Sefiller I. Cilt

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

XIII
Küçük Gervais

Jean Valjean, o gün kaçarcasına kasabayı terk etti. Fark etmeden ayakları geri gidiyor olsa da önüne çıkan her türlü yolda hızlıca ilerledi. Bütün sabah boyunca hiçbir şey yememiş olmasına rağmen hiç açlık hissetmeden öylece dolaşmaya devam etti. Duyguları yine karışmıştı. İçinden yükselen korkunç bir öfkenin bilincindeydi ancak bu öfkenin kime karşı olduğunu kestiremiyordu. Piskopos’un gerçek anlamda onun vicdanına dokunduğu inkâr edilemezdi. Karşılaştığı ve yaşamının son yirmi yılında edindiği kötülük duygusuna karşı, bugün yaşamış olduğu bu anlar, onun kalbini yumuşatmış olabilir miydi? Bu ruh hâli onu fazlasıyla yormuştu. Dehşetle, talihsizliğin yarattığı adaletsizliğin ona verdiği ürkütücü sükûnetin içinde kaybolmak üzere olduğunu algıladı. Nasıl davranması gerektiğini bir türlü kestiremiyordu. Bu belirsizlik onu şaşırttığından jandarmaların onu tutuklamış olmalarını diliyordu, böylece en azından bu tür karmaşık duyguları yaşamamış olacaktı.

Mevsim kabul edilebilir ölçüde ilerlemiş olsa da şurada burada bulunan çit sıralarında hâlâ geç kalmış birkaç çiçek vardı. Yürüyüşü sırasında içinden geçerken kokuları ona çocukluğunun anılarını hatırlatıyordu. Bu anılar onun için dayanılmazdı, aklına gelmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Bütün gün boyunca böyle biçare hâlde, dile getirmediği düşüncelerin arasında boğuldu.

Çakıl taşları ve toprağın üzerine uzun gölgelerin düştüğü akşam saatine doğru Jean Valjean, yorgunluktan bir çalının arkasına sinerek ıssız ovanın ortasında bir yere oturdu. Ufukta görebildiği Alplerden başka hiçbir şey yoktu. Uzaklarda bir köye dair bir emare bile bulunmuyordu. Jean Valjean, Digne kasabasından üç fersah uzakta olabilirdi. Birkaç adım ötesinde ovayı kesen bir patika, çalılıkların arkasından uzanıyordu. O, bütün o duygu karmaşasının arasında düşüncelere daldığı sırada, neşeli bir sesle birisinin şarkı söylediğini duydu.

Başını çevirip baktığında bunun on yaşlarında küçük bir çocuk olduğunu gördü. Savoyardlı çocukların söylediği türden bir çocuk şarkısını söylüyordu. Pantolonunda delikler olan, sefil görünümlü ancak yine de neşeli ve kibar çocuklardan biriydi.

Çocuk durmadan aynı şarkıyı tekrar ediyor, bu sırada yürümeyi bırakıyor ve elindeki muhtemelen bütün serveti olan birkaç bozuk parayla oynuyordu. Bu paranın arasında bir de kırk sent olduğunu fark etti.

Jean Valjean’ın orada olduğunun farkında olmayan çocuk, çalılıkların yanında durdu ve o zamana kadar büyük bir hünerle avucunun içinde oynadığı bir avuç dolusu bozuk parayı havaya fırlattı. Bu sefer bozuk paraların arasından kırk sent elinden düşerek Jean Valjean’a ulaşana kadar çalılıklara doğru yuvarlandı.

Jean Valjean hemen ayağını o paranın üzerine koydu. Bu sırada kaybettiği parasını arayan çocuk, onu fark etti. Hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden ona doğru yürüdü. Bulundukları yerde tamamen yalnızlardı, göz alabildiğine ovada ya da patikada kimsecikler yoktu. Tek ses, göklerin uçsuz bucaksız yüksekliğinde uçan bir kuş sürüsünün minik, cılız çığlıklarıydı. Çocuğu olduğundan daha da güzel gösteren akşam güneşi, Jean Valjean’ı büsbütün korkunçlaştırıyor; ortaya garip bir çiftin çıkmasına neden oluyordu.

“Efendim.” dedi küçük çocuk, saf cehalet ve masumiyetten oluşan o çocuksu güvenle. “Param?”

“Adın ne senin?” dedi Jean Valjean.

“Küçük Gervais, efendim.”

“Git buradan.” dedi Jean Valjean.

“Efendim.” dedi çocuk tekrar. “Paramı geri verin.”

Jean Valjean başını önüne eğdi ve cevap vermedi.

Çocuk tekrar: “Param efendim.” dedi.

Jean Valjean’ın gözleri yere sabitlenmişti. “Param, azıcık param!” diye ağladı çocuk. “Bir parçacık gümüş param!”

Jean Valjean sanki onu hiç duymuyormuş gibi davranıyordu. Çocuk onu hırkasından yakalayarak sarstı. Aynı zamanda, Jean Valjean’ın parasının üzerine koymuş olduğu demir ökçeli ayakkabısını kaldırmaya çalışıyordu.

“Paramı istiyorum, bana kırk sentimi geri ver!”

Çocuk ağlamaya başladığında Jean Valjean, başını kaldırdı. Hâlâ olduğu yerde durmaya devam ediyordu. Kederli gözleriyle çocuğu süzdü. Sonra elini sopasına attı ve korkunç bir sesle: “Kimsin sen?” diye bağırdı.

“Benim, efendim.” diye yanıtladı çocuk. “Küçük Gervais! Benim! Bana kırk sentimi geri vermenizi istiyorum! Lütfen ayağınızı çekin, efendim!”

Bir süre sonra, çocuk olmasına rağmen öfkelendi ve onu korkutmak istermiş gibi üzerine yürüyerek bağırmaya başladı:

“Haydi ama ayağını çeker misin? Çek şu ayağını yoksa kötü olacak!”

“Ah! Sen hâlâ burada mısın?” dedi Jean Valjean ve birden hâlâ ayağı paranın üzerindeyken doğruldu ve ekledi: “Gelip kendin almak ister misin?”

İri yarı adamın birden karşısında dikildiğini gören çocuk, korkudan titremeye başlamış ve birkaç dakikalık sersemlikten sonra, ağlamaya bile cesaret edemeden arkasını dönüp kaçmıştı.

Nefesi kesilene kadar ağlayıp koşmayı sürdürdü, sonrasında arkasına baktı ve ağlamaya devam etti. Jean Valjean düşmüş olduğu düşüncelerin arasından onun hıçkırıklarını duyabiliyordu. Birkaç dakika sonra çocuk ortadan kayboldu. Güneş, artık enikonu batmıştı.

Gecenin karanlık gölgeleri yavaş yavaş Jean Valjean’ın etrafına çöküyordu. Bütün gün hiçbir şey yememiş, ayrıca üşümeye de başlamıştı.

Olduğu yerde dikilip kalmış, gözleri bir şişe kırığının üzerinde öylece duruyordu. Derin ve uzun bir nefes alarak gerindi. Dikkatle etrafını inceledi. Bir anda titremeye başladı, akşam soğuğunu daha yeni yeni hissediyordu.

Şapkasını sıkıca başına yerleştirdi, uyuşmuş hareketlerle hırkasının düğmelerini iliklemeye çalıştı. Bir adım ilerledi ve sopasını almak için durdu. O anda ayağını kaldırınca yerdeki toprağa gömülü o gümüş bozuk parayı gördü. Bir anda şaşkınlıkla irkildi. “Bu da ne?” diye mırıldandı dişlerinin arasından. Üç adım geriledi, bakışlarını ayağının bastığı noktadan bir anlığına dahi ayırmadan sanki karanlıkta parlayan şey üzerine perçinlenmiş açık bir gözmüş gibi, şok içerisinde ona bakarak olduğu yerde donup kaldı.

Birkaç dakika sonra kıvranarak gümüş sikkeye doğru fırladı. Küçük çocuğun elinden zorla almış olduğu bu gümüş para, sanki ona belli bir işaret veriyormuş gibiydi. Eğilip parayı yerden aldı. Saklanacak bir yer ararmış gibi çevresindeki dümdüz boşluğa baktı, gözlerini ufkun tüm noktalarında gezdirdi. Orada, sığınak arayan korkmuş bir vahşi hayvan gibi dimdik durarak titriyordu.

Hiçbir şey göremedi. Karanlık bastırıyordu, içinde garip duyguların korkunç karmaşası yaşanmaktaydı. İnledi, bir anda aklı başına gelmişti.

“Ah!” diye hayıflandı ve hızla çocuğun kaybolduğu yöne doğru yola koyuldu. Otuz adım kadar sonra durdu, etrafına baktı ama kimseyi göremedi. Sonra tüm gücüyle bağırdı:

“Küçük Gervais! Küçük Gervais!” Durdu ve bekledi. Cevap yoktu. Etrafında sadece koyu bir karanlık ve sessizlik hâkimdi. Bakışlarının kaybolduğu bir karanlıktan ve sesini yutan korkunç bir sessizlikten başka hiçbir şey yoktu.

Buz gibi bir kuzey rüzgârı esiyor, rüzgârın etkisinden eğilip bükülen ağaçlarda kendi iç âlemini görüyordu. Ağaçların ince dalları; kovalanan suçlulara, ezilmiş insanlara benziyordu. Ürktü onlardan, adımlarını sıklaştırdı. Sonra koşmaya başladı. Zaman zaman duruyor, çevresindeki sessizliği yırtan garip bir sesle “Küçük Gervais! Küçük Gervais!” diye bağırıyordu.

Elbette, çocuk onun bu korkunç sesini duymuş olsaydı paniğe kapılır ve kendisini ona göstermemek için mümkün olduğunca gizlenirdi. Ancak çoktan oralardan uzaklaşmıştı.

At sırtında ilerleyen bir rahip gördü, ona doğru giderek şöyle dedi: “Rahip efendi, buradan geçen bir çocuk gördünüz mü?”

“Hayır.” dedi, rahip.

“Küçük Gervais adında biri.”

“Ben kimseyi görmedim.”

Cüzdanından iki adet beş frank çıkararak rahibe verdi. “Rahip efendi, bunu yoksullarınıza dağıtın. Rahip efendi, o küçük bir çocuktu, yaklaşık on yaşlarında. Sanırım elinde bir torba vardı, bir düşünseniz, onu gerçekten görmediniz mi?”

“Görmedim.”

“Küçük Gervais? Buraya yakın köylerden birinde yaşıyor olmalı. Onu tanıyor musunuz?”

“Belki de yabancı biridir, dostum. Tanımıyorum böyle birini. Buralardan gelip geçen biri olmalı. Onlar hakkında hiçbir şey bilmeyiz.”

Bunun üzerine çılgınca ekledi Jean Valjean: “Rahip efendi, beni tutuklayın. Ben bir hırsızım.” dedi. Rahip, atını mahmuzladı ve telaşlı bir biçimde oradan kaçıp uzaklaştı. Jean Valjean ilk gittiği yöne doğru koşmaya devam etti. Etrafına bakıyor, ara sıra küçük çocuğun adını bağırarak ilerlemeye devam ediyordu. Kimi gölgeleri insanlara benzeterek ümitleniyor, sonra yeniden kedere kapılıyordu. Sonunda bir üç yol ağzına gelerek durdu. Ay, dümdüz ovayı aydınlatıyordu. Bakışlarını uzaklara yönlendirdi ve “Küçük Gervais! Küçük Gervais! Küçük Gervais!” diye bağırdı. Çığlığı sisin içinde hiçbir yankı dahi bulmadan yitip gitti. Bir kez daha “Küçük Gervais!” diye mırıldandı ama bu sefer zayıf ve neredeyse anlaşılmaz bir sesle… Bu onun son çabasıydı; sanki görünmez bir güç, kötü vicdanının ağırlığı, onu birdenbire ezmeye başlamıştı. Bacaklarında takat kalmadığını hissetti, yorgunluktan büyük bir taşın üzerinde yığıldı. Yumrukları başının üzerinde, yüzü dizlerine kapanmış: “Ben bir zavallıyım!” diye haykırdı.

Ve sonunda, yüreği daha fazla bu yaşananlara dayanamadığından ağlamaya başladı. On dokuz yıldan bu yana ilk kez ağlıyordu.

Jean Valjean, onu Piskopos’un evinden ayrıldığında gördüğümüz gibi, o ana kadar düşündüğü her şeyden uzaklaştı. İçinde olup bitenlere teslim olamazdı. O, kötü bir adam olmak istiyordu. “Jean Valjean, kardeşim, artık siz kötülükten çok iyiliğe yakınsınız. Bundan böyle artık vicdanınızı satın almış bulunuyorum. Onu karanlıktan ve düşmüş olduğu cehennem çukurundan çıkarıp Tanrı’nın merhametine sunuyorum.” Yaşlı adamın meleksi hareketlerine ve nazik sözlerine karşı bile kendisini hissizleştirmişti.

Durmadan yaşlı adamın bu sözleri aklına geliyordu. Bu yüce iyiliğe, içimizdeki kötülüğün kalesi olan gurura karşı çıkıyordu. O din adamının onu affetmesinin, içindeki iyilik duygularını harekete geçiren en büyük ve en çetin saldırı olduğunun belli belirsiz bilincindeydi; bu merhamet duygusuna direnmeyecek olursa içindeki bütün kötülüklerin sona ereceğini biliyordu. Eğer şimdi buna boyun eğecek olursa bunca yıl boyunca diğer insanların eylemlerinden dolayı vicdanını dolduran öfke ve nefretten vazgeçmek zorunda kalacaktı. Onu fetheden iyilik duygusu yüzünden kötü kalamayacaktı ama o, kötü bir adam olmak istiyordu. İşte o anda, onun kötülüğü ile vicdanının derinliklerindeki asıl Jean Valjean’ın iyi yüreği arasında muazzam ve nihai bir mücadele başlamış oldu.

 

Bu aydınlanmanın sarhoşluğuyla yoluna devam etti. Bitkin gözlerle yürümeye devam ederken Digne kasabasında yaşamış olduğu maceranın acaba ne gibi sonuçlar doğuracağının farkında mıydı? Yaşamın belirli anlarında vicdanı uyaran ya da zorlayan tüm o gizemli mırıltıları anlayabiliyor muydu? Sersem gibi olmuştu, beyni zihnindeki büyük kavgadan uğulduyordu, artık onun için bir orta yol kalmamıştı. İçinden bir ses, sağduyusu olmalıydı, iyi yürekli olma zamanının geldiğini, aksi hâlde deyim yerindeyse sefillerin en sefili olarak öleceğini söylüyordu. İyi yürekli bir melek mi yoksa kötü biri olarak kalıp canavar olmak mı istiyordu, karar vermeliydi.

Burada yine bir şeyi sorgulamamız gerekiyor, o da Jean Valjean’ın iç dünyasında olup bitenleri nasıl bir gözle gördüğünü. Talihsizlikler, elbette ki daha önce de söylediğimiz üzere zekâsı gelişmiş kişilerin önemli sonuçlar elde etmesini sağlayabilirdi. Jean Valjean’ın ise burada belirttiğimiz her şeyi çözebilecek durumda olup olmadığı şüpheliydi. O sadece bu duyguların etkisi altında kalabilirdi ve bu etkilerin ona gerçek anlamda acı verdiği de doğruydu. Piskopos, onu mahkûmiyet denen o karanlık ve biçimsiz durumdan çıkarırken vicdanına dokunarak şaşkına çevirmişti. O ise bu şaşkınlıktan kurtulmaya çalışıyor, kurtulmayı başaramadıkça da öfkeleniyor, huysuzlaşıyor, iyiliğin varlığını kabullenmek istemiyordu. İyilik, saflık ve ışık dolu bir yaşamın parlaklığı onun titremesine ve korkmasına neden oluyordu. Artık bu dünyada tam olarak nerede olduğunu kestiremiyordu. Güneşin doğuşunu ansızın gören bir baykuş gibi, mahkûmun gözleri de kamaşmış ve âdeta erdemle kör olmuştu.

Kesin olarak bildiği tek şey, şüphe duymadığı tek şey, artık aynı adam olmadığıydı. Bu kadar kısa süre içerisinde nasıl da böylesine değişebilmişti? Piskopos, bunu hiç dillendirmemiş olmasına rağmen yegâne sebebiydi, bunu kesinlikle biliyordu. İşte bu duyguların etkisi altında kalarak bu etkiden kurtulabilmek için Küçük Gervais’nin parasını çalmıştı. Neye yaramıştı? Bunu kesinlikle açıklayamıyor, büyük bir pişmanlık yaşıyordu. İçindeki kötülük dürtülerinin etkisiyle kazanmış olduğu güç duygusu onu mutlu etmiyordu. Basitçe şunu söyleyebilirdik ki o anda o parayı çalan aslında Jean Valjean değil; onu kuşatan kötülük duygularıyla hareket eden, şimdiye kadar duyulmamış düşüncelerin arasında mücadele ederken alışkanlık ve içgüdüleriyle bu paraya el koyan, içindeki canavardı.

İşte bu duyguların pişmanlığı sonucunda yeniden kendine geldiğinde yaptığı hareketin korkunçluğunu idrak ederek büyük bir vicdan azabı yaşamıştı Jean Valjean. Bu nedenle, öylesine korku dolu bir iniltiyle geri çekilmişti. O çocuğun parasını çalarak ne kadar kötü olduğunu, vicdanının ne kadar taşlaşmış olduğunu kanıtlamak istemişti ama artık anlıyordu ki direnmesi nafileydi, onun yüreği değişmişti.

Her ne olursa olsun, yapmış olduğu bu son şeytani eylemin etkisi üzerinde büyük izler bırakmıştı. Zihninde taşıdığı o büyük kaosu birdenbire darmadağın etmiş, yüreğinin bir tarafına karanlığı diğer tarafına aydınlığı yerleştirmişti. Birdenbire iyi ve kötüyü birbirinden muhteşem bir ustalıkla ayırt edebilen bir adama dönüşmüştü. Zihninde gerçeğe dair büyük bir pencere açmayı başarmıştı. O, artık tam anlamıyla aydınlığa kavuşmuştu. Bu yüzden de şimdi tüm etkilerden arınıp parasını geri vermek üzere çocuğu bulmaya çalışmalıydı. Ancak bunun ne kadar imkânsız olduğunu da çaresizlikle fark etti. Yine, “Ne kadar sefilim!” diye hayıflandı. Neler olduğunu şimdi tüm açıklığıyla idrak ediyordu. Kendisini gözünün önüne getiriyor, gördüklerinden iğreniyordu. Artık bir hayaletten başka bir şey değilmiş gibi görünüyordu. Önünde etten ve kandan oluşan, iri yarı, kılıksız, çok güçlü bir adam duruyordu ve aynı adam zavallı, ufacık bir çocuğun parasını zorla, onu korkutarak elinden almıştı. Jean Valjean; çantası başkasından çaldığı bir sürü eşya, zihni korkunç bir nefret, yüreği ise intikam duygusuyla dolu bir adamdı.

Daha önce de belirttiğimiz gibi aşırı mutsuzluk onu, kuruntulu bir hayalperest hâline dönüştürmüştü. Tüm bu duygular onun doğasında vardı. Jean Valjean gözünün önünde canlanan o şeytani yüzden korktu. O, kesinlikle bu adam olamazdı. Dehşete kapıldı, kendisini çığlık çığlığa bağıracakmış gibi hissediyordu.

Zihni, hayallerinin gerçekliği emecek kadar derin olduğu şiddetli ama yine de mükemmel derecede sakin anlarından birini yaşıyordu. Böylece iç dünyasını adamakıllı gözden geçirmiş oluyordu. İçinde, en derinlerde, gizli bir yerde önce bir meşale sandığı ışığı buldu. Vicdanına daha dikkatle baktığında bu ışığın yavaş yavaş büyük bir güçle aydınlandığını ve sonunda da bunun Piskopos’un aydınlık yüzü olduğunu anladı. Vicdanı, şimdi bu iki adamı; Piskopos’u ve Jean Valjean’ı sırayla mukayese ediyordu. İstemeden de olsa onun aydınlık yüzünden büyülendi. Piskopos, gözlerinde büyüyüp parladıkça Jean Valjean’ın zihnindeki tüm diğer hayalleri ezip geçiyordu; Jean Valjean, bu görüntüyü zihninden çıkarıp atamıyordu. Kendisini ondan üstün görebilmeyi ne kadar çok isterdi oysa ki! Bir süre sonra artık bir gölgeden başkası değildi, bir anda her şeyi unuttu. Zihninde sadece hayran hayran baktığı Piskopos’un yüzü kaldı ve bu sefil adamın tüm ruhunu, muhteşem bir ışıltıyla doldurdu.

Hiç farkında bile olmadan Jean Valjean, yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir kadından bile zayıf durumda, bir çocuktan daha fazla korkarak yakıcı gözyaşlarına boğuldu. Ağladıkça içindeki tüm kirli duygular yıkanmaya, ruhuna gün ışığı gibi temiz duygular nüfuz etmeye başlamıştı. Olağanüstü, hem büyüleyici hem korkutucu nurlu bir ışıkla tüm zihni ve bedeni sanki o gözyaşlarının altında yıkanıyordu.

Geçmişini, yapmış olduğu ilk hatayı, bunun karşılığında ödemek zorunda kaldığı uzun kefareti, planladığı o kötülük dolu intikam planlarını düşündü; utanılacak, ders alınacak şeylerdi bütün bunlar. Bir çocuktan çalmış olduğu o kırk santim; bundan sonra onun yapacağı son korkakça, son sefil eylem olacaktı.

Kaç saat bu şekilde ağladı? Ağladıktan sonra ne yaptı? Nereye gitti? Bunu hiç kimse bilmiyordu. Yalnız, o sıralar oradan geçen yalnız bir arabacı vardı ve bizi ilgilendirecek bir şeye tanık olmuştu. Dediğine göre bir sabah perişan kılıklı bir adam; Piskopos’un ikametgâhı olan eve giderek Monsenyör Bienvenue’nün kapısına çökmüş, dua ediyormuş ve arabacı, daha önce bu adamı hiç görmemiş.

Üçüncü Kitap
1817 Yılında

I
1817 Yılı

1817, XVIII. Louis’nin gururunu kaybetmeyen belirli bir kraliyet güvencesiyle, saltanatının yirmi ikinci yılını sürdürdüğü dönemdir. Bu, M. Brugiere de Sorsum’un meşhur olduğu yıldır. Pudra ve sorguç denilen saç modelinin geri geleceğini uman tüm berberler dükkânları maviye boyamış, üzerine zambak çiçekleri çizmişti. Kont Lynch’in her pazar, Saint-Germain-desPrés Kilisesi’nde meclis üyesi giysileri, uzun burnu ve heybetli görünümüyle kendisine ayrılan yerde oturduğu zamanlardı. Kont Lynch’in parlak hareketi, 12 Mart 1814’te Bordeaux Belediye Başkanı olarak şehri biraz çabuk d’Angoulême Dükü’ne teslim etmesiydi. 1817’de moda, dört ile altı yaş arası çocuklara Eskimo başlıklarına benzeyen şapkalar taktırıyordu. Fransız ordusunun üniforması beyazdı, lejyonlar bulundukları bölgenin adıyla anılıyordu. Napolyon, St. Helena’daydı ve İngiltere yeşil giysiyi reddettiği için eski giysilerini çevirtiyordu. 1817 senesinde Pelligrini şarkı söylemiş, Matmazel Bigottini dans etmiş; Potier’nin hüküm sürdüğü bu dönemde, Odry henüz daha ortaya çıkmamıştı. Matmazel Saqui, Forioso’nun yerini almıştı. Fransa’da hâlâ Prusyalılar yaşamaya devam etmiş, M. Delalot önemli bir konuma getirilmişti. Meşruiyet, Pleignier’in, Carbonneau’nun ve Tolleron’un önce elini, sonra kafasını keserek kendisini göstermişti. Başmabeyinci olan Prens Talleyrand ve Maliye Bakanı Papaz Louis; çok iyi anlaşarak bu anlaşmalarının sonucunda 14 Temmuz 1790’da, Champ de Mars’da federasyon kitlesini kutsamıştı. Talleyrand bunu piskopos olarak söylemiş, Louis ona diyakoz olarak hizmet etmişti. Yine 1817’de, aynı Champ de Mars’ın ara sokaklarında çimenlerin arasında çürümeye yüz tutmuş, maviye boyanmış, yaldızların düştüğü kartal ve arı armalarının bulunduğu iki büyük silindir ortaya çıkmıştı. Bu silindirler, iki yıl öncesine kadar İmparator’un Champ de Mai’deki4 platformu destekleyen sütunlardı. Sonrasında Gros-Caillou yakınlarında kamp kuran Avusturyalıların kamplarının kavurucu alevleriyle orada burada paslanmaya terk edildiler. Bu sütunlardan biri yaşanan büyük yangınlarda yok edilmişti. Champ de Mai’nin haziran ayında Champ de Mars’da toplanmış olması dikkate değer bir noktaydı. O yıl ayrıca iki şey daha moda hâline geldi: Voltaire topu ve enfiye kutusu. Kardeşinin başını koparıp Çiçek Pazarı’nın havuzuna fırlatan Dautun’nun yaptığı da ister istemez akıllardan çıkmıyordu. Chaumareix’yi rezillik ve Gericault’yu şanla kaplamaya mukadder olan o ölümcül fırkateyn Medusa’dan haber alınamaması nedeniyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı endişe duymaya başlamıştı. Albay Selves, Süleyman Paşa unvanını almak için Mısır’a gidiyordu. La Harpe Sokağı’ndaki Thermes Sarayı, bir bakır dükkânı olarak hizmet ediyordu. Hotel de Cluny’nin sekizgen kulesinin platformunda, XVI. Louis dönemindeki Deniz Astronomu Messier için bir gözlemevi olarak hizmet etmiş olan küçük tahta kulübesi hâlâ görülebiliyordu. Düşes Duras, hâlâ gök mavisi satenle kaplı odasında, üç-beş dostuna basılmamış olan, Ourika adlı kitabını okuyordu ve Louvre Sarayı’nın duvarlarından “N” harfi, ustalıkla kazınıyordu. Austerlitz Köprüsü’ne ise Kral Bahçesi adı verilmişti.

XVIII. Louis ise Horace okuyarak vakit geçiriyor, nasıl olup da Napolyon ve Mathurin Bruneau’yu yok edeceğini düşünüyor, bu iki adamın varlığı onun fazlasıyla canını sıkıyordu. Ünlü Fransız akademisyen ise ödül yerine üzerinde çalışma yoluyla elde edilen mutluluk yazılı kâğıtları dağıtıyordu. M. Bellart ise resmen aynı akademiye konuşmacı olarak atanmıştı. Onun gölgesinde, kendisini Paul-Louis Courier’nin alaylarına adamış, geleceğin büyük avukatlarından Broe’nun palazlandığı görülüyordu. Madam Cottin, Claire d’Albe ve Maled Adel isimli başyapıtlarıyla dönemin başyazarı ilan edilmişti. Enstitü, Akademisyen Napolyon Bonaparte’ı üye listesinden çıkarmıştı. Bir kraliyet nizamnamesi ile Angouléme’nin heykeli denizcilik okulunun önüne dikilmiş; Dük d’Angouléme, yüksek amirallik nişanesi ile bir liman kentinin niteliklerini açıkça belirlemiş, onun sayesinde monarşik ilke bir yara almaktan korunmuştur. Bakanlar Kurulunda Franconi’nin tanıtım afişlerini süsleyen ve kalabalığın, sokak çocuklarını çeken gevşek ip performanslarını temsil eden vinyetlerin hoş görülüp görülmeyeceği sorusu tartışılmıştı. Agnese’nin yazarı, köşeli yüz hatlarına sahip ve yanağında bir siğil olan M. Paer; Marquise de Sasenaye’nin Rue Ville-l’Evéque’deki küçük özel konserlerini yönetmeye başlamıştı. Bütün genç kızlar, Edmond Géraud’nun sözleriyle Saint-Avelle Münzevisi’ni söylemişti. Café Lemblin, Bourbonları destekleyen Café Valois’e karşı İmparator için ayaklanma başlatmıştı. Arka planda sinsice Louvel’i inceleyen Duc de Berry, Sicilya’nın bir prensesiyle evlenmişti. Madam Staël bir yıl önce vefat etmiş, korumalar Matmazel Mars’ı kovmuşlardı. O dönem yayımlanan bütün büyük gazeteler küçülmeye gitmek zorunda kalmış, biçimleri kısıtlanmış olsa da özgürlüklerine kimsenin mâni olmasına izin vermemişlerdi. Anayasada hiçbir değişim olmamıştı. Satışları düzgün giden dergilerde ahlaksız gazeteciler, 1815 sürgünlerine lanetler yağdırmıştı. David’in yetenekleri yok olmuş, Arnault’nun zekâsı tükenmiş, Carnot dürüst olmaktan çıkmış, Soult hiçbir savaşı kazanamamaya başlamış, Napolyon’un artık bir deha olmadığı aşikâr hâle gelmişti. Bir sürgün mahkûmuna postayla gönderilen mektupların kendisine çok nadiren ulaştığını kimse bilmiyor çünkü polis onları engellemeyi dinî bir görev olarak görüyordu. Bu durum aslında yeni bir gerçek de değildi, Descartes sürgünde bundan fazlasıyla yakınmıştı. David’in Belçika basınında kendisine yazılan mektupları alamamasından dolayı hoşnutsuzluğunu belirtmesi, Kralcı basının gözünden kaçmayarak alay meselesi hâline gelmişti. Bu iki adamı birbirinden ayıran uçurum; katliam ya da seçmenlerden, düşmanlardan ya da müttefiklerden, Napolyon ya da Buonaparte demelerinden geçiyordu. Tüm aklı başında insanlar, “Tüzük’ün Ölümsüz Yazarı” soyadını taşıyan Kral XVIII. Louis tarafından devrim çağının sonsuza dek kapatıldığı konusunda hemfikirdi. Pont-Neuf platformunda, IV. Henri heykelini bekleyen kaide üzerine “Redivivus” kelimesi kazınmıştı. Bu esnada, Thérèse Sokağı, no 4’te yaşayan M. Piet; monarşiyi pekiştirmek için çalışma yapmakla meşguldü. Sağın liderleri ile ciddi bir konjonktürde “Bacot’ya yazmalıyız.” diyorlar; MM. Canuel, O’Mahony ve De Chappedelaine bir araya gelip Monsenyör’ün de onayıyla, deniz kıyılarının koşullarını belirleyecek kanun taslağını hazırlıyorlardı. L’Épingle Noire ise bu süre zarfında sadece kendi bölgesinin planlarını hazırlamakla meşguldü. Delaverderie, Trogoff’la görüşme hâlindeydi. Bir dereceye kadar liberal olan M. Decazes o dönem hüküm sürüyordu. Chateaubriand her sabah, pantolonun altına geçirdiği terlikleri, gri saçlarının üzerine düğümlediği fuları, bir aynaya sabitlenmiş gözleri ile ve eksiksiz bir dişçi aletleri setini yaymış hâlde, no. 27 Saint-Dominique Caddesi’ndeki penceresinin önünde duruyor; hemen önünde, sekreteri M. Pilorge’a göre monarşiyi dikte ederken büyüleyici olan dişlerini temizliyordu. Eleştiriler o dönem oldukça güçlü konumdaydı. M. de Féletz edebî eserlerini A harfiyle, M. Hoffman ise Z harfiyle imzalıyordu. Charles Nodier ise Thérése Auberti kaleme alıyordu. O dönem boşanmalar yasaklanmıştı. Aristo’nun derslikleri kendilerine artık kolej demeye başlamıştı. Yakaları altın bir zambakla süslenmiş kolejliler, Roma Kralı adına birbirleriyle savaşıyordu. Süvarilerin albayı olan M. Duc de Berriy’den çok daha iyi bir görünüme sahip olacak biçimde üniforma giyerek her yerde portresini sergileyen M. Duc D’Orléans, kraliyet karşıtı askerler tarafından Majesteleri Madam’a ihbar edilmişti. Paris şehri, geçersiz kılınan kubbesini her ne pahasına olursa olsun yeniden parlatıyordu. Dönemin ciddi mevki sahibi adamları, öyle ya da böyle M. de Trinquelague’nin ne yapacağını sorguluyor; M. Clausel de Montals, M. Cluasel de Coussergues ile çeşitli noktalarda fikir ayrılıklarına düşüyor; M. de Salaberry artık başarılı olamıyordu. Komedyen Molière’in sahneye koyamadığı, Akademi’nin üyesi olan Komedyen Picard; alınlığındaki harflerin kaldırılmasının hâlâ İmparatoriçe Tiyatrosu’nun açıkça okunmasına izin verdiği Odeon’da, İki Philibert’i sahneye koymayı başarmıştı. İnsanların çoğu ya Cugnet de Mantarlot’nun yanında yer alıyor ya da ona karşı çıkıyordu. Fabvier hizipçi, Bavoux devrimci olarak görülüyordu. Liberal Pélicier Kitabevi, Voltaire’in bir baskısını şu başlıkla yayımladı: Akademi Üyesi Voltaire’in Eserleri. Usta editör: “Bu, alıcıları çekecek.” diyerek başlığını savunuyordu. Genel kanı, M. Charles Loyson’un yüzyılın dâhisi olacağıydı; kıskançlık yavaş yavaş onu kemirmeye başlamıştı, bu da bir nevi zafer işaretiydi, bunun hakkında dizeler yazılıyordu:

 

“Loyson, kaçarken bile ayaklarının varlığını hisseder.”

Kardinal Fesch istifa etmeyi reddediyordu; Amasie Başpiskoposu M. de Pind, Lyon Piskoposluğu’nu yönetiyordu. İsviçre ile Fransa arasında Dappes Vadisi’yle ilgili tartışma, Yüzbaşı’nın, ardından General Dufour’un da hamle yapması konusunda dikkatini çekmeye başlamıştı. Görmezden gelinen Saint-Simon, bir gün yüce bir unvana yükselmenin hayalini kuruyordu. Bilim Akademisi’nde, gelecek nesillerin asla unutmayacakları büyük bir matematikçi olan Fourier, eğitimin ilk adımlarını atıyordu; bir tavan arasında bu genç adam, gelecek nesillerin onu her zaman anacağı kuramları üzerine çalışıyordu.

Fransa’da yeni yeni nam salmaya başlayan İngiliz ozan Lord Byron iz bırakmaya başlıyordu; Millevoye’nin bir dizesi, Byron’u Fransa’ya şu terimlerle tanıtıyordu: “Lord Byron adında biri.”

David d’Angers, mermer üzerinde çeşitli çalışmalarını sürdürüyordu. Rahip Caron, Feuillantines’in çıkmaz sokağında düzenlenen özel bir ilahiyatçılar toplantısında, Félicité-Robert adında, sonradan Lamennais adını alacak olan, meçhul genç bir rahipten övgüyle bahsediyordu.

Pont Royal’dan Pont XV. Louis’ye kadar Tuileries pencerelerinin önünden akan Seine Nehri’nde isli bir duman çıkartan makine, gürültü ve uğultuyla gidip geliyordu; pek bir işe yaramayan bir mekanizma parçasıydı aslında; bir çeşit oyuncak gibiydi, “hayalperest bir mucidin boş hayali” diye nitelendirilen bir buharlı gemiydi. Parisliler bu icadı “işe yaramaz” diye nitelendiriyor, kayıtsızca karşılıyorlardı.

Bir darbeyle Enstitü’nün reformcusu, sayısız akademisyenin, tüzüklerin ve üye gruplarının seçkin yazarı M. de Vaublanc, onları bu yüksek konumlara getirip yoktan var ettikten sonra, kendisi buna erişemiyordu. Saint-Germain Mahallesi ve Marsan Çiftliği de dindarlığı nedeniyle M. Delaveau’nun polis şefi olmasını istiyorlardı. Dupuytren ve Récamier Tıp Okulunun amfisinde tartışmaya giriyor, İsa Mesih’in ilahiliği konusunda birbirlerini yumruklayacak hâle geliyorlardı. Cuvier, bir gözü Tevrat’ın “Tekvin” bölümünde, diğer gözü doğada, fosilleri metinlerle uzlaştırarak, Mastodonlara Musa’yı övdürüp o kaba dindarlara yaranmaya çalışıyordu. Parmentier’in anısının takdire şayan yetiştiricisi M. François de Neufchâteau, pomme de terre’in5 “parmentière” olarak telaffuz edilmesi için binlerce çaba sarf edip duruyor ama hiçbir suretle başarılı olamıyordu. Eski piskopos, eski konvansiyon üyesi, eski senatör Rahip Grégoire, kralcıların tartışma yazılarında “Hain Grégoire” tanımına dönüşmüştü. Kullandığımız bu “dönüşmüştü” deyimi, M. Royer Collard tarafından bir neolojizm olarak kınanmasına karşın, yeni bir sözcük olarak bildirilmişti.

Iéna Köprüsü’nün üçüncü kemerinin altında, iki yıl önce Blücher’ın köprüyü havaya uçurmak için açtığı mayın deliğini kapatsın diye konulan taşı, renginin beyazlığından tanımak hâlâ mümkündü. Bir adam, Artois Kontu’nun Notre Dame’a girdiğini görünce yüksek sesle: “Şeytan! Bonaparte ve Talma’yı kol kola Bel Sauvage’a girerken gördüğüm zamanı hasretle anıyorum.” dediği için mahkemeye veriliyordu. Kışkırtıcı sözler savuranlar için altı yıl tutukluluk veriliyordu. Hainler rahatça sokaklarda dolaşabiliyordu; savaş arifesinde düşmanın safına geçen adamlar, ödüllerini hiçbir zaman gizlemiyorlar, gün ortasında, zenginlik ve haysiyet kinizmi içinde küstahça ve hiç utanmadan kasılarak sokaklarda dolaşıyorlardı. Ligny ve Quatre-Bras’dan asker kaçakları ahlaksızlıklarının yüzsüzlüğü içinde, paralı ihanetlerinin kötü düzeninde, monarşiye bağlılıklarını en açık şekilde sergilemekten çekinmiyorlardı.

Bütün bunlar 1817 yılı içerisinde gerçekleşerek kafa karıştıran, saçma sapan havada uçuşan ve unutulan olayların bütünüydü. Tarih de zaten neredeyse tüm bu ayrıntıları, bu olayları sonsuza kadar içerisinde barından bir olaylar silsilesi değil miydi? Yine de yanlış ya da önemsiz denilen ayrıntılar dahi hiçbir önemi olmadığı düşünülse bile, insanoğlu için önemliydi. Sonuç olarak yüzyılların fizyonomisini oluşturan şey, yine yılların fizyonomisidir.

Bu yılın en güzel hikâyesi ise Parisli dört öğrencinin oynadıkları güzel bir komedi olmuştur.

4Napolyon tarafından, mayıs ayındaki sürgün dönüşünde Champ de Mars alanında toplanmış olan meclis.
5(Fr.) Patatesin.