Göllerköy Çeşmeleri

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

-3-

İlkbahar belirir belirmez elma bahçesinde işler ardı ardına diziliyor ve bitmek bilmiyordu: Yemiş ağaçlarını budamak, ilâçlamak, aralarını sürmek, kavun karpuz ekmek, kazmak, hazır olan ürünü toplamak… Onun için Bostancı ailesi mart ayı gelir gelmez kış aylarında ev önünde yatan karavanı oraya değiştiriyor ve akşam sabah evden bahçeye, bahçeden eve gidip gelmektense kasıma kadar onda yatıp kalkıyordu.

Bostancı karısı her defa olduğu gibi bu sabah da uyanır uyanmaz karavan önüne çıktı. Etraf iyice aydınlanmış, gün doğmasına çok az kalmıştı. Alışkanlık üzere etrafı dikkatle gözden geçirdi. Yemişle yüklü elma ağaçları ve olmuş veyahut olmaya yüz tutmuş karpuz ve kavunla dolu olan bahçe gözleri okşayıcı bir yeşillik ve sessizlik içindeydi. Hava bugün de bayağı sıcak olacağa benziyordu.

Karavan önündeki çardağın altında bulunan doğal gaz sobasını çalıştırdı ve üzerine çaydanlığı yerleştirdi. Kahvaltı için ne lâzımsa çıkarıp masa üzerine dizdi. Her şey bir tamam olduğuna kani olduğunda açık duran karavan kapısına doğru seslendi:

“Kalk artık! Kahvaltı hazır!”

“Tamam, işittim!” Diye homurdandı Bostancı uykulu sesle ve diğer tarafına döndü. Yorgundu. Karı koca dün yine karanlık basıncaya kadar durmadan çalıştılar ve kamyonu karpuz ve kavunla tıka basa doldurdular. Akşam yemeğini yer yemez yattılar, lâkin yaz geceleri o kadar kısaydıı ki, yorgunluklarını giderinceye kadar sabah oluvermişti!…

Bostancı diğer tarafına dönmüştü ya, birkaç saniye sonra gözlerini araladı ve bileğindeki saate baktı. Bakar bakmaz da yataktan fırladı ve telaş dolu sesle konuştu:

“O-ho! Neredeyse gün üzerime doğacak! Yola çıkmak için yine geçikiyorum!”

Elini yüzünü yıkar yıkamaz masa başına geçti. Acele acele birkaç yudum aldı, çay bardağını iki yudumda boşalttı ve tekrar ayağa fırladı. Masaya taze oturmuş ve kahvaltıya henüz daha başlamamış olan eşine her vakitki gibi sert sesle akıl vermeye başladı:

“Daha fazla oyalanamayacağım! Sıcak basıncaya kadar yolun yarısını bari geçmem lazım. Ekmek arasına azacık peynir kıstırıver. Kamyonu sürürken arada sırada yudumlarım! Sen kahvaltıdan sonra bir dakika bile vakit kaybetmeden sararmış olan kavunları gölgeye taşımaya başla! Yarına kalırlarsa biredek patlaşacaklar ve sonra beş para etmeyecekler! O işi bitirdikten sonra ise karpuz toplamaya başla! Ben dört gün sonra yine buradayım! O zamana kadar kamyonun yükünün yarısı bari hazır olsun!”

Kamyonun tekerleklerini ve yükü acele acele gözden geçirdi ve kabine tırmandı. Motoru çalıştırdığında eşi açık camdan ona bir poşet uzattı ve motorun gürültüsünü bastırabilmek için yüksek sesle konuştu:

“Her şeyi fazlaca koydum! Yanında bulunsun! Yol boyunda durup karnını gerektiği gibi doyurmaya bir türlü öğrenemedin!.. Çocuklara selamlarımı ilet!”

“Tamam tamam! Her defaki gibi karşımda dırıldanarak kafamı şişirip durma! Senin aklına uyarak olur olmaz yerde durmaya başlarsam, gideceğim yere iki günde de varamam!.. Dediğim gibi ben gelinceye kadar kamyonun yükünün yarısını bari hazır etmeye bak! Anladın mı?”

“Anladım, anladım! Tekrarlayıp durma!” diye cevap verdi Bostancı karısı. Eşinin bitmez tükenmez dırdırlarından bezmişti artık. Birkaç adım geri çekildi. Yaşlı bir insan gibi inildeyerek ileri doğru hücümleyen ve eğrili büğrülü kara yolda adım adım ilerlemeye başlayan kamyonun ardından bir saniyecik bile bakmadan dönüp karavana doğru hem yürüdü, hem de kendi kendine öfkeli sesle konuştu:

“İş kuduzu! Şunu topla, bunu topla, o işi yap, bu işi yap… Ben ne yapacağımı bilmiyorum ve haylazlık ediyorum sanki!.. Köyden uzak, hani bir laf var, kervan geçmeyen, kuş uçmayan bu yerde günlerimi yapayalnız geçiriyorum ve günlerce, bazen haftalarca tek bir canlı görmüyorum! Durmak, oturmak istesem bile, etrafımda durup konuşacak, oturup sohbet edecek bir kimse olmadıktan sonra…”

Cezveyi gaz ocağına yerleştirdi, radyoyu açtı ve kahvaltının başına geçti.

Kahvaltı etmeyi, kahve içmeyi ve radyo dinlemeyi en azından bir saat sürdürdü. Dört gün dur otur ne demek bilmeden çalışmıştı. Hele dünkü iş hem yorucuydu, hem de gece yarılarına kadar devam etti. Yorgunluğunu giderememişti ve bu ağır işe tekrar sarılmaya hiç acele etmek istemiyordu. Öğleye kadar bari dinlenmesi gerekiyordu. Zaten güneş de etrafı kızdırmaya başlamıştı artık.

Öyle de yaptı. Sararan kavunları karavan ardındaki yaban armudu gölgesine toplamaya ta öğle sıcağı belli belirsiz de olsa hafiflediği hissedildiğinde başladı.

Kavun toplamayı sona erdiğinde artık ikindi geçiyordu ve dinlenmek için karavan önüne tekrar oturdu. Şimdi hem kahve içiyor hem de etrafı sakince izliyordu. Karşı tarafta buğday ekili tarlalar artık sararmış, biçerdöverleri bekliyordu. Sağ tarafta komşu köylere kadar uzanan Kocakorunun buradan sadece bir köşesi görünüyordu. Aşağıda, bahçenin alt tarafında Kayacık Çeşmesi şarkısına yıllardan beri hiç kesintisiz devam ediyordu. Etrafta ne insan, ne hayvan, ne de makine sesi. Hattâ kuşlar da dere boyundaki söğüt dalları arasına gizlenmiş, sıcağın hafiflemesini bekliyordu.

Öyle gailesizce otururken ve sakin sakin kahve yudumlarken nereden çıkıp geldiğini anlayamadığı bir kimsenin çeşme önünde dikildiğini fark etti. Turist elbiseliydi ve arkasında büyücek bir sırt çantası vardı. Yakın bir yerde çalışmış ve şimdi çeşmeye su almaya gelmiş bir kimseye hiç benzemiyordu. Buralara sık sık uğrayan kır bekçisi de değildi. O, buraya geldiğinde çeşme başında gezinmekle vakit geçirmiyor, doğruca elma bahçesine geliyor ve onu görmüş olsa da, olmasa da, daha uzaktan sesleniyordu:

“Bostancı karısı! Cezveyi ateşe sürdün mü? Bilmelisin ki, senin kahveni yine özledim!”

Tanıyamadığı o kimse çeşme önünde hayli dikildikten sonra gözden kayboldu, lakin çok geçmeden yine belirdi. Şimdi sırt çantası arkasında yoktu. Öteye beriye bir hayli gezindi. Arada sırada duruyor, çeşmeye doğru dönüyor ve mıhlanmış gibi dakikalarca yerinden kıpırdamıyordu.

“Çeşmeyi satın alacakmış gibi bakıyor!” dedi Bostancı karısı kendi kendine ve gülümsedi. “İlginç bir iş. Kim acaba ve burada ne işi var?”

Kalktı, bahçe içinde gezinmeye ve olmuş karpuzları koparıp bir kenara yığmaya başladı. Bir saat sonra karavan önüne tekrar oturduğunda o tanıyamadığı kimse hep daha çeşme başındaydı. Hatta şimdi bir şey üzerine oturmuştu ve çeşmeyi hep öyle dikizlemeye devam ediyordu. Bostancı karısı merakını bir türlü yenemedi, su testisini eline aldı ve taze su almak manasıyla çeşmenin yolunu tuttu.

-4-

Mimar Behçet kır bekçisiyle birlikte beş günde çeşmelerin on altısını ziyaret edebildi. Ertesi güne yalnız en uzakta olan iki çeşme kaldı. Altıncı gün onları da ziyaret edebilmek için erkenden yola çıktılar. İlkin köyün kuzeyinde bulunan Devesil Ormanındaki çeşmeye gittiler. Onu fotoğrafa çektikten sonra kır bekçisi Mehmet dayı onu çalılar içinde kalmış olan başka bir çeşmeciğin yanına götürdü:

“Bu, senin elindeki kâatta yazılı olmayan Çoban Çeşmesi. Çocukluumda bu semte hayvan otlatmaya geldiimde onları sulamak için buraya getirirdim ve öğle yemei için işte şu meşe altına otururdum. Son yıllarda buraya ne hayvan gelir, ne de insan. Onun için çeşmenin de dört bir tarafını ot ve dikenli çalı bürümüş.”

“Yani Göllerköy çeşmelerinin sayısı on dokuza vardı!”

“Madem senin kâatta öyle yazılı.”

Bu çeşmeyi de fotoğrafa çektiler ve öğle yemeği için meşe ağacının gölgesine oturdular. Biraz dinlendiler ve köyün batısında bulunan ve listede son yerde yazılı olan Kayacık Çeşmesinin yolunu tuttular. Yollarını kesen ve kente giden şose üzerine çıktıklarında kır bekçisi durdu, dürbünle bir yere devamlı baktı ve dargın dagın konuştu:

“Bu çoban belâsını arayıp duruyor!”

“Bir sorun mu var Mehmet ağabey?”

“Aşaa Mahallede yaşayan bir çoban sürüyü iki günde bir mısır tarlalarının arasına sokmadan olamıyor. Onu da bırak, koyunları sık sık mısırların içine salıyor ve sonra ‘Affet Mehmet aga, ben anlamadan kaçtılar deyerek yapmacıktan hayıflanıyor. Onu nihayetimde suçüstü yakalamam lazım. Sen şu dere boyunca yürü. O, seni dooruca Kayacık Çeşmesine götürecek. Her ne kadar da yavaş yürüsen, bir saat sonra ordasın. Ben o çobanla annaştıktan sona oraya gelecem ve köye birlikte dönecez.”

Mimar Behçet kır bekçisinin tarif ettiği gibi dere boyunca bir saat yürüdükten sonra durdu ve etrafı dikkatle gözden geçirdi. Ne yakında, ne de uzakta tek bir canlı görünmüyordu ve her yer derin bir sessizlik içindeydi. Sadece yanı başındaki dereden akan suyun kulakları okşayan şırıltısı işitiliyordu arada bir.

Yürümeye devam etti. Beş-altı yüz adım sonra bir daha durdu. Şimdi kulağına hafif de olsa bir uğultu geliyordu. Etrafına devamlı bakındı, fakat sesin nereden geldiğini bir türlü anlayamadı. Tekrar yürüdü. Az sonra derenin küçük bir kıvrıntısına geldiğinde uğultu birdenbire arttı. Adımlarını sıklaştırdı ve kıvrıntıdan çıkar çıkmaz üç yüz adım ileride beklediğinden çok daha büyük bir çeşme göründü gözlerine. Olduğu yerde dikildi kaldı. Gözlerine inanamıyordu. Kemerinin uzunluğu en az yirmi beş adım vardı ve suyun şarıltısı kulakları sağır edecek gibi kuvvetliydi.

Adımlarını sıklaştırdı ve üç dakika sonra çeşme yanındaydı. Yirmi-yirmi beş adım önüne geçip dikildi ve görüntüyü ilgiyle seyretmeye koyuldu.

Demek ki Kayacık Çeşmesi dedikleri işte buydu!

Şimdiye kadar gördüğü çeşmelerin hepsinden çok daha büyüktü. Mimarisi de diğerlerinden farklıydı. İki sütunluydu ve her sütunun altında ikişer kurna vardı. Beşincisi yanı başında bulunuyordu ve ayrı bir yalağa akıyordu. Kurnaların her birinden akan su insan kolundan daha kalındı. Kemerin ve sütunların inşa edildiği taşların rengi maviye çalıyordu ve diğer çeşmelerin taşlarına kıyasen daha büyük bir ustalıkla işlenmişti. Sayısı on sekiz ve her biri büyük bir taştan oyulmuş olan yalaklar berrak ve buz gibi soğuk su ile dolup taşıyordu. Çeşmenin arkasında yüksekliği on beş insan boyu ve uzunluğu yüz metreden fazla bir kaya muazzam bir duvar gibi yükseliyordu. Herhalde su onun altından geliyordu ve adını da ondan almıştı.

 

Çeşmenin sol tarafında muazzam, dalları dört bir tarafa dağılmış ve gölgesi çok koyu bir ceviz ağacı yükseliyordu. Gitti, sırt çantasını onun altına bıraktı. Fotoğraf makinesini çıkardı ve tekrar çeşmenin önüne geçti. İleri geri, sağa sola hayli gezindi. Her nereden baksa, çeşme ilginçten daha ilginç görünüyordu. Nihayet makineyi çalıştırdı.

Belki on beş, belki yirmi resim yaptı ve çeşme kemerinin yanına gitti. Büyük bir hünerle yontulmuş taşları, yalakları, kurnaları, iki tarafındaki iki sütunu dikkatle izledi. Kim veyahut kimler tarafından, ne zaman ve ne münasebetle inşa edildiğini, kimin hatırasına ithaf edildiğini bildiren herhangi bir işaret aradı. Bulamadı.

Çeşmenin tam karşısında, otuz adım ötelerde büyücek bir taş vardı. Gitti onun üzerine oturdu ve çeşmenin krokisini acele etmeden, özene bezene çizdi. Yani her gittiği yerde olduğu gibi burada da gerekeni yapmış, önüne koyduğu vazifeyi gerektiği gibi icra etmişti. Buna rağmen taşın üzerinden kalkmaya acele etmedi. Tarif edilemeyecek kadar bol sulu çeşme, arkasında yükselen o büyük kaya, dallarını dört bir tarafa uzatmış olan ulu ceviz… Buradan bir türlü ayrılacağı gelmiyordu. Zaten acele de etmiyordu. Hem altı gün önce önüne koymuş olduğu vazifeyi en nihayet başarıyla sona erdirmişti hem de onu köye götürecek olan yolu bilmiyordu. Yani kır bekçisinin buraya gelmesini nasıl nice beklemesi gerekiyordu.

Sakin sakin otururken ve önündeki büyüleyici görüntüyü ilgiyle izlerken zihninde beklenmedik bir düşünce oluştu: Çeşmeyi ve etrafını içeren bir tablo resmetse çok iyi olacaktı!

Gitti, sırt çantasından resmetmek için gereken araçı gereçi çıkardı ve tekrar az önce oturduğu taşın yanına döndü. Önüne sehpayı, tuvali, fırçaları ve boyaları dizdi. Çeşmeyi daha birkaç dakika seyretti, düşündü ve tuvale ilk boyayı kondurdu. Sonra da fırçayı maharetle oynatmaya başladı.

Dikkatle ve heyecanla bir saatten fazla çalışmıştı ki, sehpanın üzeri gölgelendiği dikkatini çekti. Güneş artık ya arkasındaki bel üzerinde bulunan ağaçların ardına gizleniyor, ya da bulut ardına giriyor diye geçti aklından ve dönüp baktı. Üç adım ırağına güneş ışınlarının tam uğruna bir kadın dikilmiş, çalışmasını ilgiyle izliyordu. Sessizce önüne döndü ve resim işine sakince devam etti.

Kadın az daha seyretti ve hayranlıkla dolu sesle konuştu:

“Levhanız bir fotoğraftan çok daha ayan ve ifadeli oluyor!”

Mimar Behçet cevap vermeye gerek görmedi. Hem amatör ressamdı hem de daha işinin başlangıcındaydı. Henüz başladığı tablonun ne kadar başarılı olacağını söylemek için daha çok erkendi.

Hayli çalıştıktan sonra durdu. Hem biraz dinlenmekten hem de karşısındaki manzarayı tekrar izlemekten gerek duymuştu. Çeşmeyi ve etrafını dikkatle izlerken arkasında yaklaşmakta olan ayak sesleri çalındı kulağına. Tekrar dönüp baktı. Yanından ne zaman ayrıldığının farkına varamadığı kadın geliyordu. Yanına sokuldu, yassı bir taşın üzerine kahve dolu büyücek bir fincan bıraktı ve sakin sakin konuştu:

“Çok büyük bir dikkat ve gerginlikle çalışıyorsunuz. Kahveden ihtiyacınız vardır diye geçti aklımdan.”

“Teşekkür ederim.” Diye cevap verdi Mimar Behçet ve fırça ile paleti tekrar eline aldı. Tablonun en önemli yerlerini tuval üzerine aksettirmeye acele ediyordu. Az sonra etraf hakikaten de gölgelenmeye, belli belirsiz de olsa karanlık çökmeye başlayacak ve çalışamaz olacaktı. “Vakit nakit!” diye geçirdi aklından. Fakat kahvenin hoş kokusu genizlerine vurunca daha fazla sabredemedi, boyaya değmemiş olan sol eliyle fincanı kaldırdı ve büyücek bir yudum aldı. Az sonra bir yudum daha… Ta üçüncü yudumdan sonra alçak sesle konuşmak lütfunda bulundu:

“Kahve çok iyi olmuş ve tam zamanında yetiştirdiniz. Bugünkü yorgunluğuma merhem gibi geldi. Bir daha teşekkür ederim!”

Cevap almayınca dönüp baktı. Kadın bilinmeyen bir yerden ansızın çıkıp geldiği gibi yine ansızın kaybomuştu. Çalışmasına aynı dikkat ve ihtirasla devam etti.

Resim işine kendini o kadar aldırmıştı ki güneş arka taraftaki belin ardına ne zaman gizlendi, karanlık etrafa ne zaman çökmeye başladı, farkında değildi. Ta renkler birbirine karışmaya başladığında durdu. Derin derin nefes aldı ve etrafı tekrar izlemeye koyuldu. Alaca karanlık, kurnalardan akan suyun şarıltısı, çeşmenin üzerine muazzam bir akbaba gibi kanat geren o emsalsiz kaya, onun bunca uzaktan gelip tarifi mümkünsüz bir yerde, tarif edilmez bir anda yalnız başına oturması ve karınca kaderince ressamlık tarslaması…

Bir neden sonra dalgınlıktan çıktı, şunuyu bunuyu topladı ve ceviz altına götürdü. Çeşme başına döndü ve elini yüzünü soğuk su ile devamlı bir şekilde yıkadı. Tekrar ceviz altına döndü ve arkasını ağacın beline dayalı duran sırt çantasına vererek oturdu. Altı gün öncesi başladığı iş en nihayet başarıyla sona ermişti. Şimdi Göllerköyün bütün çeşmeleri ve su kuyuları için elinde birçok resim ve kroki vardı. Başarıyla hallettiği işten doğan memnuniyet ifadesi çehresinden inmek bilmiyordu. Hep daha sadece başlangıçta bulunan ve hayli başarılı olacağını umut ettiği tablo da buna ilave edilince… Ellerini memnuniyetle ve devamlı bir şekilde oğuşturdu durdu. Ta şimdi bugün yakıcı orak sıcağı altında geçtiği yolun ve sehpa önünde saatlerce gergin çalışmanın yarattığı yorgunluğu hissetmeye başladı.

Karanlık dakika dakika değil, saniye saniye koyulaşıyordu. Kır bekçisi o belacı çobanla kafa tuttuktan sonra buraya geleceğini ve köye birlikte döneceklerini vadetmişti, lâkin herhangi bir sebep yüzünden gelemedi işte… Köy hangi taraftaydı, ona giden yol neredeydi, yola çıkmış olsa gideceği yönü bu karanlıkta nasıl doğrultabilecekti? Devamlı düşündü, fakat bir karara varamadı.

Ne yapmalıydı?

Birkaç saat önce buraya geldiğinde çeşme yanından başlayarak ve kayanın sağ tarafından geçerek yukarıya doğru uzanan bir patika bulunduğunu fark etmişti. O patika nereye gidiyordu, kalkıp onu tutsa, onu nereye götürecekti, bilmiyordu… Gündüz gözüyle geçmediği yolu gece karanlığında nasıl bulabilirdi ki… Zaten bugün öğleden sonra başladığı tabloda da daha çok iş vardı. Yani bu anda köye gitmek için imkân olsa bile yarın sabah buraya tekrar gelmesi gerekecekti. Bir sözle geceyi burada geçirirse hiç kötü olmayacaktı. Hava sıcak ve sakin, yağmur tehlikesi yok. En iyisi sırt çantasından eksik etmediği uyku tulumunu çıkarıp onun içine sokulmalı ve bugünkü yorgunluktan sonra temiz havada tatlı bir uyku çıkarmalıydı. Sabah olunca ise erken erken yine sehpa başına geçecek ve tablo üzerinde çalışmaya vakit kaybetmeden devam edebilecekti.

Bu sabah yola çıkarken ne olur ne olmaz diyerek sırt çantasının cebine bir kahvaltı paketi yerleştirmişti. İşte o paket şimdi ona çok iyi iş bitirecekti.

Paketi almak için sırt çantasının ağzını karanlıkta el yordamıyla çözmeye çalışırken elinin altında bir kâğıt hışırdadı. Lüzumsuz bir şey olduğunu düşünerek onu top yaptı ve tam bir tarafa atacaktı ki, durdu ve kâğıdı atmaktan vazgeçti. Birkaç saat önce resim takımlarını alırken yanında bulundurduğu evraklardan herhangi birini düşürmüş olabilirdi. Cep fenerinin ışığında kâğıdı düzeltti ve baktı. kendi evraklarından değildi. Öğrenci defterinden koparılmış ve üzerine tükenmezle ve iri harflerle bir şeyler yazılmıştı. Okudu:

“Ceviz ağacı altında yatmak, hele de uyumak tehlikelidir. Nemli topraktan soğuk alır ve hastalanabilirsiniz.”

Bu ne demek oluyordu? Geceyi ceviz altında geçireceğini az öncesine kadar o kendi de bilmiyordu. Kimdi bu öngörülü insan ki başına gelebilecek olan herhangi bir tehlike için onu uyarmak gereği duymuştu? En mühimi de bu kâğıdı sırt çantasının üzerine ne zaman bırakmıştı?

Bu sorunların hiçbirine mantıklı cevap veremedi. Arkasını tekrar çantaya verdi, kahvaltı paketini açtı ve içinde olanı yudum yudum gevelemeye başladı.

Şimdi sıra uyku tulumuna gelmişti. Sırt çantasından onu da çıkardı ve yere yazdı. Fakat içine girmeye acele etmedi. Uyku denen şey hep daha yanına gelmemişti. Uyku tulumunun üzerine uzandı ve kollarını başı altına kenetleyerek arka üstü yattı. Etrafı sarmış olan zifiri karanlık içinde gözlerini kapayarak hayallere daldı.

Şimdi bir sigaracık olsa diye geçirdi aklından ve gülümsedi. Bu işten vazgeçeli üç ay oluyordu ve tekrar başlamaya imkânı olmasın diye yanında öyle bir şey bulundurmamaya kararlıydı. Sigarayı bir tarafa bırak, az önce içtiği kahveden daha bir fincan olsa… Her neyse, şimdi yaz gecelerinin en kısa dönemi, en çok altı saat sonra etraf yine aydınlanacak ve tablo üzerinde çalışmaya tekrar imkânı olacaktı. O zamana kadar iki saat bari uyuyabilirse ne âlâ.

Gözlerini araladı. Üzerinde ceviz dalları büyük ve kara bir şemsiye gibiydi ve bu anda gök kubbedeki binlerce yıldızdan tek bir tanesini bile göremiyordu.

Gözlerini tekrar kapadı ve uykusunun gelmesini sabırla bekledi.

-5-

Mimar Behçet Boyacıya altı gün devamınca kesintisiz refakat eden kır bekçisi akşam karanlığında lokantaya yalnız girdiğini görünce Kahveci Veli hayretle sordu:

“Mehmet ağabey, Çeşmeci nerede?”

O, kır bekçisi ve muhtar, Mimar Behçete aralarında “Çeşmeci” deyip geçiyorlardı. Mehmet dayı ona dik dik baktı ve daha büyük hayretle sordu:

“Buraya gelmedi mi?!”

“Gördüğün gibi!?”

Mehmet dayı misafirle nerede ve niçin ayrıldıklarını iğneden ipliğe kadar anlatmayı daha bitirmemişti ki, Kahveci Veli donuk sesle kestirip attı:

“Onu yalnız bırakmamalıydın. Adam buranın yabancısı. Ne yol biliyor, ne de bel!”

“O tepegöz çobanı yola getirdiimde gün aşıyordu. Çeşmeci, Kayacıkta işini bitirip çoktan köye dönmüştür diye düşündüm ve oraya gitmekten vazgeçtim. Orda akşamlara kadar oyalanacaa hiç aklıma gelmedi.”

“Madem onu oradan alacağını vadetmişsin, gitmeliydin! Adam sözü söz biliyor ve şimdi çeşme başına oturmuş ve seni bekleyip duruyordur.”

İkisi birlikte taraçada misafir bir taraftan çıkıp gelir umuduyla geç vakitlere kadar oturdular. Gece yarısı yaklaştığında gelmeyeceği, bu defa hakikaten de geceyi kırda bayırda geçireceği neticesine vardılar ve kalktılar. Kaba-hatlı olduğunu hissetmeye başlamış olan kır bekçisi daha fazla kendini sakinleştirmeye çalışaraktan konuştu:

“Havalar ii gidiyor. Yağmur için korku yok. Misafir, tecrübeli bir turist olduunu ve kırlarda sık sık gecelediini gelmesinin daa birinci akşamında uzun uzun annattı diil mi. Bizim köy topraklaanda da bir defacık bari kırda gecelemeyi arzu etmiş herhalde.”

“Köye nasıl nice dönmek istediyse ve yolu şaşırarak başka yöne gittiyse kötü olacak. Kocakoru adı üstünde çok büyük bir orman. İçine daldığında ve ciheti şaşırdığında nereye varacağın, hangi köye çıkacağın belli değil…”

“Çocuk diil ki, kaybolsun.” dedi kır bekçisi, fakat sesi o kadar kati değildi.

Behçet Boyacı ertesi akşam da köye dönmeyince Kahveci Veli iyice telâşlandı. Lokanta önündeki taraçada onu yine gece yarılarına kadar bekledi. Eve gidip uykuya yattığında da üç dört defa uyandı ve her uyandığında ev önünde ayak sesleri var gibisine geliyordu. Sabaha güç halle çıktı. Etraf aydınlanır aydınlanmaz kendini lokantaya attı. İki kahve hazırladı ve taraçaya oturarak sokağı gözlemeye koyuldu.

Her sabah ilk müşterilerisi olan kır bekçisi en nihayet Yukarı Mahalleden gelen sokakta belirdi. Yemek torbasını, dürbünü ve şimdi mavzer yerine taşıdığı kızılcık dalından yapma değneği omuzuna vurmuş, sakin sakin yürüyordu. Veli onun sabah kahvesi için lokantaya uğramadan hiçbir yere gitmeyeceğini biliyordu ya, yine de sabredemedi ve onu beklediğini hatırlatmak için elini kaldırmadan olamadı. Yanına geldiğinde selâm vermesini bile beklemeden içindeki telaşı açıkladı:

“Mehmet ağabey, bizim Çeşmeci bu gece de gelmedi!”

Kır bekçisi bu defa iyice şaşkınlığa uğradı:

“Ööle mi?! Bunun çok ciddi bir sebebi olmalı! Önceki akşam arkasından indirmedii sırt çantsında devamlı uyku tulumu bulundururmuş dedik ve herhangi bir aaç altında geceleyecek diye birbirimizi sakinleştirdik. Fakat dünkü yaamurdan sonra tekrar kırda bayırda kalması… Başka çeşmelerin başında iki saatte hallettiği vazifeyi Kayacık Çeşmesinde iki günde de mi bitiremedi?”

“Yolu şaşırarak komşu köylerden birine doğru uzaklaştıysa…”

“Ne bileem Veli?.. Kocakoruya girdiimizde, hele bulutlu havada yürüyeceemiz istikameti biz de bazen şaşırdıımız oluyor. Buranın yabancısına ne kalmış. Ben de gerektii gibi düşünemedim. Daha doorusu budalalık ettim. Daha dün sabaa Kayacık Çeşmesine giden yolu tutmalıydım ve hiç olmazsa geceyi nerde ve nasıl geçirdiini öörenmeliydim. Hastalandıysa veyaut başa gelmesin, yaamurdan sonra çamurlu yolda kayıp düşerek sakatlandıysa, şimdi herhangi bir yerde mecalsizce yatıp duruyordur.”

“Sen derhal Kayacık semtine git ve onu ara!”

“Kaaveyi içer içmez yola revan olacaam! Bir şeycikler öörenir öörenmez telefon açıp muutara haber edeceem!”

 

Mehmet dayı başka defa içmesini yarım saatten fazla uzattığı kahveyi bu defa üç dört yudumda bitirdi ve kızılcık değneğini koltuğuna kıstırarak Kayacık Çeşmesinin yolunu tuttu. Köyden çıkar çıkmaz adımlarını sıklaştırdı. Herhangi bir zararcı yok mu diye dürbünle veya dürbün-süz yakınlara ve uzaklara göz atmak için durmak şimdi aklının işi değildi. Biricik amacı Kayacık Çeşmesine mümkün olduğu kadar daha çabuk yetişmekti.

Bir saat sonra Kayanın başındaydı. Çeşme yanına inen patikayı tutmazdan önce durdu, gözleri önüne serilmiş olan çeşme alçağını dikkatle gözden geçirdi. Etrafta son yalaktan su içen bir karaca yavrusundan başka ne bir canlı vardı, ne de herhangi bir hareket.

Çeşme önüne indiğinde gözüne takılan ilk şey Mimar Behçetin hiç ayrılmadığı ve şimdi cevizin gövdesine dayalı duran sırt çantasıydı. Hemen gitti ve ona bir göz attı. İtina ile bağlıydı. Uyku tulumu dörde katlanarak onun üzerine konmuş ve yassı bir taşla bastırılmıştı. Yanı başında ise duvar aynasından daha büyük bir çerçeve dayalıydı. Onu dikkatle kaldırdı, ilgiyle baktı ve kendi kendine hımırdandı:

“Amma da kocaman resim ha! Ortasında Kayacık Çeşme. Yalakları, kurnası murnası, sütunları mütunları, hepsi bi tamam. Arkasındaki büyük kaya, yanı başındakı ceviz aacı, etraftaki otlar ve taşlar ayan beyan görünüyor. Hatta çeşmenin üstünde, iki sütun arasında yatan ve sekiz on pelvanın kaldıramayacaa kadar büyük olan kaya bile aynisi. Demek ki, bizim Çeşmecinin fotograf makinası hem renkli, hem de bu kadar büük resim yapabiliyor! Yalnız nesi var, şu sol taraftakı sütun daha fazla ak elbiseler içinde göklere dooru uzanan bir kadına benziyor. Bu ne demek acaba? Bu resim insan ruyasında gördüü bir manzarayı andırmıyor muydu daa fazlasınna?”

Çerçeveyi dikkatle yerine bıraktı ve gözlerini etrafta bir daha gezdirdi. Her yer sessizlik içinde. Ne insan var, ne de herhangi başka bir canlı. Sırt çantası burada olmasına göre Çeşmeci neredeydi acaba? Bostancı ailesine sorması gerekecek. Onlar bahçeyi hayli zamandan beri insansız bırakmıyorlardı ve bu üç gün içinde çeşme etrafında yabancı bir kimsenin gezinmekte olduğunu fark etmeden olamazlardı.

Dürbünü açtı ve karavana doğru yöneltti. Kapısı ardına kadar açıktı, fakat etrafında herhangi bir canlılık görünmüyordu. Bostancı herhalde hep daha derin uykuda, fakat karısı kalkmıştır ve şimdi yine bahçe içinde bir yerde herhangi bir işle meşguldür diye düşündü ve dürbünü bahçe üzerinde gezdirdi. Orada da herhangi bir hareket göremedi. Çok çok düşünmeden yukarıya, karavana giden patikayı tuttu. Bahçe kapısına kırk elli adım kaldığında durdu ve etrafı gözleriyle bir daha süzdü. Karavan kapısı hakikaten de ardına kadar açıktı, fakat içinde de, dışında da ne ses vardı, ne de herhangi bir hareket. Elma ağaçları arasında da herhangi bir canlılık görünmüyordu.

Bahçenin giriş kapısına geldiğinde tekrar durdu. Kapının rezesi takılıydı, fakat kilitli değildi. Yani bahçe insansız değildi. Birkaç birkaç öksürdü ve seslendi:

“Eey! Buralarda hiçbir kimse yok mu?”

Cevap veren olmadı. Bu defa daha yüksek sesle çağırdı:

“Bostancılaar! Neredesiniiiiz? Kaave içmee geliyoruuum!”

Yine cevap veren olmayınca kendi kendine konuştu:

“Galiba Bostancı da, eşi de bahçenin öte ucuna gitmişler ve şimdi herhangi bir işle uuraşmaktadırlar.”

Kapıyı aralayarak girdi. Karavan önüne vardığında durdu ve açık kapıdan içeriye bir göz attı. Atmasıyla da geri çekilmesi bir oldu. Yatak üzerinde kadın ve erkek sarmaş dolaş olmuşlar, derin uykudaydılar. Bu sıcak havada yorgan yerine istifade ettikleri çarşafın bir kısmı yere kaymış ve şimdi ikisi de yarı açık yatıyorlardı. Mehmet dayı hemen kendi kendine çıkıştı:

“Töbe, töbe! Günaha giriyorum. Bu yaşta elalemin yatak odasına göz atmak ne haddime! Sabahın bu erken saatinde buraya ne akılla geldiisem!? Kapı açıksa açık. İnsanlar herhalde gene geç vakıte kadar çalıştılar ve kim bilir ne kadar çok yoruldular. Evleri diil mi, istedikleri gibi ve istedikleri kadar yatarlar, istedikleri gibi dinlenirler! Çaarılmayan yere gitmek, elalemin evine burnunu uzatmak olur mu be adam!”

Kendi kendine hem patırdandı, hem de parmak ucuna basarak bahçe kapısına doğru mümkün olduğu kadar daha çabuk uzaklaşmaya baktı. Bahçeden çıkar çıkmaz ise becerebildiği kadar büyük adımlar atarak birkaç dakika sonra kendini çeşme başında buldu. Büyük bir kabahat işlemiş ve ne yapacağını bilemeyen bir çocuk gibiydi bu anda. Gitti, çeşme üstündeki kaya üzerine oturdu. Derin derin nefes aldı. Heyecandan titreyen elleriyle cebinden tütün kesesini çıkararak kalın bir sigara sardı ve acı acı dumanlattı.

Ta ikinci sigaradan sonra sakinleşir gibi oldu ve az önce görmüş olduğu durum ve onun neticesi kafasında beliren düşüncüleri bir yoluna koymaya çalıştı:

“On beş-on altı saat, bazen daha da fazla yorucu işten sonra insan yatar yatmaz uykuya dalabilir. Bu sıcaklarda ve hiçbir canlı bulunmayan bu yerde kapıyı kapamak ve de gerektii gibi örtünmek aklına gelmez… Hazır olan ürünü pazara ulaştırabilmek için karı koca durmadan, hani bir laf var, geceli gündüzlü çalışıyorlar. Her dört-beş günde sekiz-on ton karpuz ve kavun topla, bahçe kenarına çıkar, kamyona yükle… İnsan demirden de olsa dayanamaz, yorulur. Yorulduunda ise yatar yatmaz uykuya dalar. Bu yaz sıcaklarında herhangi bir şeyle örtünmee de canı istemez… Lakin… Bostancının o külüstür kamyonu nerede?!.. O neden görünürleerde yok!? Buraya gelen yol boyunda bir yerde arızalanmış olsaydı, bu sabah gelirken ona rasgeleceedim! Kamyon burada yoksa demek ki, o kendisi de… yok! O burda olmadıına göre … yataktaki o erkek kim!?.. Yani?!… Ah Bostancı, Bostancı!.. Daima dümen başındasın, daima yolda beldesin! Dur otur ne demek bilmiyorsun! Kendini öldüresiye çalışıyorsun! Sakin sakin nefes almak için bile vakit bulmuyorsun! Günlerce bir komşuyla durup iki söz etmee zaman ayırmıyorsun. Yazın ya bahçedeki işle boğuşup duruyorsun, ya da o kasabaya, bu kasabaya karpuz, kavun ve elma satmaya koşuyosun. Kış ayları geldiinde yine dur otur ne demek bilmiyorsun. Yük arabası ile çeşitli şirketlere taşıt hizmetleri yapmakla meşgul oluyorsun. Hem de hep uzak kasabalara gidiyorsun. İş, iş, iş! Ne bir kimseyle bir kahve veyahut çay içersin, ne de gül gibi güzel ve gencecik karına dikkat ayırırsın! Hiçbir yerde taşıt işi bulamadıında ise hemen o eski kamyonun orasını burasını kurcalamaa, tamir etmee başlarsın… Bostancı, Bostancı, bu kadına hiç mi vakit ve dikkat ayırmayacaksın? Sen hep öyle iş ve para peşinde koşarken bu genç kadın bu kuş uçmayan kervan geçmeyen diyarda ne yapmasını beklersin!..”

Kır bekçisi Bostancıyı bu şekilde azarlamaya devam edip durdu. Azarlayıp dururken de cebindeki telefon ansızın titremeye başladı. Belinler gibi oldu. Cihazı acele acele çıkarıp açtı ve aynı anda muhtarın sesi kulağında gürledi:

“Kahveci Veli bu sabah her şeyi anlattı! Bu anda nerede bulunuyorsun? Hep daha Kayacık Çeşmesine ulaşamadın mı?”

“…Çeşmeye dooru inen patikanın başındayım. Üç yüz adım yolum kaldı kalmadı.”

“Haydi, aç şu pergeli az daha! Orada burada oyalanıp durma! Çeşme başına varır varmaz ve bir şeyler öğrenir öğrenmez bana haber et!”

Muhtar telefonu kapadığında Mehmet dayının mecali kalmamış gibiydi. Derin derin göğüs geçirdi, ufladı, pufladı. Ne diyeceğini, ne edeceğini bilemediği için muhtara küçük bir yalan söylemeye mecbur kalmıştı. Acele bir şeyler düşünmeliydi. Yoksa çok gitmeyecek, muhtar onu tekrar rahatsız edecekti!

Gerçekten de az sonra telefon yine çaldı. Yine muhtar ve yine ayni soru. Hep daha herhangi bir karara varamadığı için bu defa da yalan söylemek mecburiyetinde kaldı:

“Telaş edecek hiçbi şey yok muhtar efendi. Adam çeşmenin yanı başındaki cevizin altında uyku tulumu içinde sakin sakin uyumakta.”

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?