Riga'nın Köpekleri

Tekst
Z serii: Kurt Wallander #2
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

1

Sabah saat onu biraz geçe kar yağmaya başlamıştı.

Balıkçı teknesinin dümenindeki adam küfretti. Hava durumunu dinlemişti ama fırtına başlamadan önce İsveç kıyılarına ulaşabileceklerini umuyordu. Bir gece önce Hiddensee’de oyalanmasaydı şimdi çoktan Ystad’a ulaşmış ve dümeni birkaç derece doğuya kırmış olacaktı. Oysa şimdi yedi deniz mili daha gitmesi gerekiyordu. Kar yoğun bir şekilde yağarsa görüş açısının düzelmesini beklemesi gerekecekti.

Bir kez daha küfretti. Cimriliğimin bedelini ödüyorum, diye geçirdi içinden. Eğer geçen sonbaharda yeni bir radar almış olsaydım bunlar başıma gelmeyecekti. Şu eski Decca artık bir işe yaramıyor. Piyasaya çıkan yeni Amerikan modellerinden almalıydım ama paraya kıyamadım. Doğu Alman mallarına da güvenmem. Beni yarı yolda bırakırlar.

Artık Doğu Almanya diye bir ülke olmadığı gerçeğini anlamakta zorlanıyordu. Tarih bir gecede eski sınırları ortadan kaldırmıştı. Şimdi yalnızca Almanya vardı ve bir zamanlar bir duvarın ayırdığı düşman kardeşlerin birlikte çalışmaya başladıklarında kimse ne olabileceğini kestiremiyordu. Berlin Duvarı yıkıldığında çok tedirgin olmuştu. Bu büyük değişiklik onun hayatının da değişmesine neden olacak mıydı? Doğu Alman ortakları onu ikna etmeye çalışmışlardı. Hiçbir şey değişmeyecekti. Belki de bu değişiklik yeni fırsatlar yaratacaktı.

Kar hızlanmıştı ve rüzgâr güneydoğudan esiyordu. Sigara yakıp pusulanın yanındaki özel bölmede duran fincanına kahve koydu. Dümen köşkündeki sıcaklık nedeniyle ter içinde kalmıştı. Mazot kokusu genzini yakıyordu. Bakışlarını makine odasına doğru çevirdi. Aşağıda, dar ranzada yatan Jakobson’un ayağını gördü, başparmağı delik çorabından dışarı çıkmıştı. Onu uyandırsam ne olacak ki, diye geçirdi içinden. Eğer tekneyi durdurmak zorunda kalırsak o zaman ben birkaç saat kestiririm o da nöbeti devralır. Ilık kahvesinden bir yudum aldı ve bir gece önce olanları yeniden düşünmeye koyuldu.

Hiddensee’nin batısındaki kırık dökük küçük limanda malları almak için gelecek kamyonu beş saat beklemek zorunda kalmıştı. Weber kamyon bozulduğu için geciktiklerini söylemişti ve bu aslında doğru da olabilirdi. Rus askeri araçlarından biri olan kamyon oldukça eskiydi. Hâlâ çalışması aslında mucizeydi. Ne var ki Weber’e güvenmiyordu. Aslında Weber’in bir yanlışı olmamıştı, ama o bir kez kararını vermiş ve onun hiçbir şekilde güvenilir biri olmadığına yürekten inanmıştı. Bu, bir önlem niteliğindeydi. Doğu Almanlardan aldığı malların değeri çok yüksekti. Her defasında yirmi ya da otuz bilgisayar, yaklaşık yüz cep telefonu ve bir o kadar da araba teybi alıyordu; bu malların değeri milyonlarca kron ederdi. Yakalanacak olursa hapse girmesi işten bile değildi. Weber’in bu konuda kendisine yardım etmeyeceğini de çok iyi biliyordu. Yaşadığı dünyada herkes daima önce kendini düşünürdü.

Pusulayı bir kez daha kontrol ettikten sonra kuzeye doğru iki derece kırdı. Kayıtlar sekiz deniz mili hızla gittiklerini gösteriyordu. Kıyıyı görebilmesi ve Brantevik’e dönmesi için daha altı buçuk deniz mili yol alması gerekiyordu. Grimavi dalgalar hâlâ görülebiliyordu ama kar da hızını arttırmıştı.

Beş iş daha var, diye geçirdi içinden, sonra her şey bitecek. İhtiyacım olan parayı kazanacağım, sonra da istediklerimi yapabileceğim. Bir sigara daha yakarak bu düşüncelerine gülümsedi. O zaman da tüm bunları artık arkasında bırakacak ve Porto Santos’a giderek bir bar açacaktı. Çok kısa bir zaman sonra da bu yağ kokulu dümen köşkünde durmaktan ve makine odasındaki ranzasında yatan Jakobson’un horultularını dinlemekten kurtulacaktı. Yeni yaşamının neler getireceğinden emin değildi ama bu yaşama başlamak için sabırsızlanıyordu.

Kar başladığı gibi birden durdu. Önce şansın kendisinden yana olduğuna inanamadı ama kar taneciklerinin uçuşmadığını görünce rahatlayarak derin bir soluk aldı. Her şey yoluna giriyor, diye geçirdi içinden. Belki de fırtına Danimarka’ya yönelmişti.

Islık çalarak fincanına biraz daha kahve koydu. Para dolu torba duvarda asılıydı. Bu kendisini Madeira’nın dışındaki küçük bir ada olan Porto Santos’a yaklaştıran diğer bir 30.000 krondu. Cennet onu bekliyordu.

Kahvesinden bir yudum daha almak üzereyken küçük bir bot gördü. Kar durmasaydı botu göremeyecekti. Bot teknenin lombarından yaklaşık elli metre uzakta dalgaların arasında aşağı yukarı hareket ediyordu. Bu kırmızı, plastik bir kurtarma botuydu. Buğulanmış camı eliyle silerek bir kez daha bota baktı. İçinde kimse yok, dedi kendi kendine. Bir gemiden düşmüş olmalı. Dümeni kırıp yavaşladı. Hızın değişmesiyle birlikte uyanan Jakobson, sakalı bir karış uzamış yüzünü dümen köşkünden içeri uzattı.

“Geldik mi?” diye sordu.

“Lombarın yanında bir kurtarma botu var,” dedi, dümendeki adı Holmgren olan adam. “Alalım onu. Bir iki bin papel eder. Sen dümene geç, kancayla çekmeye çalışacağım.”

Jakobson dümene geçerken Holmgren şapkasının kenarlarını kulaklarının üstüne çekti ve dümen köşkünden ayrıldı. Rüzgâr olanca hızıyla esiyordu, parmaklığa tutundu. Bot yavaş yavaş tekneye yaklaşıyordu. Dümen köşkünün yanında duran tekne kancasını, asılı olduğu yerden çıkarmaya başladı. Parmakları soğuktan donmuştu ama sonunda kancayı çıkardı ve suya attı.

Harekete geçti. Bot tekneden yalnızca birkaç metre ilerideydi. Holmgren işte o zaman hatasını anladı, içinde iki kişi vardı. İki ölü. Jakobson dümen köşkünden haykırdı. Söyledikleri anlaşılmıyordu ama o da botun içinde ne olduğunu görmüştü.

Holmgren ilk kez ceset görmüyordu. Askerlik yaparken eğitim sırasında bir silah ateş almış ve dört arkadaşı paramparça olmuştu. Daha sonraları da profesyonel olarak balıkçılık yaparken kıyıya vuran ya da suda yüzen birçok ceset görmüştü.

Holmgren cesetlerin üstündeki garip giysileri fark etti. Bu iki adam ne balıkçı ne de denizciydi, cesetler takım elbiseliydi. Sanki kaçınılmaz sonlarından birbirlerini korumak istercesine birbirlerine sarılmışlardı. Başlarına neler gelmiş olabileceğini anlamaya çalıştı. Kim bunlar?

Jakobson dümen köşkünden çıkarak yanına geldi.

“Kahretsin!” dedi. “Kahretsin! Şimdi ne yapacağız?”

Holmgren bir an düşündü.

“Hiçbir şey,” dedi. “Onları buraya alırsak cevaplayamayacağımız birçok soruyla karşı karşıya kalırız. Onları görmedik. Ayrıca tipi de vardı, unutma.”

“Onları böyle bırakacak mıyız?” diye sordu Jakobson.

“Evet,” diye karşılık verdi Holmgren. “Ölmüşler zaten. Bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Ayrıca nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimiz konusunda kimseye hesap vermek istemiyorum. Sen istiyor musun?”

Jakobson başını kuşkuyla salladı. Konuşmadan cesetlere baktılar. Holmgren onların oldukça genç olduklarını, otuz yaşından fazla olmadıklarını düşünüyordu. Yüzleri kaskatı kesilmişti ve bembeyazdı. Holmgren ürperdi.

“Botun üstünde herhangi bir yazının olmaması garip,” dedi Jakobson. “Acaba hangi geminin botu bu?”

“Ne olmuş olabilir?” diye mırıldandı. “Bunlar kim? Ne kadar zamandan beri böyle kravatlı, takım elbiseli denizdeler acaba?”

“Ystad ne kadar uzakta?” diye sordu Jakobson.

“Altı deniz mili kadar!”

“Onları kıyıya kadar çekebiliriz,” dedi Jakobson. “Böylelikle bulunmaları da daha kolay olur.”

Holmgren bunun olumlu ve olumsuz yanlarını tartarak bir süre düşündü. Cesetleri denizde bırakmak hiç de hoş olmayacaktı. Öte yandan botu tekneye bağlayıp kıyıya çekmek de riskli olabilirdi, başka bir tekne ya da feribot onları görebilirdi.

Fazla düşünmeden kararını verdi. Pruva halatını çözerek bota bağladı. Jakobson dümeni Ystad’a doğru kırdı. Bot tekneden yaklaşık on metre uzaktaydı.

İsveç kıyıları göründüğünde Holmgren halatı kesti ve içinde iki ceset olan bot dalgaların arasında gözden kayboldu. Jakobson rotayı doğuya doğru kırdı ve birkaç saat sonra Brantevik limanına yanaştılar. Jakobson payına düşen parayı alarak Volvo’suna atlayıp Svarte’ye doğru yola koyuldu.

Limanda kimseler yoktu. Holmgren dümen köşkünü kilitledi. Kargo bölümündeki muşambayı kaldırdı. Kabloları yavaşça ve sistemli bir şekilde kontrol etti. Sonra da para dolu torbayı alarak eski Ford’una doğru gidip arabasını çalıştırdı.

Başka bir zaman olsa kendini kolayca Porto Santos düşüne kaptırırdı ama o gün, kırmızı lastik botu kafasından bir türlü atamıyordu. Onun nerede kıyıya vuracağını hesaplamaya çalıştı. O bölgede akıntı yoğundu ve rüzgâr da sürekli olarak akıntının yönünü değiştiriyordu. Bot herhangi bir yerde kıyıya vurabilirdi. Holmgren botun Ys-tad’dan fazla uzağa gidemeyeceğini düşünüyordu, tabii bu arada Polonya’ya giden ya da oradan gelen feribotlardan biri tarafından görülmemişse.

Ystad’a geldiğinde hava kararmaya başlamıştı. Kırmızı ışıkta durduğunda, takım elbiseli iki adam, dedi kendi kendine. Bir kurtarma botunda… Burada garip bir şeyler vardı. Neye tanık olduğunu tam olarak anlayamıyordu. Adamların batan bir gemiden kurtulmak için bota binmedikleri ortadaydı. Bunu kanıtlayamazdı ama emindi. Adamlar bota bindirildiklerinde çoktan ölmüş olmalıydılar.

Birden hızla sağa dönerek meydandaki kitapçının hemen karşısındaki telefon kulübesinin önünde durdu. Söyleyeceklerini defalarca kafasından geçirdikten sonra 90 000’ı çevirerek polisi istedi. Yanıt vermelerini beklerken telefon kulübesinin kirli camından karın başladığını gördü.

Tarih 12 Şubat 1991’di.

2

Ystad Emniyet Müdürlüğü’nde odasında oturan Kurt Wallander gerinerek esnedi. Esnemekten çenesinin altındaki kaslardan birine kramp girdi. Acı çok yoğundu. Wallander kası gevşetmek için sağ eliyle çenesinin altına sert bir şekilde vurdu. Tam bunu yaparken genç polislerden Martinson içeri girdi ve şaşkınlıkla kapının önünde kalakaldı. Ağrı geçinceye kadar Wallander çenesine masaj yapmayı sürdürdü. Martinson içeri girmekten vazgeçerek arkasını döndü.

“Gelsene,” diye seslendi Wallander. “Senin hiç esnerken çene kasların kilitlenmedi mi?”

 

Martinson hayır anlamında başını salladı.

“Hayır,” dedi. “Ben de senin ne yaptığını anlamaya çalışıyordum.”

“Artık öğrendin,” dedi Wallander. “Ne istiyorsun?”

Martinson yüzünü buruşturarak oturdu. Elinde bir not defteri vardı.

“Birkaç dakika önce çok garip bir telefon geldi,” dedi. “Sana haber vermek istedim.”

“Buraya her gün garip telefonlar geliyor,” dedi Wallander, polisin neden kendisini bunun için rahatsız ettiğini anlamaya çalışıyordu.

“Ne düşüneceğimi bilemiyorum,” dedi Martinson. “Bir adam telefon kulübelerinden birinden aradı. Kurtarma botundaki iki cesedin buraya yakın bir yerde sahile vuracağını söyledi. Adını, cesedin kimlere ait olduğunu ya da neden öldürüldüklerini söylemeden telefonu kapattı.”

Wallander şaşkınlıkla baktı.

“Hepsi bu kadar mı?” diye sordu. “Adamla kim konuştu?”

“Ben konuştum,” dedi Martinson. “Az önce söylediklerimi söyledi. Bana doğru söylüyormuş gibi geldi.”

“Doğru söylüyormuş gibi, ha?”

“Bir süre sonra insan karşısındakinin doğru mu yoksa yalan mı söylediğini sesinden anlıyor,” diye karşılık verdi Martinson duraksayarak. “Bazen daha ilk sözcükten her şeyin yalan olduğu anlaşılır. Ama bu kez, arayan her kimse, yalan söylemiyordu.”

“Kurtarma botunda iki cesedin buraya yakın bir yerde sahile vuracağını mı söyledi?”

Martinson evet anlamında başını salladı.

Wallander bir kez daha esneyerek arkasına yaslandı.

“Bir geminin battığına ya da buna benzer bir şey olduğuna dair bir haber geldi mi?”

“Hayır,” diye karşılık verdi Martinson.

“Sahildeki tüm polis merkezlerini bilgilendir,” dedi Wallander. “Sahil güvenliğine haber ver. Ama kimliğini açıklamayan birinden gelen bir telefon yüzünden de soruşturma başlatamayız. Bekleyelim, bakalım neler olacak?”

Martinson başını onaylarcasına sallayarak ayağa kalktı.

“Haklısın,” dedi. “Beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok.”

“Hava iyice bozdu,” dedi Wallander başını pencereye doğru sallayarak. “Kar yağıyor.”

“Kar yağsın yağmasın, ben eve gidiyorum,” dedi Martinson saatine bakarak.

Martinson odadan çıktı. Wallander gerindi. Kendini çok yorgun hissediyordu. İki gece üst üste nöbetçi olduğundan tüm acil olaylarla ilgilenmek zorunda kalmıştı. İlk gece, kendini Sandskogen’deki boş bir eve hapseden bir tecavüzcüyü yakalamakla geçmişti. Sabahın beşinde adam teslim olmuştu. Ertesi akşamsa şehir merkezinde işlenen bir cinayetle ilgilenmek zorunda kalmıştı. Bir doğum günü partisinde olaylar çığırından çıkmış ve doğum gününü kutlayan adam şakağından bıçaklanmıştı.

Yerinden kalkarak parkasını sırtına geçirdi. Yatıp uyumalıyım, diye geçirdi içinden. Kar fırtınasıyla başkası ilgilensin. Emniyetten çıkınca arkasından esen sert rüzgârla birlikte iki büklüm oldu. Peugeot’suna bindi. Cama çarpıp kaportanın üstüne düşen kar taneciklerini izledi bir süre. Motoru çalıştırdı, kasetçalara bir kaset koyup gözlerini kapadı.

Gözlerini kapar kapamaz Rydberg’i düşünmeye başladı. Onu kanserden kaybedeli daha bir ay bile olmamıştı, hem meslektaşı hem de dostuydu. Wallander, bir yıl önce Lenarp’ta öldürülen yaşlı bir çiftin katilini Rydberg’le birlikte yakalamaya çalıştıkları sırada onun hasta olduğunu öğrenmişti. Yaşamının son aylarında Rydberg’in dışında herkes kaçınılmaz sonun yaklaştığının farkındaydı ve Wallander, Rydberg’i bir daha göremeyeceğini bile bile emniyete gitmenin nasıl bir şey olacağını düşünüp durmuştu. Rydberg olmadan, onun deneyimlerinden yararlanmadan ve ona akıl danışmadan ne yapacaktı? Bu soruları yanıtlamak için henüz çok erkendi. Rydberg son kez hastalık iznine ayrıldıktan ve daha sonra da öldükten sonra hiç zor bir olayla karşılaşmamıştı. Ama onu kaybetmenin acısı hâlâ çok tazeydi.

Silecekleri çalıştırarak arabasını eve doğru sürdü. Şiddetini arttırması beklenen kar fırtınası yüzünden herkes evine kaçmış gibiydi. Sokaklar bomboştu. Österleden’in dışındaki bir benzincide durarak akşam gazetelerinden birini satın aldı. Daha sonra da Maria Caddesi’ndeki evinin önünde arabasını park edip yukarıya çıktı. Duş alacak, sonra da bir şeyler yiyecekti. Yatmadan önce de Löderup yakınlarında küçük bir evde oturan babasına telefon edecekti. Bir yıl önce babası bir gece yarısı pijamayla evden çıkıp kafası karışmış bir hâlde dışarıda dolaştığından bu yana Wallander, babasına her gün telefon etmeyi alışkanlık hâline getirmişti. Babasını sıklıkla görmeye gitmediği için vicdan azabı çektiğinden, bunu, babası için olduğu kadar kendisi için de yaptığının farkındaydı. Bir yıl önceki olaydan sonra, düzenli olarak babasını görmeye giden ve ev işlerinde ona yardım edebilecek bir yardımcı bulmuştu. Bu da babasının bazen dayanılmaz boyuta ulaşan asabiyetinin azalmasına yardımcı olmuştu. Yine de Wallander içindeki suçluluk duygusundan bir türlü kurtulamıyor ve babasına yeterli zaman ayırmadığını düşünüyordu.

Wallander duşunu aldı, kendisine omlet yaptı ve babasına telefon etti. Daha sonra da yattı. Yatak odasındaki panjurları kapatmadan önce dışarıya baktı. Sokak lambası rüzgârda sallanıyordu. Kar tanecikleri gözlerinin önünde dans ederek yere düşüyorlardı. Termometre eksi üç dereceyi gösteriyordu. Beklenilen fırtına gelmişti. Panjurları kapattı. Yatağına yattı ve derin bir uykuya daldı.

Ertesi sabah Wallander saat 07.15’te emniyette işinin başındaydı. Ufak tefek bir iki trafik kazası dışında gece şaşılacak derecede sakin geçmişti. Kar fırtınası beklenildiği kadar şiddetli olmamıştı. Kantine gitti, gece vardiyasında çalışan polisler kahve içiyorlardı, onları başıyla selamladı, sonra da gidip bir fincan kahve aldı. Sabah uyanır uyanmaz bugün, nice zamandan beri bekleyen raporları yazmaya karar vermişti. Ayrıca bir de Polonyalı bir çeteyle de ilgilenmesi gerekiyordu. Herkes suçu birbirinin üstüne atıyordu. Olanları tutarlı bir şekilde anlatacak tek bir tanık bile yoktu ama konuyla ilgili bir rapor yazılması gerekiyordu. Yine de birinin çenesi kırıldığı için birilerinin suçlanması gerekiyordu.

Saat 10.30’da son raporu da bitirmişti. Yerinden kalkarak kahve almak için kantine gitti. Odasına geri dönerken telefonunun çaldığını duydu. Martinson arıyordu.

“Şu kurtarma botunu hatırlıyor musun?” diye sordu.

Hatırlayabilmesi için Wallander’in kısa bir süre düşünmesi gerekmişti.

“İçinde iki ceset olan lastik bot Mossby Strand’da sahile vurmuş. Köpeğini gezdiren bir kadın botu görünce hemen emniyete telefon edip haber vermiş.”

“Ne zaman aramış?”

“Az önce,” diye karşılık verdi Martinson.

İki dakika sonra Wallander sahil yoluna doğru yola çıkmıştı bile. Peters’le Norén önündeki polis arabasındaydılar. Sirenler çalıyordu.

Wallander dondurucu soğukta buz gibi dalgaların kıyıya çarptığını görünce birden ürperdi. Dikiz aynasından ambulansı ve ikinci polis aracındaki Martinson’u gördü.

Mossby Strand terk edilmiş gibiydi. Wallander arabasından inerken soğuk rüzgâr yüzüne bir tokat gibi çarptı. Kıyıdaki küçük dükkânın kepenkleri sert rüzgârda gıcırdayıp duruyordu. Kumsala inen yolun başında duran bir kadın sinirli bir tavırla kollarını sallayıp duruyordu. Köpeğiyse onu çekiştiriyordu. Wallander adımlarını hızlandırdı, her zamanki gibi yine korku içindeydi; ceset görmeye nedense bir türlü alışamamıştı. Ölüler de canlılar gibiydi. Her zaman birbirlerinden farklı oluyorlardı.

“Burada,” diye bağırdı kadın. Wallander, onun gösterdiği tarafa baktı. Kırmızı lastik bir kurtarma botu dalgaların arasında iskeleye çarpıp duruyordu.

“Siz orada kalın,” diye seslendi Wallander, kadına.

Koşarak tepeden aşağıya indi, kumların üstünden atlayarak iskeleye koştu ve lastik bota baktı. Botun içinde birbirlerine sarılmış iki adam yatıyordu, yüzleri de bembeyazdı. İlk gördüğü şeyi kafasına iyice kazımaya çalıştı. Yılların deneyimi ona ilk izlenimin her zaman çok önemli olduğunu öğretmişti. Ceset, genellikle uzun ve karmaşık olaylar zincirinin son halkasıydı ve bazen bu zincir hakkında en baştan bir fikir edinmek mümkün olabilirdi.

Martinson botu kıyıya çekmek için suya girdi. Wallander cesetleri incelemek için çömeldi. Peters’in kadını sakinleştirmeye çalıştığını gördü. O anda da bu botun kumda oynayan ve denizde yüzen yüzlerce çocuğun olmadığı bir zamanda kıyıya vurduğu için ne denli şanslı olduklarını fark etti. Gördükleri hiç de hoş değildi ve sert rüzgâra rağmen cesetlerin kokusu burnunu yakıyordu.

Parkasının cebindeki lastik eldivenleri giyerek cesetlerin ceplerini dikkatle araştırdı. Ne var ki hiçbir şey bulamadı. Cesetlerden birinin ceketini açtığında beyaz gömleğin üstündeki koyu kırmızı lekeyi gördü. Başını kaldırıp Martinson’a baktı.

“Bu bir kaza değil,” dedi. “Cinayet. Bu adam tam kalbinden vurulmuş.”

Doğruldu, Norén’in botun fotoğrafını çekmesi için kenara kaydı.

“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Martinson’a. O da başını iki yana salladı.

“Bilemiyorum.”

Wallander gözlerini cesetlerden ayırmadan botun etrafında dolaştı. Her ikisi de sarışındı, büyük olasılıkla otuz yaşlarında olmalıydılar. Ellerinden ve üstündeki giysilerden işçi olmadıkları anlaşılıyordu. Acaba kimdiler? Neden cepleri boştu? Martinson’la fikir alışverişi yaparak botun etrafında dolaşmayı sürdürdü. Yarım saat sonra da artık öğrenecek bir şey olmadığına karar verdi. Bu arada da adli tıp ekibi gelmiş, çalışmalarına başlamıştı. Botun üstüne plastik bir çadır kurulmuştu. Norén fotoğraflamayı bitirmişti. Buz gibi esen rüzgârın altında herkes çok üşümüştü ve bir an önce oradan gitmek istiyordu. Wallander, Rydberg’in ne düşünebileceğini merak ediyordu. Acaba Rydberg kendisinin göremediği bir şeyi görebilir miydi? Arabasına bindi, ısınmak için motoru çalıştırdı. Deniz griydi ve Wallander’in kafasının içi bomboştu. Bu adamlar da kimdi?

Wallander’in ambulans görevlilerine cesetleri kaldırmaları için onay vermesi zaman almıştı. Wallander soğuktan hâlâ titriyordu. Birbirlerine sarılmış bu iki cesedi ayırmak için kemiklerinin kırılmasından başka seçenek yoktu. Cesetler kaldırıldığında Wallander bota bir kez daha baktı ama hiçbir ipucu bulamadı. Çözüm sanki ufuktaymışçasına bakışlarını denize çevirdi.

“Botu gören kadınla konuşsan iyi olacak,” dedi Martinson’a.

“Konuştum,” diye karşılık verdi Martinson.

“Ciddi bir şekilde konuş, demek istiyorum,” diye karşılık verdi. “Bu soğukta ciddi ciddi konuşamazsın. Onu emniyete götür. Norén de botu bulduğumuz gibi emniyete getirsin.”

Daha sonra da arabasına bindi.

Rydberg hayatta olsaydı böyle davranırdı, dedi kendi kendine. Acaba neyi göremedim? Rydberg olsaydı acaba ne düşünürdü?

Wallander, Ystad Emniyet Müdürlüğü’ne geri döner dönmez hiç zaman kaybetmeden polis şefi Björk’ün yanına giderek ona Mossby Strand’da gördüklerini anlattı. Björk, onu kaygıyla dinledi. Wallander kendi bölgelerinde ne zaman bir cinayet işlense Björk’ün bu olayı sanki kendisine yapılmış bir saldırı gibi değerlendirdiğini biliyordu. Wallander ona her zaman saygı duyardı. Memurların işlerine asla karışmaz ve işler çığırından çıktığında bile onları yüreklendirmekten vazgeçmezdi. Bazen kendine hâkim olamayarak çok sinirlenirdi ama Wallander artık buna alışmıştı.

“Bu soruşturmayla senin ilgilenmeni istiyorum,” dedi Björk, Wallander sözlerini tamamladığında. “Martinson’la Hansson sana yardım ederler. Bu soruşturma için birkaç kişiyi daha görevlendirebiliriz.”

“Hansson geçen akşam tutukladığımız tecavüzcüyle ilgileniyor,” dedi Wallander. “Svedberg’i kullanmamız daha iyi olmaz mı?”

Björk karşı çıkmadı. Wallander her zamanki gibi işi istediği gibi çözümlemişti.

Björk’ün odasından çıkarken karnının acıktığını fark etti. Kilo almaktan korktuğu için genellikle öğle yemeklerini atlardı ama bottaki cesetler canını çok sıkmıştı. Arabasıyla şehir merkezine gitti, her zamanki gibi Stick Caddesi’ne park etti, sonra da Fridolf’un Kafesi’ne giden dar sokağa saptı. Kendisine bir sandviçle bir bardak süt söyleyerek olayları bir kez daha gözden geçirmeye koyuldu. Bir akşam önce, saat 18.00 civarında bir adam emniyete telefon ederek polisi uyarmıştı. Artık bu kimliği bilinmeyen adamın gerçeği söylediğini biliyorlardı. İçinde iki ceset olan kırmızı lastik bir bot sahile vurmuştu. Kalbinden vurulduğu için adamlardan birinin öldürüldüğü açıkça ortadaydı. Kimliklerini saptayabilecek herhangi bir şey bulunmamıştı.

Hepsi bu kadardı.

Wallander kalemini çıkararak kâğıt peçetenin üstüne not aldı. Yanıtlanması gereken birçok soru vardı kafasında. Bir yandan da kafasının içinde Rydberg’le konuşuyordu. Doğru yolda mıyım, acaba gözden kaçırdığım bir şey var mı? Rydberg’in verebileceği yanıtlarla tepkilerini hayalinde canlandırmaya çalıştı. Zaman zaman bunda başarılı olsa bile ölüm döşeğinde yatan Rydberg gözünün önünden gitmiyordu bir türlü.

15.30’da emniyete geri döndü. Martinson’la Svedberg’i odasına çağırdı, kapıyı kapattı ve santrale de telefon bağlamamasını söyledi.

 

“Bu kolay bir dava değil,” diye söze başladı. “Otopsi sonuçları ve kurtarma botuyla giysileri inceleyen adli tıp ekibinin vereceği raporu beklemek zorundayız. Ama bu arada yanıtlanmasını istediğim birkaç soru var.”

Svedberg elindeki not defteriyle duvara yaslanmış duruyordu. Saçları hafifçe dökülmeye başlamıştı. Kırk yaşlarındaydı. Ystad’da doğmuştu ve söylentilere kulak verilecek olursa Ystad’dan ayrıldığı dakika memleketini özlemeye başlıyordu. İlk bakışta insanlara oldukça yavaş hareket eden, ilgisiz biri gibi bir izlenim veriyordu ama son derece dikkatli biriydi ve Wallander, onun bu özelliğinden çok memnundu. Martinson birçok açıdan Svedberg’in tersiydi: Otuz yaşına yaklaşıyordu, Trollhättan’da doğmuştu ve polislik mesleğinde bir kariyer yapmaya kararlıydı. Ayrıca Halk Partisi üyesiydi ve Wallander’in duyduklarına göre de sonbahardaki seçimlerde belediye meclisine seçilme şansı çok yüksekti. Polis memuru olarak Martinson bazen düşüncesizce hareket eden ve dikkatsiz biri olmakla birlikte bir sorun karşısında bir çözüm olduğunu hissettiğinde bunun için elinden geleni yapardı. Çok çalışkan ve hırslı biriydi.

“Bu kurtarma botunun nereden geldiğini öğrenmek istiyorum,” dedi Wallander. “İki adamın ne zaman öldürüldüğünü öğrendiğimizde botun hangi yönden geldiğine ve denizde ne kadar sürüklendiğine bakacağız.”

Svedberg ona şaşkınlıkla baktı. “Bu olası mı?” diye sordu.

“Meteoroloji dairesindeki görevlilerle görüşmeliyiz,” dedi Wallander. “Hava koşulları ve rüzgârın yönüyle ilgili her şeyi onlar bilir. Botun hangi yönden geldiğiyle ilgili bir fikir edinmeliyiz. Ayrıca botla ilgili de her şeyi öğrenmek istiyorum. Nerede imal edildiği, bu tür botların hangi gemilere ait olabileceği gibi. Her şeyi öğrenmek istiyorum.”

Martinson’a bakarak başını salladı. “Bu senin görevin.”

“Bu adamların kayıp olduklarına dair herhangi bir kayıt olup olmadığını öncelikle bilgisayardan araştırmamız gerekmez mi?” diye sordu Martinson.

“İşe bununla başlayabilirsin,” dedi Wallander. “Sahil güvenlikle bağlantı kur, güneydeki tüm görevlilerle konuş. Ve Björk’ün konuyu hiç zaman kaybetmeden Interpol’e açma konusunda ne düşündüğünü öğren. Bu adamların kim olduklarını öğreneceksek işin başından haberleşme ağımızı genişletmeliyiz.”

Martinson onaylarcasına başını sallayarak not aldı. Svedberg düşünceli bir tavırla kaleminin ucunu kemiriyordu.

“Adli tıp adamların giysileriyle ilgili ayrıntılı bilgiyi verecek,” diye sürdürdü konuşmasını Wallander. “Mutlaka birkaç ipucu bulacaklardır.”

Kapı vuruldu ve Norén içeriye girdi. Elinde kıvrılmış bir deniz haritası vardı.

“Buna ihtiyacınız olacağını düşündüm,” dedi. Haritayı masanın üstüne yaydılar, bir deniz savaşını planlarcasına üstüne eğildiler.

“Kurtarma botu ne kadar hızlı hareket edebilir?” diye sordu Svedberg. “Akıntı ve rüzgâr, hızı yavaşlatmakla birlikte arttırabilir de.”

Hiç konuşmadan haritayı incelediler. Daha sonra Wallander haritayı rulo yaparak ayağa kalktı. Artık söylenecek bir şey kalmamıştı.

“Hadi bakalım, işe başlayalım,” dedi. “Saat altıda burada buluşup neler öğrendiğimizi konuşuruz.”

Svedberg ve Norén odadan çıkarlarken Wallander, Martinson’a kalmasını söyledi.

“Kadın neler anlattı?” diye sordu.

Martinson omuz silkti.

“Bayan Forsell,” dedi. “Dul. Mossby’de oturuyor. Ängelholm’daki ilkokuldan emekli olmuş bir öğretmen. Köpeği Tegnér’le birlikte yaşıyor. İnsanın köpeğine bir şairin adını vermesi garip doğrusu! Her gün temiz hava almak için sahilde dolaşırlarmış. Dün akşam dolaşırken ortalıkta bot yokmuş ama bu sabah onu çeyrek geçe görmüş ve hemen emniyete haber vermiş.”

“Onu çeyrek geçe,” dedi Wallander düşünceli bir tavırla. “Köpeği dolaştırmak için biraz geç bir saat değil mi bu?”

Martinson evet anlamında başını salladı.

“Ben de senin gibi düşündüm ama sonra köpeğini saat yedide çıkardığını ama bu kez ters yönde yürüdüklerini öğrendim.”

Wallander konuyu değiştirdi.

“Dün arayan adam,” dedi. “Sesi nasıldı?”

“Daha önce de söylediğim gibi, inandırıcıydı.”

“Aksanlı mı konuşuyordu? Yaşını tahmin edebilir misin?”

“Svedberg gibi konuşuyordu. Sesi boğuktu, sigara içiyorsa doğrusu hiç şaşırmam. Kırk ya da elli yaşlarında olabilir. Basit ve net bir şekilde konuşmuştu. Banka memuru ya da çiftçi olabilir.”

Wallander’in bir sorusu daha vardı.

“Neden aradı?”

“Ben de bunu merak edip duruyorum,” diye karşılık verdi Martinson. “Olaya karıştığı için botun kıyıya vurabileceğini biliyor olabilir. Adamı göğsünden vuran kişi de olabilir. Bir şey görmüş ya da duymuş da olabilir. Birçok olasılık var.”

“Sence akla en yatkın açıklama hangisi?”

“Sonuncusu,” diye karşılık verdi Martinson duraksamadan. “Ya bir şey görmüş ya da duymuş olmalı. Bu, katilin polisi peşine takmayı yeğleyebileceği türden bir cinayete benzemiyor.”

Wallander de aynı şeyleri düşünüyordu.

“Haydi, bir adım daha atalım,” dedi. “Bir şeyi gördü ya da duydu? Kurtarma botunda iki ceset? Bu cinayetlere karışmamışsa katili ya da katilleri görmüş olamaz. Bu da onun botu görmüş olabileceği anlamına gelir.”

“Denizde bir kurtarma botu,” dedi Martinson. “İnsan böyle bir şeyi nasıl görebilir? Ancak sen de denizdeysen görebilirsin.”

“Elbette,” dedi Wallander. “Kesinlikle. Peki, ama eğer katil o değilse neden kimliğini açıklamak istemedi sence?”

“Bazı insanlar bu tür olaylara karışmak istemezler,” dedi Martinson. “Nasıl olduğunu bilirsin.”

“Olabilir. Ama bunun başka bir açıklaması da olabilir. Polise bulaşmak istememesinin bambaşka bir nedeni de olabilir.”

“Biraz abartmıyor musun?”

“Yüksek sesle düşünüyorum,” dedi Wallander. “Bir şekilde bu adamı bulmalıyız.”

“Bizimle yeniden bağlantı kurması için bir şeyler yapalım mı?”

“Yapalım,” dedi Wallander. “Ama bugün değil. Ben öncelikle o iki adamla ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorum.”

Wallander arabasına binerek hastaneye gitti. Oraya defalarca gitmesine rağmen yine de bu yeni yapılan binayı bulmakta zorlanıyordu. Hastanenin zemin katındaki kantine uğrayarak bir muz aldı, sonra da üst kattaki patoloji bölümüne gitti. Patolog Mörth cesetler üzerinde ayrıntılı çalışmaya henüz başlamamıştı. Ama yine de Wallander’in ilk sorusunu yanıtlayabilmişti.

“İkisi de vurularak öldürülmüş,” dedi. “Yakın mesafeden, kalbe ateş edilmiş. Ölüm nedenlerinin bu olduğunu düşünüyorum.”

“En kısa zamanda raporunu okumak istiyorum,” dedi Wallander. “Ölüm zamanına ilişkin bir şey söyleyebilir misin?”

Mörth başını iki yana salladı.

“Hayır,” dedi. “Ama bu da sorunun yanıtı olabilir.”

“Anlayamadım?”

“Uzunca bir süre önce öldürülmüş olabilirler. Bu yüzden de ne zaman öldürüldüklerini tam olarak saptamamız zorlaşıyor.”

“İki gün önce mi? Üç gün? Bir hafta?”

“Bunu yanıtlayamam,” diye karşılık verdi Mörth. “Ayrıca bir tahminde de bulunmak istemiyorum.”

Patolog laboratuvara geçti. Wallander ceketini çıkarıp bir çift plastik eldiveni eline geçirdi. Ardından da eski model bir mutfak eviyesine benzeyen bir şeyin üstünde duran cesetlere ait giysileri incelemeye başladı.

Takım elbiselerden biri İngiliz, diğeriyse Belçika malıydı. Ayakkabılar İtalyan malıydı. Wallander bunların çok pahalı olduklarını düşündü. Gömlekler, kravatlar, iç çamaşırları da oldukça pahalı ve kaliteliydi.

Wallander giysileri ikinci kez inceledikten sonra daha farklı bir şey bulamayacağını fark etmişti. Bu iki adam büyük olasılıkla varlıklı kişilerdi. Peki, ama cüzdanları neredeydi? Alyansları? Saatleri? İşin en ilginç yanı da adamlar vurulduğunda üstlerinde ceketleri yokmuş. Cekette ne bir delik ne de barut izi vardı.

Wallander olay ânını zihninde canlandırmaya çalıştı. Biri bu iki adamı kalbinden vurmuştu. Vurduktan sonra da cesetleri kurtarma botuna koymadan önce ceketlerini giydirmişti. Peki ama neden?

Bir kez daha giysileri inceledi. Gözümden kaçırdığım bir şey olmalı, diye geçirdi içinden. Rydberg, bana yardım et. Ne var ki Rydberg’in söyleyecek bir şeyi yoktu.

Wallander emniyete geri döndü. Otopsinin zaman alacağını ve ertesi günden önce de raporu alamayacağını biliyordu. Odasına geri döndüğünde masasının üstünde Björk’ün, Interpol’e haber vermek için bir iki gün daha beklemelerini söylediği notunu gördü. Birden öfkelendiğini fark etti, Björk’ün bu tedbirli yaklaşımlarına artık sinirlenmeye başlamıştı.