Sefiller I. Cilt

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

VII
Umutsuzluğun Sebebi

Onu anlatmaya devam edelim.

Toplumun kişilere nasıl davranması gerektiğini kararlaştırması için öncelikle onlara bakması gerekir çünkü onları yaratan kendisidir.

Daha önce de dediğimiz gibi Jean Valjean cahil bir adamdı ama kesinlikle aptal değildi. Doğal bir ışık onun yolunu aydınlatıyordu. Mutsuzluk, acı çekme duygusu bu tür insanların gözlerini açar; her zaman ve bu zihinlerde var olan az miktarda gün ışığını artırır. Yediği dayaklar, prangalar, hücre cezaları, sıkıntılı durumlar içinde kadırgaların yakıcı güneşinin altında, mahkûm olarak kendisine verilen tahta bir yatak üzerinde bu adamın uğradığı haksızlıklar onun çok daha iyi düşünen bir insan olmasını sağlamış; her türlü acıya katlanırken onu durmaksızın düşünmeye sevk etmişti. Sürekli olarak kendisini muhakeme içinde bulmuştu. Kendi mahkemesini kurmuş ve hayatını gözden geçirerek yine kendi kendisini yargılamaya başlamıştı.

Artık haksız yere cezalandırılan masum bir adam olmadığı gerçeğini kabul etti. Aşırı ve ayıplanacak bir davranışta bulunduğunu kendi kendine itiraf etti; eğer o bir somun ekmeği dükkân sahibinden istemiş olsaydı muhtemelen reddedilmeyecekti. Her hâlükârda sebat etmesinin ve emeğinin karşılığında kazanacağı nafakasını beklemesinin onun hayrına olacağını biliyordu. Bu noktada, kendi kendini sorguladığı anlarda cevapsız kalan tek bir soru vardı: “Aç insan sebat edebilir miydi?” Aslında bu, pek de cevapsız kalabilecek bir soru değildi. Her şeyden önce, herhangi birinin kelimenin tam anlamıyla açlıktan ölmesi çok ender rastlanılan bir durumdu. Ayrıca, neyse ki ya da ne yazık ki demek daha doğru olacaktı; insan doğası öyle yaratılmıştı ki hem ahlaki hem de fiziksel olarak ölmeden önce gerçek anlamda büyük acılar çekebilecek güce sahipti. Zaten sırf bu nedenden dolayı sabırlı olması gerekirdi. O zaman, ablasının o zavallı çocuklarına daha fazla faydası olurdu. O gerçek anlamda bir zavallıydı; toplumun şiddet dolu tasmasından yakalayarak kuvvetini denemeye çalışan, hırsızlık yaparak düştüğü sefaletten kurtulabileceğini düşünen bir aptaldı. Her hâlükârda sefaletten hırsızlık yaparak kurtulacağını düşünmüş bir budalaydı ve kötü bir kapıyı seçmiş, o kapıdan içeriye sadece rezillik girmişti. Kısacası çok büyük bir hata yapmıştı.

Sonra yine kendisini sorgulamaya başladı…

Şu fâni dünyada tek kusurlu kişinin kendisi olup olmadığını sorguladı. İlla önemli biri olmasına gerek yoktu, bir işçi olarak çok çalışabilecek güce sahipti ancak işsiz kalmıştı. Çalışkan bir adamdı ve bir işe sahip olsaydı o zaman ekmek çalmasına da gerek kalmayacaktı. Ayrıca sefillikten hırsızlıkla kurtulması imkânsızdı. Aksine insan çok daha sefil bir duruma düşüyordu. Suçlunun işlediği suçla cezanın orantısı, karşılığında ödemiş olduğu bedelden çok daha yüksek oluyordu. Şayet onu cezalandıran kanun haksızlık etmişse o zaman büyük bir suç işlemiş olmalıydı. En hassas teraziler bile işlemiş olduğu suç ile ödemiş olduğu kefaretin dengesini sağlayamazdı. Verilen bu ceza onun işlemiş olduğu suçtan aklanmasını sağlayabilir miydi ya da durumu tersine çevirerek suçluyu aklayıp bir anda ceza verenleri suçlu hâle getirebilir miydi? Suçlunun mağdura, borçlunun alacaklıya dönüşmesi, kanunun kesinlikle onu ihlal eden kişinin tarafına geçmesi; mümkün müydü?

Kaçma girişimlerinin art arda ağırlaştırılmasıyla on dokuz yıla uzatılarak karmaşık hâle gelen bu ceza; güçlünün güçsüze duyduğu bir tür öfke, toplumun bireye karşı işlediği bir suç, her gün yeniden işlenen bir işkence, bir eziyet olarak sonuçlanmamış mıydı? Toplum en ufak suçlara böyle ağır cezalar vermek yerine kendisini yoklasa, yanlışlıklarını arasa, bazı suçları sevgi ve merhametle karşılasa daha hakseverce davranmış olmaz mıydı, diye sorguladı kendisini. Nasıl oluyordu da bir toplum, zavallı fakir bir adamı kusurları ve fazlalıkları arasında bu denli ezebiliyor, iş ve nafaka eksikliği nedeniyle neredeyse sonsuza kadar hapsedebiliyordu?

Kaderin cilvesiyle dağıtılan adalette, en az donanıma sahip olan ve dolayısıyla dikkate en çok layık olan kişilerin tam olarak böyle davranmadığı bu toplum içerisinde en zavallı olan mahluklar, en sefil olanlardı.

Uzunca bir süre kendi kendine sorduğu bu sorulara cevaplar vererek toplumu yargılamış ve kınamış, sonunda toplumu mahkûm etmişti. En büyük suçlu oydu.

Çektiği tüm acılardan onu sorumlu tutuyordu ve kendi kendine sürekli olarak bir gün bunun hesabını sormaktan çekinmeyeceğine dair yeminler ediyordu. İşlemiş olduğu büyük suça rağmen sebep olduğu zarar ile kendisine verilen zarar arasında kesinlikle bir denge olmadığına inanıyordu. Her ne kadar suç işlemiş olsa da kendisine kesinlikle büyük adaletsizlik yapıldığı sonucuna varıyordu.

Öfke bir taraftan aptalca, bir taraftan da saçma bir duyguydu; insanı haklıyken haksız bir duruma düşürebilirdi. Bunu ölçmenin de herkesin yapabileceği bir şey olmadığının farkındaydı. Ancak Jean Valjean, yine de öfkeyle çileden çıktığını hissedebiliyordu.

Üstüne üstlük bu insan topluluğu bugüne kadar ona zarar vermekten başka bir şey yapmamıştı. Bugüne kadar karşısına çıkan insanlardan adalet kılıfı altında öfke ve nefret görmekten başka bir şey elde etmemişti. İnsanlar hayatı boyunca ona sadece onu yaralamak için dokunmuşlardı. Onların her teması, bir yumruk gibi tepesine inmişti.

Bebekliğinden bu yana ne annesinden ne de ablasının yanında yaşadığı dönemde etrafındaki insanlardan bir dostane söz, nazik ve şefkatli tek bir bakış görmüştü. Tüm hayatı boyunca çekmiş olduğu acılardan dolayı yavaş yavaş hayatın bir savaş olduğu inancını benimsemiş ve nihayetinde bu savaşta fethedilenin kendisi olması kararına varmıştı. Elinde nefretinden başka silahı yoktu. Tüm mahkûmiyet hayatı boyunca o nefretini bilemeye ve çıktıktan sonra da onu her zaman yanında taşımaya karar verdi.

Toulon’da hükümlüler için rahipler tarafından kurulan bir okul vardı. Keşişler tarafından bu okulda, cahil olmalarına rağmen okuma yazma öğrenmek isteyen mahkûmlara en gerekli bilgiler öğretilmekteydi. Jean Valjean da aklını kullanmaya ve kendisini eğitmeye karar verdi. Kırk yaşında okuma yazmayı ve hesap yapmayı öğrendi. Eğitimi geliştikçe, bilgisi arttıkça, nefretinin de daha fazla güçlendiğini hissediyordu. Öğrendiği her şeyi kötülük yolunda kullanacaktı. İşte bu, bilgi ve zekânın kötülüğe köle olmasının en büyük örneğiydi.

Bunu söylemesi çok üzücü ama mutsuzluklara ve acılara sebep olan toplumu yargıladıktan sonra, onları mahkûm ettiğinde toplumu yaratan Tanrı’yı da yargılayarak kendisine göre kutsal adaleti de suçlayacaktı.

Böylece, on dokuz yıllık işkence ve köleliğinin ardından, onun ruhu hem yükseldi hem de düştü. Tüm benliğine bir taraftan ışık girip yolunu aydınlatırken diğer taraftan karanlık, gözlerine çöktü. Aslında gördüğünüz üzere, Jean Valjean doğuştan kötü yürekli bir adam değildi. Sürgüne mahkûm edildiğinde bile hâlâ yüreğinde iyilik kırıntıları taşıyordu. Ancak o zindanlardan içeri girdikten sonra kötüleşmeye başladığını hissetti. İşte orada çirkin kaderinden; kendisini mahkûm eden yargıçları, toplumu, kiliseyi sorumlu tutmaya başladı. Bu noktada yanılgıya düştüğünde vicdanı ona yardımcı oluyordu.

İnsan doğası böyle düştüğü zamanlarda gerçekten tamamen değişebilir miydi? Tanrı tarafından iyi yürekli yaratılan bir insan, başka insanlar tarafından kötü yapılabilir miydi? Toplumu suçladığı zamanlarda, kötü bir insan olmaya yöneldiğini hissediyor; kutsal adaleti reddederken de içinin boşaldığını duyabiliyordu. Ruhu, tüm bu olan bitenin üstesinden gelebilir miydi? Kaderi kötü olduğu zaman, o da kötüleşebilir miydi?

Orantısız bir mutsuzluğun baskısı altında, çok alçak bir kubbenin altındaki kolon gibi kalp, şekilde bozulabilir miydi? Bu bozulma neticesinde düzeltilmesi mümkün olmayan büyük sakatlanmalar ya da hasarlar ortaya çıkabilir miydi? Her insanın ruhunda, özellikle Jean Valjean’ın ruhunda; bu dünyada bozulmayan, diğerinde ölümsüz olan, iyiliğin geliştirebileceği, harlanıp tutuşturabileceği ve ona dönüştürebileceği bir ilk kıvılcım, ilahi bir unsur yok muydu?

Sonuna kadar her fizyoloğun muhtemelen “hayır” cevabını vereceği çok ciddi ve çetrefilli bir soruydu bu. Oldukça basit ve yalın bir adam olan Jean Valjean’ı, Toulon zindanlarında dinlenme saatlerinde görmüş olanların, pranga zincirlerini sürüye sürüye hem yürüyüp hem de düşüncelere dalışını izleyenlerin “Kesinlikle doğruluk yoktur.” dememesi imkânsızdı. İnsanı gazapla karşılayan, medeniyet tarafından mahkûm edilen ve cennete şiddetle bakan yasaların paryası, bu sefil adamın yıllarca zihninde çarpıştırdığı düşüncelerdi.

Elbette -kesinlikle gerçeği gizlemek için bir girişimde bulunmuyoruz- onu inceleyen bir ruh bilimcinin bulacağı tek şey, yok edilmesi imkânsız bir sefaletten başka bir şey olmayacaktı. Muhtemelen yasaları koyan kanun yapıcılar bile bu sefil adamın düşmüş olduğu duruma acır ancak ona yardımcı olmak için parmağını bile kıpırdatmazdı. Bu bedbaht ruhun içerisinde gördüğü karanlık mağaralardan bakışlarını hemen başka bir yöne çevirir; cehennemin kapılarındaki Dante gibi yine de Tanrı’nın parmağının sahip olduğu ilahi adalet sözcüğünü, alnında yazılı olan bir damla umudu, bu varoluşun bedeni bir hamlede silerdi.

Ruhunu tam anlamıyla çözümlemeye çalıştığımız Jean Valjean’ı biz, okuyanlara yeterince açıkça anlatabildik mi, bilemiyoruz. Acaba Jean Valjean, bütün bu yaşanmışlıkların ve oluşumlarının ardından, ahlaki sefaletini oluşturan tüm unsurları açıkça algılayabilmiş miydi? Oluşum sürecinde neler yaşadığını tüm gerçekliğiyle görebilmiş miydi? Bu kaba ve eğitimsiz adam, uzun yıllar boyunca ruhunun iç ufkunu oluşturan kasvetli yönlere kademeli olarak tırmandığı ve indiği fikirlerin ardışıklığının tamamen net bir algısını; bu ümitsiz, karanlık, manen çökmüş durumunu kendisine açıklayabiliyor muydu? İçinde olup bitenlerin ve orada işleyen her şeyin bilincinde miydi? Jean Valjean’da, yaşadığı onca talihsizlikten sonra bile orada hâlâ çok fazla belirsizliğin kalmasına engel olamayacak kadar büyük cehalet bulunuyordu. Bazen ne hissettiğini kendisi de tam olarak bilmiyordu. Jean Valjean önceleri kendisinden nefret ediyor olsa da artık tamamen gölgelerin arasında olduğundan, gölgeler yüzünden acı çektiğinden, kesinlikle onu takip eden bu karanlık gölgelerden nefret ediyordu. Kör bir adam ve bir hayalperest gibi el yordamıyla yolunu bulmaya çalışarak bu gölgelerle birlikte yaşamayı alışkanlık hâline getiriyordu. Artık yaşama zevkini tamamen kaybetmişti, içinde baş edemediği büyük gazap ve ızdırap sürekli kötülük yapmasını istiyordu. Önü korkunç derecede karanlıktı. Arada uzaklarda bir ışık beliriyor, sanki yolunu aydınlatmaya hazırlanıyormuş gibi görünürken bir anda kaybolarak onu tam anlamıyla büyük bir karamsarlığın içine gömüyordu. Gerçekten de artık ne yapması gerektiğini bilmiyordu, zihni karışıyor ve kendi karanlığının içinde kayboluyordu. Acımasız olanın, yani vicdanını tamamen kaybeden birisinin yüreğinde baskın gelen bu tür acıların en büyük özelliği; sonunda o insanı yavaş yavaş, aptalca bir değişimle vahşi bir hayvana hatta belki de korkunç bir canavara dönüştürmesiydi.

 

Jean Valjean’ın ardışık ve inatçı kaçış girişimleri, yasanın insan ruhu üzerindeki bu garip davranış işleyişini kanıtlamak için tek başına yeterliydi işte. Jean Valjean’ın bu girişimleri ne kadar yararsız ve aptalca olsalar da karşısına ne kadar fırsat çıkarsa çıksın, daha önceki deneyimlerinden sonucunu hiç düşünmeden duygularına yenilerek hayvani içgüdüleriyle hareket etmesine neden olmuştu. Kafesini açık bulan bir kurt gibi aceleyle kaçışı seçmişti. İçgüdüleri ona “Kaç!” diyor, mantığı ise “kalmasını” telkin ediyordu. Ama vahşi düşünceleri ve baskın çıkan kötülük duygusu onu öylesine ayartıyordu ki sonunda mantığı tamamen kaybolmuş, varoluşunda içgüdülerinden başka hiçbir şey kalmamıştı. Canavarlar her zaman tek başına hareket ederdi. Tekrar yakalandığında yaşadığı tüm işkenceler ve acılar, onu sadece daha da vahşi hâle getirmekten başka bir işe yaramıyordu.

Bu noktada anlatmamız gereken çok önemli bir ayrıntı daha vardı. Jean Valjean, bedensel olarak öylesine sağlam bir yapıya sahipti ki hükümlüler arasında hiçbirinin kendisine yaklaşamadığı büyük bir fiziksel gücü vardı. Kaldıramayacağı hiçbir şey yoktu, en ağır yükleri bile taşıyabilirdi. Gücü neredeyse dört iri yarı adama eş değerdi. Hapishanedeki arkadaşları inanılmaz ağırlıkları kaldırabilmesinden dolayı ona “Vinç Jean” lakabını takmışlardı. Bir seferinde Toulon’daki belediye binasının balkonu tamir edildiği sırada, balkonu destekleyen kolonlardan biri gevşemiş ve Valjean o kolonun yerine geçerek işçiler gelene kadar balkonu desteklemişti.

İri ve güçlü olmak, bulunduğu yerde en büyük üstünlüktü. Çünkü mahkûmlar arasında böylesine büyük bir güce sahip olan kişilerin zindandan kaçması çok kolaydı. Bu tür mahkûmlar bedenlerini kuvvetlendirmek için her gün idman yaparlardı. Dikey bir yüzeye tırmanmak ve neredeyse hiçbir iz düşümünde görünmeyen destek noktaları bulmak, Jean Valjean için çocuk oyunuydu. Sırtının ve bacaklarının gerginliği sayesinde, dirsek ve topuklarıyla pürüzsüz taşın üzerinde duvara belli bir açı vererek sanki sihirli bir şekilde üçüncü kata kadar yükselebilirdi. Hatta bazen hapishanenin çatısına bile bu şekilde ulaşabiliyordu.

Çok konuşkan biri değildi, çok nadiren gülerdi. Yılda bir veya iki kez, o mahkûmun bir iblisin kahkahasının yankısı gibi olan o hüzünlü kahkahasını kendisinden koparmak için aşırı bir duygu yüklemesi gerekiyordu. Sürekli olarak düşüncelere dalar, sanki korkunç bir şeyin sürekli olarak tefekkür edilmesiyle meşgul gibi görünürdü.

Eksik bir doğanın ve ezilmiş bir zekânın sağlıksız algılarına karşı korkunç bir şeyin üzerinde durduğunun, kafası karışmış bir şekilde bilincindeydi. İçinde süründüğü o karanlık ve solgun gölgede, boynunu her çevirdiğinde ve bakışını kaldırmaya çalıştığında, bir şeyden müthiş derecede korkuyor; dehşet ve öfke karışımı bir duyguya kapılıyordu. Bu duygu onun uykularını kaçırıyor, üzerine kâbus gibi çöküyor ya da tepesinde yükseliyordu. Ana hatları gözünden kaçan ve onu dehşete düşüren şey, uygarlık dediğimiz o harikulade piramitten başka bir şey değildi. Yasalar, ön yargılar, insanlar ve eylemler; tüm bunların üzerinde onu, insanlara karşı büyük bir haksızlık olarak görüyordu. Onu kaynayan ve biçimsiz bir yığının içinde, kimi zaman yakınında kimi zaman çok uzaklarda, bazen erişemeyeceği sofralarda, canlı biçimde aydınlatılmış bir grubun içinde, tek bir ayrıntı olarak görüyordu. Bu tür konuları öylesine çok düşünüyordu ki düşünceler onu büsbütün eziyor, hayal ile gerçek arasında bir yere sürükleniyordu. Olası tüm talihsizliklerin dibine düşmüş ruhlar, artık kimsenin bakmadığı o arafların en diplerinde kaybolmuş mutsuz insanlar, yasanın azarladığı bu insan toplumunun tüm ağırlığını üzerlerinde hissederlerdi. İşte o da bu insan toplumunun tüm ağırlığını çok ürkütücü biçimde üzerinde hissediyordu. Bu durumlarda Jean Valjean, etrafındaki her şeyi unutarak sadece düşüncelere dalıyordu. Değirmen taşının altındaki darı tanesinin düşünceleri olsaydı, kuşkusuz Jean Valjean’ın düşündüğüyle aynı şeyi düşünürdü.

Tüm bu yaşadıklarının sonunda hayaletlerle dolu gerçekler, gerçeklerle dolu hayaller neredeyse tarif edilemez bir tür içsel durum yaratmıştı. Zaman zaman mahkûm olduğu fikrinden tamamen uzaklaşır, etrafındaki her şeyi unutarak düşüncelere dalardı. Aynı anda hem eskisinden daha olgun hem de sıkıntılı olan mantığına isyan ettiği zamanlar da olurdu. Başına gelen her şey ona saçma geliyordu, onu çevreleyen her şey ise imkânsız görünüyordu. Kendi kendine bunun bir rüya olabileceğini söylüyordu. Ondan birkaç adım uzaktaki gardiyanlara baktığında onları sanki bir hayaletmiş gibi tasvir ediyordu. Sanki o hayaletler, kendisine gelmesi için sopasıyla dürterek onu uyandırıyordu.

Görünür anlamdaki gerçek doğanın varlığı, onun açısından sanki yok gibiydi. Jean Valjean açısından ne güneş ne güzel yaz günleri ne parlak gökyüzü ne de taze nisan sabahları sanki yokmuş gibiydi. Onun ruhunu aydınlatabilmek için gerekli olan temiz havayı nereden bulduğunu gerçekten bilmiyordum.

Sonuç olarak durumu özetlememiz gerekirse az önce özet hâlinde bahsettiğimiz ve kimi zaman olumlu sonuçlara sebebiyet verebilecek şeyler; Toulon’un heybetli mahkûmu, Faverolles’ün zararsız ağaç budayıcısı Jean Valjean’ın on dokuz yıl boyunca, zindanlarda kendisini farklı açılardan şekillendirmesine neden olmuş, böylece iki tür kötü eyleme muktedir hâle gelmişti. İlk olarak, maruz kaldığı kötülüğe karşı misilleme niteliğinde sergilediği plansız, atılgan, tamamen içgüdüsel kötülük benliğini sarmış; ikinci olarak ise yaşamış olduğu tüm bu talihsizliklerin sonunda bilinçli olarak tartışılan ve önceden tasarlanmış kötücül eylemlerini yanlış fikirlere kapılarak kabullenmişti. Kasıtlı olarak tüm benliğiyle benimsediği kötücül eylemleri; akıl yürütme, irade ve azim duygularıyla üç ardışık aşamadan geçiyordu. Her an harekete geçirmek için hazır durumda olan nefreti, nefsinin yaşadığı acılardan doğan öfkesi, yıllar boyunca yaşadığı derin aşağılanma duygusu; onun iyilere, masumlara ve adalete karşı tepki göstermesine neden oluyordu. Tüm düşüncelerinin çıkış noktası, tıpkı varış noktasında olduğu gibi insanoğluna karşı beslediği büyük nefretti. Tanrısal inançlarının tümüyle zayıflamış olması nedeniyle, bunca yılın ardından kim olursa olsun bazı canlılara zarar vermek için aralıksız ve acımasız bir arzu duyuyor; topluma, insanlığa ve yaratılışa karşı büyük nefretini bu arzularıyla besliyordu. İşte bütün bunların sonunda, Jean Valjean’ın pasaportuna işlenen “Çok tehlikeli bir adamdır.” yaftası; onun, içi kin ve kötülük dolu bir varlık olarak yeniden doğmasına neden olmuştu. Geçirdiği on dokuz yılın ardından içindeki iyilik duyguları tamamen kurumuştu. Kalp kuruduğunda insanın tüm duygularını belirgin hâle getiren gözler de kururdu. Hapishaneden ayrıldığında gözyaşı dökmeyeli on dokuz yıl olmuştu.

VIII
Dev Dalgalar ve Gölgeler

Denizde bir adam var!

Bunun ne önemi var ki? Geminin durmaya hiç niyeti yok. Rüzgâr esiyor. O kasvetli geminin takip etmek zorunda olduğu bir rotası var, gelip geçiyor.

Denize düşen adam kayboluyor, sonra yeniden ortaya çıkıyor, dalıyor, tekrar yüzeye çıkıyor; boğulmamak için çabalarken bağırıyor, kollarını uzatıyor ama kimse onun sesini duymuyordu. Kasırga altında titreyen gemi tamamen kendi işine odaklanmış, yolculuğuna devam ediyordu. Yolcular, denizde boğulmak üzere olan adamı görmüyorlardı bile; zavallının kafası, engin denizin ortasında, korkunç dalgaların arasında bir su damlasından başka bir şey değildi. Derinlerden gelen çaresiz imdat çığlıkları kesiliyordu. Bu geçen gemi, bir hayal olabilir miydi? Çılgına dönmüş gözlerle gemiye bakıyordu. Gemi sanki geri çekiliyor, kararıyor, küçülüyordu. Şimdi denizin tam ortasındaydı, başı dönüp denize düşene kadar o da geminin yolcularından biriydi ve diğerleriyle birlikte o geminin güvertesindeydi. Tıpkı diğer yolcuların olduğu gibi o da aynı haklara sahip yaşayan bir adamdı. Peki, şimdi ne olmuştu? Kaymış, düşmüş ve her şey sona ermişti.

O muazzam denizin içindeydi. Ayaklarının altından kayıp gidecek bir toprak parçası dahi kalmamıştı. Rüzgârın parçalayıp savurduğu dalgalar onu korkunç bir şekilde kuşatmıştı, gücü giderek azalıyordu. Devasa dalgalar onu sürekli olarak yutmaya çalışıyordu. Ne zaman denizin derinliklerine batsa gecenin karanlık uçurumlarını görüyordu. Korkunç ve bilinmeyen bitkiler onu yakalıyor, ayaklarına dolanarak sanki onu kendilerine doğru çekiyordu. Artık denizin derin bir uçuruma dönüştüğünün, köpüklü dalgaların bir parçası olduğunun bilincindeydi. Dalgalar onu birinden alıp diğerine doğru fırlatırken acı dolu bir çabayla nefes almaya çalışıyordu. Korkunç okyanus onu boğmak için hiddetle saldırıyor, sanki amansız bir düşmana dönüşüyordu. Buna rağmen yine de mücadele etmeye devam ediyordu. Kendisini o azgın sulara karşı savunmaya çalışıyor, sürükleniyor, batıyor, çıkıyor ve her şeye rağmen yüzmeye çalışıyordu. Çok korkuyordu ancak bu engin denize karşı kim tek başına savaşabilirdi ki?

Peki ama gemi neredeydi? Çok uzaklarda, ufkun soluk gölgelerinde zar zor görünüyordu.

Rüzgâr bütün şiddetiyle esmeye devam ediyor ve köpüklü dalgalar bütün takatini bedeninden çekip alıyordu. Gözlerini yukarıya doğru kaldırdığında görebildiği yalnızca kopkoyu bir karanlık oluyordu. Ölüm sancılarının ortasında, denizin muazzam çılgınlığına tanık oluyordu. Deniz sanki kudurmuş bir canavarı andırıyordu; dünyanın sınırlarının ötesinden geliyormuş gibi garip sesler duyuyor, kulakları uğulduyor ve nasıl korkunç bir bilinmezliğe doğru ilerlediğinin bilincine varıyordu.

Gökyüzünde süzülen kuşları görebiliyordu. Sanki tüm dertlerinden kurtulmuş melekler gibi uçuyorlardı. Kuşlardan ona nasıl bir zarar gelebilirdi ki? Onlar sadece uçar, ölenlerin ardından leşleri parçalamak için aşağılara inerlerdi.

O iki sonsuzluğun içinde, okyanusun ve gökyüzünün arasına aynı anda gömüldüğünü hissediyordu; biri onun mezarı, diğeri ise kefeni olacaktı.

Gece çökmüştü, saatlerdir yüzüyordu ve gücü artık tükenmek üzereydi. İçinde insanların dolu olduğu o gemi gözden kaybolalı çok uzun zaman olmuştu, bu korkunç alaca karanlığın içerisinde yapayalnız kalmıştı. Batıyor, çıkıyor, sertleşen ve kramplar giren bedenini suyun üzerinde tutmaya çalışıyor; korkunç dalgaların altında onu bekleyen karanlığın giderek yaklaştığını hissediyordu.

Artık etrafında insanlar yoktu. Peki ama Tanrı neredeydi?

Bağırıyordu: “İmdat! İmdat!”

Hâlâ çaresizlikle bağırmaya devam ediyordu.

Ne gökyüzünde ne engin denizde, hiçbir şey yoktu.

Sonsuz deniz, korkunç dalgalar, yosunlar, kaya parçaları, sanki etrafındaki tüm dünya onun sesine karşı sağır olmuştu. Bitmesi için fırtınaya yalvarıyordu ancak Tanrı’nın belirlediği sarsılmaz fırtına yalnızca sonsuz olana itaat ederdi.

Karanlık, sis, o büyük yalnızlık, fırtınalı ve anlamsız kargaşalı deniz, o vahşi suların belirsiz kıvrımları dört bir yanını sarmıştı. Korku ve yorgunluktan nefesi kesiliyordu. Merhametsiz ve duygusuz bir karanlık etrafını sarıyordu. Öldükten sonra cesedini o karanlık denizde hangi balıkların yiyeceğini düşünüyordu. Dipsiz soğuk sanki onu felç ediyordu. Elleri kasılıyor, kapanıyor ve sonra sanki hiçliği kavramaya çalışıyormuş gibi yukarı uzanıyordu. Rüzgâr, bulutlar, kasırga ve şu işe yaramaz yıldızlar! Ne işe yararlardı ki? Çaresiz adam artık pes ediyordu. O kadar yorulmuştu ki ona seslenen ölümün çağrısına kulak veriyor ve direnmiyordu. Kendisini ve tutunmaya çalıştığı hayatı bıraktı, sonra sonsuza dek yutulacağı karanlık suların derinliklerine inmeye başladı.

Ah, merhametsiz ve amansız, katı yürekli toplum! Ah, kaybedilen insanlar ve onlar gibi kaybolan ruhları! Kanunların akmasına izin verdiği her şeyin içine düştüğü okyanus! Yardım elinin uzanmamasının korkunçluğu! Ah, o ahlaki ölüm!

 

Ah, o korkunç ahlaki deniz; suçsuz, temiz ve masum kimseleri nasıl da amansız karanlıklarına çekiyorsun! Sefaletin enginliği olan deniz…

Ruh da tıpkı o denizin dibine yutulan insan gibi bir cesede dönüşüyor. Peki, kaybolan bu ahlak ve adaleti kim yeniden canlandıracak?