Sefiller I. Cilt

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

II
Kuşku Bilgeliğe Giden Yol

O akşam Digne Piskoposu, gün boyu kasabada yaptığı gezintiden sonra, geç saatlere kadar odasına kapanmış; bir süreden beri yazmakta olduğu kitap üzerinde çalışıyordu. Bu kitapta, papazlarla doktorların görevleriyle ilgili önemli hususları dikkatle derliyordu. Kitabını iki bölüme ayırmıştı: İlk bölümde hepsinin görevlerini en ince detaylarına kadar ele alıyor, ikinci bölümünde ise her bireyin ait olduğu sınıfa göre görevlerini ayrıştırıyordu. Bu görevlerin hepsi, kendi alanlarında büyük görevlerdi. Her zamanki gibi sevgiden ve yardımlaşmadan söz ederek Aziz Matta’nın gösterdiği; Tanrı’ya karşı görevler (Matta, VI), kişinin kendine karşı görevleri (Matta, V, 29-30), komşuya karşı görevleri (Matta, VII, 12) ve hayvanlara karşı görevleri (Matta, VI, 20-25) olarak bu konuyu dört farklı gruba ayrıştırıyordu. Piskopos bu görevlerin yanı sıra, başkaca görevlerin farklı yerlerde belirtildiğini ve reçete edildiğini de gördü. Romalıların hükümdarlarına ve tebaalarına yazılan dizelerde yargıçlara, eşlere, annelere, genç erkeklere, Aziz Petrus tarafından yazılmış olan birçok nasihat vardı. Efesliler yazıtlarında kocalara, babalara, çocuklara ve hizmetkârlara nasihatlerde bulunuyordu. İbraniler ise yazıtlarında inananlara, bakirelere ve azizlere yer veriyordu. O ise tüm bunları bir araya getirerek büyük bir özenle, binbir emekle yazıyor; yorulmadan muazzam bir zahmetle saatlerce bu eser üzerinde çalışıyordu.

Saat sekizde hâlâ çalışmalarıyla meşguldü; dizlerinin üzerinde büyük bir kitapla, küçük kare kâğıtlara bir hayli zahmetle bir şeyler yazarken Madam Magloire, her zamanki gibi yatağın yanındaki dolaba koymuş olduğu gümüş eşyaları almak için içeri girdi. Piskopos, onun odaya girmesiyle akşam yemeğinin hazırlandığını ve kız kardeşinin yemek için onu beklediğini fark etti. Kitabını kapattı, masasından kalktı ve yemek odasına geçti.

Yemek odası; (daha önce de dediğimiz gibi) sokağa açılan bir kapısı ve bahçeye açılan bir penceresi olan, şömineli, dikdörtgen bir odaydı. O içeriye girdiği sırada Madam Magloire, aslında masaya son dokunuşları yapıyordu. Bu işleri yaparken de Matmazel Baptistine ile sohbet ediyordu. Masanın üzerinde bir lamba vardı; masa ise hemen şöminenin yanı başına yerleştirilmişti. Odun ateşi, etrafa tatlı bir sıcaklık yaymıştı.

Her ikisi de altmış yaşın üzerinde olan bu iki kadını insan kendi kendine kolayca tasavvur edebilirdi. Madam Magloire kısa boylu, etine dolgun, hayat dolu bir kadındı; Matmazel Baptistine ise onun aksine narin, zayıf, çelimsiz, erkek kardeşinden biraz daha uzundu. O gece üzerine bir zamanlar Paris’ten satın aldığı ve o zamandan bu yana da benimsediği 1806 modası pudra rengi ipek bir elbise giymişti. Bütün bir sayfanın anlatmaya yetmediği bir fikri tek bir kelimeyle dile getirme erdemine sahip olan kaba ifadeleri kullanacak olursak Madam Magloire, tam bir köylü ve Matmazel Baptistine tam bir hanımefendi edasına sahipti. Madam Magloire başına beyaz kapitone bir şapka geçirmiş, sahip olduğu tek mücevher olan kadife bir kurdele üzerine takılmış altın bir Jeannette haçı olan broşunu boynuna bağlamıştı. Kaba, siyah yünlü kabaran bir elbise vardı üzerinde; kısa kollu, kırmızı ve yeşil kareli pamuklu kumaştan bir önlük beline yeşil bir kurdele ile bağlanmıştı. Ayaklarında Marsilyalı kadınların giydikleri sarı çoraplar ve kalın ökçeli ayakkabıları vardı. Matmazel Baptistine’in elbisesi ise 1806 model, ince belli, korseli, kabarık etekli ve karpuz kolluydu; önü tamamen düğmelerle kapatılmıştı. Kır saçlarını, bebek peruğu olarak bilinen kıvırcık bir peruk altına gizlemişti. Madam Magloire zeki, hayat dolu ve sevecen bir kadındı; ağzının iki köşesi eşit olmayan bir şekilde kalkıktı ve alt dudağından daha büyük olan üst dudağı ona oldukça huysuz ve buyurgan bir görünüm kazandırıyordu. Monsenyör ona karşı sakin davrandığı sürece, onunla saygı ve sükûnetle konuşarak kararlı biçimde itirazlarını ifade eder ama ne zaman ki Monsenyör sinirlenecek olsa hiç sesini çıkarmadan ona itaat ederdi. Matmazel Baptistine ise kesinlikle onu uyaracak biçimde konuşmaya gerek duymazdı. Kendisini Piskopos’a koşulsuz şartsız itaat etmeye ve onu sadece mutlu etmeye adamıştı. Genç kızlık döneminde dahi pek güzel biri olmamıştı. İri, mavi ve çıkık gözleri, uzun ve kemerli bir burnu vardı ama tüm çehresi ve tüm kişiliği en başta da belirttiğimiz gibi tarif edilemez bir iyilikle yüceltilmişti. Her zaman kibar bir bayan olmuştu. Ancak imanı, hayırseverliği, etrafına dağıttığı umut ve ruhunun güzelliği onun dış görünüşüne ilahi bir ışıltı vermişti. Tabiat onu bir kuzu, din ise onu bir meleğe dönüştürmüştü. Zavallı aziz bakire! Kaybolan tatlı hatıralar!

Matmazel Baptistine o akşam piskoposluk konutunda olanları o kadar sık anlattı ki şu anda yaşayan ve en küçük ayrıntıları hâlâ hatırlayan birçok kişinin olduğuna eminim.

Piskopos yemek odasından içeriye girdiğinde Madam Magloire oldukça neşeli bir biçimde konuşuyordu. Matmazel Baptistine’e kendisinin ve Piskopos’un da aşina olduğu bir konuda nutuk çekiyordu. Sorun ise yine giriş kapısındaki kilitle ilgiliydi.

Konuşmalardan anlaşılacağı üzere Madam Magloire, akşam yemeği için erzak temin etmeye gittiğinde kasabada kulağına çalınan söylentilerden bahsediyordu. İnsanlar kötü görünümlü, pislik içerisinde etrafta dolaşan birisinden bahsetmiş; kasabaya şüpheli bir serserinin geldiğini ve o gece eve geç dönmek zorunda kalacak kişilerin tatsız karşılaşmalara maruz kalabileceklerini anlatmışlardı. Üstelik idari sebeplerden dolayı, polis şu sıralar kasabadaki düzenle pek ilgili değilmiş. Aklı olan insanların polis gibi davranarak kendilerini korumaları, evlerini usulüne göre düzgünce kilitlemeleri ve kapılarını her zaman itinayla kapatmaları gerektiğini özellikle Piskopos’un duyacağı biçimde yüksek sesle anlatıyordu Madam Magloire.

Madam Magloire bütün olan biteni büyük bir hararetle anlatmıştı. Ancak Piskopos çok soğuk olan odasından, daha yeni yemek odasına girdiğinden onun anlattıklarını pek dinlememişti. Ateşin önünde durdu, ısındı ve sonra yeniden düşüncelere daldı. Madam Magloire, anlattıklarının özellikle duyması gereken kişi tarafından hiç dinlenilmediğini fark edince sözlerini tekrarladı. Kardeşini her zaman memnun etmeye kendini adamış olan Matmazel Baptistine, dostunun kırılmasını istemediğinden çekinerek de olsa kardeşine şu soruyu sorabilmişti:

“Madam Magloire’ın ne dediğini duydunuz mu kardeşim?”

“Bir şeyler duydum ama hiçbir şey anlamadım.” diye yanıt verdi Piskopos. Sonra sandalyesinde yarım dönerek ellerini dizlerinin üzerine koydu ve kolayca neşelenen, aşağıdan ateşin ışığıyla aydınlanan samimi yüzünü yaşlı hizmetçi kadına doğru kaldırıp gönlünü almak istercesine: “Haydi, konu neymiş bakalım? Nedir mesele? Etrafımızdaki büyük tehlike neymiş?” dedi.

O zaman Madam Magloire, gerçeği farkında olmadan biraz abartarak tüm hikâyeyi yeniden anlatmaya başladı. Görünüşe göre korkunç, çıplak ayaklı bir serseri, bir tür tehlikeli dilenci o anda kasabadaydı. Konaklamak için Jacquin Labarre’ın evine gelmişti ama Labarre onu içeri almaya yanaşmamıştı. Gassendi Bulvarı’ndan geldiği ve karanlıkta sokaklarda dolaştığı görülmüştü. Korkunç yüzü olan bir darağacı kuşu…

“Gerçekten mi?” dedi Piskopos.

Bu sorgulama ifadesi, Madam Magloire’ı konuşmasını devam ettirmesi için daha da cesaretlendirmişti. Piskopos’un bu konu yüzünden hafiften telaşlandığını, onun merakını çekmiş olduğunu düşünerek zafer edasıyla:

“Evet, Monsenyör. Durum kesinlikle bu. Bu gece bu kasabada bir tür felaket olacak. Herkes aynı şeyi söylüyor. Üstüne üstlük, polis de şu sıralar bu tür işlerle uğraşmıyor (bunun da faydalı bir tekrar olacağını düşünmüştü). Sonuç olarak burası da dağ başı, geceleri sokaklarda ışık bile yok. Birisi dışarıda! Gerçekten de korkunç birisi ve söylüyorum size Monsenyör, Matmazel Baptistine de benimle aynı görüşte…”

“Ben öyle bir şey söylemedim.” diye araya girdi Matmazel Baptistine. “Ben her zaman ağabeyimin söylediğine güvenir, o ne derse sadece onu yaparım.”

Madam Magloire sanki bu sözleri hiç duymamış gibi konuşmasına devam etti:

“Biz bu evin hiç güvenli olmadığını söylüyoruz. Monsenyör, eğer izin verirseniz gidip çilingir Paulin Musebois’ya kapıların eski kilitlerini değiştirmesini söylemek istiyorum. Kilitlerimiz çok eski ve bu sadece anlık bir iş. Dışarıdan gelecek bir kişinin, sadece mandalı kaldırarak kapıyı açabilecek olması düşüncesi bile yeterince korkunç. En azından sadece bu gece için kapıları kilitlememiz gerekiyor, Monsenyör. Üstelik sizin her gelene ‘Gir!’ deme alışkanlığınız da var. Ayrıca gecenin bir yarısı, hepimiz uykudayken birisinin izin istemesine bile gerek yok. Yüce Tanrı’m, korkunç!”

İşte tam bu sırada, kapı şiddetli biçimde çalınmıştı.

“Girin!” dedi Piskopos.

III
Pasif İtaatin Kahramanlığı

Kapı açıldı.

Hem de sanki biri onu enerjik ve kararlı bir şekilde itmiş gibi hızlı bir hareketle ardına kadar açıldı.

Bir adam içeri girdi.

Zaten hepimiz bu adamı tanıyoruz. Kendisine sığınacak bir barınak arayan o yabancıdan başkası değildi bu.

Yabancı içeri girdi, bir adım ilerledi ve kapıyı arkasında açık bırakarak durdu. Çantası omuzunda, sopası elinde, gözlerinde cüretkârlığın yanı sıra korkunç bir yorgunluk ve çaresizlik ifadesiyle karşılarında duruyordu. Şöminenin ateşi yüzünü aydınlatıyordu, gerçekten korkunç görünüyordu.

Madam Magloire çığlık atabilecek gücü bile bulamadı kendisinde. Titredi ve ağzı korkudan açılmış bir hâlde ayağa kalktı.

Matmazel Baptistine arkasını döndü, içeriye giren adamı görür görmez bir anda dehşet içerisinde irkildi; sonra başını yavaşça tekrar şömineye doğru çevirerek kardeşini izlemeye başladı ve onun yüzündeki sakinliği görünce bir kez daha derinden sakinleşerek rahatladı. Piskopos da başını kaldırmış, sakince adama bakıyordu.

Yeni gelene ne istediğini sormak için ağzını açtığında adam; iki eliyle sopasına dayanarak, bakışlarını yaşlı adama ve iki kadına yöneltip, Piskopos’un söze girmesine fırsat vermeden yüksek sesle konuşmaya başladı:

 

“Bakın, benim adım Jean Valjean. Bir kürek mahkûmuyum. Zindanlarda on dokuz yıl geçirdim. Dört gün önce özgürlüğüme kavuştum ve memleketim olan Pontarlier’e gitmeye çalışıyorum. Toulon’dan ayrıldığımdan bu yana dört gündür yürüyorum. Bugün neredeyse on iki mil kadar yol katettim. Bu akşam bu taraflara geldiğimde bir hana gittim ve belediye binasında gösterdiğim sarı pasaportum yüzünden beni geri çevirdiler. Gittiğim yerde o pasaportu göstermek zorundaydım. Bir hana daha gittim. Her iki yer de bana ‘gitmemi’ söyledi. Beni kimse içeri almadı. Hapishaneye gittim, gardiyan bile beni kabul etmedi. Bir köpek kulübesine girdim, köpek beni ısırdı ve sahibi beni oradan kovaladı. Herkes benim kim olduğumu biliyordu. Açık havada, yıldızların altında uyumaya niyetlendim; tarlalara gittim ama zifirî karanlıktı ve gök gürlüyordu. Yağmur yağacağını düşünerek en azından bir kapı aralığı bulabilirim umuduyla yeniden kasabaya döndüm. Yonder Meydanı’nda, taş bankın üzerinde uyumaya niyetlendim ancak oraya gelen iyi niyetli bir kadıncağız bana sizin evinizi gösterdi. ‘Git, onun kapısını çal.’ dedi, ben de buraya geldim. Neresidir burası? Bir han mı işletiyorsunuz? Param var, ödeme yapabilirim. On dokuz yıl boyunca zindanlarda emeğimle kazanıp yüz dokuz frank ve on beş santim biriktirdim. Ödeme yapabilirim. İnanın bana, param var. Çok yorgunum, yürüyerek on iki mil katettim ve çok açım. Burada kalmama izin verir misiniz?”

“Madam Magloire.” dedi Piskopos sakince. “Masaya bir tabak daha ilave edelim.”

Adam üç adım ilerledi ve masanın üzerindeki lambaya doğru yaklaştı. “Durun.” diye devam etti konuşmasına, belli ki karşısındakiler anlattıklarını tam olarak anlayamamışlardı. “Bakın, beni duydunuz değil mi? Ben bir kürek mahkûmuyum. Zindanlardan geliyorum.” Cebinden büyük bir sarı kâğıt çıkardı ve açtı. “İşte pasaportum, gördüğünüz gibi rengi sarı. İşte bu kâğıt parçası benim her yerden kovulmama neden oluyor. Okumak ister misiniz? Okumayı biliyorum. Zindanlarda öğrendim. Okuma yazma öğrenmek isteyenler için orada bir okul da vardı. Bakın, bu pasaportta şunlar yazıyor: Jean Valjean, salıverilmiş bir mahkûm. Doğduğu yer ki bu sizi ilgilendirmiyordur, bu hapishanede on dokuz yıl geçirdi. Hırsızlıktan beş yıl hapse mahkûm edilmiş, dört kez kaçmaya teşebbüs ettiğinden cezası on dört yıl uzatılmıştır. Çok tehlikeli bir adamdır. İşte, her şey burada yazıyor. Herkes beni bu yüzden kovuyor. Beni kabul edecek misiniz? Burası bir han mı? Bana yiyecek bir şeyler ve bir yatak verebilecek misiniz? Ahırınız varsa orada da kalabilirim.”

“Madam Magloire.” dedi Piskopos yine sakince. “Misafir yatağına yeni çarşaf ve yorgan koyun.” İki kadının ona nasıl sessizce itaat ettiklerini size daha önceleri de açıklamıştık.

Madam Magloire, kendisine verilen talimatları yerine getirmek için odadan ayrıldı. Piskopos, adama doğru dönerek: “Oturun efendim, ısının biraz. Birazdan yemek yiyeceğiz ve siz yemeğinizi yerken yatağınız da hazırlanmış olur.”

Bu sırada adam neler olup bittiğini anladı. Yüzünün çaresizlik dolu, sert ifadesi yerini şaşkınlığa bıraktı; sevinçten gözleri parladı. Delirmiş gibi neşeyle kekelemeye başladı:

“Gerçekten mi? Nasıl yani? Kalmama izin verecek misiniz? Beni kovmayacak mısınız? Ben bir mahkûmum! Bana efendim dediniz! Bütün insanlar bana ‘Git buradan seni köpek!’ derken siz kabul mü ediyorsunuz? Sizin de beni kovacağınızdan emin olduğumdan hakkımdaki tüm gerçeği söyledim. Ah, Tanrı’m, buraya gelmemi söyleyen kadın ne iyi yürekliymiş! Şimdi yemek yiyebileceğim! Diğer herkes gibi çarşafları serilmiş gerçek bir yatakta yatacağım. Gerçek bir yatakta uyumayalı on dokuz yıl oldu! Ne kadar merhametlisiniz! Ne kadar iyi insanlarsınız! Kesinlikle karşılığını ödeyeceğim. Affedersiniz Monsenyör, sayın hancı isminiz nedir? Ne kadar isterseniz o kadar öderim. Siz iyi bir adamı sınız. Siz bu hanın sahibisiniz, değil mi?”

“Ben…” diye yanıtladı Piskopos. “Burada yaşayan bir papazım.”

“Bir papaz!” dedi adam kendi kendine. “Ah, ne iyi yürekli bir papazsınız! O zaman benden para da almayacaksınız sanırım. Siz şu büyük kilisenin papazısınız, öyle değil mi? Çok iyi! Ben gerçekten tam bir aptalım! Şapkanızı fark etmedim.”

Konuşmaya devam ederken adam sırt çantasını ve elindeki sopasını bir köşeye bıraktı, pasaportunu cebine koydu ve oturdu. Matmazel Baptistine kaçamak bakışlarla onu izledi. Adam konuşmaya devam etti:

“Siz gerçekten çok insancılsınız Monsenyör, beni kesinlikle aşağılamadınız. Çok iyi bir papazsınız, hiç de kibirli değilsiniz. Size para vermeme gerek yok, değil mi?”

“Hayır.” dedi Piskopos. “Paranızı kendinize saklayın. Ne kadar paranız vardı? Yüz dokuz frank mı demiştiniz?”

“Ve on beş santim.” diye ekledi adam. “Yüz dokuz frank ve on beş santim. Peki, bu parayı ne kadar zamanda biriktirdiniz?”

“On dokuz yıl.”

“On dokuz yıl!..”

Piskopos derin bir iç çekti.

Adam konuşmaya devam etti: “Paranın neredeyse tamamı hâla elimde. Dört günde sadece yirmi beş santim harcadım. Grasse’da bazı vagonların boşaltılmasına yardım ederek de para kazandım. Papaz olduğunuzu söylediniz, kaldığım zindanlarda da bir papaz vardı. Hatta bir gün oraya bir piskopos geldi. Monsenyör diyorlardı ona. Marsilya’daki başpiskopos imiş. Onun söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. Affedersiniz, bunu çok kötü ifade ettim ama bu tür konular bana çok uzak! Bizlerin nasıl insanlar olduğunu bilirsiniz. ‘Zindanın ortasında bile dua edebilirsiniz.’ diyordu. Başında altından yapılma sivri bir şey vardı, gün ortasında parlak ışığın altında ışıldıyordu. Gaz lambasıyla aydınlatılmış odada hepimiz onun üç tarafına sıralanmıştık. Çok iyi göremiyorduk. O ise konuşmaya devam ediyordu ama konuştukları bizden çok uzaktı ve onu dinlemiyorduk. İşte bizim piskopos olarak düşündüğümüz kişi böyle biriydi.”

Adam konuşmasını sürdürürken Piskopos gidip ardına kadar açık olan kapıyı kapatmıştı.

Bu sırada Madam Magloire yemek odasına geri dönerek masanın üzerine gümüş yemek takımını yerleştirdi.

“Madam Magloire.” dedi Piskopos. “Onları mümkün olduğunca ateşin yakınına koyun.” Sonra misafire dönerek “Alplerde gece rüzgârları oldukça serttir. Üşümüş olmalısınız, efendim.” dedi.

Nazik ve sevecen tavrıyla efendim dediği her seferinde, adamın yüzü mutlulukla aydınlanıyordu. Monsenyör, bir mahkûm için çölde kendisine sunulmuş bir bardak su kadar değerliydi. Alçak gönüllülük, gerçekten dikkate alınması gereken bir özlemdi.

“Bu lamba çok kötü ışık veriyor.” dedi Piskopos.

Madam Magloire onun ne demek istediğini hemen anlamıştı ve Monsenyör’ün yatak odasına giderek dolaba yerleştirdiği iki gümüş şamdanı aldı ve yakılmış hâlde masanın üzerine koydu.

“Sayın Piskopos…” dedi adam. “Siz ne kadar iyi bir adamsınız, beni hiç küçümsemediniz. Evinize kabul ettiniz. Benim için mumlar yaktınız. Size her şeyi anlatıp nereden geldiğimi söylememe rağmen bana çok büyük bir iyilik yapıyorsunuz.”

Onun yakınında oturan Piskopos, nazikçe adamın eline dokundu. “Bana kim olduğunuzu söylemenize gerek yoktu. Burası aslında benim evim değil, aksine İsa Mesih’in evidir. Bu kapı, içeriye girenlerin kim olduklarıyla değil; nasıl bir kederde olduklarıyla ilgilenir, Tanrı’nın evidir. Acı çekiyorsunuz, aç ve susuzsunuz; bu yüzden de Tanrı’nın evine hoş geldiniz. Bana teşekkür etmenize ve sizi evime kabul ettiğim için minnettar olduğunuzu söylemenize gerek yok. Sığınacak bir yuvaya ihtiyacı olandan başka kimseye yer yoktur burada. Yoldan geçen herkese hep aynı şeyi söylüyorum, burası benden çok sizlerin evidir. Buradaki her şey sizindir. Adınızın ne olduğunu, kim olduğunuzu bilmeme gerek yoktur. Ayrıca, siz bana söylemeden önce de ben kim olduğunuzu biliyordum zaten.”

Adam şaşkınlıkla gözlerini Piskopos’a yöneltti. “Gerçekten mi? Bana ne denildiğini biliyor muydunuz?”

“Evet.” diye yanıtladı Piskopos. “Bir ‘kardeştir’ denildi.”

“Durun, Saygıdeğer Monsenyör.” diye haykırdı adam. “Buraya girdiğimde öylesine acıkmıştım ki! Ancak siz öylesine iyi yüreklisiniz ki artık bana neler olduğunu anlayamıyorum. Bana karşı insanca tutumunuz açlığımı unutturdu.”

Piskopos şefkatle ona baktı ve şöyle dedi: “Çok mu acı çektiniz?”

“Ah, üzerimde kırmızı mahkûm kıyafetleri, ayak bileklerimde prangalar, uyumak için sadece sert bir tahta, soğuk zindanlar, hükümlüler, dayaklar, zincire vurulmalar, tek kişilik rutubetli hücreler, hastalıklar, ayaklarıma bağlanılan ağır ve kalın zincirler, korkunç bir zaman… Köpekler, köpekler bile benden çok daha mutludur! On dokuz yıl! Kırk altı yaşındayım ve bunca çileli yılın ardından, işte bu sarı pasaportun sahibiyim.”

“Evet.” diye devam etti Piskopos. “Gerçekten çok acı çektiğiniz bir yerden geldiniz. Dinleyin. Cennette, tövbe eden bir günahkârın gözyaşlarıyla ıslanmış yüzü, yüzlerce masum adamın çehresinden daha büyük bir memnuniyetle karşılanır. Bunca acı çekmenize rağmen yine de o insanlara karşı kin duymayın, onlardan nefret etmeyin. Siz de merhamet edilmeyi hak ediyorsunuz. İyi niyetli ve sabırlı davranacak olursanız, hepimizden çok daha değerli bir insan olursunuz.”

Bu arada Madam Magloire akşam yemeğini hazırlamıştı. Su, yağ, ekmek ve tuzla yapılan bir çorba, biraz domuz pastırması, biraz koyun eti, incir, taze peynir ve büyük bir somun çavdar ekmeği. Piskopos’un masasına, misafir günlerine mahsus bir şişe eski şarap da eklenmişti.

Piskopos’un yüzü, konuksever tabiatlara özgü o neşeli ifadeyle aydınlandı. “Haydi, yemeğe geçelim!” dedi coşkuyla. Bir yabancı onunla yemek yerken âdeti olduğu üzere, adamı sağına oturttu. Son derece naif ve insancıl olan Matmazel Baptistine, onun solunda yerini aldı.

Piskopos öncelikle bir yemek duası yapılmasını istedi, sonrasında âdeti olduğu üzere çorbayı ilk önce misafirine ikram etti. Adam büyük bir iştahla yemeye başladı.

Piskopos, birden durarak “Bana öyle geliyor ki bu masada eksik bir şey var.” dedi.

Madam Magloire, aslında gerekli olduğu üzere masaya sadece üç takım çatal ve kaşığı yerleştirmişti. Ancak Piskopos akşam yemeklerinde misafiri olduğu zaman, mutlak surette masaya altı gümüş takımın yerleştirilmesini isterdi. Bu, onun açısından tamamen masumane bir gösterişti. Bir nevi lüksün zarif görüntüsü olan bu takımlar, onun yoksul hanesinde sahip olduğu en büyük eğlencesiydi.

Madam Magloire; onun bu sözüyle ne demek istediğini hemen anlamış, tek kelime etmeden dışarı fırlamış ve kısa bir süre sonra Piskopos’un kastettiği geri kalan üç takım gümüş çatal kaşık ile geri dönerek onları masanın üzerine simetrik olarak yerleştirmişti.