordu.

Süruri Bey, uzun bir müddet, bu vaziyeti muhafaza etti ve sonra yazdıklarını yüksek sesle okumaya başladı. Kelimeler, şakrak birer nağme gibi, kulağında hoş bir yankı uyandırıyordu. Okuduğu sanki bir mektup değil, ayrıntılı bir beste idi. Musikinin bütün incelikleri işte bu şatolarda, samimi ve mütecanis5 bir çalkanışla akıyor, akıyor, akıyordu.

Delikanlı, bu eserini de beğendi. Artık şu mektubu Nadire Hanım’a göndermekten başka bir kaygısı yoktu. Tatlıdil mecmuasının bilmece birincisine herkesten evvel bir kaside takdim etmek, bir gönül musikisi dinletmek istiyordu. Mecmuanın Nadire Hanım’a hediye edeceği şık tuvalet takımının yanında bu mektup ne kadar yakışık alacaktı! Sarışın güzelin, zekâsına mükâfaten verilen hediyeye baktıkça haklı bir gurur ve güzel kokulu bir çiçek demetini andıran bu hoş mektubu eline aldıkça da derin bir iftihar duymaması mümkün müydü?

Süruri Bey, şimdi sabırsızlanıyordu. Her kelimesinde ahenkli bir nükte titrediğine kanaat getirdiği “name”sini hemen sevgilisine yollamak istiyordu; fakat gün batmış, posta gişeleri çoktan kapanmıştı. İster istemez sabahı beklemek lazımdı. Ancak gün doğduktan, resmî daireler açıldıktan sonradır ki bu aşk delili, bu nağme buketi yola çıkarılabilecekti.

Delikanlı, içini çeke çeke bir tarafa oturdu. Sarı saçlı Nadire Hanım’ı kafasının içinde ayağa kaldırıp gezdirerek ve onun zarif kıvranışlarını yutkuna yutkuna seyrederek güneşin doğmasını beklemeye koyuldu. Bütün bir gece süren bu buhranlı bekleyiş devresinde sık sık mektubunu da okudu. Her okuyuşunda eserinin yüksek bir kıymet taşıdığına inanışı ziyadeleşti, bu suretle ızdırabına biraz sükûn, hülyalarına kuvvet geldi; bazen koltukta, bazen ayakta ve bazen ayna önünde sevgilisiyle latifeler yaparak, yazdığı mektubu birkaç defa da ona okuyarak oyalandı.

İlk horoz sesiyle beraber o, sokaktaydı, en yakın posta gişesinin önünde kaldırım kulaçlıyordu.

***

Hacı Hafız Nesimi Efendi, Sahaflar Çarşısı’nda ele geçirdiği -baş tarafı kopuk, son sayfaları düşük- bir kitabı okumakla meşgul idi. Bu eksiklikler, kitabın eskiliğine adil bir delil idi. O, böyle bir kitap yakaladığından dolayı ne kadar memnun ise kitabın gayet garip şeylerden bahsettiğini görmekle de o derece şaşırmış idi. Kır kaşlarını çatmış, gözlüğünü burnuna yerleştirmiş, merak ile incelemeye dalmıştı.

Kendisi ilm-i sima,6 ilm-i simya, tarih, hikmet gibi şeylerle senelerce uğraşmış, yüzlerce kitap okumuş, bilgisine ve bilgiçliğine itimat hasıl etmiş bir adamdı. Fakat insanların nasıl türediğini, nasıl ürediğini ispata yeltenen bir ilmin tedvin olunduğundan o güne kadar bihaberdi. Şimdi bu küçük cehlini de gidermek fırsatını buluyordu. Çünkü elindeki kitap, öyle bir ilme ilişkindi ve o dakikada okuduğu satırlar, “mebhas ül-kıhıf”ı7 ihtiva ediyordu.

Mebhas ül-kıhıf, yani kafatası bahsi! Yetmişlik ihtiyar satırları süzdükçe ciddileşiyor ve saniye başına çoğalan bir merak içinde düşünüyordu. Kafaların şekil ve hacmiyle zekâ arasında bir münasebet bulunduğunu öteden beri kendisi de biliyordu. Büyük baş, ya kemik iriliğine ya beynin sululuğuna yahut da zekâ çokluğuna delalet ederdi. Ancak kafataslarının istiabi8 hacimlerinin ölçüldüğünü işitmemiş, hele kafaların darlığından, genişliğinden milletlerin ırki kabiliyetlerine, manevi fazilet veya alçaklıklarına intikal edilebileceğini asla düşünmemişti. Lakin elindeki kitap, bu hususta tecrübeye dayanan hükümler veriyor, deliller gösteriyordu. Kafalarının ilmî vasıtalarla ölçülebileceğini, her kafanın istiap hacminin tayin edileceğini söylüyor, sıra sıra misaller zikrediyordu. Meçhul müellif, kafa ölçmek usullerini de sayıyordu. Bir kuru kafatasının su ile yahut kumla, bazen de hardal tanesiyle doldurulup istiabî hacminin tayin olunacağını anlatıyordu. Gene o meçhul müellifin rivayetine göre medeni ırkların kafalarıyla vahşilerin kafaları arasında genişlikçe büyük bir fark vardır. Vahşilerin kafaları ya pek büyük ya pek küçüktür. Vasati hat, “1400” santimetre kare olması lazım gelirken bazı vahşilerin “1800” ve bazılarının da “1000” santimetre kare büyüklüğünde kafa taşıdıkları görülmüştür!

Hacı Hafız Nesimi Efendi, pek tuhaf şeylerden, pek ince hesaplardan bahseden kitabı dizlerinin üstüne koydu, okuduğu sayfanın arasına bir kâğıt yerleştirdi, gözlüğünü alnına kaldırdı:

“Acayip!” dedi. “Cevherin kıymeti mahfazasının şekliyle, hacmiyle mi ölçülür? Mahfaza ister büyük ister küçük olsun iş cevherde! Ya kafanın hacminden seciyeleri istidlal etmek9 ne gülünç!” Müteakiben gülümsedi:

“Mamafih.” dedi, “Düşündürücü bir mesele, ihmal etmeye gelmez, hemen tecrübe etmeli. Bakayım, vasati hat, bizim evde hangi kafaya nasip olmuş ve aşçı Karanfil’in başıyla bizim kafalar arasındaki fark, kaç santim? Bilahare seciyeler üstünde de tetkikat yaparım.”

Otuz seneden beri o evde boğaz tokluğuna çalışan zenci Karanfil Kalfa’yı çağırmak için ellerini çırpmaya hazırlanırken o, beyaz dişlerini göstererek odaya girdi, “Bir mektup!” dedi. “Postacı getirdi.” Nesimi Efendi, gevrek gevrek mırıldandı:

“İti an sopayı hazırla! Ne doğru söz…” Karanfil Kalfa, Türkçesi değil Arapçası yâd olunan bu tekerlemeyi bir dua sandı. Ezelî kırmızılığı artık solmaya başlayan dudaklarında sessiz bir “âmin” titredi ve yavaş yavaş ilerleyerek getirdiği mektubu efendisine uzattı.

İlmî bir tecrübeye hazırlanan ihtiyar, uzatılan mektupla alakadar olmadı, açıp okumak şöyle dursun, zarf üstündeki yazıya bile bakmadı, iki parmağıyla kayıtsızca tutup bir tarafa attı ve heybetli bir seda ile hizmetçisine emir verdi:

“Hanımı, Nadire’yi, oğlumu, beslemeyi çağır, buraya gelsinler. Sen de biraz sicim al, çabuk gel.”

Nesimi Efendi’nin tuhaf işleri çoktu. Tek dürbünle gökte yıldız aramak en hafifi olmak üzere bir sürü garibeler gösterirdi. Kedilerin kuyruk sallayışından havalar hakkında kehanette bulunur, kuzu melemesinden komşularda lohusa bulunduğunu anlardı. Kalaydan altın, Alemdağı kömüründen elmas vücuda getirmek için yüz türlü alaşımlar icat eder, günlerce ocak başında kazan kaynatırdı. Evin küçüğü büyüğü, gördükleri rüyaları gözlerinin çapağını silmeden kendisine söylemeye mecbur idi. O, bütün bu rüyaları tabir için saatlerce didinir, ciltlerle kitap karıştırır ve binnetice rüya görenlerin her birini ya üç gün oruç tutmaya veya hamama gidip kırk tas su dökünmeye yahut on bin “Ya sabır!” çekmeye zorlardı.

Karanfil Kalfa, her gün bir başka çeşidini gördüğü bu deliliklere yeni bir numara daha ilave edileceğine hükmetti. Sessizce odadan çıktı. Ancak, ev halkının toptan huzura davet olunmasını biraz garip ve sicim istenilmesini de biraz tehlikeli buluyordu. Bununla beraber ne hanımlara ne küçük beye düşüncesini belli etti; sadece efendisinin emrini bildirdi ve bir yumak sicim alıp kendisi de alelacele kalabalığa iltihak etti.

Şimdi bütün ev halkı, odada toplanmış bulunuyordu. Başta evin hanımı Dürdane Hanım, yanında kızı Nadire, onun ardında oğlu Nimetullah, daha arkada besleme Nevcivan, efendinin emirlerini bekliyorlardı. İki günden beri o evde dikiş diken Matmazel Aleksandra Diplaraku da kalabalığa uyarak sıraya katılmıştı.

Nesimi Efendi, mebhas ül-kıhfın ölçü faslını ağır ağır bir kere daha gözden geçirdi ve kapı yanında mevki tutan Karanfil Kalfa’ya hitap etti:

“Sicimi getir ve diz çök!”

Zencinin yüzünde bir beyazlık belirdi, efendinin bu sicimle bir ameliye yapacağı yahut elini ayağını bağlayıp uzun bir zaman için kendisini kömürlüğe hapsedeceği vehmiyle titredi. Bununla beraber, endişesini içinde saklayarak yalancı bir tebessümle ilerledi, tecrübe meraklısı ihtiyarın önünde diz çöktü.

Dürdane Hanım’la çocukları ve Rum kızı, büyük bir dikkatle efendinin hareketini takip ediyorlardı. O, vaziyetini bozmadan biraz eğildi, sicim yumağının uç tarafını Karanfil Kalfa’nın başına sardı, kendince gerekli olan haddi bu suretle tespit ettikten sonra terzi kıza döndü:

“Makasını ver!”

Aleksandra, şuh bir tebessümle cevap verdi:

“Makas öbür odada. Emrederseniz getireyim.”

Nesimi Efendi, fersiz gözlerini büze büze genç matmazeli süzdü:

“Senin gibi kızlar…” dedi. “Makasını yanında taşımalı. Dem olur, ansızın ihtiyaç görülür. Haydi git, getir. Bir daha da yanından ayırma.”

Terzi kız, kahkahasını zapt için dudaklarını goncalaştırdı, hemen odadan çıktı. Dönüşünde hem makas hem de bir mezura getirmişti.

 

“Buyurun, ölçü için mezura ipten iyidir. Ne ölçecekseniz bir bakışta boyunu, enini anlarsınız.”

Nesimi Efendi, takdirkârâne başını salladı:

“Amelî şeysiniz vesselam. Kolayını bulmadığınız iş yok. İşte makasa da lüzum kalmadı.”

Karanfil Kalfa’nın kafası bu sefer mezura ile ölçüldü ve bulunan rakamlar, gene Aleksandra’nın delaletiyle okunarak bir tarafa yazıldı.

Sıra, Nevcivan’ındı. Üvey ana yumruğundan kurtulmak için el evine atılan bu köylü kız bahtının çirkinliğini yüz güzelliğiyle telafi edebilen dilber hizmetçilerdendi. Gözlerinden neşe, yanaklarından sıhhat ve bütün vücudundan oynaklık fışkırıyordu. Henüz elleri nasırlanmamış, topukları dilimlenmemişti. Önünden kirli önlüğü alınsa saçları temizlenip taransa biraz itinalıca giydirilse pek alımlı bir kız olacaktı. Bakımsızlık, onun taşıdığı güzellik cevherine hüzünlü bir toz tabakası örtüyor gibiydi.

Nesimi Efendi, henüz on yedi yaşında bulunan bu köy güzeline öpücü bir bakışla bakmayı müteakip ciddileşti ve mezurayı onun da başında çevirdi. Matmazel Aleksandra şeridin gösterdiği rakamı, mühim bir şifre hallediyormuş gibi çalımla okudu:

“48!”

Efendi, kurşun kalemde bu rakamı da, mebhas ül-kıhfın kenarına yazdı ve oğlunu çağırdı:

“Gel bakalım Nimetullah!”

Henüz yirmi beş yaşında bulunmasına rağmen üç seneden beri sakal bırakmış olan evin küçük beyi, besleme Nevcivan’ın sıcak dizine dizlerini yapıştırdı, başının ölçüsünü aldırdı.

Nadire Hanım davet beklemeden koştu, babasının önüne oturdu. O, otuz yaşında çirkinler çirkini bir mahluk idi. Gözlerinde kertenkele bakışı, yanaklarında matem solgunluğu, dudaklarında hazan pejmürdeliği yaşıyordu. Güldükçe iskeletlerin sırıtışını, konuştukça bir alay cırcır böceği zırıltısını hatırlatıyordu. Nesimi Efendi, beşeriyete hediye ettiği bu çirkin yadigâra merhametle karışık bir ızdırapla baktı ve mezurayı onun da kayık biçimi kafasına geçirdi.

Kafanın biçimsizliği hesapta yanlışlık yapılmasına sebebiyet vereceği için itina göstermek lazımdı. Bu sebeple efendi, bağdaş kurmaktan vazgeçerek diz üstüne gelmişti ve mezurayı Nadire’nin önü de arkası da çıkık olan kafasına iyice yapıştırmak, kafanın yüz ölçümünü bihakkın10 tespit etmek istiyordu. O, bu işle uğraşırken çirkin kızın soğuk mavi gözleri ansızın sedire ilişti ve kendi namına yazılı olan zarfı gördü.

Posta ile geldiği üzerindeki puldan anlaşılan bir mektup, “Nadire Hanımefendi Hazretlerine” ibaresiyle kendisine hürmetkârane, tazimkârane, tebcilkârane hitap eden bir mektup? Çirkin kızın zihni altüst olmuştu. Mucizeli bir el sanki gözlerini güzelleştirmiş, yanaklarına renk vermiş, dudaklarını nazikleştirmiş, kemiklerine yumuşak ve dolgun bir deri geçirmiş gibi haz ve hayret içinde idi. Yüreğinde helecanlar, göğsünde kabarışlar duyuyordu.

Terzi kızın “66!” demesini müteakip babasının, “Haydi kalk. Sıra bizim hanımın!” diye bağırdığını işitmemişti. Minimini gözleri, mahut zarfın üstünde sabitleştiği hâlde diz üstü oturup duruyordu. Nesimi Efendi, çirkin kızın tuhaf bir değişiklik içinde alık alık bakmadığını, sık sık soluduğunu görünce haykırdı:

“Ne oluyorsun be, güzellik müsabakasına girdiğini mi sanıyorsun? Korkma, seni öyle sıkıntılı imtihanlara sokmam, senin numaranı eben alnına yazmış. Ne silinir ne aşınır. Haydi sallanma da ayağa kalk.”

Kızından farkı, yirmi beş yaş büyük olmaktan ibaret bulunan Dür-dane Hanım, dişsiz ağzında karanlık bir tebessüm, tecrübe mevkisine dizlerini koyarken Nadire, mahir bir hareketle sedire yanaştı ve bir “kleptoman” zaruretiyle âdeta gayrimeşru bir el uzunluğu ile zarfı aldı. Nesimi Efendi, karısının başını ölçmekle; terzi kız, numarayı okumaya hazırlanmakla; Nimetullah ile Karanfil, efendinin gülünç ölçülüsüne bakmakla meşgul oldukları için bu hırsızlığın farkında olmamışlardı. Yalnız Nevcivan, neşeli gözlerde hadiseyi görmüş ve hafifçe kaşlarını çatmıştı. Nadire’nin muvaffakiyeti bu gülüşle bittabi bozulmadı ve matmazel Aleksandra “43!” diye tebliğ vazifesini ifa ederken Süruri Bey’in küçük bir risaleye benzeyen mektubu, ait olduğu ele geçmiş bulunuyordu.

Nesimi Efendi, mahut kitabın kenarına kaydettiği rakamları yüksek sesle tekrar ediyordu:

“34, 48, 46, 66, 43!”

Matmazel Aleksandra, cilveli cilveli kırıttı:

“Efendim…” dedi. “Benimkini ölçmediniz.” Yetmişlik ihtiyar, gözlüğünü gene alnına kaldırdı, içinde kim bilir ne fasit düşünceler kaynayan kafasını rızasıyla ölçtürmek isteyen Rum kızını uzun uzun süzdü:

“Yavrum!” dedi “Bu ölçülerin bir sebebi, bir de gayesi var! Bizim hanımla çocuklar, besleme Nevcivan, anha minha11 Türk’tür. Karanfil de halis ül-ayar zencidir. Ben bunların kafaları arasındaki farkı arıyorum. Seni hangi tarafa koyayım? Türk değilsin, zenci değilsin.”

“Ben de Rum’um.”

Nesimi Efendi, sağ elinin şehadet parmağını başının hizasına kadar kaldırdı:

“La, la la! Sizin beşeri ırklar, medeni ve vahşi kavimler arasında muayyen bir mevkiniz yoktur. Siz, Rumca konuşursunuz; fakat Rum değilsiniz.”

Matmazel Aleksandra Diplaraku’nun gözlerinde alaycı bir şimşek titredi:

“Ya neyiz efendim?”

“Hiçbir şey yahut sade bir kalabalık!”

“Aman efendi hazretleri, nasıl olur? Dilimiz var, dinimiz var, istuvarimiz12 var, literatürümüz var. Bize kuru kalabalık denilir mi?”

İhtiyar, iki diz üstüne geldi, yumruklarını kasığına dayayarak kollarına yay biçimi verdi:

“Bana bak terzi!” dedi. “Hacı Hafız Nesimi Efendi ne söylerse doğrudur. Çünkü bilerek söyler, düşünerek söyler, her kelimeyi tartarak söyler. Buna sen de inanmalısın, iman getirmelisin.”

Aleksandra, kızgınlığını hazmederek eğlenmek istedi:

“Hay hay efendi hazretleri. Sizin büyük bir savan olduğunuzu bilirim. Fakat ‘Rum yoktur!’ deyiverdiğiniz için şaşaladım. Kendimden şüphe ettim. Sözünüze bakınca ben ‘yok’ oluyorum. Var ve yok! İşte beni düşündüren bu.”

“Uzun yavrum, uzun. Bu mesele çok uzun. Müşterinin ölçüsünü alıp makasa yapışmaya benzemez ki! İşin içinde tarih var, felsefe var, tababet var, var oğlu var. Ben bunları sana nasıl anlatayım?”

Dürdane Hanım sık sık esniyor, Nimetullah Efendi yumuşak kıllı sakalcağızını karıştırıyor, Nevcivan düşünüyor, Karanfil Kalfa, efendisiyle çene yarışına çıkan terzi kızının bu cüretine alıklaşarak için için bir şeyler geveliyordu. Nadire Hanım ortada yoktu. Babasının münakaşaya başladığını görür görmez yavaşça savuşmuş, tavan arasına kapanarak biraz evvel çaldığı mektubu hecelemeye girişmişti.

Nesimi Efendi, karısının ayakta sallana sallana esnediğini, oğlunun yüzünde de uyku alametleri belirdiğini görünce onlara izin verdi:

“Haydi siz odanıza gidin, beni şu kızla yalnız bırakın!”

Dürdane Hanım oğlunu, beslemesini ve siyah kalfayı ardına takıp çıktı. Geveze ihtiyarla eğlenerek biraz vakit geçirmek, iş görmeden yarım gündelik olsun almak, Matmazel Aleksandra Diplaraku’nun hoşuna gidiyordu. Binaenaleyh, Nesimi Efendi ile baş başa kalınca, çapkınca gülümsedi:

“Beni okutunuz.” dedi. “Sizden ders almak tatlı bir şey olacak!”

İhtiyar, ciddi bir çehre ile homurdandı:

“Pek sevinme. Dersin tatlısı olduğu gibi acısı da vardır. Sen dikkatini topla, yanıma çömel.”

Terzi kız sedirin kenarına ve Nesimi Efendi’nin yanı başına ilişti:

“Aklım işte ama kulağım sizde!”

“Ne işi o?”

“Hanımın entarisi biçilecek, küçük hanımın şal hırkası prova edilecek, küçük beye gecelik dikilecek!”

“Onları yarın da başka bir gün de yapabilirsin. Fakat beni neşeli bulup da dinlemek her vakit mümkün olmaz.”

“Buyurun efendim, dinliyorum.”

“Sen, mürekkep yalamış bir kızsın. İlmî hakikatlere boyun eğmek lazım olduğunu bilirsin. O hâlde dinlemek var, darılmak yok.”

“Estağfurullah efendim, ben size nasıl darılırım, büyükbabam yerindesiniz.”

“O kadar ihtiyar olduğumu sanmıyorum ama aksini iddiaya lüzum görmüyorum. Bahsimiz daha mühim.”

Nesimi Efendi, birkaç kere öksürdü ve şöyle bir izaha girişti:

“Sana ‘Rum değilsin…’ dediğim zaman, birdenbire şaşırdın. Hâlbuki elini şakağına koyup şöyle bir düşünseydin hiç de şaşılacak bir şey söylemediğimi anlardın. Sözümün ne kadar basit bir hakikat taşıdığını ispat için şu senin ‘istuvar, istuvar’ dediğin tarihi göz önüne alalım. Dizimizde sanki bir kitap varmış gibi Rumluğun geçmişini okuyalım. İşte birinci sayfayı açıyorum: Gotların istilası! Bu, ne demektir? Binlerce ve binlerce silahlı ecnebi elbette Rum memleketlerinde Aynaroz Papazı gibi ömür geçirmemiştir. Kanları kaynadıkça, gözleri kızardıkça Rum kadınlarının lütfuna müracaat etmişlerdir. Kadınların bu kabil lütufkârlıklan ekseriya canlı hatıralar bırakır! Gotlar işte bu suretle, bir hayli günlerini eski Rum diyarında geçirdikten sonra kendi yurtlarına gittiler… Şimdi ikinci sayfaya geçiyorum: Ostrogotların hücumu! Bu hücum, çekirge salgını değil, iri yarı ve dipdiri insanların saldırışıdır. Onlar da öbek öbek köylere dağılıyorlar, şehirlere yayılıyorlar, kendilerinden evvel gelen Gotlar gibi dilediklerini yapıyorlar, can sıkıntılarını giderecek, garipliklerini kendilerine unutturacak yumuşak göğüsler bulmakta güçlük çekmiyorlar. Bir gün, onların da avdet ettiklerini görüyoruz.

Fakat Rumların talihi tuhaf. Yurtlarını muhafaza etmeyi mi bilmiyorlar yoksa aralarında yabancı bulunmadıkça rahat mı edemiyorlar, ne oluyorsa bu sefer Avarlar geliyorlar, onların dönmesini müteakip Hunlar boy gösteriyor. Artık sayfaları sık çevirelim: Islavlar, Kadıköy’e kadar gelen Acemler, İstanbul etrafında senelerce çadır kuran Araplar, Latinler ve nihayet Türkler!

Görüyorsun ya, Rumluk denilen kütle, bütün tarihinde tek bir sene bile hür kalmamıştır. Bir istilacı ordu aralarından çekilir çekilmez yerine daha kuvvetlisi gelmiştir. Demek ki asırlarca, Rum evlerinde o evin erkeklerine yabancı erkekler ortaklık etmiştir.

Şu hâle nazaran, sizin kendinize Rum demeniz nasıl mümkün olur? Sizde Got kanı, Ostrogot kanı, Hun kanı, Islav kanı var!

Bu kan bozukluğu, sizde biraz da fıtridir. Eski Spartalıları, Atinalıları düşünerek ne demek istediğimi anlarsın. Meşhur, Herodot Efendi, Spartalılarda nikâh olmadığını söylüyor. Orada her yetişkin erkek, her yetişkin kızla göz göre göre ve enine boyuna görüşür, sonra kuyruğu omuzlayıp işine gidermiş! Gene o eski müverrih Atina kadınlarının ancak ‘erkeklere hoş görünmek’ terbiyesini aldıklarını ve o terbiyeye göre yaşadıklarını anlatıyor!

Bütün bu hakikatlere, bu bozuk kanlılığa rağmen size Rum olduğunuzu telkin eden kilisedir. Hâlbuki kiliseler, vicdanlarda karışıklık yapabilseler bile kanlarda tasfiye yapamazlar. Papağanlara hangi dilde kelime öğretirseniz öğretiniz, zavallılar gene kuştur; siz de Rumca konuşuyorsunuz ama tuhaf bir alaşımdan başka bir şey değilsiniz. Ne kadar yazık ki bu alaşımın adı henüz konulmamıştır ve siz, un çuvalı üstüne başka bir yafta yapıştırmak kabilinden kendinizi Rum olarak tanıtmaya çalışıyorsunuz. Lakin küçük bir fiske çuvalın hakikatini meydana çıkarır.

Bu sebeple terzi hanım, zatıalinize Aleksandra Diplaraku demekte beis görmem, fakat Rum kızı demek için çok düşünürüm, ilmen ortaya çıkardığım kanaatime göre dünya yüzünde asırlardan beri Rum yoktur, Rumca konuşan insanlar vardır.”

1Nevadir: Az olanlar, nadirler. (e.n.)
2Nedret: Az bulunan. (e.n.)
3İstiğrak: Kendinden geçercesine sessiz bir coşkuya dalma. (e.n.)
4Mütereddi: Soysuzlaşmış, alçalmış. (e.n.)
5Mütecanis: Bir cinsten olan, diğerleriyle aynı cinsten olan, bağdaşık. (e.n.)
6İlm-i sima: Yüz okuma ilmi. (e.n.)
7Mebhas ül-kıhıf: Kafatası ilmi. (e.n.)
8İstiap: İçine alma, sığdırma. (e.n.)
9İstidlal etmek: Kanıtlara dayanarak bir sonuca varmak. (e.n.)
10Bihakkın: Hakkıyla. (e.n.)
11Anha minha: Aşağı yukarı, yaklaşık olarak. (e.n.)
12İstuvar: History, tarih. (e.n.)