Hikâyeler

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Hikâyeler
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Anton Çehov, 1860 yılında Taganrog şehrinde dünyaya geldi. Bu taşra ilçesinde ortaöğrenimi tamamlamasının ardından, 1879 yılında Moskova Tıp Fakültesine girdi. 1884 senesinden itibaren çeşitli hastanelerde görev yapmaya başladı. Aynı zamanda para kazanıp yoksul ailesine destek olabilmek için kısa yazı ve öyküler de kaleme alıyordu. Bukalemun başlıklı ilk öykü kitabı aynı yıllarda yayımlandı. 1887 senesinde yayımlanan İvanov isimli oyununda kullandığı dram tekniğiyle Rus tiyatrosunda yeni bir alan yarattı. 1888 Bozkır başlıklı uzun öyküsüyle ünlenen Çehov, öykünün Rus Edebiyatında yazınsal bir tür olarak kullanımının önünü açmış oldu. Dönemin salgın hastalıkları sırasında yaptığı tıbbi yardımları son derece etkili oldu, sayısız yoksula yardım etti. Hem çok iyi bir hekim hem de çok iyi bir kısa öykü ve oyun yazarı olarak tanınmaya başlanan Çehov, edebî kariyerinin yanında tıp doktorluğunu bırakmadı. “Tıp benim nikâhlı karım, edebiyat ise metresim.” Bu iki alana olan yaklaşımını bu sözleriyle ifade eder. Kısa sürede, öykü alanında tarihin en büyük yazarları arasında sayıldı. Oyunlarından dördü klasik eserlerden sayılmaktadır: Vanya Dayı (1898), Martı (1896) Üç Kız Kardeş (1901), Vişne Bahçesi (1904). Tiyatro alanında Çehov, erken modernizmin doğuşuna katkı sağlayanlar arasındadır. 1896 yılında Martı oyununun gösteriminden sonra, tiyatroyu bırakmıştır. Olağanüstü çıkışıyla Rus sokak yaşamının hiciv yazarı olarak tüm Batı edebiyat çevresinde de ünlendi. Sayısız kısa öykü kaleme aldı. (1885-1896 Baskıları) 1890 senesinde başladığı ve üç ay süren Sahalin gezisinde yazdığı mektuplar en iyileri arasında bulunur. 1904 yılında tüberkülozu ölümcül seviyeye ulaştı ve o yıl binlerce kişiyi yasa boğarak öldü. Ardında bıraktığı klasik sayılar oyunları ve öyküleriyle hâlen beğenilerek okunmaktadır.

Elif Arslan, 1995 yılında Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. İlk çalışma yıllarını TRT Dış Yayınlar’da Rusça tercüman olarak geçirdi. 2005-2007 yılları arasında İrlanda, Galway’da, 2007-2009 arası İtalya, Milano’da, 2009-2011 yılları arasında İstanbul’da, 2011-2014 yılları arasında da Azerbaycan Bakü’de çalıştı. 2014’te Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesinde İnsan Kaynakları Yönetimi Yüksek Lisans programını tamamladı. Yüksek lisans bitirme projesi için birçok çeviri yaptığı sırada çeviri sektörüne adım attı. 2017 yılından beri çevirmen ve çeviri editörü olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Çevirdiği kitaplardan bazıları:

İnsan Neyle Yaşar (Tolstoy), Beyaz Zambaklar Ülkesi (Petrov), Future of Capitalism (P. Collier), A Teen’s Guide for Success (B. Bernstein), Secret of Power Negotiating (R. Dawson)

PERSONEL

“Vergi Müfettişliği Ofisinde kâtiplik pozisyonu için boş kadro: Yılda 250 ruble maaş. En az lise mezunu veya ortaöğrenim üçüncü sınıfından mezun kişiler, gerekli belge ve öz geçmişlerini ekledikleri dilekçeyi, Kuzina Sokak’taki Podjilkina Köy Müfettişliği kalemine göndermeliler.”

Alnı sivilceli, soğuk yüzünden hiç geçmeyen nezleden kıpkırmızı ve devamlı akan burunlu, kahverengi pantolonlu genç Mişa Nabaldaşnikov, ilanı yirmi kez okuduktan sonra düşünceli biçimde etrafta dolandı ve annesine dönerek şöyle dedi:

“Ortaöğrenimin üçüncü değil, dördüncü sınıfını bitirdim ben. Üstelik el yazım en iyisidir. En azından bir yazarın ya da bakanın yazısı kadar güzel. Görüldüğü gibi maaş da mükemmel, ayda yirmi ruble! Bu yoksullukta beşi bile kabul ederdim, beşinci sınıfa gidebilirdim! Sen ne dersen de ama bu çok uygun bir iş, daha iyisi olamazdı. Zor olan tek şey anne, öz geçmiş yazmak.”

“Ne var ki bunda? Otur, yaz…”

“Öyle söylemesi kolay. Sen yaz da göreyim! Öz geçmiş yazmak beceri gerektirir, o olmadan nasıl yazabilirsin ki? Öyle ki beş kez hatta on kez denedim hayatımda, nafile. Ne kadar utanç verici! Ne de olsa bu öz geçmiş, öğretmene değil; diğer başvuru mektuplarıyla birlikte resmî bir ofise sunulacak! Düzgün bir kâğıda temiz biçimde yazılmış olması da yetmez, iyi bir üslupla da yazılması gerekir şüphesiz! Değil mi? Sen ne düşünüyorsun? Vergi Müfettişi İvan Andreiç’e dışarıdan bakıldığında öyle matah biri de değil… İl sekreteri nihayetinde ama altı yıl işsiz kaldı, hemen her dükkâna borcu var. Araştırırsan göreceksin, üstelik önemli de bir kişi. Yok anne, bu öyle değil! Baktın mı ilana ne yazmışlar? ‘Resmî bir dilekçeyle…’ Di-lek-çe! Dilekçeler sadece önemli zatlara sunulur! Birbirimize ya da Nil Kuzmick amcaya vermeyeceğiz ki bunu!”

“Doğru.” diye onayladı annem. “Peki, senin öz geçmişine ne diye ihtiyaçları var?”

“Bunu bilemem… Gerekli demek ki!”

Mişa, ilanı bir kez daha okudu, her köşesine göz attı ve hayallere daldı… Ömründe en az bir kere evsiz ve koltuksuz yaşayan veya tembellikten bunalan biri, böyle bir duyurunun yarattığı heyecanı mutlaka anlar. Ortaöğreniminden bu yana, amcası Nil Kuzmick’in eski pantolonuyla gezmiş olan Mişa’nın boğazından bedava olmayan tek bir lokma geçmemiş, yırtık botları ve eski püskü ceketi görünmesin diye sadece akşamları sokağa çıkmıştı. Şimdi ise bir iş bulma ihtimaline mutlu olmuştu. Ayda yirmi ruble çok paraydı, her ne kadar at alamayacak ve bir düğün yapamayacaksa da ilk ayında, hayal ettiği yeni pantolonu, botu ve ceketi alabilmesi adına fazlasıyla yeterliydi Mişa için. Ayrıca bir şapka, bir akordeon da alabilir, annesine beş-altı ruble de verebilirdi. Maaş küçük de olsa her zaman büyük bir parasızlıktan daha iyiydi. Ama Mişa, yirmi rubleyle, annesinin tembelliğine sinirlenip kükremesini; Neil Kuzmiç amcanın, derslerini bırakıp hödük yeğenini kırbaçlayacağına bağırıp çağırarak yemin ettiği zamanları görmeyeceğini düşünüp o mutlu anların keyfine kaptırmıştı kendini.

“Ne diye o ilana bu kadar bakıyorsun?” diyen annesinin sesiyle düşlerinden uyandı. “Otur da adam gibi bir dilekçe yaz…”

“Nasıl yazacağımı bilmiyorum anne.” diye içini çekti Mişa. “İnan beş defa yazmaya oturdum ama hiçbir şey yapamıyorum. Akıllıca bir şey yazayım diyorum, ne yazık ki aynı Kremençuk’taki teyzeme yazdığım mektuplar gibi oluyor.”

“O kadar ciddi bir şey değil. Müfettişliğe başvurmuyorsun ya. Benim dualarım ve Tanrı’nın iradesi, müfettişin kalbini de yumuşatacaktır. Ne olursa olsun işlerin düz gidecek… Hâlini yadırgamaz, sen yaşlarda, Tanrı biliyor, o çok mu bilgiliydi?”

“Belki bir daha deneyebilirim ama biliyorum ki bir şey çıkmayacak… Tamam, yazıyorum…”

Mişa masaya oturdu, önüne bir kâğıt koydu ve düşünmeye başladı. Uzunca bir süre bekledikten sonra, kalemini havaya kaldırdı ve sonra kağıdın üzerine indirerek yazmaya başladı: Sayın Bayım! 1867 yılında Kiril Nikanorokiç Nabaldaşnikov ve Natalya İvanovna’nın çocukları olarak K. şehrinde doğdum. Babam, tüccar Podgoiskiy’in şeker fabrikasında kâtip olarak çalışır, yılda 600 ruble kazanırdı. Sonra işinden ayrıldı ve uzun bir süre işsiz kaldı. Sonra…

Babası sonra kendini içkiye verip sarhoşluktan ölmüştü ama bu, Mişa’nın dilekçesinde onlara bahsetmek istemediği bir aile sırrıydı. Yazdığı her şeyin üstünü karaladı ve biraz düşündükten sonra aynı şeyleri tekrar yazdı.

Sonra öldü, diye devam etti. Karısı yoksulluk içinde yasını tuttu ve tek oğlu olan ben Mikail’e tutkuyla sahip çıkıp sevdi. Dokuz yaşında hazırlık sınıfına gönderildim, paramı Podgoiskiy ödedi. Babam onlarla çalışmayı bırakınca, paramı ödemeyi bıraktı ve ben de okulu dördüncü sınıfta bırakmak zorunda kaldım. Derslerim ortalamaydı, sadece birinci ve üçüncü sınıfın ilk iki yılında tüm ders ve davranış notlarım A idi.

Mişa tüm sayfayı doldurdu. Aptalca bir samimiyetle, plansız, kronolojik bir sıra olmadan yazmıştı; kendini tekrar eden karmakarışık bir kafayı yansıtıyordu. Belirsiz, uzun ve çocukçaydı. Şöyle bitirdi: Artık hiçbir gelir kaynağı olmayan annemin kısıtlı imkânlarıyla yaşıyorum. Bu sebeple sayın yetkilime tüm içtenliğimde yalvarıyorum ki bana bu pozisyonu verin efendim, böylece hasta anneme bakıp onu yaşatabilirim. Rahatsızlık verdiğim için özür dilerim. (İmza)

Ertesi gün kendisiyle çok fazla çeliştikten sonra, utancından perişan bir hâlde öz geçmişini temize çekti, diğer belgelerle birlikte adrese postaladı ve iki hafta sonra Mişa, beklemekten bitap bir hâlde Vergi Müfettişliği binasının önüne geldi ve “Müfettişin ofisinin yerini öğrenebilir miyim?” diye sordu, girişteki geniş ve sade döşenmiş odadaki kızıl saçlı adama.

“Ne için sormuştunuz?” dedi kızıl saçlı, terlik ve yazlık şapka giymiş, oradaki kanepede rahatça oturan adam.

“Şey… Ben iki hafta evvel bir iş başvurusu için dilekçe yollamıştım. Kâtiplik pozisyonu için. Sayın müfettişi görebilir miyim?”

“Bu kadarı yeter.” diye mırıldandı kızıl saçlı adam, bunalmış bir ifadeyle ve dişlerini sıkarak. “Günde yüz kişi bunu sormak için geliyor buraya! Yüz kişi!” dedi ve ayağa fırladı, sesini yükseltip kelimelerin üstüne basa basa: “Bir kâtibimin zaten olduğunu binlerce defa söyledim! Bir kâtibim var! Var! Var! Git, bunu herkese söyle: Benim bir kâtibim var!”

“Üzgünüm, affedersiniz efendim.” diye mahcup biçimde mırıldandı Mişa. “Bilmiyordum efendim.” diye ekledi ve saygıyla eğilerek kapıdan çıktı. Maaş, ah ne maaştı ama!

İVAN MATVEİÇ

Saat akşamın altısı. Tanınmış Rus bilginlerinden biri -ona sadece bilgin diyelim- ofisinde oturuyor, gergin biçimde tırnaklarını kemiriyor.

“Bu ne rezalet!” diyor, devamlı saatine bakarak. “Yapılan, başkalarının zamanına ve emeğine saygısızlığın en büyüğü. İngiltere’de böyle bir adamın yüzüne bakmazlar, açlıktan ölür! Dur, hele bir gelsin…”

Bilgin, sinirini ve telaşını birine anlatma ihtiyacından; karısının odasının kapısına yaklaştı, tıklattı ve öfkeli bir ses tonuyla: “Dinle Katya, eğer Pyotr Daniliç’i görürsen, ona ahlaklı insanların bunu yapmadığını söyle! Bu ne terbiyesizlik yahu! Bir kâtip öneriyor ama kimi tavsiye ettiğinden bihaber. Bu oğlan her gün, en temizinden iki üç saat gecikiyor. Kâtip böyle mi olur? Bu iki-üç saat benim için iki-üç yıldan daha değerli! Geldiğinde onu it gibi azarlayacağım, parasını da vermeden kapı dışarı edeceğim. Böylelerine iyilik falan yaramaz.”

 

“Sen her gün böyle söylersin ama o çocuk gelmeye devam eder.”

“Yok, bu defa kararımı verdim. Onun yüzünden kaybettiğim vakit yeter. Kusura bakma ama yemin ederim ona bir arabacı muamelesi yapacağım.”

Bu sırada kapı çalar. Bilgin, ciddi bir yüz ifadesi takınarak ve başını arkaya doğru alarak girişe doğru gider. Askılığın yanında on sekiz yaşlarında, yumurta biçimi suratlı, bıyıkları çıkmamış İvan Matveiç durmaktadır: Paltosu eprimiştir, ayaklarında lastik galoş yoktur. Nefes nefese kocaman çizmelerini paspasa silmektedir. Silerken de çizmesinin beyaz çorabını gösteren deliğini hizmetçiden saklamaya çalışır. Bilgini görür görmez sadece çocuklara ve çok saf insanlara has o geniş ve aptal edayla gülümser. İri, terli ellerini uzatarak:

“Ah, merhaba efendim, boğazınız nasıl? Geçti mi?”

“İvan Matveiç!” der bilgin, sinirden titreyen bir sesle ve geri çekilerek kollarını göğsünün üzerinde kenetler. “İvan Matveiç!” Sonra kâtibe doğru atılır, onu omuzlarından yakalar ve hafifçe sarsmaya başlar. “Bana ne yaptığınızın farkında mısınız?!” der, çaresizce. “Korkunç ve aşağılık bir adamsınız, nedir sizden çektiğim! Bana yaptığınıza bakın, benimle alay mı ediyorsunuz siz! Eğleniyorsunuz, öyle değil mi?”

İvan Matveiç’in yüzünden kaybolmayan gülümsemesine bakılırsa tamamen farklı bir karşılama beklediği açıktır. Bu nedenle, bilginin öfke soluduğunu görünce oval yüzünü daha da uzatır ve şaşkınlıkla ağzını açar:

“Nasıl yani? Nedir bu?” diye sorar.

“Hâlâ soruyor musun!” der bilgin ve ellerini kaldırır. “Zamanın benim için ne kadar kıymetli olduğunu bildiğiniz hâlde gecikiyorsunuz! İki saat geç kaldınız! Allah’tan da mı korkun yok senin!

İvan Matveiç tereddütle atkısını çözerken:

“Şu anda evden gelmiyorum.” diye mırıldanır. “Bir doğum günü vardı da. Teyzemlerden geliyorum. Teyzem buradan altı verst1 uzakta oturuyor. Doğrudan evden gelseydim, o zaman böyle olmazdı.”

“Düşünsenize İvan Matveiç, hareketinizde bir akıl, mantık var mı? Burada acele yapılması gereken bir iş var, siz ise bir doğum gününde, teyzenizde takılıyorsunuz! Ah, bir de şu lanet atkınız, çözün şunu bir an önce! Dayanılır şey değil doğrusu!”

Bilgin yine kâtibe doğru atılır, atkısını çözmesine yardım eder.

“Tam bir kocakarı gibisiniz. Hadi gelin! Acele edin lütfen!”

İvan Matveiç, kirli ve buruş buruş bir mendille burnunu silerek küçülmüş gri ceketini düzeltir ve holden geçerek salona girer. Burada uzun zamandır onun için bir yer vardır, kâğıtlar ve hatta tütünler sarılmıştır. Bilgin, ellerini sabırsızlıkla ovuşturarak:

“Oturun, oturun.” der. “Ne dayanılmaz bir adamsınız. İşin ne kadar acil olduğunu bile bile bu kadar geç kalıyorsunuz. Neyse, yazın. Nerede kalmıştık?”

İvan Matveiç gür, düzensiz kesilmiş sert saçlarını düzeltir ve kalemi alır. Bilgin, bir köşeden diğer köşeye yürür, kafasını toplar ve dikte etmeye başlar:

“Meselenin özü şudur ki… Virgül… Deyim yerindeyse, bazı temel biçimler… Yazdınız mı?… Biçimler ancak kendilerini ifade edebilecekleri öz şartlarına tabidir… Virgül… Onlarda kendi ifadelerini bulan ve sadece orada somutlaştırılabilen… Satır başı… Tabii yeni satıra başlamadan nokta koyun… Konunun aslı şudur: Siyasi değil de daha çok sosyal bir karakter taşıyan… En bağımsızı temsil eden… Temsil eder… O biçimler…”

“Artık ortaöğretimdekilerin formaları farklı, gri renkte.” der İvan Matveiç. “Benim okuduğum zamanlarda giydiğimiz üniformalar çok daha güzeldi.”

“Ah, yazınız lütfen!” der bilgin, kızarak. “Karakter… Yazdınız mı? İnsanlarının yaşayışını düzenlemekten değil de doğrudan devlet işlerinin yapısıyla ilgili reformlardan bahsederken… Virgül… Biçimlerin milliyetinin farklı oldukları söylenemez… Son üç kelimeyi tırnak içine alın… Hım… Şeyin… Siz ortaöğrenim üzerine ne söylemek istemiştiniz?”

“Farklı tarzda üniforma giydiğimizi söylemek istemiştim.”

“Peki, anladım ama ortaöğrenimi bitireli uzun zaman olmadı mı?”

“Dün size söylemiştim ya! Okula devam etmeyeli üç yıl oluyor. Ortaöğrenimin dördüncü sınıfından ayrıldım.”

“Peki neden bıraktınız okulu?” diye sorar bilgin, İvan Matveiç’in yazdıklarına bakarak.

“İşte, ailevi nedenlerle.”

“Size tekrar söylüyorum İvan Matveiç! Kelimeleri esnetme alışkanlığınızdan ne zaman vazgeçeceksiniz? Bir satır kırk harften az olmamalıdır!”

“Bilerek yaptığımı mı düşünüyorsunuz?” diye sorar, İvan Matveiç gücenerek. “Üstelik diğer satırlarda kırktan fazla harf var. Sayabilirsiniz. Bilerek yaptığımı düşünüyorsanız ücretimden kesebilirsiniz.”

“Aman, mesele bu değil ki! Ne kadar kabasınız, hemen paradan söz ediyorsunuz. Mühim olan İvan Matveiç, dürüstlük! Asıl olan budur. Kendinizi vaktinde başlamak üzere eğitiniz.”

Hizmetçi, tepside iki bardak çay ile bisküvi dolu bir sepet getirir. İvan Matveiç, çay bardağını görgüsüzce, iki eliyle kavrayıp içmeye başlar. Çay çok sıcaktır. Ağzını yakmamak için küçük yudumlarla içmeye çalışır. Bir bisküvi, bir tane daha, sonra üçüncüyü yer keyifle. Bilgine çekinerek bakıp dördüncüye uzanır. İştahla ağzını şapırdatır ve gürültüyle çayını içerken kaşları yukarı kalkar, bu obur ve açgözlü hâliyle bilgini hayli rahatsız eder.

“Çabuk bitirin. Zamanımız kıymetli.”

“Siz yazdırmaya devam edin. Ben aynı anda hem içer hem yazarım. Doğrusunu söylemem gerekirse oldukça açım.”

“Öyle tabii, onca yol yürüdünüz!”

“Evet. Üstelik hava o kadar kötüydü ki! Bizde bu zamanlarda baharın kokusu olur. Karlar erir, etrafta su birikintileri olur.”

“Siz, sanırım güneydensiniz?”

“Evet, Don bölgesindenim. Mart ayı oldu mu bizde bahar gelir.

Burası ayaz, herkeste hâlâ kürk var, orada çimler başlar çıkmaya.

Artık kayalıklarda örümcek yakalamak bile mümkün.”

“Örümcekler neden yakalansın ki?”

“Öylesine, muziplik olsun diye. Yakalamak eğlencelidir.” dedi İvan Matveiç. “Bir ipe biraz reçine sürüp örümceğin yuvasına doğru sallandırırsınız, reçineyle savaşa giren örümcek sinirlenir, ayaklarıyla reçineye yapışıp kalır. Onlara neler yapardık! Bir kaba bihorkiler2 koyar, sonra da örümcekleri içine atarız.”

“Bihorki nedir?”

“O da bir örümcek, daha çok tarantula türünden. Ama kavga sırasında bir tanesi, yüz tane örümceği öldürebilir.”

“Hım… Devam edelim, nerede kalmıştık?”

Bilgin; yirmi satır daha yazdırır, sonra oturur ve düşünmeye başlar.

İvan Matveiç, bilgin düşünürken boynunu uzatarak gömleğinin yakasını düzeltmeye uğraşır. Kravatı kaymış, düğmesi gevşemiştir ve ha bire yakası açılır durur.

“Hım, peki.” der bilgin. “Demek hâlâ kendinize bir iş bulamadınız İvan Matveiç?”

“Hayır. Nerede bulacaksınız? Aslında biliyor musunuz, gönüllü olarak orduya katılmaya karar verdim, babam ise bir eczaneye girmemi öneriyor.”

“Peki, üniversiteye girseniz daha iyi. Elbette zorlanırsınız, zordur ama çalışırsanız yaparsınız. Çalışın, bol bol okuyun. Çok okur musunuz?”

“Doğrusu az okuyorum.” diye yanıtlar İvan Matveiç, bir sigara yakarak.

“Turgenyev’i okudunuz mu?”

“Ha-hayır…”

“Gogol’u?”

“Gogol? Hımm! Gogol… Hayır, okumadım!”

“İvan Matveiç! A-a-a, çok ayıp etmişsiniz! Bu kadar iyi çocuksunuz, bunca yeteneğiniz var, şurada… Ve siz Gogol’u okumadınız! Lütfen okuyun. Ben size veririm, mutlaka okuyun, yoksa külahları değişiriz.”

Tekrar sessizlik olur. Bilgin bu sefer yumuşak kanepeye oturup kolçağına yaslanarak düşünmeye başlar. İvan Matveiç ise yakasıyla uğraşmayı bırakıp tüm dikkatini botlarına verir. İçlerindeki su birikintilerinin nasıl olduğunu fark etmemiştir. Üzülür.

“Bugün nedense iş yürümüyor.” diye mırıldanır bilgin. Siz, İvan Matveiç, kuş yakalamayı da sever misiniz?

“Sonbaharlarda. Burada tutmuyorum ama orada, memlekette her zaman tutardım.”

“Peki bakalım… Güzel. İş gitmese de yazmamız gerek.”

Bilgin kararlı biçimde ayağa kalkar, on satır yazdırdıktan sonra tekrar kanepeye geçer.

“Yok, yok, bugün olmuyor. Bu işi yarın sabaha bırakalım. Yarın sabah gelin, dokuza doğru. Geç kalırsanız artık, Tanrı sizi korusun.”

İvan Matveiç kalemini bırakır, masadan kalkar, gidip başka bir sandalyeye oturur. Beş dakika sessizlik içinde geçer, derken burada gereksiz bulunduğunu, gitmesi gerektiğini fark eder. Fakat bilginin çalışma odası o kadar konforlu, aydınlık ve sıcaktır ki… Bisküvilerin ve tatlı çayın tadı hâlâ damağındadır. Eve gitmeyi düşünmek yüreğini sızlatır. Evde yoksulluk ve açlığın yanında soğuk, huysuz ve devamlı kendisini azarlayan bir baba vardır. Burada her şey o kadar rahat ve sessizdir ki… Hatta örümcekleriyle bile ilgileniyorlardır.

Bilgin saatine bakar ve eline kitabını alır.

“Bana Gogol’u verecek misiniz?” diye sorar İvan Matveiç, ayağa kalkıp.

“Tabii, tabii. Ne diye acele ediyorsunuz dostum? Oturun, ne var ne yok başka, anlatın.”

İvan Matveiç oturur ve yüzüne bir gülümseme yerleşir. Her akşam bu gülümsemeyle oracıkta öyle oturur. Bilgini babası gibi görür onun sesinde ve bakışlarındaki sevecenliğine bakar. Geç kaldığında bilgin tarafından azarlanır ama öyle anları olur ki bilginin kendisine bağlandığını ve alıştığını hisseder. Bilgin onun örümcek hikâyelerini özlüyor gibi gelir İvan Matveiç’e ve hatta Don’da kuş yavrularını nasıl yakaladığını anlatmasını da…

11 verst:1.06 km
2Bihorki (Rus.): İngilizcede “sun spiders” olarak geçer. Sıcak kayalarda yaşayan altı ayaklı, zehirli bir örümcek türü.
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?