Hayatın Mucizeleri-Ormanın Üzerindeki Yıldız-Zıt İkizler

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Hayatın Mucizeleri-Ormanın Üzerindeki Yıldız-Zıt İkizler
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da dünyaya geldi. Kültürlü ve varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olan Zweig’ın annesi İtalyan asıllı ve Yahudi Ida Breattaur, babası ise tekstil işi ile uğraşan Moritz Zweig’dı.

Stefan’ın kültürlü ve birikimli bir birey olmasını isteyen ailesi, ona çok küçük yaşta eğitim vermeye başladı. Edebiyatla yakından ilgileniyor ve yeni diller öğreniyordu. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Alman şairleri yakından takip ediyor ve kendisine örnek alıyordu.

Viyana ve Berlin’de Felsefe eğitimi aldı. Yolculuklara çıkıyor ve sürekli hayatında değişen şeylerle birlikte yazmaya devam ediyordu. Öğrenmiş olduğu diller dolayısıyla edebî çeviriler yapıyordu. 1901 yılında da Paul Verlaine ile Baudelaire’in şiirlerini Fransızcadan Almancaya çevirdi.

Yolculuklarının dönüşünde 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Viyana’da karargâhta memur olarak görev aldı. Cephedeki acılara tanık oldukça savaş karşıtı bir tutum sergiledi ve bu görüşü eserlerine yoğun bir şekilde yansıdı.

Savaşın ardından Stefan, Avusturya’ya geldi ve Salzburg’a yerleşti. Burada Frederike von Winternit ile tanıştı. Frederike, iki çocuklu bir kadındı. Çok geçmeden Stefan ve Frederike evlendiler. Stefan burada ünlenmeye başladı ve geniş bir çevre edindi. 1920’lerde Balzac, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine inceleme yazıları yazdı.

Hitler öncülüğünde gelişen “Nasyonel Sosyalizm” akımı karşısında görülen Stefan’ın adı kara listeye alındı. Karşıt ideoloji kitapları Naziler tarafından meydanda ateşe veriliyordu ve bundan Stefan’ın kitapları da nasibini aldı. Bundan sonra bir anda parmakla işaret edilen Yahudilerden biri olmuştu.

1934’te evine düzenlenen baskın neticesinde Londra’ya sürüldü. Bu süreçte yayımladığı eserine, Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi adını verdi. 1937’de eşinden ayrıldı ve daha sonra 1939’da Lotte adındaki bir kadın ile evlendi. Lotte’ye çok değer veriyordu ve ondan esinlenerek Sabırsız Yürek adlı romanını kaleme aldı.

Stefan, insanlığın aşağılanmasına, erdemlerin yok oluşuna, ötekileştirmenin çoğalttığı nefrete, kötülükten doğan öfkeye karşı sessiz kalamayan, temeli insan olan her konuya karşı oldukça duyarlıydı. Londra’da oturma vizesi alamaması, bir de üstüne pasaportuna “Yabancı Düşman” damgası vurulmasına dayanamıyor, bu durum çok ağrına gidiyordu. 1940’ta İngiliz vatandaşlığına kabul edildi. Bu sırada Hitler, Batı’ya doğru ilerlemeye başlamıştı. Stefan, eşini de alarak Avrupa’dan ayrıldı; önce New York, ardından Arjantin, sonra Paraguay ve en sonunda Brezilya’ya gittiler. Aralık ayında New York’a geri döndüler. Burada Stefan, Amerigo-Tarihî Bir Hatanın Öyküsü’nü yazdı.

Bir süre her şey yolunda gibi gitse de Amerika’nın havası ve suyu eşi Lotte’nin astımını azdırmıştı. Gezgin ruhunu perçinleyen yaşam koşulları, Stefan’ı oradan oraya sürüklüyordu. 1941’de de Brezilya-Geleceğin Ülkesi adlı kitabını yayımladı ve hemen ardından Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Burada Satranç’ı yazdı.

1941’de Montaigne üzerine inceleme yazısına başlamıştı ki aslında yaşamının son günlerini yazıyordu. 14 Şubat 1942’de karı koca, Rio Festivali’ni izlemeye gitti. Nispeten keyifleri yerindeydi ki gazetelerdeki kanlı manşeti gördüler: Naziler, Süveyş Kanalı’na doğru yönelmişler; Libya’yı hedef almışlardı. Apar topar evlerine döndüler.

22 Şubat günü, Stefanların yatak odalarının kapısı öğlene kadar hiç açılmadı. Hizmetçileri polise haber verdi. İçeri giren polisin gördüğü manzarada, Stefan sırtüstü yatmış, karısı da elini onun göğsüne koymuş bir şekilde bulunmuşlardı. Cansız bedenleri ile öylece yatan çift, “Veronal” adlı ilaçtan içmişler, öncesinde de masanın üzerine veda mektuplarını bırakmışlardı.

Eserleri:

Acımak, Bir Yüreğin Çöküşü, Dünün Dünyası, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Yarının Tarihi, Kendileri ile Savaşanlar: Kleist-Nietzsche-Hölderlin, Üç Büyük Usta: Balzac-Dickens-Dostoyevski, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova-Stendhal-Tolstoy, Lyon’da Düğün, Yıldızın Parladığı Anlar, Karışık Duygular, Satranç, Günlükler, Değişim Rüzgârı, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Fouche-Bir Politikacının Portresi, Tehlikeli Merhamet, Amok Koşucusu, Balzac-Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Freud ve Öğretisi, Yakıcı Sır, Ruh Yoluyla Tedavi, Amerigo, Mektuplaşmalar, Buluşmalar, Rotterdamlı Erasmus, Zaferi ve Trajedisi, Clarissa…

Şule Şenkaya, 1950 yılında Balıkesir’de doğdu. 1960-1980 yılları arasında Almanya’da eğitimini tamamladı. Yüksek Ticaret Bölümü mezunudur. Daha sonra Türkiye’ye dönüp çeşitli illerdeki noter, adliye ve SGK’da yeminli tercümanlık yaptı. Ankara’da önce özel bir şirkette ve daha sonra da Siemens firmasında genel müdür sekreteri ve tercüman olarak çalıştı. 2006 yılında emekli olup Elips Kitap bünyesinde Almancadan Türkçeye kitap çevirileri yapmaktadır.

HAYATIN MUCİZELERİ

Antwerpen’in1 üzerine gri bir sis bulutu inmiş, tüm şehri yoğun ve bunaltıcı örtüsüyle sarmalamıştı. Evler hafif bir dumanın içinde kayboluyor ve caddeler bilinmeze doğru gidiyor gibiydi. Bütün bunların üzerinde ise Tanrı’nın bir sözüymüş gibi bulutların içinden yükselen bir uğultu, vızıldayan bir çınlama vardı zira kiliselerin kulelerindeki çanlar boğuk seslerle yakınıyor, yalvarıyorlardı ve bu sesler hem şehirde hem bütün bölgede hatta uzaktaki limanda okyanusun huzursuz, hafifçe kabaran dalgalarını bile saran bu büyük ve vahşi sis denizinin içinde duyulmaktaydı. Orada burada soluk bir ışık nemli dumanla savaşıyor, parlayan bir tabelayı aydınlatmaya çalışıyordu ama sadece sert gırtlaklardan gelen boğuk gürültüler ve kahkahalar üşüyenlerin ve bu havayı sevmeyen insanların birbirlerini buldukları meyhanenin nerede olduğunu belli ediyordu. Sokaklar boştu ve arada sırada bir silüet geçse de bu sadece sisin içinde eriyip giden belli belirsiz bir çizgi gibi görünüyordu. Bu pazar sabahı can sıkıcı ve bitkindi.

Sadece çanlar sanki sis haykırışlarını boğacakmış gibi çaresizce hiç durmadan çalıyor, çalıyorlardı çünkü dindarlar azalmıştı; yabancı bir kâfirlik yerleşmişti ülkeye ve dinden ayrılmamış olanlar da Tanrı’ya hizmet etme konusunda isteksiz ve durgundular ve sabahleyin yükselen sis bulutu onları dinî görevlerinden caydırmak için yeterli olmuştu. Gayretle tespihlerini çeken buruşmuş yaşlı kadınlar, basit pazar kıyafetlerini giymiş fakir insanlar, sunakların ve şapellerin altın, ayin kaftanın yumuşak ve hafif bir alev gibi parladığı kilisenin derin ve karanlık salonlarında yollarını kaybetmiş gibi duruyorlardı.

Sis, duvarlardan buraya da sızmış gibiydi çünkü buraya da o terk edilmiş ıssız caddelerin hüzünlü ve ürpertici havası yerleşmişti. Ve sabah vaazı da soğuk ve buruktu, güneş ışığından yoksundu; şiddetli bir güç bilinci, vahşi bir kızgınlık, nefretle karışıktı ve Protestanları hedef alıyordu çünkü ılımlı zamanlar geride kalmıştı ve İspanya’dan kilise görevlilerine gelen güzel haberlere göre yeni kral övgüye değer bir sertlikle kilisenin işlerine hizmet edecekti. Son Mahkeme’nin2 tehditlerinin açıklamalarına gelecek zaman ile ilgili uyarılar eklenmişti, belki dinleyenler grubu büyük olsaydı bu sözler fısıltılar hâlinde yayılır, çok insana ulaşırdı ancak böyle karanlık boşlukta, nemli, soğuk havada yağmur yağıyormuş gibi yere düşüyorlardı.

Vaaz sırasında iki adam hızla ana kapıdan içeri girmişti, ilk bakışta paltolarına sarınmış, yakaları kalkık, yüzlerine düşen saçları nedeniyle kim oldukları anlaşılmıyordu. Daha uzun boylu olan, ıslak paltosunu bir hamlede çıkardı; aydınlık, sıra dışı olmayan bir yüzü vardı, hâli vakti yerinde burjuva havasına zengin tüccar giysileri iyi uyuyordu. Diğeri her ne kadar öyle olağanüstü giyinmemiş olsa da biraz daha tuhaftı; yumuşak ve sakin hareketleri, biraz iri kemikli, köylü gibi ama yüzüne düşen gür beyaz saçlarının yumuşak bir Protestan havası verdiği iyi kalpli yüz ifadesiyle uyumluydu.

İkisi de kısa bir süre dua etti, sonra tüccar daha yaşlı refakatçisine kendisini takip etmesi için bir el işareti yaptı ve birlikte yavaş yavaş ve sessiz adımlarla mumların huzursuzca titrediği ve renkli camların önünde hâlâ kalkmamış olan ağır bir bulut yüzünden aydınlanmamış, neredeyse tamamen karanlık ve nemli olan yan koridora geçtiler. Tüccar genellikle şehrin miras yoluyla zengin olmuş ailelerinin kiliseye bağışları ve adakları ile dolu olan küçük yan şapelin önünde durdu ve eliyle küçük sunağı işaret ederek kısaca: “İşte burada.” dedi.

Diğeri yaklaştı, alaca karanlıkta daha iyi görebilmek için elini gözüne siper etti. Sunağın bir kanadında renkleri karanlıkta daha yumuşak ve sıcak görünen, ressamın bakışlarını hemen büyüleyen parlak bir resim asılıydı. Bu Meryem Ana’nın resmiydi, kalbine saplanmış bir kılıç vardı; resim acıya ve üzüntüye rağmen çok yumuşak ve barış doluydu. Meryem’in yüzünde tuhaf bir şirinlik vardı. Sözde kayıtsızlığını gölgeleyen hafif acı düşüncelerin, gülümseyen zarafetini gölgelediği hayalci ve mutlu bir bakire olan Meryem Ana gibi değildi. Erguvan rengindeki bir yara gibi parlayan kırmızı dudaklarının olduğu ince, solgun ve parlak yüzünü siyah gür uzun saçları okşar gibi sarmalıyordu. Harika ince yüz hatları vardı, ince ve kavisli kaşları gibi bazı çizgileri neredeyse ihtiraslı ve nazik bir görüntü veriyor, koyu renkli dalgın ve hülyalı bakan gözleri sanki tüm korkuların ve acıların olmadığı çok renkli, daha tatlı bir dünyanın düşünü kuruyordu. Elleri yumuşak bir teslimiyetle birleşmişti ve göğsü yarasından akan kana sebep olan kılıcın soğuk temasından dolayı hâlâ korkuyla titriyor gibiydi. Bütün bunlar harika bir parlaklıktaydı ve başının üzerinde altın bir parıltı vardı ve güneşin vurduğu renkli kilise camlarının ışığında kalbi de sıcak akan kandan dolayı değil de sanki kutsal kâsenin3 mistik ışığı gibi yanıyordu. Yavaş yavaş çöken alaca karanlık bu resmin son dünyevi görüntüsünü de aldı ve böylece bu tatlı genç kızın başının üzerindeki kutsal ışık, gerçek bir aydınlanmanın canlı pırıltıları gibi yanmaya başladı.

 

Hayranlıkla ve gözlerini ayırmadan sürekli resme bakan ressam alelacele toparlandı.

“Bu resmi bizimkilerden birisi yapmamıştır.”

Tüccar onaylarcasına başını salladı.

“Bir İtalyan’dı. Genç bir ressam. Ama bu çok uzun bir hikâye. Size en başından anlatmak istiyorum ve bildiğiniz gibi son noktayı da siz koyacaksınız zaten. Ama bakın, vaaz sona erdi, her ne kadar çabamız ve amacımız onun için olsa da geçmişi anlatmak için kilisenin dışında bir yer bulalım. Haydi gidelim.”

Ressam, buğu, pencerenin etrafını altın gibi çevrelediğinde ve sisli karanlık daha çok açıldıkça, daha da yoğun bir parlaklıkta görünen resmin yanından ayrılmadan önce tereddütle biraz daha kaldı. Ve bir an için daha dikkatle inceleyerek resme bakmaya devam ederse bu çocuk dudaklarının yumuşak acı kıvrımları bir gülümsemeye dönüşecek ve yeni bir zarafet görünecek sandı. Ancak refakatçisi önden gitmişti ve kapıda ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmak zorundaydı. Geldikleri gibi birlikte çıktılar kiliseden.

İlkbahara yaklaşırken şehrin üzerine sabahleyin çöken kalın sis tabakası üçgen çatıların üzerine tutturulmuş mat gümüş renginde bir tüle dönüşmüş gibiydi. Sıkışık yerleştirilmiş kaldırım taşları nemden dolayı çelik gibi parlıyor ve üzerilerine düşen güneşin ilk ışıkları altın gibi yansıyordu. İkisinin de yolu tüccarın oturduğu aydınlık limana doğru dar ve dönemeçli yollardan geçiyordu. Düşüncelere ve anılara dalarak yavaş yavaş yürüdükleri için tüccarın anlattığı hikâye onları dalgın adımlarından daha hızlı hedefe ulaştırdı.

“Size daha önce anlattığım gibi…” diye başladı. “Gençlik yıllarımda Venedik’e gitmiştim. Ve kısacası, orada pek Hristiyan inançlarına uygun davranmadım. Babamın bürosunu yönetmek yerine, zamanımı, bütün gün çılgınca yaşayan oranın gençleri gibi meyhanelerde içerek, kumar oynayarak, çılgınca şarkılar söyleyerek geçirdim, hatta bazı edepsiz şarkılar da öğrendim ve diğerleri gibi bazı kötü küfürler etmeyi de. Eve geri dönmeyi hiç düşünmüyordum. Babamın bana sürekli yazdığı ısrarlı ve tehdit dolu mektuplardaki gibi, hayat benim için rahattı. Beni bilenler bu namussuz hayatın beni yutacağı konusunda uyarmışlardı. Bense bunlara sadece gülüyor, bazen de kızıyordum; o çok tatlı şaraptan aceleyle içtiğim bir yudum tüm sıkıntıları geçiriyordu, eğer o yapmazsa bir fahişenin öpücüğü bunu hallediyordu.

Mektupları açıyor ve hemen sonra yırtıyordum; çılgınlık beni ele geçirmişti, kurtulmayı hiç düşünmüyordum. Ama bir akşam hepsinden kurtuldum. Çok tuhaftı ve bugün bile bazen yoluma, görünür biçimde bir mucizenin çıktığını düşünürüm. Meyhanemde oturuyordum; bugün hâlâ oradaki sigara dumanını ve meyhane arkadaşlarımı görüyor gibiyim. Fahişeler de vardı orada, birisi çok güzeldi; o geceden daha çılgın ve gizemli bir gece geçirdiğimiz nadirdi. Birdenbire, tam müstehcen bir fıkra gümbürtülü kahkahalara sebep olmuşken, uşağım geldi ve bir kuryenin Flaman’dan4 getirdiği mektubu uzattı. Çok kızmıştım çünkü babamdan gelen mektupları görmeyi sevmiyordum, beni sürekli görevlerim ve bir Hristiyan olarak yapmam gerekenler, yani benim çoktan şaraba gömdüğüm konularda uyarıyordu. Mektubu tam alacakken, meyhane arkadaşlarımdan biri fırladı; yakışıklı bir gençti, becerikli ve tüm şövalyelik sanatlarında ustaydı! ‘Bırak şu sinek vızıltısını. Sana ne bundan!’ diye bağırdı, mektubu havaya fırlattı, çabucak kılıcını çekti ve düşen mektubu duvara öyle derine sapladı ki kılıcın esnek mavi ucu titredi. Kılıcı dikkatle geri çekti, kapalı mektup duvarda kaldı. ‘İşte yarasa oraya yapıştı!’ diye güldü. Diğerleri alkışladı, fahişeler sevinç içinde yanına koştu, onun şerefine içildi. Ben de güldüm, onlarla içtim; mektubu, babamı, Tanrı’yı ve kendimi unutmak için çılgınca neşelenmeye çalıştım. Sonra mektubu düşünmeden neşemizin deliliğe dönüştüğü başka bir meyhaneye gittik. Hiç olmadığım kadar sarhoştum ve fahişelerden biri günah kadar güzeldi.”

Tüccar gayriihtiyari durdu ve hatırlamak istemediği sevimsiz bir görüntüyü uzaklaştırmak ister gibi birkaç defa eliyle alnını sildi. Ressam hemen bunun üzücü bir anı olduğunu fark etti ve onun yüzüne bakmayıp sanki merak ediyormuş gibi bakışlarını, birlikte yürüyüp vardıkları renkli ve karmaşık limana şişkin yelkenleriyle yaklaşan bir kalyona çevirdi. Suskunluk uzun sürmedi, tüccar hikâyesini anlatmaya hemen devam etti.

“Neler olduğunu tahmin edebilirsiniz. Ben genç ve şaşkındım, kadın ise cesur ve güzel. Birlikte gittik, ben huzursuz ve şehvet doluydum. Ancak değişik bir şey oldu. Kadının işveli kollarında yatmış, dudakları dudaklarıma bastırırken bu durum beni daha istekli yapmadı ve keyifle karşılık vermeme yol açmadı, aksine bu dudaklar bana ebeveynimin evindeki akşam selamlaşmalarındaki o yumuşak öpücüğü hatırlattı. Fahişenin kollarındayken birdenbire mucizevi ve inanılmaz bir şekilde babamın buruşturulmuş, atılmış, okunmamış mektubu geldi aklıma ve sanki arkadaşımın darbesini kanayan göğsümde hissettim. Fırladım, öyle aniden ve soluk bir yüzle ki yanımdaki fahişe korku dolu gözlerle ne olduğunu sordu. Ama ben bu aptalca korkum yüzünden utanmış, yatağında yattığım ve güzelliğinin zevkini çıkardığım ancak o anın tek bir saçma düşüncesini bile anlatmak istemediğim yabancı kadının yüzüne bakamaz olmuştum. Ama o bir dakikada tüm hayatım değişmişti ve bugün de o gün olduğu gibi böyle bir şeyin ancak Tanrı’nın lütfuyla olabileceğine inanıyorum. Kadına para fırlattım, onu aşağıladığımı zannettiği için istemeyerek aldı ve bana aptal bir Alman olduğumu söyledi. Oysa ben artık hiçbir şey duymuyordum, soğuk ve yağmurlu gecede koşturuyor ve biçare birisi gibi karanlık kanallara doğru bağırarak bir gondol arıyordum. Sonunda biri geldi, ücret olarak neredeyse altın değerindeydi ama kalbim öyle hızlı, öyle acımasız ve anlaşılmaz bir korkuyla atıyordu ki bir mucizenin bana hatırlattığı o mektuptan başka bir şey düşünemiyordum. Meyhaneye geldiğimde o satırları okuma arzum gittikçe yükselen bir ateş gibiydi; bir çılgın gibi meyhaneye daldım, arkadaşlarımın neşeli ve şaşkın bağrışmalarına aldırmadan üzerindeki bardakları şangırdatarak masaya çıkıp duvardaki mektubu aldım ve arkamdaki alaycı kahkahalara, öfkeli küfürlere aldırış etmeden dışarıya koştum. Köşe başında titreyen ellerle mektubu açtım. Bulutlu gökyüzünden yağmur boşanıyor, rüzgâr elimdeki kâğıdı çekiştiriyordu. Ama gözlerimdeki yaşlarla yazılanları okumadan onu bırakmaya niyetim yoktu. Çok uzun değildi yazılanlar, annem ölebilecek kadar hastaydı ve eve gelmem isteniyordu. Başka zamanlarda olduğu gibi azarlama ve suçlama sözleri yoktu. Ancak kılıcın ucunun annemin isminin tam ortasını delip geçtiğini görünce kalbim büyük bir utançla alev alev yanmaya başladı…”

“Bir mucize, çok belirgin bir mucize işareti bu, herkes anlayamaz, kimin için hazırlanmışsa ancak o anlar.” diye mırıldandı ressam, anlatan derin bir sessizliğe gömüldüğünde. Bir süre yine hiç konuşmadan yan yana yürüdüler. Tüccarın görkemli evi uzaktan görünmüştü bile. Tüccar başını kaldırıp bunu fark ettiğinde hemen anlatmaya devam etti.

“Kısaca anlatayım, o gece ne kadar acı çektiğimi, nasıl pişmanlık dolu bir cinnet geçirdiğimi bırakın anlatmayayım. Sadece şunu söyleyeyim, ertesi sabah kendimi Markus Kilisesi’nin basamaklarında diz çöküp tüm kalbimle dua ederken buldum, orada anneme ölmeden yetişip ondan özür dileyebilirsem Meryem Ana’ya bir sunak yaptırmaya söz verdim. Aynı gün yola çıktım, çaresizlik ve korku içinde geçen saatler ve günler sonrasında Antwerpen’e vardığımda çıldırmış gibi ve umutsuzca ebeveynimin evine koştum. Kapıda annem duruyordu, yaşlanmış ve solgundu ama iyiydi. Beni görünce sevinçle kollarını açtı ve ben endişelerle geçen tüm günleri, rezilliklerle ziyan ettiğim geceleri düşünerek onun göğsünde utanç içinde ağlayarak rahatladım. O zamandan sonra hayatım başka türlü oldu, evet hatta daha iyi bir hayatım oldu diyebilirim. Elimde olan, en çok sevdiğim şeyi, o mektubu kendi ellerimle inşa ettiğim bu evin temeline gömdüm ve adağımı yerine getirmeye çalıştım. Geldikten kısa bir süre sonra gördüğünüz o sunağı yaptırdım ve onu layık olduğu şekilde süslemek için elimden geleni yaptım. Ancak sizin bildiğiniz ama benim sanatınızı değerlendirebilecek sırları bilmediğim ve Meryem Ana’nın bana yaşattığı mucizeye layık bir resim yaptırmak için Venedik’teki iyi bir arkadaşıma mektup yazıp kalbimdeki Meryem Ana portresini layığıyla yapabileceğine inandığı ve tanıdığı en çalışkan ressamı bana göndermesini rica ettim.

Aylar geçti. Günün birinde genç bir adam kapıma geldi, neden geldiğini söyledi, arkadaşımın selamını ve mektubunu getirdi. O harika ve garip bir hüzünle dolu yüzünü bugün bile hatırladığım o İtalyan ressam benim Venedik’teki gürültücü ve çok konuşan meyhane arkadaşlarıma kesinlikle benzemiyordu. Kıyafetleri uzun ve siyah, saçları sade taranmış ve yüzü gece nöbet tutanların ve çilekeşlerin yüzü gibi ruhsal bir soluklukta olduğu için onun ressamdan çok bir rahip olduğunu zannederdiniz. Mektup da bu olumlu izlenimimi teyit ve ressamın genç olması ile ilgili endişelerimi bertaraf etti; arkadaşım yaşlı ressamların İtalya’da prenslerden daha kibirli olduklarını ve orada etraflarının arkadaşlarıyla ve kadınlarla, soylularla ve halkla çevrili olduğu için en cazip iş teklifinin bile onları yurtlarından uzaklaştıramadığını yazıyordu. Bu genç ustayı rastlantı sonucu bulmuştu; kendisinin de bilmediği bir sebepten dolayı İtalya’yı terk etmek istemesi yapılan teklifteki para miktarından daha önemliydi çünkü o da ülkesinde değeri bilinen ve saygı gören genç bir ressamdı.

Arkadaşımın gönderdiği bu adam sessiz ve içine kapanıktı. Hiçbir zaman hayatı hakkında kendisinden bir şey öğrenemedim, sadece bazı imalarından kaderindeki acıların sebebinin güzel bir kadın olduğunu ve onun yüzünden yurdundan ayrıldığını çıkardım. Ve bunun için bir kanıtım olmasa da ve düşündüklerim dinsizlik gibi, Hristiyanlığa uymuyor gibi görünse de sizin de gördüğünüz ve ressamın birkaç hafta içinde model kullanmadan ve büyük bir hazırlık yapmadan sadece hafızasından yaptığı o resmin sevdiği kadının yüz hatlarını içerdiğini zannediyorum. Çünkü ne zaman ona gitsem kendisini sizin de gördüğünüz o tatlı çehreyi yeniden çizmeye çalışırken ya da rüyalara dalmış gibi onu seyrederken buluyordum. Ve resim bittiğinde bir fahişenin Meryem Ana olarak resmedilmesi kâfirlik olabilir şeklinde duyduğum gizli bir korkuyla ikinci bir resim için başka birisini seçmesini emrettiğimde, cevap vermedi. Ertesi gün ona gittiğimde tek bir veda kelimesi etmeden buradan gitmişti. Bu resimle sunağı süslemek konusunda endişelerim vardı ancak kendisine sorduğum papaz hiç tereddüt etmeden izin verdi…”

“Ve doğrusunu yapmış.” dedi ressam heyecanla. “Çünkü karşılaştığımız her kadının güzelliğinin farkına varmazsak sevdiğimiz kadınlarımızın hoş güzelliklerini nasıl anlatabiliriz ki. Bizler Tanrı’nın sureti olarak yaratılmadık mı ve en kusursuz olanı yapabilmek için görünmeyenin sadece soluk bir kopyası olsa da mükemmele en yakınını resmetmemiz gerekmez mi! Bakın! İkinci resmi yapmak için seçtiğiniz ben, doğada olmayanın resmini yapmayı bilmeyen, kendi içinden gelerek yapamayıp sadece gerçekten var olanları zahmetle kopya eden zavallılardan birisiyim. Saygıdeğer Meryem Ana’yı çizmek için sevdiğimi seçmezdim çünkü el değmemişi günahkâr bir yüz ile göstermeye çalışmak günah olurdu ama ben güzeli arardım ve dindar rüyalarımda gördüğüm Meryem Ana’nın yüzüne en çok benzeyen kişiyi resmederdim. Ve inanın bana, günahkâr birisinin yüzünü bile iman içinde çizerseniz o zaman o yüzde kötülüğün ve günahın izi bile olmaz, hatta bu harika iffet büyüsünü çoğu zaman dünyevi kadınların yüzünde bile görürsünüz. Ben kendim bile bu mucizeyi defalarca gördüğümü zannettiğimi söyleyebilirim.”

 

“Her durumda -ben size güveniyorum- siz olgun, çok sabretmiş ve yaşamış bir insansınız, siz bunda bir günah görmüyorsanız…”

“Tam tersine! Bunun övülmeye değer bir şey olduğunu düşünüyorum ve sadece Protestanlar ve diğer mezheplerden olanlar, Tanrı’nın evindeki süslere karşıdırlar!”

“Bu konuda haklısınız. Ama yine de resmi yapmaya bir an önce başlamanızı rica ediyorum çünkü yerine getirmediğim bu adak bir günah gibi beni yakıyor. Yirmi yıl boyunca ikinci resmi unutmuştum ancak kısa bir süre önce hasta çocuğumuzun yatağı başında karımın acı içinde ağlayan yüzünü gördüğümde kendimi suçlu hissettim ve adağımı yeniledim. Ve sizin de bildiğiniz gibi bütün doktorlar çaresiz kalıp, sırtlarını dönmüşken Meryem Ana oğlumu iyileştirerek mucizesini gösterdi. Rica ediyorum bu işi fazla geciktirmeyin.”

“Ne yapabilirsem yapacağım ancak önceden söyleyeyim, uzun meslek yıllarımda hiçbir eser bu kadar zor görünmedi bana çünkü bu -çalışmalarından daha fazla şey görmek istediğim- genç sanatçının yaptığı resmin yanında beceriksiz birisinin dikkatsizce yaptığı bir işmiş gibi olmaması için Tanrı’nın elinin işimin üzerinde olması gerekir.”

“O kendisine sadık olanlardan hiç ayrılmaz. Hoşça kalın! Ve huzur içinde işe başlayın. Yakında iyi haber vereceğinizi ümit ediyorum.”

Tüccar evinin kapısının önünde ressamın elini içtenlikle bir kere daha sıktı ve ressamın kaba, keskin hatlı Alman yüzünde, etrafındaki aşınmış sivrilikler ve dik kayalarla çevrili pırıl pırıl parlayan bir dağ gölüne benzeyen mavi, berrak gözlerine güvenle baktı. Ressamın dilinin ucunda bir şey daha var gibiydi ama cesurca yuttu ve kendisine uzatılan eli kuvvetlice sıktı. İkisi de birbirlerinin duygularını çok iyi anlamış olarak ayrıldılar.

Ressam işleri kendisini evine bağlamadığında alışık olduğu gibi limanda yavaş yavaş yürümeye başladı. İşin hiç kesilmeden sürdüğü bu vahşi, çok renkli manzarayı seviyor ve bazen çalışanlardan birisinin bedeninin garip bir duruşunu çizmek ve dolayısıyla zor zanaatının inceliklerine bir adım daha yaklaşabilmek için bir iskele babasının üzerine otururdu. Denizcilerin yüksek sesle bağrışmaları, arabaların takırtıları ve denizin kekeler gibi monoton kıyıya vuran dalga sesleri onu hiç rahatsız etmezdi, içinden hayal ettiği resimleri çok güzel yapamasa da karşısındaki çok sıradan şeylerde bile bir sanat eseri olan ışığı tanıyabilen bakışlar bahşedilmişti ona. Bu yüzden de her zaman hayatın en renkli ve değişik cazibelerinin çok olduğu yerlere giderdi; yavaş adımlarla ve arayan gözlerle denizcilerin arasında yürür, kimse de onunla alay etmeye cesaret edemezdi çünkü sahildeki boş midyeler ve parçalanmış taşlar gibi bir limanda da bir sürü gürültücü ve işe yaramaz insanın olduğu yerde sakin tavırları ve yüzündeki saygı uyandıran ifadesiyle dikkat çekerdi.

Ama bu defa aramaktan çabuk vazgeçti. Tüccarın hikâyesi biraz da kendi kaderine dokunduğu için onu çok etkilemişti ve başka zaman sanatında mucizeler yaratan şeyler bugün görevini yapmamıştı. Tüm kadınların yüzünde, hem de bu kadınlar hantal balıkçılara benzese bile o genç ustanın elinden çıkmış Meryem Ana’nın resmindeki o yumuşak ışıltı parlıyordu. Bir süre kararsız ve hülyalı düşünceler içinde pazar günlerinin süslü kalabalığında dolaştı ama sonra içindeki özlem dolu arzuya direnmeyi bıraktı ve dönemeçli sokakların karanlık ağından yine kiliseye, o yumuşak kadının harika portresine giden yolu aradı.

***

Ressamın arkadaşına sunak için Meryem Ana’nın resmini yapacağına söz vermesinin üzerinden birkaç hafta geçmişti ve hâlâ hiç dokunulmamış olan tuval neredeyse ondan korkmaya başlayan yaşlı ustaya suçlayarak bakıyor, o ise kendi cesaretsizliğinin zalim ve sessiz uyarılarını hissetmemek için saatlerce sokaklarda gezmeyi tercih ediyordu. Sürekli çalışarak hatta belki de kendi içine bakma fırsatı bulamayacak kadar çok yoğun geçen iş hayatında, genç ressamın resmine baktığı gün bir değişim geçirmişti; gelecek ve geçmiş ansızın açılmış ve içinde sadece karanlığın ve gölgelerin aktığı boş bir ayna gibi ona bakıyorlardı. Ve hayatta cesaretle yukarıya kadar tırmandıktan sonra son adımı atarken yanlış yola girdiğini düşünerek korkuya kapılmak, kalan birkaç kolay adımı öne doğru atacak gücü kaybetmek kadar korkunç bir şey yoktur. Hayatında yüzlerce dinî konuyu tasvir etmiş olan ressama bir insanın yüzünü layığıyla çizme yeteneği bir anda kaybolmuş gibi geliyordu hatta bunun sadece ilahi varlıklara has olduğunu düşünmeye başlamıştı.

Yüzlerini bir saat resmedilmesi karşılığında satan, bedenlerini satan, içteki temizliklerinin, pırıltılarının yüzlerine vurduğu halktan kadınlar ve narin kızlar aramıştı ancak ne zaman onun yakınında dursalar ve o ilk çizgiyi yapmak için fırçasını eline alsa onların insan olduğunu hissetmişti. Birisinin sarışın, diğerinin açgözlü ve keyif düşkünü olduğunu, bir diğerinin aşk oyunlarında bastırılmış vahşi hırsını görüyor, dar parlak genç kız alınlarının ardındaki boşluğu hissediyor ve kaba adımlarından ürküyor, fahişelerin şevhetli kalça hareketlerinden korkuyordu. Ve dünya birdenbire gözüne öyle sıkıcı gelmişti ki etrafında gördüğü tüm insanlar; soluğu kesilmiş tanrısallık, artık mistik bekâretten bihaber ve başka dünyaların düşlerine yumuşak bir ürpertiyle lekesiz olarak teslimiyet duygusunu bilmeyen, bu şehvetli kadınların gelişen bedenleri… Kendi çalışmalarını topladığı dosyaları açmaktan utanıyordu, sanki dünyadan uzaklaşmış, hantal çiftçileri, Mesih’in şehitleri ve iğrenç kadınları onun hizmetkârları olarak seçtiği için günah işlemiş gibi hissediyordu. Bu duygu durumu gittikçe daha ağır ve baskılı çöküyordu üzerine. Gençliğinde, sanata yönelmeden çok önceleri babasının pulluğunun arkasından yürüdüğü zamanları, sert çiftçi elleriyle tırmığı kara toprağa daldırışını hatırladı ve acaba bu biçimsiz ellerle hiç kendisine göre olmayan sırları ve mucize işaretlerini sarsacağına sarı mısırlar ekseydim ve çocuklar için varlıklı olsaydım nasıl olurdu diye sordu kendisine. Tüm hayatı bir saat içinde uyurken rüyalarına süzülen, uyanıkken hem işkence eden hem de mutluluk veren bir resim ve üstünkörü öğrendiği bazı şeyler yüzünden ek yerlerinden ayrılmış gibiydi. Çünkü artık dua ederken Meryem Ana’yı başka türlü hayal edemiyordu; o genç ressamın tablosundaki hoş bir portreydi ama yine de karşılaştığı tüm dünyevi kadınların güzelliklerinden farklı, ilahi bilgilere ve kadınsı bir tevazuya sahipti. Sevdiği tüm kadınların görüntüsü hafızanın yanıltıcı loşluğunda bu figürün muhteşem görüntüsüne dönüşüyordu. Ve hayatında ilk defa gerçek bir modelle değil de Meryem Ana’nın aklındaki hayalini, yani Meryem Ana’yı çocuğuyla hafifçe gülümserken ve keyifli bir tasasızlık içinde resmetmek istese fırçayı hareket ettirmesi gereken parmakları kramp girmiş gibi güçsüz kalıyordu.

İç gözüyle sanki düz bir duvara çizilmiş gibi çok net gördüğü berrak hayaline giden akım durmuştu, gözlerinin anlattıklarının karşısında parmakları çaresiz kalmıştı. Gerçeklik kendi yoğunluğundan bir köprü oluşturmadığı takdirde, rüyalarının en güzel ve en sadığını gerçeğe dönüştürme yeteneğinin olmadığını bilmenin acısı ateş gibi yakıyordu. Ve o zaman endişeyle kendisine şu soruyu sordu: Bunlar olduktan sonra kendisine hâlâ sanatçı diyebilir miydi yoksa tüm hayatı boyunca taşları yan yana yerleştiren bir işçi gibi renkleri zahmetle bir araya getiren iyi bir zanaatkâr mıydı sadece?

Bu tür kendi kendisine işkence ettiği düşünceleri ona bir gün bile rahat vermiyor ve boş tuvalin ve itinayla hazırlanmış malzemelerin alaycı seslerinin olduğu odadan dışarı fırlıyordu. Birçok kere tüccara bu sıkıntısını itiraf etmek istedi ancak bu dindar ama aynı zamanda iyi niyetli de olan adamın onu hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağından ve daha ziyade bittiğinde birçok usta ve amatör sanatçının alkışlarını toplayabileceği böyle bir eseri başlayabilecek yeteneğinin olmadığını değil, beceriksiz bir işten kaçış bahanesi uydurduğunu zannetmesinden korktu. Ve bu yüzden genellikle amaçsızca ve mola vermeden caddelerde dolaşıyor ve tesadüfün ya da gizli bir sihrin onu dalıp gittiği rüyalarından tekrar tekrar o kilisenin önünde uyandırdığını fark edince yine ürküyordu, sanki görünmeyen bir ip onu bu resme bağlıyor ya da ruhunu rüyalarında bile ilahi bir güç yönetiyordu. Bazen tabloda bir kusur, bir eksik bulurum ve böylece bu zorlayıcı büyüden kurtulurum umuduyla içeriye giriyordu ancak resmin karşısında durduğunda genç ustanın sanatını ve el emeğini kıskanarak değerlendirmeyi tamamen unutuyor, aksine ona baktıkça daha saf, daha yüce duyguların dalga dalga tüm çevresine ve benliğine yayıldığını ve onu başka boyutlara yükselttiğini hissediyordu. Ve sonra kiliseden ayrılıp kendisini ve çabalarını düşünmeye başladığında eski acısını iki kat daha güçlü hissediyordu.

1Antwerpen (Anvers): Belçika’da bir liman kenti. (ç.n.)
2Son Mahkeme: Mahşer günü (ç.n.)
3Kutsal kâse ya da mukaddes kâse, İsa’nın Son Akşam Yemeği’nde kullandığı iddia edilen, mucizevi güçleri olduğuna inanılan kap. Aramatyalı Yusuf’un çarmıha gerilen İsa’nın damlayan kanını kutsal kâseye koyduğuna inanılır. (ç.n.)
4Flaman: Belçika’nın bir bölgesi. (ç.n.)
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?