Kestaneler Altında

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Kapıdan beş-altı adım uzaklaşmıştım ki, yüksek sesle haykırdı: “Kış geliyor öğretmen, kış! Kar yağması yakındır! Uzun kış geceleri, uzun uzun sohbetlerin zamanı geliyor gene!” Eve doğru yürüdüm.



Kararlıydım. Hayri ağabeyle yakınlaşmalıydım. Bağlantı kurmalıydım onunla. Ne kadar da meçhul ne kadar da esrarengiz bir kimse olsa, tutumu ve hareketleriyle benim için enteresan bir şahıstı. Onunla umumi bir dil bulabilirdim ve bulmalıydım da. Onun öyle kapanık durması belki de diğerlerinin ondan uzak durmaları, onunla alay etmeye devam etmelerindendir. O da benim gibi edebiyat düşkünüydü ama bugüne kadar hiçbir fikir teatisi yapmamıştık. Ne gibi eserleri seviyor, hangi yazarlardan ilgileniyor, bilmiyordum. Hem artık konuşacak, dertleşecek, edebiyat üzerine olsun, başka konular üzerine olsun, fikir teatisi yapacak bir kimseye ihtiyaç duymaya başlamıştım zaten. Bu köyde böyle bir kimse yalnız ve yalnız Hayri ağabey olabilirdi.



“Merhaba öğretmen!”



Baktım. Komşulardan biri. Durdum ve cevap verdim: “Merhaba!”



“Çok derinlere dalmışsın öğretmen. Düşünme o kadar. Gemilerin batmadı daha değil mi?”



Güldüm:



“Hayır Hasan ağabey, batmadı daha. Affet, aklımdan geçen herhangi bir meseleye aldırmışım kendimi…



“Sevdalanmayasın hey!” Yine güldüm:



“Sevdalanmak bana yasak mı yoksa?”



“Hayır yahu! Ama delikanlılık, babayiğitliktir, paşalıktır. Yaşa gençliğini. Hamut boynuna geçti mi bir defa, sonradan pişmanlık fayda etmez.”



Enteresan bir kimse şu Hasan komşu. Diğer yaşlılar ne duruyorsun, daha evlenmeyecek misin, kendine bir eş mi bulamıyorsun derken o, acele etme, paşalığına bak deyip duruyor. Başkaları durma, erken piliç erken öter derken o, erken öten pilici erken keserler, el alemle beraber olmaya vakit var diyor.



Eve toplandığımda kati karar almıştım artık. Ne yapacağımı ne edeceğimi henüz daha bilmiyordum ama eski muhtarın da tavsiye ettiği gibi Hayri ağabeyle yakınlaşmalıydım.



Çok geçmeden, ufak bir fırsatını yakaladım. Yine soğuk bir gündü. Birkaç gün evvel ilk kar yağmış ve yere yapışıp kalmıştı. Eve kapanıp ertesi gün alacağım derslere hazırlık yaptım. Akşama daha çok vakit vardı. Okula gitmek geldi aklıma. Daha ders yılının ilk günlerinde müdür okul kütüphanesini bana teslim etmişti.



“Kitaplarımız çok ama okuyanlar az. Boş vakitlerini orada geçirir, öğrencilerden kitap almaya arzu eden olursa verirsin” demişti. Şimdi serbest kalınca oraya gitmek geldi aklıma. Gittim. İtina ile dizili rafları gözden geçirmeye başladım. Hakikaten de zenginceydi kütüphanemiz. Okulun açılışından beri her yıl yirmi-otuz tane satın alınmış. Onlara burada bir-iki yıl çalışıp giden öğretmenlerin hediye olarak bıraktıkları kitaplar da ilave edilince elli yıl içinde kitap sayısı iki bine yaklaşmış. Bazılarının yaprakları yıpranmış, diğerleri bir defacık bile açılmamış. İlk yıllardan olanların arasında kanatları kesilmeyenler bile vardı. Hele on iki kitapçık halinde basından çıkmış olan arıcılık için bir eser. Hiçbirine bugüne kadar el sürülmemiş. Haydi öğrencileri affettik ama yarım asır boyunca bu kitaplar hiçbir meslektaşımın dikkatini nasıl çekmemiş? İleri doğru devam ettim, bir-iki raf daha karıştırdım. Ama az sonra yine arıcılık serisinin yanına döndüm. Dikkatimi neden celbetmişti, şimdi izah edemeyeceğim. Başlığı mıydı, daha kesilmemiş olan yaprakları mıydı, yoksa hediye edenin kimliği mi, cevap veremeyeceğim. Birinci cildi aldım ve cep çakımla bütün kanatlarını keserek okumaya hazır hale getirdim.



Bir daha okudum kapağının içindeki el yazısını.



“Bin dokuz yüz otuz dokuz yılında bu okulda bir yıl öğretmen gibi çalıştım. Köyü terk ederken bu kitapları hediye bırakıyorum. Öğrencilerimden bir tanesini bari arıcılığa meraklandırabilirsem çok mutlu olurum. N.N.”



Maalesef …



Birinci sayfayı açtım. Üç üniversiteli, geleceğin baytarları, yaz aylarını bir hayvan çiftliğinde geçirmeleri gerekiyor. Öğrendiklerini tatbik edecekler ve bilgilerini çoğaltacaklar. Hep birlikte uzakta, her üçünün de tanıdığı anılmış bir arıcının kovanlığına gitmeye karar veriyorlar.



Okumaya devam ettim. Hemencecik dört-beş sayfa geçtim. Kitap gittikçe daha fazla celbediyordu beni. On iki kitapçığı birden aldım ve eve geldim.



Okumaya evde devam ettim. Bir hafta on gün kadar kitaplar elimden düşmedi. Serbest zaman bulur bulmaz sırası gelmiş olan kitapçığı alıyordum elime. Bu üç gencin bütün yaz tatbikatta yaşadıkları serüvenlerle birlikte okuyucu çok ilginç bir şekilde arıların hayatıyla ve pratik arıcılıkla ilgili bilgi ediniyordu. Ben de sanki o üç gençle beraberdim, onların arasında dördüncü kişiydim. Son on ikinci kitapçığın da okumasını bitirdiğimde ben de yaz tatilini bitirmiş, uzun ve çok güzel geçmiş bir misafirlikten dönmüş gibi oldum. Diğer taraftan da arılar için çok ilginç bilgiler edinmiştim. Bu duyguları, bu bilgileri paylaşacak bir kimseye ihtiyacım vardı. Birkaç gün hep böyle bir hisle yaşadım. En nihayet Hayri ağabeyi ziyaret etmeye ve bu kitapçıklardan öğrendiklerimi onunla paylaşmaya karar aldım.



Kış mevsimi hükmüne girmişti artık. Kar iki gündür durmadan yağıyordu. Eren Tepe’den kopup gelen soğuk rüzgâr insanları evlerine kapamıştı. Böyle bir günde öğle ile ikindi arası olan bir saatte Hayri ağabeyin kapısını çaldım. Beni görünce beklenmedik bir sürprizle karşılaşmış gibi oldu.



“Beklemezdin beni değil mi?” diye sordum.



“Beklemezdim. Daha doğrusu beklerdim, çok defalar bizim öğretmen gelse de birer kahve içsek dediğim oldu. Ama gelmedin. Elbette ki, umudu kesmemiştim hep daha. Tam bugün, tam bu an gelirsin diye aklımdan geçmezdi. Gir. Soba sönüp dururmuş. Tazece yaktım. Isıt ellerini.”



Bir dakika soba başında dikildikten sonra masanın yanındaki boş sandalyeye çöktüm.



“Baca iyi çekiyor. Yakında temizledim.” diye izah etti Hayri ağabey. Bugün biraz daha konuşkandı. Cezveyi hemen soba üzerine koydu. Masada “Edebiyat” gazetesinin son sayısı ve iki-üç kitap yatıyordu. İlkin karın etrafı bastırmasından, soğuk havadan bahsettik. Sonra sözü arıcılığa çevirdim. Sohbete biraz daha açılır gibi oldu. Kovanların kış mevsimindeki durumunu anlattı. Birden durdu ve sordu:



“Arılarla ilgileniyor musun? Arınız var mı?”



Bugünlerde okuduğum kitabın münderecatını anlattım ona kısaca. Bayağı heyecanlı, ilgi çekici bir şekilde anlatmış olacağım ki, okumaya o da meraklandı.



Bir ara masadaki kitapları bahane ederek edebiyat konusuna geçtim. Okuduğu gazete ve kitaplardan ilgilenmek istedim, yeni çıkan öykülerden şiirlerden bahsetmesini rica ettim.



“Okuyorum arada sırada, aylak kaldıkça, başka işim olmadığı zaman vaktimi boşuna geçirmemek için…”



“Ara sıra değil, çok okuyorsunuz diye düşünüyorum. Sizi yakından tanıyanlar çok kitap ve gazete okuduğunuz düşüncesiyle yaşıyorlar.”



“Okumayı bilen her kişi gibi ben de… dedim ya serbest vaktimi doldurmak için…”



Tam başlamış olduğumuz sohbeti yarıda bırakacağından korkarak sözü yine anlara, arıcılığa, kış mevsimine çevirdim. Birer kahve daha içtik, başka konularda biraz daha sohbet ettik.



Ondan ayrıldığımda çok memnundum, çünkü üç ay içinde konuştuklarımızın toplamından daha uzun gitmişti bugünkü sohbetimiz. Demek ki, o kadar suskun bir adam değilmiş. En nihayet onun da konuşmaya, dertleşmeye ihtiyacı var. Lakin edebiyat üzerine neden konuşmak istemiyor?



O günden sonra daha dört-beş defa ziyaret ettim onu. Bir o kadar da lokantada beraber kahve içtik. Son ziyaretimde biraz rahatsız gibiydi.



“Ateşim var sanki. Soğuk mu aldım, ne oldu. Havalar sık sık değişiyor. Bakmışsın gribe de yakalanabilirim.” dedi.



Hem kahve içtik, hem şifalı otlar üzerine konuştuk. Ertesi sabah köy doktoruna gitmesini tavsiye etsem de pek aldırış etmedi. Annesi de üsteleyince akşamüstü tavsiyemi yerine getirmiş en nihayet. İyi de etmiş. Köy doktoru onu derhal hastanelik etmiş. Üç gün sonraydı ki doktora köy içinde rastladım.



“Böbreğinin biri iltihaplı. Bir hafta kadar hastanede kalması gerekiyor,” dedi. “Mütehassısların kontrolü altında tedavi olmak hep gene başkadır. Ama… balay başka bir derdi daha olmasın.”



“Ne olabilir ki?” diye sordum telaşla.



“Ciğerlerinde de bir şeyler var… Verem olabilir…”



Doktor, Hayri ağabeyin dertlerini bildi de tedavinin süresini bilemedi. Bir hafta değil, tam dört hafta yattı. Her ziyaretimde daha zayıflamış, daha üzüntülü buluyordum onu. İlk günlerde ihtiyar annesi yalnız kaldı diye üzülüyordu. Sonraları hasta olan böbrek neden tedavi olmuyor diye hayıflanmaya başladı. Derken arılara hizmet işi çıktı ortaya. Mart ayının yaklaşmasıyla havalar yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. Arılar aktifleşecek, onlara hizmet etmeye başlamak gerekecekti. İlk muayene, ilkbahar beslemesi, gümeç vermek… Son gitmemde yine arılardan konuştuk.



“Sen sakin ol ağabey,” dedim. “Sakin ol, tedavinin başarılı olabilmesi için doktorlara yardımcı ol. Eve dönünce kovanlıkta sana her gün yardım edeceğim. Hafta içi her gün öğleden sonra, hafta sonu bütün gün emrine amade olacağım.”



“Her şeyi beceremesen de… Bazı işleri elbette ki yapabilirsin. Ama bir düzelsem de eve toplansam…”



Bir hafta sonra hastaneden taburcu edilirken doktor dış kapıya kadar uğurladı onu:



“Anlaştığımız gibi,” diye tekrar tekrar tembihledi.



“Kendini koruyorsun. Olur olmaz yemeğe saldırma. Hele tuzlu olanlardan kaçın. Evde ufak tefek işleri hallet ve üç gün sonra Hisar ılıcalarını boyla. Altı ay sonra bir daha. Anlaştık değil mi?”



“Evet.”



“Arılar için üzüp durma kendini. Bakıyorum da öğretmenden daha iyi Yardımcı bulamayacaksın.”



Öyle de yaptı. Doktorun dediği zamanda Hisara attı kendini. Yirmi gün sonra dönmesini beklerken mektubunu aldım. Biraz daha kalması gerektiğini yazıyordu. Kovanlığı gözetmemi, annesini sakinleştirmemi rica ediyordu. Beş gün sonra ikinci mektubu geldi. Arıları şerbetlemek gerektiğini ve bu işi nasıl halledebileceğimi izah ediyordu. Dileğini memnuniyetle yerine getirdim. Üçüncü mektubu bayağı telaşlıydı. Böbreği tedavi olmamış ve ameliyat gerekiyormuş. Orada en az daha bir ay kalacakmış. Ama bunları annesine de, başka kimselere de bildirmememi tembihliyordu. ‘Görünen o ki, arılar daha uzun zaman senin üstüne yük olacak,’ diye yazıyordu en sonunda. Ayrı bir kâğıda sonradan ilave etmişti:

 



“Başkasına güvenim yok. Arıların ilkbahar muayenesini yap. Yanına yardımcı sakın alma. Kovanlıkta senden başka kimsenin işi yok. On bir numara bayağı hırçın. Hem de biraz zayıf. Ona bakmasan da olur. Döndüğümde ben kendim muayene ederim.”



Vazifeyi icra etmekte bayağı zorluk çektim desem yalan olmaz. Bir taraftan acemilik, diğer taraftan neyin nerede olduğunu bilmemek. Tekrar tekrar okudum bu hususta kitapta yazılı olanları ve bir hafta içinde bütün kovanları muayene edebildim. Hatta hangisini ne durumda buldum, hangisine çerçeve verdim ve genişlettim, hangisinden aldım ve daralttım, bildiğim kadarıyla bir deftere kaydettim. Hayri ağabey geldiğinde durumla tanışsın, yakın zamanda gelemezse ileride yapacağım muamelelere kolaylık olsun.



Son kovanı da kapadıktan sonra oturdum ve uzun uzun dinlendim. Büyük bir memnuniyet duygusu vardı içimde. Hayri ağabeyin verdiği vazifeyi başarıyla yerine getirebilmiştim. Başladığımda ben bu işi başaramam diye geçiyordu aklımdan. Hatta neden, üzerime aldım diye pişmanlık bile duymaya başlamıştım ama şimdi her şey bitince iyice cesaretim gelmişti.



Son kovanı kapayalı yarım saatten fazla bir zaman geçmişti artık. Yorgunluğumu giderir gibi olmuştum. Hayri ağabeyin hırçın dediği arıyı da muayene etmeye karar aldım. Daha büyük dikkatle çalışırım. Eğer telaşlanıp bana saldırmaya başlarsa muayeneyi yarıda bırakıp kaparım.



Öyle de yaptım. Bir-iki defa duman verip sakinleşmesini bekledim. Sonra da dikkatle açtım. Hakikaten de zayıf. Yalnız beş gümeci vardı. Ama arısı çoğalmış, genişletmek istiyordu. Bu yüzden bir çerçeve daha ilave etmem gerekiyordu. Boş kalan yerine büyücek bir yastık konmuştu. Onu oradan dikkatle çıkardım. Baktım, altında daha başka bir şey var. Onu da çıkardım. Küçük bir yolcu çantası. Boş değildi. Açtım. Birkaç dosya yatıyordu içinde. Birincisine baktım: “İnsanın doğal hakları” diye yazıyordu. İkinci dosya: “Çocukların terbiyesinde ana dilinin rolü.” Üçüncü dosya: “Progresif Türk edebiyatı ve onun Bulgaristan’ da Türkçe yazan yaratıcılara olan tesiri”. Dördüncü: “Demokrasi, sosyalizm ve totaliterizm”. İki de kalın kaplı defter vardı çanta içinde. Birinin kaplan mavi renkte, diğerinin kara. “Not defteri” diye yazılı ikisinin de üzerinde.



Her şeyi yerli yerine koyup kovanı kapadım. Hayri ağabeyin bütün sırları bu kovanın içindeydi yani! Hırslandım kendi kendime. O, insan gibi on bir numarayı açmamamı yazmıştı. Ne işim vardı orada? Neme lazımdı on bir numarayı açmak? İstemeden ve razılığı olmadan onun sırlarına dokunmuştum. Büyük bir kabahat işlemiştim. Eve toplandım. Şimdi ona ne diyecektim? On bir numarayı açmadım desem yalan söylemiş olacağım. Açtım, dosyaları gördüm desem nasıl karşılayacak bu haberi? Gördüm fakat okumadım desem inanacak mı? Gücenmeyecek mi bana? Kızmayacak mı? Henüz başlamış olan arkadaşlığımız sona ermeyecek mi? Sona erecek elbet. Hem de benim yüzümden. İnanmamakta da, gücenmekte de, kızmakta da haklı olacak. Bir de “Senden bu cüretkarlığı beklemezdim,” derse? Rezaletten yer ayrılsın yere batayım.



Bütün gece döndüm durdum yatak içinde, bir türlü uyuyamadım. Hem neden açtım diye hırslanıyordum hem de çok ilginç dokümanlara değindim, birkaç aydır Hayri ağabey hakkında önüme çıkan sorunların cevabı orada, on bir numara kovanda bulunuyor, bir gün onların münderecatını öğrenebilecek miyim diye soruyordum kendi kendime. Ne şekilde hareket etmeliydim? Hep bu soru kurcaladı durdu kafamı. O gece ve ondan sonra da ta Hayri ağabey sanatoryumdan dönünceye kadar devam edecekti.



On beş gün geçmiş geçmemişti ki, postacı “Mektubun var!” diye haykırdı.



“Mektup mu? Kimden?”



Cevap vermeden zarfı uzattı. Aldım. Gönderen kim diye baktım. Zarfın üstünde yazmıyordu. ‘Esrarengiz şey,’ diye mırıldandım ve açtım:



“Sayın meslektaşım, Hafta sonunda yanıma kadar gelsen de bir görüşsek çok memnun kalırım. Yanıma geleceğini anneme bildirme. Hatta bu mektubu aldığını bile.



Pazartesi, saat 23.00 Hayri”



Hakikaten de esrarengiz bir şey. Harfler pek o kadar düzgün değil. Yazmayı yakında öğrenmiş bir öğrencinin kilere benziyor daha fazla. Zarf esrarengiz, içindeki yazı esrarengiz, yazıldığı saat esrarengiz… Bugün Perşembe, yarın Cuma. Yarın öğleden sonra yola çıkmam lazım. Yarın akşam Filibe’de kalır ve Cumartesi sabahı Hisar’a devam ederim. Öyle de yaptım. Gittiğimde Hayri ağabeyi daha da zayıflamış buldum. Artık tedavi olmuştur, eve dönme günü yakındır derken durumu kötüleşmiş olduğu daha ilk bakışta belliydi. Biraz cesaret verebilmek için coşkulu bir sesle selamladım onu ve:



“Hayri ağabey, yeter yattığın. Arılar her gün seni soruyor, seni bekliyorlar.” dedim.



“Arılar beni unutacak… Bizim işler oraya gidiyor artık,” diye cevap verdi hayli kısık bir sesle.



“Öyle konuşma Hayri ağabey. Yakında doktorlar ayağa kaldırır seni. Daha uzun zaman arılarla uğraşırsın, kestaneli kovanlıkta çok daha iyi günler geçirirsin.”



“Otur. Otur ve anlat, ne var ne yok köyde?”



“İyilik. Herkes işiyle. Tütün ekmeye başladılar başlayacaklar. Üç gün önce anneni gördüm. Tarladan dönüyordu. Traktörcünün birine sürdürmüş de iyi olmuş mu diye görmeye gitmiş. Seni sordum. On gün önce mektubunu aldığını söyledi. Biraz daha kalacağını yazmışsın. Sakinleştirmeye çalıştım onu… Anlan muayene ettim. Hangisinin durumu nasıl diye işte şu deftere kaydettim. İzah edeyim mi, yoksa kendin mi okuyacaksın?”



“Sonra. Bırak defteri. Sonra okurum… Ben seni çağırmamın sebebini anlatayım…”



“Anlat Hayri ağabey.”



“…Ben yolcuyum… Günlerim sayılı… artık.”



“Öyle şey konuşma Hayri ağabey!”



Elini yavaşça kaldırdı, ‘sus ve dinle’ der gibi. Nefes aldı ve devam etti: “Ben yolcuyum. Bunu doktorlar da biliyor, ben de. Bugün sen de öğrendin. Seni çağırmamın sebebi şu: En güvendiğim kimse sensin. Bugün sana anlattıklarımı ve anlatacaklarımı kimseye söyleme. Anneme de. Üzülmesin. Son dakikama kadar bilmesin… Otomobille gelecek hafta annemi buraya getirebilecek misin?”



“Evet, getiririm. Bugün de getirebilirdim.”



“…İlkin seninle baş başa görüşmek, konuşmak istiyordum. Annem yanımızdayken her şeyi söyleyemezdim sana. Gelecek hafta sen teklif et ona. Ben Hisar’a gideceğim, Hayri’yi görmek istiyorum. Seni de götüreyim, dersin. Bugün yanıma geldiğini sakın anma. Gücenir. Gelecek hafta onunla geldiğinizde ilk kez görüşüyoruz gibi tut kendini. Böbreklerim emniyet dairelerinde sürüklenirken mahvoldu. Doktorlar böyle hasta böbreklerle bugüne kadar nasıl dayanabilmişim diye şaşıp duruyorlar. Veremi de o zamanlarda edindim. Arılara bu yıl sen kaygı göster. Sonra… Sonrasını annem bilir. İcap ederse… anlaşırsınız. Şimdi arıların durumunu kaydettiğin deftere bir göz atayım. On bir numarayı da muayene ettin mi?”



“Evet…”



“İhtarda bulunmama rağmen onu da açacağını tahmin ediyordum. Neden ‘solak’ olduğunu anladın yani… Orada gizlediğim şeyleri topla. Sende… dursunlar. Başkalarının eline geçmemelerine dikkat etmeni rica edeceğim…”



“Yani…”



“Tabii ki, okuyabilirsin. Onlar artık senin… Bir Semra benim yüzümden helak oldu. İkincisine baş ağrısı yaratmak istemedim. Gün gelir de karşılaşırsanız anlat ona her şeyi ve af dilediğimi söyle.”



Gözleri nemlenmişti. Tam son sözlerinden hiçbir şey anlamadığımı söyleyecektim ki, elini kaldırdı hiçbir şey sorma der gibi.



Öğle oluyordu artık. Bir hemşire yemek arabasıyla içeri girdi. Bana dönerek konuştu:



“Gidip biraz gezinseniz iyi olur. Hastayı öğle yemeğine hazırlamam gerekiyor… Büyük bir mütehassıs geldi, az sonra Hayri ağabeyi de muayene edecek. Bir-bir buçuk saat sonra sohbetinize yine devam edersiniz.”



“Tamam,” dedim ve çıktım.



Döndüğümde Hayri ağabeyi biraz daha yorgun ama biraz daha sakinleşmiş buldum.



“Mütehassıs doktor iyice yordu beni. Uzun uzun muayene etti. Nefes al, alma, sağa dön, şimdi sol tarafına, öksür… Yepyeni bir terapi tatbik edeceklerini ve beni ayağa kaldırabilmek için yeni baştan çaba harcayacaklarını söyledi.”



Akşam saatlerine kadar konuştuk. İkimiz de ayrılmaya acele etmiyorduk. Arada sırada “Yoruldun Hayri ağabey, azıcık uyusan da dinlensen” diye teklif ettiğimde:



“Yorulmadım, aksine, sen bugün dinlendirdin beni. Seninle konuştukça az daha rahatlıyorum. Uykuya gelince ileride uyumak için çok zamanım olacak, sonsuz uykuya daldım mı…” diye cevap veriyordu.



Nihayet kalktım. Vedalaşmak için ellerini ellerime aldım. Sıktım. O da sıkmaya, ellerimi salmamaya çalışıyordu ama takati bir türlü yetmiyordu.



Filibe’ye giden son otobüsü son dakikada yakalayabildim. Oradan da bizim tarafa, Rodoplara gideni. Yolculuğum boyunca her ne kadar da uğraşsam, Hayri ağabeyi gözlerimin önünden silemiyordum. Hakikaten de tedavi olamayacak mıydı? Doktorlar hakikaten de derdine derman bulamayacaklar mıydı?



Ertesi gün annesinden, geçenlerde kovanın birini iyice muayene edememiştim, gidip bugün o işi de bitireyim diyerek kovanlığın anahtarını aldım. Belki beş, belki on defa Hisar’a gittiğimi söylemek geçti aklımdan. Her defasında da dilimin ucundayken yuttum sözlerimi. Hayri ağabeye verdiğim sözü tutmaya mecburdum. Mecburdum!



On bir numarayı açtım, orada gizli olan şeyleri topladım, gerekeni yapıp yine örttüm. Fakat bu iş bu defa hiç de o kadar kolay olmadı. On bir numara hakikaten de adı üstünde solak mıydı, ben mi bu defa dikkatsizlik ettim, yoksa bunca zaman koruduğu sırların açıklanmasına müsaade etmek mi istemiyordu, bilmiyordum. Lakin en az beş an ellerimi ve yüzümü iğnelemeyi başardı.



Akşam yemeğini yer yemez yaşadığım odaya kapanarak çantanın içindekileri çıkardım ve hepsini birer birer ve dikkatle gözden geçirmeye başladım.



Birinci ve ikinci makale ikişer nüsha hazırlanmıştı. Birincileri karalamaydı. İkincileri temize çıkarılmış. Uzun-caydılar. Gazetede neşretmek için mi, yoksa dinleyiciler önünde okumak için mi hazırlanmışlar, anlayamadım. Üçüncü dosyada yalnız bir yaprak vardı ve konuyu işlerken değinilecek olan noktalar ve istifade edilecek olan kaynaklar itina ile kaydedilmişti.



Defterleri elime aldım. Kara kaplı olanı yazmaya 1985 yılının Mart ayında başlanmıştı. Mavi kaplıya baktım: İlk yaprağında 05 Ağustos 1980 tarihi yazılıydı. İlkin onu okumaya karar verdim ve derhal de başladım.



MAVİ KAPLI NOT DEFTERİ

05.08.1980

Bir hayli zamandan beri başımdan geçen sevinçli veyahut üzüntülü hadiseleri bir deftere kaydetmek istiyordum. Fakat bugüne kadar bir türlü başlayamamıştım. Daha lisede öğrenci olduğum yıllarda bazı okul arkadaşlarımın böyle defterleri vardı ve onlara çeşitli kayıtlar yapıyorlardı. Okudukları romanlar, seyrettikleri filmler, beğendikleri şiirlerden mısralar, önemli isimlerin hayat ve aşk üzerine söyledikleri özlü sözler… Kim ne zaman âşık olmuş, hangi kıza, tanıdıklarının adresleri, doğum tarihleri. Kırkambar gibi bir şey işte.



İlk yıllarda böyle bir defter tutmayı gevezelik diye düşünüyordum ve diğer arkadaşlarımla alay ediyordum. Ama şimdi pişmanım. Çünkü bazı okul arkadaşlarımın izini kaybettim. Her öğrenci gibi benim de şiir denemeleri yaptığım oldu. Hatta iki tanesi gazete sayfalarında yer buldu. Bu anda ne gazeteler meydanda ne yine şiirler. Gazetelerin tarihini de hatırlamıyorum, sayısını da. Lisenin son yılıydı, yirmi öğrenciden ibaret bir grup tarih öğretmeniyle birlikte seyahate çıktık. O zaman gördüğüm bazı şeyleri bir deftere kaydetmiştim. Ne o defteri korudum ne de o zaman çektiğimiz resimleri. Bugün en nihayet karar aldım ve bu deftere notlarımı yazmaya başlıyorum. Adım Hayri Aliyef Hayriyef. Yani dedemin adını taşıyorum. Annemin adı Fatma. Köyde kadınların hemen hemen yarısı ya Ayşe, ya Fatma’dır. Ablam benden yedi yaş daha büyük. Adı Ayşe, yani anneannemin adı. Gelenek işte. Benden üç yaş küçük olan kardeşimin adı Mehmet. Bu isimli olanlar da az değil köyde. Ablam ben ilkokula giderken ortaokulu bitirdi ve bir yıl geçer geçmez uzak bir köye gelin gitti. Evindekiler tütün işlemekle geçiniyor. Zeki bir öğrenci olmasına rağmen ablam tahsiline devam edemedi. O zamanlarda kız çocukları köyden uzak okullara pek pek gönderilmiyorlardı. Kardeşim ortayı şimdi bitirdi. Becerikli elleri var. Bütün gün elinde bıçkı ve keser, ille bir şeyler yapıyor, bir şeyler bozuyor. Kuruculukta çalışacağım diye tekrarlıyor her gün. “Bana daha fazla tahsil lazım değil.” diyor. Her yerde fabrika, yol, konut kuruluyor. Şimdi bile eline gazete veya kitap alsa yarım saat sonra gözleri kapanıyor. İnsan bütün gün kalem elinde, kitap defter üzerine bükülüp durabilir mi, diye alay ediyor benimle. Onun işi…

 



Annem ve babam tütüncü ailelerde doğmuşlar ve evlendiklerinden beri ziraat kooperatifinde tütün işlemekle geçiniyorlar. Babamın en büyük merakı arılar. Evimizin iki yüz metre ötesinde bir dekardan fazla bir yemiş bahçemiz var. Sekiz yıl öncesi yemiş ağaçlarının arasına yirmi kovan yerleştirdi. Bahçenin alt köşesine güzel bir gölgelik kondurdu ve onun iki tarafına iki kestane fidanı dikti. Güzel birer ağaç oldular. Gölgelik onların altında kaldı. Babam şimdi her serbest vaktini kestanelerin altındaki gölgelikte geçiriyor.



Ben 1959 doğumluyum. İlkokulu ve ortayı köyde bitirdim. Dört yıl boyunca belediye merkezindeki liseye devam ettim.



Alfabeyi öğrendikten sonra elime her geçen kâğıt parçasında yazılı olanı hecelemeye çalışıyordum. Her okuyabildiğim söz beni heyecanlandırıyor, okumak için daha büyük bir arzu uyandırıyordu. Bu arzum kısa zaman içinde o kadar büyük olmuştu ki, başka okuyacak bir şey bulamadığımda, bazı kâğıt parçalarını onlarca defa okuyordum ve bunun neticesi bazılarını ezbere öğreniyordum. Bunu gören amcamın oğlu traktörcü Mehmet ağabey bana yapraklan bayağı yıpranmış bir kitap getirdi. Üzerinde artık silinmeye başlamış harflerle “Robinson Cruise” diye yazıyordu. İç kapağındaki yazıya göre ortayı bitirdiği yıl ödül olarak okul tarafından ona hediye verilmiş. İşte o kitabı bir solukta okudum desem yeri var. Dört yahut beş gün sonra onu Mehmet ağabeye çevirmeye gittiğimde inanmadı ve münderecatı için sorguya çekti beni. Kitabı hakikaten de okuyup bitirdiğime inanınca bana başka bir kitap verdi. Ablamdan okulumuzda kütüphane olduğunu öğrendim ve oradan çeşit çeşit kitaplar alıp okumaya başladım. Kitaplara olan sevgim bugün de hep bu kadar büyük. En büyük arzum kendime bir kütüphane yapmak. Satın alıp koruduğum kitaplar artık yirmiden fazladır.



Şu anda Deliorman’ın merkezi Şumnu’da topçu alayında vatan borcumu icra ediyorum.



Notlarıma başlamaya hakiki sebep bugün duyduğum büyük sevinç ve onu bir yere kaydetmek arzusu. Bugün üniversiteye kabul edildiğim haberini aldım.



Bu yıl askerliğimin son yılıydı ve bizim bölükten üç asker arkadaş yüksek okula girmek için sınavlara hazırlık yapmaya başladılar. İkide bir sadece bunu konuşuyorlardı. Onların yanı sıra ben de meraklandım, ben de hazırlanmaya başladım. Gün gelince komutandan izin alıp hep birlikte sınavlara gittik. İşte bugün sabırsızlıkla beklediğim haberi getiren mektup geldi. Bizim bölükten bir arkadaşıma daha mektup var. O fizik öğretmeni olacak, ben ise edebiyat öğretmeni. Bölük komutanının da haberi olmuş, geldi, bizi tebrik etti ve başarıyla bitirmemizi diledi.



15.09.1980

Yine sevinçliyim. Dün Harbiye Bakanlığı’ndan Yüksek okullara kabul edilmiş olan erler ordudan derhal terhis edilsinler diye emir gelmiş. Akşama kadar evraklarımız mühürlendi ve kışlaya “Hoşça kal” diyerek istasyona doğru yola çıktık. Bugün artık evdeyim. Annem sevinç içinde. Babam da seviniyorama her erkek gibi sevincini belli etmemeye çalışıyor.



01.10.1980

Üniversitede ilk ders günü. Yeni yeni arkadaşlar edineceğim, yeni dostlarım olacak. Bu dört yıl içinde pek çok sınavlara girip çıkacağım, çok heyecanlı anlar yaşayacağım. Memleketin dört bir tarafından toplandık, dört yılı bir arada geçireceğiz. En mühimi şu ki, öğrenci yurduna kabul olundum. Kira ödeyip bizimkileri para sıkıntısına sokmayacağım.



09.12.1980

Dün üniversiteli öğrenciler günüydü. Kaç günden beri hazırlık yapanlar vardı bir bilseniz. Kızlar neyse ama erkekler arasında bile hususi elbise diktirenler vardı. Şenlikler bütün gün devam etti. İlk olarak okulun önünde öğrenciler geçidi oldu, sonra birkaç yerde çeşitli konuda toplantılar yapıldı. Bazı arkadaşlar daha öğleden içkiliydiler. Asıl şenlikler akşamüstü başladı. Bilmem kaç yerde balo vardı, bilmem kaç lokanta üniversiteli öğrenci gruplarıyla doluydu. Sabahlara kadar eğlenenler oldu. Ben gece yansından iki saat sonra yatak odama geldim. Bazıları gün doğduğunda hala yoktular. Benim oda arkadaşım Bedri gibileri kolayını bulsalar eğlenmeye daha iki gün devam edecekler.



Bedri Yenipazar tarafından çok iyi bir arkadaşım. Aynı ihtisasa devam ediyoruz. Anladığıma göre varlıklı bir aileden geliyor. Biraz bol harcıyor ama yine de parasız kaldığını görmedim hiç.



31.01.1981

Birinci sömestir sonu! Üç sınavım vardı, üçünü de aldım! Bugünden sonra iki hafta tatil! İki haftayı da köyde bizimkilerin yanında geçireceğim.



20.02.1981

Bir haftadan beri ikinci sömestirdeyiz. Derslere sadece gidip geliyoruz. Kimsenin okumaya zaman ayırdığı yok. Kahveler, lokantalar, eğlenceler… İkinci sömestir sonu sınavlara daha çok var. Bazı arkadaşlar “Ufkun ardında!” diyorlar ve eğlenmeleri bir türlü bir türlü son bulmuyor.



07.03.1981

Dün doğum günüm vardı. Öğrenciler arasında ne zamandan beri yürürlükte olduğu bilinmeyen bir kaideye göre bütün grubu partiye davet etmek zorundaydım. Tabi herkes yorganına göre uzanıyor. Bugüne kadar birkaç arkadaşımın yaptığı gibi ben de davet ettim bizim grubu. Hepimizin sevdiği muasır edebiyat tarihçisi Doçent de geldi. Her şey normal geçti. Gece yarısına kadar eğlendik.



12.07.1981

İkinci sömestir de bitti. Sınavlar yalnız beni değil, bütün okul arkadaşlarımı zorladı. Hocalar hepimizi terletti. Ama bütün sıkıntılar artık geride kaldı. İki günden beri evdeyim. Bizimkiler harıl harıl tütün topluyorlar. Üç hafta onlara yardım edeceğim ve ondan sonra öğrenci kampına gitmem gerekiyor. Plevne tarafında bir devlet fabrikasının kuruculuğunda çalışacağız. Çok güzel bir yer diye anlatıyorlar bizden bir-iki yıl daha yukarı sınıflarda olan öğrenciler.



01.10.1981

İkinci ders yılına başladık. Yaz ayları normal geçti. Yeni bir şey yok. Hepimiz yaz işinden memnunuz. Öğrenci kampındayken hayli çalışmamız gerekti ama iyi de para aldık. Kazandığımız maaş dört aylık bursa eşit. Yani ne de olsa yeni yıla kadar bari para sıkıntısı