Akıl ve Tutku

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Akıl ve Tutku
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

1

Dashwood ailesi uzun zamandır Sussex’te yaşıyordu. Ailenin evi, geniş bir arazinin tam ortasında, Norland Park’taydı. Birçok kuşak boyunca burada saygıdeğer bir yaşam sürmüşlerdi. Çevrelerinde iyi bir izlenim yaratmışlardı. Arazinin son sahibi uzun yıllar yaşamış, bekâr bir adamdı. Hayatının büyük bölümünde kız kardeşi ona refakat etmiş ve ev işlerine bakmıştı. On yıl evvel kız kardeşinin ölmesiyle evde büyük değişiklikler yaşandı. Adam, kız kardeşinin boşluğunu doldurmak için Norland mülkünün yasal vârisi olan yeğeni Henry Dashwood’un ailesini evine aldı, araziyi ona miras bırakmak niyetindeydi. Yeğeniyle karısının ve onların çocuklarının nezaretinde yaşlı beyefendi son günlerini rahat içinde geçirdi. Her birine gittikçe daha fazla bağlandı. Henry Dashwood ve karısı, istekleriyle yakından ilgiliydiler. Sadece menfaatleri için değil, aynı zamanda iyi yürekli oldukları için de böylesine ilgileniyorlardı. Yaşlı adam rahat edebileceği en iyi şekilde hayatını geçiriyordu ve çocukların neşesi ona zevk veriyordu.

Henry Dashwood’un bir önceki evliliğinden bir oğlu, hâlihazırdaki evliliğinden ise üç kızı vardı. Oğlu çok saygıdeğer genç bir adamdı. Annesinin oldukça yüklü bir serveti vardı, reşit olduğunda bu servetin yarısı onun oldu. Kısa bir zaman sonra evlenerek bir kez daha servetine servet kattı. Bu nedenle Norland arazisinin vârisi olmak onun için çok da mühim bir mesele değildi. Ancak kız kardeşleri için, babalarının mirasından paylarına düşecek servetin haricinde, bu mirasa vâris olmak oldukça önemliydi. Annelerinin hiç mal varlığı yoktu. Babalarının idaresinde ise yalnızca yedi bin pound bulunmaktaydı. İlk karısının servetinin diğer yarısı da oğluna zimmetliydi. Babalarının, ancak hayatta olduğu sürece bu servet üzerinde bir hakkı vardı.

Yaşlı beyefendi öldü, vasiyeti okundu. Tıpkı tüm diğer vasiyetler gibi hem memnuniyet hem de hüsran yarattı. Bay Dashwood bu araziyi, ne kendisi ne de oğlu için istemişti; sadece karısını ve kızlarını düşünüyordu. Vasiyetin adaletsiz veya nankörce yazıldığı söylenemezdi. Ancak öyle şartlar vardı ki mirasın değeri neredeyse yarı yarıya azalmıştı. Beyefendi araziyi yeğeninin yerine, onun oğluna bırakmıştı. Hatta yaptığı düzenlemelerle Bay Dashwood’un dört yaşındaki torunu bile bu mirasla güvence altına alınmıştı. Ancak beyefendi, Bay Dashwood’a, araziyi kiraya vererek veya değerli ormanlarını satarak, en yakınlarının -yani bu güvenceye en çok muhtaç olanların- ihtiyacını karşılamak için hiçbir yol bırakmamıştı. Herkesin kaderi, babası ve annesi ile birlikte zaman zaman Norland’a yaptıkları ziyaretler sırasında iki üç yaşlarındaki çocuklarda olağan dışı olan cezbedici özellikleriyle, kusurlu telaffuzu, her şeyi kendi başına yapma azmi, sevimli oyunları ve gürültü patırtısıyla, amcasının şefkatini -yıllar boyunca Bay Dashwood ve kızlarından gördüğü tüm iyi muamelelerin değerini hafifletecek kadar- kazanmış olan bu çocuğa bağlıydı. Beyefendinin kötü bir niyeti yoktu; kızları önemsediğinin bir göstergesi olarak her birine bin pound bırakmıştı.

Bay Dashwood başta büyük hüsran yaşadı ama mizacen neşeli ve iyimserdi; doğal olarak yıllarca yaşamayı umut edebilirdi ve idareli yaşarsa zaten geniş ve çabucak işletilmeye müsait olan arazinin ürün gelirinden önemli miktarda bir birikim yapabilirdi. Ancak bu geç gelen zenginlikle, sadece on iki ay yaşadı. Amcasından sonra çok geçmeden o da öldü. Dul eşi ve kızları için amcasından kalanlarla birlikte, on bin pound miras bıraktı.

Durumu ağırlaşır ağırlaşmaz oğlu geldi. Hastalığından kalan son kuvvetiyle ivedilikle oğluna üvey annesi ve kız kardeşleriyle alakadar olmasını vasiyet etti.

John Dashwood diğer aile fertleri için güçlü duygular beslemiyordu ancak böyle bir zamanda yapılan vasiyet konuşması çok dokunaklı olmuştu. Onları rahat ettirmek için elinden geleni yapacağına dair söz verdi. Bu teminat üzerine babasının içi ferahladı ve sonra, John Dashwood elinden ne gelebileceğini sağduyulu bir biçimde düşünmek için biraz yalnız kaldı.

Kötü huylu bir adam değildi; duygusuz ve bencil olmak kötü huylu olmak değilse tabii. Olağan görevlerini yerine getirirken gösterdiği yerinde tavrıyla, genel olarak saygı duyulan bir adamdı. Daha cana yakın bir kadınla evlenseydi, daha da saygı duyulan bir adam olabilirdi. Hatta kendisi bile daha cana yakın olabilirdi. Evlendiklerinde oldukça genç ve karısına düşkündü. Ne var ki John Dashwood’un karısı, âdeta onun daha kötü bir taklidiydi; daha dar görüşlü ve daha bencil.

Babasına söz verdiğinde, her birine bin pound vererek kız kardeşlerinin servetini arttırmayı enine boyuna düşündü. Sonra gerçekten de bunu yapabileceğine inandı. Senede dört bin pound’luk muhtemel gelirinin yanı sıra, mevcut geliri ve annesinin servetinin kalan yarısını da hesaba katınca içi ısındı. Yüreği cömertlikle doldu. Elbette onlara üç bin pound verebilirdi. Bu gayet cömert ve etkileyici olurdu. Onları rahat ettirmek için yeterliydi. Üç bin pound! Böyle bir meblağı çekinmeden sunabilirdi. Bütün gün ve takip eden birçok gün boyunca bunları düşündü ve hiç pişmanlık duymadı.

Babasının cenazesinin ardından, John Dashwood’un karısı, çocuğu ve hizmetkârlarını ardına kattığı gibi, kayınvalidesine haber vermeden çıkageldi. Kimse onun bu hakkını sorgulayamazdı; babasının öldüğü andan itibaren ev artık kocasına aitti fakat davranışlarındaki nezaketsizlik aşırıydı ve yalnızca alelade duyguları olsa bile Bayan Dashwood’un durumundaki bir kadın için oldukça rahatsız edici olmalıydı; ama Bayan Dashwood öyle keskin bir onur duygusu, romantik bir asalet ile doluydu ki muhatabı her kim olursa olsun, herhangi bir hakaret söz konusu olduğunda, değiştirilemez bir tiksintiye kapılıyordu. Kocasının ailesinden hiç kimse Fanny Dashwood’dan hazzetmezdi; fakat o zamana kadar aslında, gerektiğinde çok az çabayla başkalarının mutluluğunu nasıl etkileyebildiğini onlara gösterme fırsatına da erişememişti.

Bayan Dashwood bu kaba davranışı iliklerine kadar öyle hissetti ve bu tavrından ötürü gelininden ciddi manada öyle nefret etti ki önce büyük kızının yakarışları gidişinin ne kadar yakışıksız olacağı üzerinde kafa yormaya, sonra üç evladına olan derin sevgisi kalmaya ve üvey ağabeyleriyle ters düşmekten kaçınmaya ikna etmese gelini gelince evi temelli terk edecekti.

Tavsiyeleri gayet etkili olan büyük kızı Elinor, anlayışı ve sakin muhakeme yeteneği sayesinde henüz on dokuz yaşında olmasına rağmen annesine rehberlik ediyor ve Bayan Dashwood’un çoğu zaman onu ihtiyatsız davranmaya iten heyecanlı tepkilerini, herkesin hayrı için dengeliyordu. Harikulade bir yüreği, sevecen bir mizacı vardı; hislerini şiddetli yaşardı fakat aynı zamanda onları nasıl kontrol edeceğini de bilirdi: Annesinin henüz öğrenemediği ve kız kardeşlerinden birinin öğrenmemeye kesinlikle kararlı olduğu bir bilgiydi bu.

Marianne de birçok bakımdan Elinor kadar yetenekli sayılırdı. Hassas ve akıllıydı; ne var ki her şeye heyecanla yaklaşırdı; üzüntüsü de neşesi de ölçüsüzdü. Yüce gönüllü, yumuşak başlı, ilgi çekiciydi; bir tek ölçülü değildi. Annesiyle benzerliği çok çarpıcıydı.

Elinor, endişeyle kız kardeşinin hassasiyetindeki aşırılığı gözlemliyordu; ne var ki Bayan Dashwood bu hassasiyete kıymet veriyor, onu el üstünde tutuyordu. Şimdi de bu kederli zamanda birbirlerini cesaretlendiriyorlardı. Önceleri şiddetli ızdırabın altında ezildiler. Sonra bu ızdırabı gönüllü olarak yenilediler, aradılar ve tekrar tekrar yarattılar. Kendilerini kederin kollarına bıraktılar; artık her şeyde olabildiğince perişanlık arıyorlardı, gelecek günlerde teselli bulacaklarını bile kesin bir dille reddediyorlardı. Elinor da oldukça etkilenmişti fakat hâlâ mücadele edebiliyor, kendini zorluyordu. Ağabeyine danışabiliyor, geldiği zaman yengesini karşılayıp ona gereken muameleyi gösterebiliyor ve annesinin de aynı şekilde kendini zorlaması için onu canlandırmaya, aynı tahammülü göstermesini sağlamaya çalışabiliyordu.

Diğer kardeş Margaret ise esprili, iyi huylu bir kızdı; ancak daha şimdiden -on üç yaşındaydı- onun aklına sahip olmadan Marianne’in romantikliğini benimsediğinden -pek farkında değildi ama- büyüdüğünde ablaları gibi olacağa benzemiyordu.

2

John Dashwood’un karısı, kendini Norland’ın hanımı olarak görüyordu; kayınvalidesi ve görümceleri ise misafir konumuna düşmüşlerdi. Karısı onlara terbiye sınırları dâhilinde muamele ederken John Dashwood da kendisi, karısı ve çocuğu haricinde herhangi birine gösterebileceği kadar nezaket gösteriyordu. Norland’ı kendi evleri olarak görmeleri hususunda içtenlikle ısrar etti; henüz civarda oturabilecekleri bir ev bulamadıkları için Bayan Dashwood’un elindeki en iyi seçenek bu olduğundan teklifi kabul edildi.

Eski mutlu günlerini hatırlattığı bir yerde konaklamalarının uzaması tam da ihtiyacı olan şeydi. Neşeli olduğu zaman dilimlerinde kimse ondan daha neşeli olamaz veya daha fazla mutluluk umuduyla doluyken kimse bu hisse ondan fazla sahip olamazdı. Fakat ızdırap zamanlarında hayal edebildiğinin ötesinde, tıpkı neşesi kadar şiddetli bir ızdırapla kıvranmalı ve tesellisinin ötesine taşınmalıydı.

Bayan Dashwood, kocasının, kardeşleri için yapmaya niyetlendiği şeyleri tasvip etmiyordu. Biricik evlatlarının servetinden üç bin pound almak, onu en aşağı dereceye sürüklemek demekti. Bu hususta tekrar düşünmesi için kocasına yalvardı. Biricik evladından, üstelik bu kadar büyük bir meblağ çalmayı kendisine nasıl yedirebiliyordu? Onunla tam manasıyla kan bağları bile olmayan -hatta ona göre bu durumda hiçbir bağları olmayan- bu insanlar John Dashwood’un bu denli cömert olmasını nasıl bekleyebilirlerdi? Farklı evliliklerden olma çocuklar arasında hiçbir yakınlık olmasının beklenmediği bilinirdi; o zaman üvey kardeşlerine tüm parasını saçarak kendine ve zavallı Harry’ye zulmetmenin ne lüzumu vardı?

“Bu, babamın son arzusuydu.” diye cevapladı kocası, “Dul karısına ve kızlarına göz kulak olmam gerek.”

 

“Ne dediğinin farkında değildi o hatta bahse girerim, kafası yerinde bile değildi o zaman. Eğer aklı başında olsaydı, kendi evladından alıp, servetinin yarısını dağıtman için sana yalvarmayı aklının ucundan bile geçirmezdi.”

“Sevgili Fanny, babam hiçbir miktar belirtmedi. Sadece benden genel olarak onlara yardımcı olmamı, onun sağlığındakinden daha rahat etmelerini sağlamamı istedi. Belki kararı tamamen bana bıraksaydı da aynısı olacaktı. Onları ihmal etmeyeceğimi bilirdi. Fakat benden bir söz istedi, benim de elimden başka türlüsü gelmezdi; en azından o zaman için öyle düşünmüştüm. O yüzden, söz ağızdan çıktı bir kere, yerine getirmemek olmaz. Norland’dan taşınıp ve başka bir eve yerleşirlerken onlar için bir şeyler yapmalıyım.”

“Öyleyse onlar için bir şeyler yapılsın. Fakat bu şey üç bin pound olmak zorunda değil. Bir düşün.” dedi Fanny ve ekledi: “O para bir kez verildi mi geri gelmeyecek; kız kardeşlerin evlenecek ve para sonsuza dek gitmiş olacak. Hatta eğer, zavallı küçüğümüze saklayabilirsek…”

“Tabii…” dedi kocası ve usulca ekledi: “O zaman durum fazlasıyla değişirdi. Harry bu kadar büyük bir meblağ verildiği için pişmanlık duyabilir ileride. Mesela geniş bir ailesi olursa bu para işine yarayabilir.”

“Elbette yarayabilir.”

“Muhtemelen, bu meblağın yarıya düşürülmesi tüm tarafların yararına olacaktır. Beş yüz pound onların gelirine fevkalade bir katkı olacaktır!”

“Ah! Müthişsin! Dünya üzerinde başka hangi ağabey, kardeşlerine bu iyiliğin yarısını bile yapar acaba; gerçekten kardeşleri olsa bile! Üstelik onlar senin üvey kardeşlerin! Ne kadar da cömert bir yüreğin var!”

“Bir fenalık olmasını istemem. İnsanlar genelde böyle durumlarda az yerine, fazlasını yapmayı tercih eder. En azından hiç kimse onlar için elimden geleni yapmadığımı söyleyemez. Kendileri bile daha fazlasını yapmamı bekleyemezler.”

“Neler bekleyebileceklerini asla kestiremezsin. Ama onların beklentileri bizi ilgilendirmez. Önemli olan senin ne kadarını karşılayabileceğin.”

“Kesinlikle! Kişi başı beş yüz pound verebilirim. Benim hiçbir katkım olmadan da annelerinin ölümü üzerine her birinin üç bin pound’u olacak; herhangi bir genç kadının oldukça rahat yaşaması için yeterli bir miktar.”

“Muhakkak öyle. Hatta daha ne isteyebileceklerini düşünemiyorum. On bin pound aralarında bölüştürülmüş olacak. Evlendikleri takdirde, elbette vaziyetleri daha iyi olacaktır ama aksi de olsa bu on bin pound ile rahatça yaşamlarını idame ettirebilirler.”

“Çok doğru; bu yüzden hepsinden önce, anneleri hâlâ hayattayken onlardan ziyade anneleri için bir şeyler yapmak daha doğru olmaz mı diye düşünüyorum, yıllık gelir gibi bir şeyden bahsediyorum. Hem ona hem de kardeşlerime faydası dokunurdu. Yılda yüz pound onları rahata kavuşturmaya yetecektir.”

Karısı bir süre söylediklerini tasvip etmekte tereddüt etti.

“Muhakkak.” dedi, “Bin beş yüz pound’a bir anda veda etmekten iyidir. Ama böyle de Bayan Dashwood on beş yıl yaşadığı takdirde yaş tahtaya basarız.”

“On beş yıl! Sevgili Fanny, onun ömrü bu meblağın yarısı edecek kadar bile süremez.”

“Kesinlikle öyle ama dikkat edersen görürsün ki insanlar yıllık gelirleri olduğunda daha uzun yaşıyor. Kadın dayanıklı ve sağlıklı, üstelik henüz kırkında bile değil. Yıllık gelir ciddi bir mesele; yıl dediğin nedir, gelir geçer ve gelirin kesilmesi söz konusu bile olmaz. Neye giriştiğinin farkında bile değilsin. Ben yıllık gelirlerin nasıl bir baş belası olduğunu iyi bilirim; babamın vasiyeti, annemin başına yaşlılıktan emekli edilen üç hizmetkârın yıllık geliri belasını sardı. Ne kadar da dayanılmazdı onun için! Yılda iki kez bu ücretler ödenmeliydi; bir de bu ücretlerin ulaştırılması mevzusu vardı. Sonra bir tanesinin öldüğü söylendi; meğer öyle bir şey yokmuş. Annem bıkmıştı artık. Gelirinin üzerinde başkalarının hakkı vardı diye o paranın kendisinin olmadığını söylüyordu; sebep hep babamın düşüncesizliğiydi; hâlbuki diğer türlü olsaydı, hiçbir kısıtlama olmaksızın gelirinin tüm idaresi annemde olabilirdi. Yıllık ödemelerden öylesine tiksindim ki dünyada hiçbir şey beni böyle bir yükün altına sokamaz.”

“Çok tatsız olduğu muhakkak.” diye cevapladı Bay Dashwood. “İnsanın geliri üzerinde böyle yıllık gedikler olması… Tıpkı annenin de belirttiği gibi insanın geliri kendisinin olmaktan çıkar. Böyle bir meblağın düzenli olarak ödenmesi hiç katlanılabilir bir şey değil; kişinin bağımsızlığı elinden alınıyor.”

“Şüphesiz; üstelik karşılığında da minnet duyulmuyor. Kendilerini güvence altında hissedecekler ve sen de sadece bekleneni yerine getirmiş oluyorsun; bu da kimsede şükran duygusu yaratmıyor. Senin yerinde olsam, ne yaparsam yapayım kendi keyfime göre karar verirdim. Onlara her yıl ödeme yaparak kendimi bağlamazdım. Bazı yıllar kendi masraflarımızdan yüz hatta elli pound kısmak bile zor olabilir.”

“Haklısın sevgilim, bu durumda yıllık ödeme söz konusu olmamalı; onlara ara ara yapacağım yardımlar yıllık ödemeden daha faydalı olacaktır çünkü daha büyük bir gelirden emin olurlarsa yaşam tarzlarını da iyileştirmek isteyeceklerdir ve yıl sonunda birkaç peniye muhtaç olacaklardır. Kesinlikle böylesi daha iyi olacak. Ara sıra vereceğim elli pound para sıkıntılarına çare olur ve babama verdiğim sözü de fazlasıyla yerine getirmiş olurum böylece.”

“Elbette öyle. Hatta aslına bakarsan, bana öyle geliyor ki baban onlara para vereceğini bile düşünmemişti. Senin yardımından kastı, makul çerçevedeki yardımlardı; rahat edecekleri küçük bir ev bulmak, taşınmalarına yardım etmek ve ara sıra balık veya bu ayarda armağanlar yollaman gibi duruma uygun düşen şeyler mesela. Daha fazlasını kastetmediğine adım gibi eminim; açıkçası zaten kastetse bu tuhaf ve mantıksız olurdu. Bir düşünsene sevgilim, üvey annen ve kızları yedi bin pound’un faiziyle çok rahat yaşarlar, tabii bir de her birine ödenen biner pound var ve tabii ki bu miktarın ellişer pound’unu mutfak masrafları için annelerine verirler. Hepsinin yılda toplam beş yüz pound’ları olacak; dört kadın bundan daha fazla ne isteyebilir ki? Çok ucuza yaşayacaklar. Evi idare etmek hiçbir şey onlar için. Ne araba ne de atları var. Hizmetçileri de yok sayılır. Yanlarında kimse de olmayacak; hiçbir şekilde masrafları bulunmayacak. Ne kadar rahat olacaklarını düşün. Yılda beş yüz pound! Yarısını bile nasıl harcayamazlar bence; bir de senin bunların üstüne verdiklerine gelirsek, düşünmesi bile saçma. Asıl onlar sana bir şeyler versinler!”

“Aman Tanrı’m!” dedi Bay Dashwood, “Gerçekten de çok haklısın. Babam muhakkak senin söylediklerinden daha fazlasını kastetmemiştir. Şimdi daha iyi anlıyorum; sözümü yerine getirmek için dediğin gibi onlara, yardımlarımı ve nezaketimi sunacağım. Annem başka bir eve taşındığı takdirde onu yerleştirmek için elimden geldiğince yardım edeceğim. Küçük bir mobilya armağan etmem de uygun düşer.”

“Muhakkak.” diye karşılık verdi Bayan Dashwood, “Fakat bir şeyi gözden kaçırmamalı. Annen ve baban Norland’a taşındıklarında Stanhill mobilyaları satılmıştı ama geri kalan tüm porselenler, gümüş sofra takımı ve keten örtüler muhafaza edildi ve şimdi annene kaldı. Evini satın aldığında eksiği olmayacak.”

“Şüphesiz bunu göz önünde tutmalıyız. Çok değerli bir miras gerçekten. Hatta gümüş sofra takımlarının bir kısmı burada kendi eşyalarımız arasında pek hoş olurdu.”

“Evet, hatta kahvaltılık porselen seti bu evinkinden iki kat daha güzel. Onların tutabileceği herhangi bir ev içinse haddinden fazla güzel olduğu kanaatindeyim. Ne yapalım ki baban sadece onları düşündü. Şunu da eklemeliyim ki ona karşı ne minnet borcu ne de isteklerini yerine getirme zorunluluğu duymalısın; çünkü elinden gelse dünyadaki her şeyi onlara miras bırakırdı.”

Bu görüşlere karşı koymak çok güçtü. John Dashwood’un kararsız kaldığı noktaları açıklığa kavuşturdular ve sonunda Bay Dashwood, babasının dul karısı ve çocukları için eşinin belirttiği dostane yardımlardan daha fazlasını yapmanın uygunsuz olmasa da kesinlikle lüzumsuz olacağına karar verdi.

3

Bayan Dashwood birkaç ay Norland’da kaldı, bir süre daha, avcunun içi gibi bildiği yerleri görüp şiddetli duyguları azalmaya başlayınca taşınma isteği duymaya başlamadı değil ve yaşam heyecanı yerine gelmeye başlayınca ve zihni hazin hatıralarla kederini arttırmaktan başka şeylere ilgi duyar hâle gelince buradan gitmek için sabırsızlandı ama bu diyarı bırakamayacak kadar çok sevdiğinden Norland civarında münasip bir yer bulmak için amansız bir arayışa girişti. Fakat istedikleri gibi hem rahat hem huzurlu olan hem de münasip gördüğü bazı evleri gelirlerini aştığı için reddeden büyük kızının sağduyusuna uygun bir yer bulamadı.

Bayan Dashwood eşinden, onun kendileri için oğlundan aldığı ve bu dünyadaki son kaygılarını gideren sözü öğrenmişti. Ne var ki Bayan Dashwood verilen sözün samimiyetinden oğlanın kendisinin duyduğundan daha fazla kuşku duymamış ve bu güvenceyi kızları adına memnuniyetle karşılamıştı; yedi bin pound’dan daha azıyla bile bolluk içinde geçinebileceklerine inanıyordu. Ağabeyleri olması hasebiyle de delikanlının kendi adına da memnuniyet duydu; iyi yürekli olduğuna dair daha önce hakkını teslim etmediği, cömertliğinden şüphe ettiği için pişman oldu. Kendisine ve kızlarına karşı gösterdiği özeni görünce, John Dashwood’un cömertliğindeki samimiyete güvendi; kendilerinin mutluluğunu önemsediğine uzun bir süre yürekten inandı.

Tanışmalarının en başından beri gelinine karşı hissettiği soğukluk, kendi ailesiyle birlikte geçirdiği altı ay boyunca onun kişiliği hakkında daha çok fikir edinince daha da arttı; Bayan Dashwood nazik olmaya çalışmasına ve ona anne şefkatiyle yaklaşmasına rağmen, iki kadın bu kadar uzun süre beraber yaşayabileceklerini düşünemezlerdi ama öyle bir şey oldu ki Bayan Dashwood kızının bir özel durum yüzünden Norland’da bulunması gerektiğine kanaat getirdi.

En büyük kızı ve gelininin kardeşi arasında gittikçe kuvvetlenen bağdı o özel durum; tam bir beyefendi gibi davranan, hoş bir genç adamdı delikanlı; ablası Norland’a yerleştikten kısa zaman sonra tanışmışlardı, bundan sonra da genç adam, zamanının büyük kısmını burada geçirir olmuştu.

İlgi tomurcuklarını fark eden bazı anneler menfaatleri için bu münasebeti teşvik edebilirlerdi, sonuçta Edward Ferrars, genç yaşta oldukça zenginken ölen bir babanın en büyük oğluydu. Bazıları ise cüzi bir miktar haricinde tüm servetinin kontrolü annesinde olduğundan, ihtiyatlı davranıp bu yakınlaşmayı engellemeye çalışabilirlerdi. Bayan Dashwood her iki düşünceden de etkilenmemiş gibiydi. Delikanlının cana yakınlığı, kızını sevmesi ve kızının da aynı duygular içinde olması onun için yeterliydi. Yine de bu durum Bayan Dashwood’un ilkelerine ters düşüyordu. Ona göre maddi konularda bu denli farklı sınıflarda olan bir çift, salt mizaçlarının benzerliği nedeniyle yakınlaşsa da beraber olmamalıydı; ayrıca Elinor’la tanışan biri elbette onun erdemlerini fark edecekti, diğer türlüsü imkânsız gibi geliyordu ona.

Edward Ferrars onların takdirlerini, şahsiyetindeki veya konuşmalarındaki ona ayrıcalık katan incelikle kazanmadı. Yakışıklı değildi; tavırlarının da tatlı olması için samimi olması gerekiyordu. Kendi hakkını teslim etmek konusunda çekingendi; ama olağan mahcubiyetini üzerinden attığında ne kadar açık yürekli olduğunu ve sevecen bir kalp taşıdığını gösterebiliyordu. Anlayışlıydı ve aldığı eğitimle de bu anlayışını oldukça geliştirmişti. Fakat ne kabiliyet ne de mizaç itibarıyla, onu -bunun ne demek olduğunu tam olarak bilmeseler de- sivrilmiş görmek isteyen annesinin ve ablasının isteklerine cevap verecek durumdaydı. Öyle veya böyle bu dünyada kendini göstersin istiyorlardı. Annesi onun politikayla ilgilenmesini, parlamentoya girmesini veya büyük adamlarla münasebet kurmasını istiyordu. Kız kardeşi de aynı şeyleri düşünüyordu; ne var ki bu arada bu yüksek makamlardan birine ulaşana kadar kardeşinin dört atlı arabalara bindiğini görmek de şimdilik hırslarını tatmin ederdi. Fakat Edward ne büyük adamlarla ne de dört atlı arabalarla ilgileniyordu. Sadece mutlu bir aile yaşantısı ve sakin bir özel hayat arzuluyordu. Neyse ki ondan daha çok umut vadeden bir erkek kardeşi vardı.

Edward Bayan Dashwood’un dikkatini çektiği sıralarda birkaç haftadır evde kalıyordu; o sıralar Bayan Dashwood, etrafında olup bitenleri fark edemeyecek kadar ızdırap içindeydi. Sadece Edward’ın sakin ve kendi hâlinde olduğunu fark etti ve bu hoşuna gitmişti. Lüzumsuz yere muhabbet etmeye kalkışmamış, Bayan Dashwood’un perişanlığına ilişmemişti. Onu daha iyi gözlemlemesi ve takdir etmesi, Elinor’un bir gün onunla ablası arasındaki farkı vurgulamasıyla oldu. Bu farkla Elinor, annesinin onu oldukça ciddiye almasına yol açtı.

“Bu kadarı yeterli.” dedi. “Fanny’ye benzemediğini söylemen yeterli. Bu bütün iyi özelliklerinin sebebini açıklıyor. Şimdiden sevdim onu.”

 

“Tanıdıkça daha çok hoşlanacaksın.” dedi Elinor.

“Hoşlanmak mı?” diyerek gülümsedi annesi. “Sevgiden daha aşağı hiçbir iyi his benim için söz konusu değildir.”

“Onu beğenebilirsin.”

“Beğenmek ile sevmek arasındaki farkı hiç anlamıyorum.”

Bayan Dashwood, bunun üzerine Edward’ı tanımak için epey çaba sarf etti. Sıcak davrandı, çok geçmeden delikanlının çekincelerini yok etti. Onun bütün meziyetlerini çabucak kavradı; Elinor’a olan ilgisini görmek belki nüfuz etme becerisini arttırmıştı ama onun değerinden gerçekten emindi; her ne kadar genç bir adamın hareketlerinin öyle olmaması gerektiğine inansa da onun sessiz tavırlarını bile sıcak kalpli ve iyi huylu olduğunu anladığında garipsemedi.

Edward’ın tavırlarında Elinor’a karşı beslediği sevgiyi fark eder etmez, Bayan Dashwood bu çiftin birlikteliğine kesin gözüyle bakmaya ve yakında gerçekleşecek evliliği beklemeye başladı.

“Birkaç ay içinde sevgili Marianne, Elinor muhtemelen düzenini kurmuş olacak. Onu özleyeceğiz ama mutlu olacaktır.”

“Ah anne! Biz onsuz ne yaparız?”

“Canım, bu bir ayrılık sayılmaz. Birbirimizden birkaç kilometre ötede yaşayacağız, her gün görüşebiliriz. Bir ağabeyin olacak. Hem de gerçek ve şefkatli bir ağabey. Edward’a sonuna kadar güveniyorum. Fakat sen kederli gibisin; kardeşinin seçiminden memnun değil misin?”

“Belki de.” diye cevapladı Marianne. “Beklenmedik oldu benim için. Edward çok sıcakkanlı, onu sevdim. Yine de -nasıl söylesem- o tür bir adam değil, eksik bir şeyler var gibi, çarpıcı bir duruşu yok, ablamın kendisine âşık olacağı bir adamda olmasını umduğum inceliğe sahip değil. Gözlerinde o erdemi ve dehayı ifade eden ışık yok. Hepsinin yanında anneciğim, korkarım ki zevksiz. Müzikle neredeyse hiç ilgilenmiyor. Elinor’un çizdiklerini çok beğeniyor ama onlardan anlayan birinin beğenmesi gibi değil. Elinor çizim yaparken onunla çok ilgilense de bu hususta hiçbir fikrinin olmadığı aşikâr. Elinor’u sevdiği için beğeniyor onları, anladığı için değil. Benim tatmin olmam için bu özelliklerin hepsi olmalı. Zevkleri benimkiyle uyuşmayan biriyle mutlu olamam. Hislerime dokunmalı; aynı kitaplar, aynı müzikten zevk almalıyız. Edward geçen akşam bize kitap okurken ne kadar da ruhsuz ve yavandı. Elinor için çok üzüldüm. Ama öylesine bir huzurla dinliyordu ki bence fark etmedi. Yerimde zor oturdum. Beni çoğunlukla derinden etkileyen o güzel satırların öyle duygusuz bir sükûnetle, korkunç bir kayıtsızlıkla okunması yok mu!”

“Eminim basit ve sade bir nesir olsaydı altından daha iyi kalkabilirdi. O sırada ben de öyle düşündüm ama ona Cowper veren sendin.”

“Ah anneciğim! Belki Cowper ile canlanır diye düşünmüştüm. Neyse, zevklerin farklı olması kabul edilebilir. Elinor benim gibi değil, o yüzden katlanabilir ve onunla mutluluğu yakalayabilir. Ama ben onu sevseydim, o kadar hissiz okuması beni yaralardı. Anneciğim, dünyayı tanıdıkça günden güne sevebileceğim bir adam bulamayacağıma daha çok inanıyorum. Ne kadar da çok şey istiyorum. Benim seveceğim adam hem Edward’ın tüm meziyetlerine sahip olmalı hem de kişiliği ve edebi, iyi kalpliliğini mümkün olan her türlü efsunla süslemiş olmalı.”

“Unutma canım, daha on yedi yaşında bile değilsin. Böyle bir mutluluktan ümidini kesmek için henüz çok erken. Neden annenden talihsiz olasın? Marianne’ciğim, umarım sadece bu hususta kaderin benimkine benzemez.”