Sefiller I. Cilt

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

XII
Monsenyör Bienvenu’nün Yalnızlığı

Bir piskoposun etrafı neredeyse her zaman genç ve tecrübesiz din adamlarıyla çevrilidir. Tıpkı bir generalin genç subaylardan oluşan bir toplulukla olması gibi. Büyüleyici Aziz Francois de Sales’in bir yerlerde toy rahipler dediği şey de budur. Her meslekte durum böyledir, büyük rütbeli kişilerin huzurunda acemi yeni yetmeler her zaman el pençe divan durur. Yükselmeleri için bunun şart olduğunu hepsi bilir. Kendi adalet terazisi olmayan hiçbir servet yoktur. Geleceği arayanlar, bu yüzden şimdiki durumlarını kabullenmektedir. Her metropolün kendi memurları olduğu gibi, piskoposların da her dediklerini yapan bir genç papazlar ordusu vardır. Bu gençler, o monsenyörün bir dediğini iki etmez; ondan alacakları bir takdir sözü için hiçbir şeyi esirgemez ve hiçbir şeyden kaçınmazlardı. Bir piskoposu mutlu etmek, bir alt diyakoz için birinin ayağını üzengiye sokmasıyla eş değerdir. Bu yolda yürürken ihtiyatlı olunmalıdır, onların arasında da gözleri kamaşanlar olabilir.

Hükûmetin başka kurumlarında büyük mevkiler olduğu gibi, kilisede de farklı mevkiler vardır. Onların bu noktada gözlerini kamaştıran şeyler, papaz başlıklarıdır. O mevkilere sahip olmak demek; aslında bir anda bütün kapıların size açılması, zengin olmanız ve birdenbire yüce bir kişiliğe dönüşmeniz anlamına gelmektedir. Bu kişiler genellikle zengin, iyi donanımlı, becerikli, dünya tarafından kabul görmüş, dua etmeyi elbette ki bilen ama aynı zamanda daha fazlasını yapabilen, kendi şahıslarına menfaat sağlamakla uğraşan kişilerdir. Kutsallık ve diplomasi arasındaki bağlantıları gayet iyi sağlayabilen kişilerdir bunlar. İşte, sayılan tüm bu özelliklere sahip olmak, kilisede yükselebilmek için şarttır. Ah, o mevkilere yaklaşanlar ne mutludur! Etkili kişiler olduklarından, piskoposluk onurunu beklerken etraflarında çalışkanlar, ayrıcalıklı olanlar ve memnun etme sanatından anlayan tüm gençler; başdiyakozlarda, papazlıklarda ve katedrallerde her zaman bu kişilerin yakınında olmayı amaçlarlar. Çünkü o üst mertebeye erişmiş olan din adamları, kendileri ile birlikte çömezlerine de fayda temin edip onların da bir an önce yükselmelerini sağlarlar. Aslında onların bu durumunu güneş sistemine de benzetebiliriz. Din büyüklerimiz de üzerlerindeki ihtişamlı kıyafetleriyle birer yıldıza benzemez mi? Onların refahları perde arkasında gizlenmiş, güzel küçük terfilere dönüşmüştür. Patronun piskoposluğu ne kadar büyükse çömezin ilerlemesi de o kadar hızlı olur. İşte Vatikan’a giden yol, böyle bir yoldu. Nasıl başpiskopos olunacağını anlayan bir piskopos, nasıl kardinal olunacağını bilen bir başpiskopos, sizi tıpkı bir Meclis üyesi gibi yanında taşırdı.

Fakir, alçak gönüllü ve inzivaya çekilmiş olan Monsenyör Bienvenu’yü bu din adamlarından saymak yersiz olurdu aslında. Sonuç olarak çevresinde tek bir genç ve yükselmek isteyen papaz bile yoktu. Paris’te olduğu dönemde bile kimse onun eteğine tutunmak için davranmamıştı. Geleceği için onu basamak olarak kullanacak tek bir kişi dahi çıkmamıştı. Tek bir filizlenen hırs, yapraklarını gölgesinde bırakma aptallığına düşmemişti. Çünkü onun gibi sadece sevgiye, merhamete, şefkate inanan ve bu inancına göre davranan bir adamın, hiç kimsenin haksız yere yükselmesine çalışmayacağını gayet iyi biliyorlardı. Monsenyör Bienvenu’nün altında büyümenin imkânsızlığını o kadar iyi anlamışlardı ki onun görevlendirdiği genç rahipler ilahiyat okulundan ayrılır ayrılmaz Aix ya da Auch başpiskoposlarına başvuruda bulunarak hemen bulundukları konumdan ayrılmaya çalışırlardı. Kısacası, dediğimiz gibi bu insanların da hırsları vardı. Fedakârlık nöbetinde yaşayan bir aziz, tehlikeli bir komşudur. Size bulaşarak tedavi edilemez bir yoksulluğu, ilerlemede yararlı olan eklemlerdeki bir ankilozu ve kısacası, istediğinizden daha fazla vazgeçmeyi iletebilir ve bu bulaşıcı erdemden kaçınılır her zaman. İşte Monsenyör Bienvenu’nün yalnızlığı da bu yüzdendir. Bizler karanlık bir toplumun ortasında yaşamaktayız. Başarı ise yozlaşmanın yamacından damla damla düşen bir derstir.

Geç de olsa başarının kokmuş, yıpratılmış bir erdem olduğu söylenebilir. Bu yıpranmış toplumun içinde başarı sağlamak ise kimi eskimiş, değerini tamamen kaybetmiş ahlak kurallarına uymakla mümkündür.

Başarının yetenekli tek bir kopyası vardır: Tarih. Juvenal ve Tacitus bu konuda şunları ifade etmiştir: Günümüzde resmî olarak hizmete girmiş olan bir felsefe, başarı cübbesini üzerine giymiş ve gerekli girişi yapmıştır. Refah kapasitesinin savunulması teorik olarak başarılmıştır. Piyangodan kazandıysanız, siz zeki bir adamsınız. Zafer kazanana saygı gösterilmelidir. Ağzında gümüş kaşıkla doğan, yaşamı boyunca şanslıdır. Şayet şanslıysanız, dünyanın geri kalan her şeyine sahip olursunuz. Mutlu olursanız, insanlar sizin mükemmel olduğunuzu düşünür. Yüzyılın görkemini oluşturan beş-altı büyük istisna dışında, çağdaş hayranlık basiretsizlikten başka bir şey değildir. Işıltılar altındır.

Tüm bu göz alıcı tavsiyeler, başarı için duyulan hırs; Bienvenu tüm bunlara uymayı reddettiği içindir ki yükselmeyi aklından bile geçirmemiştir. O; bütün bu ışıltılı sözlere, zenginliklere ve fırsatlara uymaktansa hiç yaşamamayı tercih etmiştir. Onun hayatı boyunca tek istediği şey, doğru hükümler vermek olmuştur.

XIII
Neye İnanıyordu

Ortodoksluk açısından Digne Piskoposu’nun görüşlerini açıklamaya gerek duymuyoruz. Böyle bir adamın huzurunda kendimizi saygıdan, büyük huşu içinde bulduğumuzu söylememiz yeterli olacaktır. Bir adama dürüst diyebilmemiz için, vicdanı ile davranışları arasında bir bağ kurmak gereklidir. Ayrıca belirli vasıflar bahşedilmiş kişileri, insan erdeminin tüm güzelliklerinin gelişimini, bizler ancak inançla kabul ederiz.

Acaba o, bu dogma ya da gizem hakkında ne düşünüyordu? Vicdanın iç muhakemesinin bu sırlarını sadece ruhların çıplak girdiği mezarlar bilebilirdi. Emin olduğumuz tek bir nokta vardı, o da inancın zorluklarının onun mücadelesinde hiçbir zaman ikiyüzlülüğe dönüşmediğiydi. Güneş asla balçıkla sıvanamaz…

İşte o da tıpkı güneş gibi, kendi gücünün ölçüsüne inanıyordu ve sıklıkla “Ben yalnız Tanrı’ya bağlıyım.” diye haykırmaktan kaçınmıyordu. Ayrıca her daim fakirlere yardım etmesi, onlara kuvvet vermesi, vicdani olarak rahatlamasını ve “Tanrı sizin yanınızdadır.” diyerek etrafındaki sefillerin de vicdanen güçlenmesini sağlamıştır.

Dikkat etmemiz gereken nokta, Piskopos’un inancının dışında ve ötesinde aşırı bir sevgi duygusuna sahip olmasıdır. Piskopos’un en büyük kusuru olarak uhrevi şeylerden önce; insancıl, hayati şeylere olan bağlılığı ve bu bağlılığı gizlemeyişi gösteriliyordu. Aslında o, tam anlamıyla insanla ilgili olan her şeyi seviyordu. Ne de özenilecek büyük bir kusurdu bu böyle? Onunki, daha önce de belirttiğimiz gibi, insanları aşan ve zaman zaman onlara bağlı eşyalara kadar uzanan dingin bir hayırseverlikti. Hiç kimseyi küçümsemeden yaşayan biriydi. Tanrı’nın yarattıklarına karşı her zaman hoşgörülüydü. Her insan, içimizdekilerin en iyisi bile mutlak surette yüreğinin derinliklerinde düşüncesiz bir sertlik taşırdı. Ancak Digne Piskoposu, birçok rahibe özgü olan o sertlikten dahi hiçbir suretle nasibini almamıştı. Brahman’a kadar hiç gitmemişti ancak Vaiz’in şu sözlerini gayet net bir biçimde benimsemiş olduğu aşikârdı: “Hayvanların ruhlarının nereye gittiğini kim bilebilir ki?” Görüntülerin çirkinliği, içgüdülerin biçimsizliği onu hiçbir zaman rahatsız etmez, öfkesini uyandırmazdı. Kutsal ruhlar ona dokunmuş, böylece onun uhrevi bir varlık olmasını sağlamıştı. Dış görünüşe asla önem vermediği tüm davranışlarından belliydi. O ruhen hayatın sınırlarını, nedenini, açıklamasını veya bahanelerini aramak için düşüncelerinin derinliklerine dalmıştı. Bazen Tanrı’ya, vermiş olduğu cezaları hafifletmesi için dua ediyordu. Kaosun doğada hâlâ var olan kısmının gazaba uğramaması için varoluşun yazılmış olduğu parşömeni deşifre eden bir dil bilimcinin gözüyle tekrar tekrar inceliyordu. Dalmış olduğu düşünceler kimi zaman onun tuhaf sözler söylemesine neden oluyordu. Bir sabah bahçesinde dolaşıyor, yalnız olduğunu düşünüyordu ama kız kardeşi tıpkı bir gölge gibi onun arkasından yürüyordu. Piskopos bir anda olduğu yerde durdu, yerdeki bir şeye dikkatlice baktı; büyük, kapkara, kıllı ve korkunç bir örümcekti baktığı şey. Kız kardeşi onun şöyle dediğini duydu: “Zavallı yaratık! Bu onun suçu değil ki!..”

Bu neredeyse ilahi, çocukça nezaket sözlerinin kime, nasıl bir zararı olabilirdi ki? Çocuk gibiydi ama onun bu yüce çocuksuluğu Aziz Francis d’Assisi’ye ve Marcus Aurelius’a özgü kutsal bir saflığa sahipti. Bir gün bir karıncaya basmamak için ayağını bile burkmuştu bu nahif adam. İşte bu kadar hakkaniyetli yaşayan bir insandı. Bazen bahçesinde bile uyuyakalırdı ve bunu eşi benzeri olmayan bir nimet sayardı kendisine.

Monsenyör Bienvenu’nün gençlik yıllarında aslında oldukça öfkeli biri olduğuna dair söylentiler vardı. Hatta rivayetlere göre eskiden fazlasıyla gururlu da bir adammış. Onun evrensel güzelliği; doğanın bir içgüdüsünden çok, yaşam aracılığıyla yüreğine sızmış ve yumuşaklığını zamanla, düşüne düşüne kazanmış. Sizce de böylesi daha değerli değil midir? Çünkü bir karakterin oluşumunda, tıpkı kayalarda olduğu gibi, su damlalarının oluşturduğu delikler olabilir. İşte bu delikler asla silinemez ya da yok edilemez.

1815’te, daha önce de söylediğimiz üzere, yetmiş beşinci doğum gününe ulaştı Piskopos. Ancak dış görünüş olarak altmıştan fazla görünmüyordu. Uzun boylu birisi değildi, oldukça da tombuldu ve bu durumla mücadele edebilmek için uzun yürüyüşler yapmayı severdi. Adımları hâlâ oldukça sağlam olmasına karşın yaşlılıkla birlikte hafif kamburu çıkmıştı. Bu özelliğini belirterek elbette ki herhangi bir şeyi ima etmiyoruz. Sonuç olarak onun bu özelliğinden kimseye zarar gelmezdi. XVI. Gregory de seksen yaşında bir ihtiyar olmasına rağmen dimdikti ve dudaklarından hiç eksik olmayan bir tebessümü de vardı. Ancak bu durum yine de onun berbat bir piskopos olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Monsenyör Bienvenu’ye halk arasında insanlar “Güzel Baş” diyorlardı. Gerçekten de güzeldi ancak çok sevimli olmasından dolayı, güzelliği ikinci plana atılıyordu.

 

Onun cezbedici özelliklerinden biri olan ve daha önce sözünü ettiğimiz o çocuksu neşesiyle konuştuğunda insanlar, onun yanında kendisini rahat hissediyor ve sanki tüm benliklerine neşe yayılıyordu. Sağlıklı ve ışıldayan yüzü, ilerlemiş yaşına rağmen bembeyaz olan dişleriyle dinç bir adamdı; gülümsemesi bu yüzden karşısındakileri rahatlatıyordu, tertemiz bir ifadesi vardı bu gülümsemenin. İşte onun bu tertemiz ifadesi “o iyi bir adam” denilmesine neden oluyordu, onun başını kolayca bir çocuğunkine benzetebilirdiniz. Hatırlanacağı üzere, Napolyon için de aynı şey söylenirdi. İlk bakışta bir çocuk gibi görünen İmparator; aslında birkaç saat yanında kaldıktan sonra, üstünlüğünü ortaya koyan, karşısındakini etkileyen bir nitelik kazanıyordu. Beyaz bukleleriyle daha muhterem bir görüntüye sahip olan geniş ve ciddi ifadeli alnı, konuşmaları esnasında ona daha ruhani bir etki veriyordu. Bu görüntüsüyle etrafa yaydığı bu iyilik parıltısı, gülümsemeyi bırakmadan kanatlarını yavaşça açan, tebessüm eden bir meleği gördüğünde insanın hissedebileceği tüm duyguları aynı anda yaşatıyordu. Piskopos’a karşı işte tüm bu özelliklerinden dolayı büyük bir saygı duyuyorlardı. Bu, ifadesi pek mümkün olmayan türden, insanın yavaş yavaş içine nüfuz eden, yüreğine kadar dokunan ve karşısında düşüncenin artık sadece yumuşak kalmayacak kadar yüce olduğunu; güçlü, iyi denenmiş ve hoşgörülü ruhlardan birine sahip olduğunu hissettiren türde bir saygıydı.

Gördüğünüz üzere tüm bu anlatılanlar, onun şahsiyetine dair yeterince bilgi elde etmemizi sağlıyor. İyilik, fazilet, dinî törenler, fakirlere yardım, sefillere teselli, misafirperverlik, vaazlar… İşte bunların tümü, onun günlük hayat meşgaleleriydi. Tam anlamıyla dopdolu demek doğru bir ifade olacaktı; kesinlikle Piskopos’un günü, sabah kalktığı andan gece yatana kadar güzel sözler, temiz duygular ve iyi davranışlarla doluydu. Bununla birlikte soğuk veya yağmurlu havalar dışında, iki kadın odalarına çekildiklerinde Piskopos bahçeye çıkar, bir veya iki saat hem düşünür hem de dolaşırdı. Bunu yapamadığı gecelerde ise gününü tamamlanmamış sayardı. Ona göre geceleri gökyüzünü ve yıldızları seyrederek Tanrı’yı düşünmek, felsefi konular hakkında fikir üretmek, bu düşüncelerle kendini uykuya hazırlamak bir ibadetti. Bazen iki ihtiyar kadın hâlâ uyanıksa gecenin ilerleyen saatlerinde, onun hâlâ bahçede gezindiğini duyarlardı. O sıralarda Piskopos kendisi ile yalnız kalarak yüreğini ve zihnini gerektiği kadar temiz ve açık kılmaya çalışmakla uğraşır, kendisini gözden geçirir; takımyıldızlarının bariz ve Tanrı’nın görünmez görkemiyle de harekete geçerek yüreğini bilinmeyene dair düşüncelere açardı. Böyle anlarda yıldızlı gecenin ortasında mutlak fazilete ulaşmak ister, bunun için çırpınırdı. Yaradılışın evrensel ışıltısının ortasında coşkuyla yüreğindekileri dışarı dökerken tek düşüncesi, insanın Tanrı’sının huzurunda nasıl yücelebileceği olurdu. Tanrı’ya duyduğu hayranlığın kendisini tabiata daha da yakınlaştırdığına inanırdı; sebepler üzerinde pek fazla düşünmez, sadece sonuçlara bağlanmakla yetinirdi. İşte bu, ruhların uçurumları ile evrenin uçurumlarının gizemli değişimiydi!

Tanrı’nın büyüklüğünü ve varlığını, geleceğin sonsuzluğunu ve içinde barındırdığı gizemi, sonsuz geçmişin çok daha büyük gizemlere sahip olduğunu, gözlerinin altında tüm duyularına işleyen sonsuzluğu ve anlaşılmaz olanı anlamaya çalışarak düşüncelere dalardı. Tanrı’yı incelemez, kendisini onun büyüsüne kaptırırdı. Maddeye görünümleri ileten güçleri doğrulayarak açığa çıkaran; birlik içinde bireysellikler, genişlikte orantı, sonsuzda sayısızlık yaratan ve ışık yoluyla güzellik üreten atomların o muhteşem bağlantılarını düşünürdü. İşte tüm bu bağlantılar onun düşünce âleminde, tıpkı yaşam ve ölüm gibi, durmadan kurulur ve çözülürdü.

Sırtını solmaya yüz tutmuş bir asma dalına yaslayarak tahta bir sıraya oturur, meyve ağaçlarının cılız ve bodur silüetlerinin arasından yıldızlara bakardı. Çok düzgün ekilmemiş, yaşadıkları yapı yıpranmış olsa da sahip oldukları bu çeyrek dönümlük arazi onun için çok değerliydi ve tüm ihtiyaçlarını karşılıyordu.

Çok az boş zamana sahip olan, hayatını sürekli çeşitli uğraşlarla geçiren; boş zamanını gündüz, bahçesi ve gece, tefekkür arasında bölen bu ihtiyar adamın başka neye ihtiyacı olabilirdi ki? Bu küçük bahçesinde, göklerin bahçesinin üzerine tavan yaptığı bu dar alan onun Tanrı ile iletişimini sağlaması için yeterli değil miydi? Aslında şu dünyada sahip olabileceği her şey elinde mevcuttu, bunun ötesinde arzulanacak ne kalmıştı ki? İçinde dolaşabileceği küçük bir bahçe, hayal edebileceği uçsuz bucaksız bir gökyüzüne sahipti. Bahçesi onun için kutsaldı, en az kilise kadar kutsaldı, burası ona yetiyordu; yeryüzündeki çiçekleri ve gökyüzündeki tüm yıldızlar ona aitti, başka da bir isteği yoktu zaten.

XIV
Ne Düşünüyordu

Son bir söz daha…

Bu tür ayrıntılar, özellikle şu anda ve şimdi moda olan bir ifadeyi kullanacak olursak Digne Piskoposu’na belirli bir “panteist” ifade veriyordu. Bazen yalnız ruhlarda ortaya çıkan ve orada bir biçim alıp dinin yerini alıncaya kadar büyüyen, kendi asrımıza has olan bu şahsi felsefelerden birini benimsediği kanaatine varabiliyordu insanlar. Monsenyör Bienvenu’yü tanıyan kişilerden hiçbirinin, kendisinin böyle bir şey düşünmeye yetkili olduğunu aklına getirmediği hususunda ısrarcıyız. Bu adama böylesine ruhani bir parlaklık veren tek şey, onun yüreğiydi. Bilgeliği oradan yükselen ışıktan kaynaklanıyordu.

Bir sisteme bağlı değildi ama birçok amacı vardı. Belirsiz spekülasyonlar insanın aklını karıştırırdı. Ancak hayır, o kesinlikle zihnini kıyamet düşünceleri ile mahvedecek türden bir adam değildi. Papazlar cüretkâr olabilirdi ancak piskoposlar çekimser olmak zorundaydı. Bu nedenle de bir bakıma, korkunç büyük beyinlerin çözmesi gereken bazı sorunları çok önceden dile getirmekten mutlak surette çekinirdi. Dinî düşüncelere yaklaşmakta olan gizemli, kutsal bir korku vardır; işte tam da o kasvetli eşiğe yaklaştığınızda içinizden bir ses, size asla oradan içeriye girmemenizi söyler. Oraya girenlerin vay hâline!

Söz konusu böyle bir durumda, soyutlamanın ve saf spekülasyonun aşılmaz derinliklerinde, tabiri caizse tüm dogmaların üzerinde onun gibi dehalar, fikirlerini Tanrı’ya sunardı. Onların duaları cüretkâr biçimde büyük tartışmalara neden olurdu. Onların hayranlığı sorgulanırdı. Sınırlarını zorlayanlar, heyecan ve sorumlulukla dolu olanlar için buna doğrudan doğruya din diyebiliriz işte.

İnsan düşüncesinin kesinlikle sınırı yoktur. Kendi başına aldığı riskler ve tehlikelerin altında, benliklerinin göz kamaştırıcı etkisini analiz ederek zihinlerinin derinliklerine inerlerdi. Bu düşünceler ve muhteşem bir tepki ile tabiatı bile büyülediğini söyleyebilirdik. Bizi çepeçevre saran bu büyük evren ancak bizden aldıklarını geri verebilirdi; elbette tüm bu düşüncelerin sınırlarını aşan, ufkunun sınırları olmayan kişiler de vardı. Hayalleri ufkunun eşiğinde, mutlaklığın doruklarını açıkça algılayabilen ve sonsuz zirvelerin korkunç vizyonuna sahip olan insanlardı onlar. Monsenyör Bienvenu bu adamlardan biri değildi, hatta o bir dâhi de değildi. Swedenborg ve Pascal gibi bazı çok büyük adamların bile delirdiği bu yüceliklerden korkardı o. Elbette bu güçlü dehaların akıllarında onları deli eden bu soruların kendilerine has eşsiz cevapları da vardı ve bu çetin yollardan ancak bu suretle ideal mükemmelliğe yaklaşabilirlerdi. Piskopos’a gelince onun hiçbir zaman böyle bir dileği olmamıştı, o sadece kısa yolu seçerek kayıtsız şartsız İncil’e inanma yolunu seçmişti.

O sadece üstlenmiş olduğu kutsal görevini layıkıyla yerine getirmeye çalışan bir adamdı, faziletli ve mütevazı idi. Olayların karanlık dalgasını dağıtacak hiçbir gerçek dışı ışığı yansıtmayı tercih etmezdi. Halka hiçbir suretle ne bir falcı ne de bir büyücü gibi görünmek istedi. Hiçbir zaman sahte alevlerin ışığını halkın duyguları üzerinde yoğunlaştırmaya çalışmadı. Bu alçak gönüllü ruh sadece sevdi, Tanrı’sına büyük bir aşkla bağlandı, hepsi buydu.

Dua etmeyi insanüstü bir özlemin tesiriyle yüksek sesle ifade etmek istemiş olabilirdi ancak insan, nasıl gereğinden fazla sevemezse aynı şekilde gereğinden fazla da dua edemezdi. Eğer metinlerin ötesinde dua etmek bir tutkuysa o zaman Aziz Teresa ve Aziz Jerome de geleneklere ters insanlar olmalıydı.

O, inleyen ve kefaret ödemek zorunda kalan zavallılara yöneldikçe evreni uçsuz bucaksız bir hastalık olarak görüyordu; her yerde ateşi hissedebiliyor, ızdırabın sesini duyabiliyor ve her yerde acı çekenleri görebiliyordu. Ancak asla asıl meseleyi çözmeye çalışmadan sadece onların bu yaralarını sarmak için uğraşıyordu. Yaratılmışların yaşadıkları korkunç ızdırapların görüntüsü onda zamanla belli bir hassasiyet oluşturmuş, yüreğini yumuşatmıştı; bu yüzden de kendisini sadece benliğini bulmaya, etrafındaki sefillere ve zavallılara şefkat göstermeye, kederlileri en iyi şekilde teselli etmeye adamıştı. Her gününü var olan teselli ve kurtarmanın yollarını arayarak geçiriyordu işte bu, nadir bulunabilecek iyi yürekli Piskopos.

Sürekli olarak altını çoğaltmak için çabalayan insanlar vardı. Ancak bu yüce ruhlu adam, sadece merhametin çoğalması için çaba sarf ediyordu. Zihninde evrensel sefaletten başka bir düşünce yoktu. Her yerde hüküm süren; kaynağını evrenin acılarından, bitip tükenmek bilmeyen sefilliği çevresindeki acılardan alanlar için iyilik her zaman bir fırsattır, diye düşünürdü. Birbirini sevmek, vaazlarında her zaman bunu tekrarlardı. Mutlak iyilik duygusunun bu olduğuna inanırdı, zaten başkaca bir dileği de yoktu. Hayatının bütün gayesi sadece bu düşüncelerden ibaretti. Bir gün kendisinin bir “filozof” olduğuna inanan o adam, daha önce bahsettiğimiz Senatör, Piskopos’a şunları söyledi:

“Sadece dünyanın gözlerimizin önüne serdiği şu manzaraya bir bakın, herkes birbiriyle savaşıyor; en güçlü olan, en fazla zekâya sahip olan. Bu duruma bakılacak olursa sizin herkese söylediğiniz ‘birbirinizi sevin’ doktrini, sizce de biraz saçmalık gibi görünmüyor mu?”

“Eh.” diye yanıtladı Monsenyör Bienvenu, adamın sözlerine itiraz etmeye gerek duymadan. “Eğer bu durum bir saçmalıksa incinin kendisini istiridyeye mahkûm etmesi gibi, ruhun da kendisini istiridye kabuğunun içine hapsetmesi gerekmektedir.” İşte tıpkı söylediği gibi, o da kendisini gerçekten bu inanışın içine kapatmış, yaşamını bu şekilde sürdürmeye devam ediyordu. Bundan kesinlikle çok mutlu olduğu da söylenebilirdi, bir taraftan insanı çeken ve kafasını bulandıran esrarlı soruları bir kenara itmeyi başarmış; diğer taraftan tertemiz, sade bir yaşantı kurabilmişti. İnsanın zihnini yoran bu tür konulara kafasını hiç yormamıştı. Kader, iyi ve kötü, varlığa karşı olmanın yolu, insanın vicdanı, hayvanın düşünceli uyurgezerliği, ölümdeki dönüşüm, mezarın içerdiği varoluşların tekrarı, ardışık aşkların inatçı “ben”e anlaşılmaz aşılanması, öz, töz, Nil ve Ens, ruh, doğa, özgürlük, zorunluluk; insan zihninin devasa başmeleklerinin eğildiği sorunlar, uğursuz karanlıklar; Lucretius, Manou, Saint Paul, Dante’nin şimşek çakan gözleriyle, sonsuzluğa sabit bakışıyla orada yıldızların parlamasına neden oluyormuş gibi görünen korkunç uçurumlar…

Her şeye rağmen Monsenyör Bienvenu; sadece gizemli soruların dış görünüşünü, onları incelemeden ve kendi zihnini bunlarla meşgul etmeden hafızasına kazıyan ve kendi ruhunda karanlığa karşı büyük saygı besleyen bir adamdı.