Czytaj książkę: «Jane Austen'ın Hayatı»
Önsöz
Bundan yaklaşık bir buçuk sene önce yaptığımız yayın kurulu toplantısında hepimizi heyecanlandıran bir karar aldık. Aforizma Dizisi ile başladığımız, Bir Nefeste Dizisi ve Dünya Masalları Dizisi’yle devam ettiğimiz dizilerimize bir yenisini daha ekleyecektik: Biyografi Dizisi. Birkaç yayınevinde gayet başarılı biyografiler olmasına rağmen hem günümüz okur kitlesine hitap eden hem de kişilerin hayatlarının en sıradan detaylarını bile son derece canlı bir şekilde anlatan kitaplarda bir boşluk olduğunu fark ettik. Bu alanda gördüğümüz boşluğu doldurmak için hemen kollarımızı sıvadık ve işe koyulduk.
Öncelikle biyografisini okumak istediğimiz ve hayatını ilginç bulduğumuz tarihi kişilikleri belirledik. Sonra bunların arasında yayımlanmaya değer olduğunu düşündüğümüz biyografileri seçtik. Bu bağlamda ilk etapta on önemli tarihi kişinin biyografisi ortaya çıktı. Bu on kişinin hayat hikâyesini bize aynı edebi tat ve ruhla aktaracak çevirmenler aramaya başladık. Fakat bu süreçte en çok kararsız kaldığımız şey kapak tasarımı oldu. Çünkü bir biyografi dizisine yakışır sadelikte, aynı zamanda bu önemli tarihi şahsiyetlerin hayatlarını anlatacak canlılıkta kapaklar olmasını istiyorduk. Önümüze gelen ondan fazla taslak üzerinde günlerce kafa yorduk ve ortak bir karar vermek için çabaladık. En sonunda taslakları ikiye indirdik ve hepimizin içine sinen bu kapakta karar kıldık.
Kitapları yayına hazırlama aşamasında metinle o kadar içli dışlı olduk ki bahsedilen tarihi figürlerin hayatlarına girdikçe yaptığımız işten daha çok keyif almaya başladık. Hepimizin ismen bildiği kişilerin yaşam öykülerini okudukça aslında onların da sizin bizim gibi bir insan olduklarını, bizimle aynı duyguları paylaştıklarını, hayatın onları da tıpkı bizler gibi oradan oraya savurduğunu gördük.
Uzun uğraşlar sonucu ortaya çıkardığımız bu diziyi siz okurlarımızla paylaşmaktan memnuniyet duyuyoruz. Birer tarihi kayıt niteliği taşıyan bu yaşam öykülerini okurken keyif almanız tek temennimiz.
“İyi yazılmış bir hayat öyküsü, en az iyi yaşanmış bir hayat kadar nadidedir.”
Thomas Carlyle
Birinci Bölüm
Bayan Austen edebiyat tarihinde Bayan Burney, Bayan Edgeworth ve Bayan Ferrier gibi önde gelen diğer isimlerle birlikte adabımuaşeret romancıları1 grubunda yer almaktadır. Grubun tamamı, bir zamanların ünlü ismi Bayan Radcliffe gibi romantik çağdaşlarının aksi yönünde bir duruş sergilemiştir.2 Adabımuaşeret romancılarının atasının bir bakıma Richardson olduğu söylenebilir, romantizm akımı romancılarının öncüsü ise Otranto Şatosu’nun yazarıdır. Ancak Bayan Austen’ı önemli kılan, diğer yazarlarla veya edebi ekollerle ilişkisi değildir. Homeros’a, Shakespeare’e, Cervantes’e, Scott’a ve daha pek az kişiye verilmiş olan yaratıcılık, oldukça mütevazı bir biçimde olsa da, Austen’a da bahşedilmişti.
Hayatını anlatan yıllıklar kısa ve sade. Ömrünün sonunda bile dehası aile çevresinin dışında bilinmiyordu; vefatından sonra da hak ettiği üne kavuşamadı. Edebi çevreden hiçbir tanıdığı yoktu, hatta genel anlamda çevresi dardı. Yaptıklarını veya söylediklerini hiç kimse not almamıştı. Yirmi yıl önce, Jane Austen’ın aile üyelerinden birinin yanında, Austen hakkında neredeyse Shakespeare kadar az şey bilindiği söylenmiştir. Bunun üzerinden uzun zaman geçmemişti ki yeğeni Bay Austen-Leigh tarafından Jane Austen hakkında bir anı yazısı yayımlandı. Bu yazıda Austen’ın dış görünüşünden, genel karakter özelliklerinden ve alışkanlıklarından bahsedilmekte, ancak bunların ötesine pek geçilmemektedir. Muhtemelen anlatılacak birkaç şey daha vardı. Onun hayatını anlatan tek şey ise eserleriydi. Shakespeare’in eserlerinin kaybolduğu geceye dair detaylara ulaşmak için yapılan beyhude araştırmalar başarıya ulaşsa bile yine de bir hayal kırıklığı yaşanırdı. Anı yazısının yayımlanmasından sonra Austen’ın mektuplarından oluşan bir derleme, Austen’ın kardeşinin torunu Lort Brabourne tarafından dünyaya sunulmuştur. Editör iyi niyetli çalışmalarıyla elinden geleni yapmış olsa da mektuplar biyografik açıdan bir hayal kırıklığıydı. Gelgelelim bu mektuplar Bay Austen-Leigh’in anı yazısı haricinde Lort Brabourne’un giriş yazılarıyla birlikte sahip olduğumuz tek bilgi kaynağıdır; bununla birlikte, tıpkı diğer biyografiler gibi bu biyografinin de temelini oluşturmaktadır.
Jane Austen, Amerikan Devrimi’yle aynı yılda, 16 Aralık 1775’te Hampshire’da yer alan Steventon’ın papaz evinde doğmuştur. Babası George Austen, Hampshire’ın ve komşu bölge Deane’in bölge papazıydı. George Austen, Oxford St. John’s Koleji mensubuydu. İyi bir akademisyendi, böylece iki oğlunu üniversiteye hazırlayabilmişti. Dış görünüşüyle göze çarpan George Austen “yakışıklı akademisyen” olarak anılıyordu. Eşi ve Jane Austen’ın annesi olan Cassandra, Papaz Thomas Leigh’in en küçük kızıydı. Thomas Leigh, All Souls’ Koleji’nde akademisyendi. Sonrasında Henley-on-Thames yakınlarındaki Hampden Koleji’nde akademisyenlik yaptı. Cassandra’nın amcası ise Balliol Koleji’nde yarım yüzyıldan uzun süre akademisyenlik yapmış, döneminin üniversite dehası Dr. Theophilus Leigh’di.
Jane’in beş erkek, bir kız kardeşi vardı. En büyük ağabeyi James, İngiliz edebiyatı üzerine iyi bir eğitim almıştı, mütevazı bir yazardı. Jane’in okumasını yönlendirerek edebiyat zevkini şekillendirmede James’in payının büyük olduğu düşünülmektedir. En büyük ikinci ağabeyi Edward, tıpkı Emma’daki Frank Churchill karakteri gibi, Kent’teki Godmersham Park’ın ve Hampshire’daki Chawton House’un sahibi, zengin akrabası Bay Knight tarafından evlat edinilmiştir. Edward, mülkleri miras aldıktan sonra soyadını Knight olarak değiştirmiştir. Jane’le çocukken ayrılmalarına rağmen hayatlarının ilerleyen döneminde tekrardan yakınlaşmışlar ve Jane, ağabeyi ile yeğenlerine büyük bir sevgi beslemiştir. Edward çok uyumlu ve eğlenceli biri olarak tasvir edilmiştir. Üçüncü ağabeyi Henry’nin iletişim becerisinin çok kuvvetli olduğu, ancak hayatta çok da başarılı olamadığı söylenmektedir. Orta yaş döneminde vaiz olan Henry, yayıncılarla iletişim kurmasında Jane’e yardımcı olmuştur. Diğer ağabeyi ile erkek kardeşi denizciydi, I. Dünya Savaşı’nda ülkelerine hizmet etmişlerdi. İkisi de amirallik rütbesine yükselmiş, ikisi de bu rütbeyi hakkıyla kazanmıştı; her ikisi de profesyonel ruhlarının yanında nazik ve asil karakterleriyle iz bıraktılar. Evlerine döndüklerinde neşeyle karşılanmalarının yanı sıra meslekleriyle ilgili detaylar, kazandıkları para ödülü, aldıkları terfiler de kız kardeşlerinin sayfalarında açıkça yer etmiştir. Gelgelelim, bize aktarılanlara göre, Jane’in kalbinde en büyük yere kendisinden yaklaşık üç yaş büyük olan ablası Cassandra sahipti. Daima birliktelerdi. Aynı evde ve aynı odada ölüm onları ayırana dek birlikte yaşadılar. Cassandra daha sakin, daha soğuk mizaçlıydı. Aile arasında söylenenlere göre Cassandra öfkesini daima kontrol altında tutma yeteneğine sahipti; buna karşın Jane’in kontrol altında tutması gereken bir öfkesi yoktu. Akıl ve Tutku yayımlandığında iki kız kardeş Elinor ve Marianne’le özdeşleştirilmişti; ama Jane kendini asla Marianne gibi duygusallığı aptallığa varan fevri biri olarak betimleyemezdi. Böyle yapsaydı kendine büyük ölçüde haksızlık etmiş olurdu. Bay Austen-Leigh, daha yirmi yaşına basmadan Marianne Dashwood’un zayıflıklarını bu denli açıkça ortaya koyabilen genç kadının söz konusu kusurlara sahip olamayacağını belirtmiştir. Kız kardeşlerin arasındaki sevginin Akıl ve Tutku ile Gurur ve Önyargı’da birbirini seven iki kız kardeşin yanı sıra Emma’da gördüğümüz bir kız kardeşe sahip olma isteğinde kendini göstermiş olması muhtemeldir.
Jane Austen’ın, ablası Cassandra tarafından çizilen bir resmi.
Jane Austen yirmi beş yılını, yani hayatının yarısından çoğunu, Steventon’daki papaz evinde geçirmiştir. Steventon, North Hants’in kavisli bir vadi tarafından sarılmış kireçli tepelerinde, Basingstoke’a on bir kilometre mesafede yer alan küçük bir köydür. Kireçli topraklara sahip bu köyün daima neşeli bir havası vardır. Steventon büyük bir ormanı olmayan ancak altında çuha çiçeklerinin, dağ lalelerinin ve yaban sümbüllerinin açtığı çalıdan örülmüş geniş, yapraklı çitleriyle küçük, sessiz ve güzel bir köy olarak betimlenmektedir. Çalıdan örülmüş çitler yalnızca bir çit değildi, eskinin henüz gelişmemiş çiftçilik günlerinde arazi sınırlarını belirlemeye de yarıyor, ortalarından ise bir patika geçiyordu: İkna’da bu patikalardan birinde yürüyen çiftin konuşmasına patikanın dışında bulunan heyecanlı biri kulak misafiri olur. Daha sonraları yıkılan papaz evi, “karaağaçlarla bezenmiş eğimli çayırlarla çevrili sığ bir vadide yolun iki tarafına güzelce sıralanmış, hepsi geniş bahçeli kır evlerinden oluşan küçük köyün sonunda yer alıyordu.” Güney tarafında eski bir bahçe vardı. Bay Austen-Leigh, halasının, Catherine Morland’in evinin arkasındaki yeşil yamaçtan aşağı yuvarlanırken duyduğu çocuksu keyfi tasvir ederken aklında bu bahçedeki çimenlik yamacın olabileceğini söylüyor. VIII. Henry’nin zamanından kalma bir malikâne buranın pek uzağında yer almasa da Jane’in düşüncelerini romantik geçmişe yöneltmişe benzemiyor.
Gerek Steventon’da ve çevresinde, gerek büyük bir olasılıkla Meryton’a kaynaklık eden Basington isimli küçük kasabada Jane, çeşitli sınıflara mensup insanlara ve İngiltere’nin köyleri ile küçük kasabalarındaki yaşama tanık olmuştur. Jane, parlamento üyesi Sör Thomas Bertram gibi büyük mülk sahiplerini, Bay Bennet ve Bay Woodhouse gibi ufak mülk sahiplerini, eşleri ve kızlarıyla din adamlarını, iyi bir aileden gelen askerler ile bahriyelileri, kötü bir aileden gelen yaşlı kadınları, emekli tüccarları, küçük bir kasabadaki yaşamı, köyün eczacısını, şu an neredeyse yok olmaya yüz tutsalar da bir zamanlar eşlerine çok sık rastlanan Robert Martin gibi bağımsız levazımcıları burada tanıyacaktı. Tüm bunlar Jane’in romanlarına malzeme olmuştur. Karakter çeşitliliği sınırlı olmasına karşın, şimdilerde hareketli ve yerinde duramayan bir hale gelen İngiliz yaşamı, demiryollarının yapımından önce sessiz ve durağan olduğundan onları iyiden iyiye inceleme şansına sahip olmuştu. Mektuplarından birinde Jane romancılığa yeni başlayan birine, “Artık insanlarını keyifle topluyorsun, onları tam olarak yerli yerine koymak hayatımın en büyük sevinci. Küçük bir köydeki üç dört aile üzerine çalışmak çok güzel; çok daha fazlasını yazacağını ve bu aileler yerli yerine oturduğunda kurguyu güzelce kullanacağını umuyorum,” şeklinde yazmıştır. Austen ailesi zengin değildi ama bölgenin sosyetesine katılıp bir faytona sahip olabilecek kadar iyi durumdaydı. Sosyal statüleri, Mansfield Park’ta fayton sahibi olup masalarını kıskanç Bayan Norris’e aşırı gelecek şekilde özgürce donatarak misafir ağırlayan Dr. Grant ve Bayan Grant’le aynı sayılırdı.
Austen ailesinin çevresi, Bayan Austen’ın en büyük ablası ile Reading yakınlarında, Basingstoke’a 30 km mesafede bulunan Sonning’in bölge papazı Dr. Cooper’ın çocukları, yani kuzenleri olan Edward ve Jane Cooper’la kurdukları yakınlık sayesinde her açıdan genişledi. Edward Cooper, yazdığı Latince şiirle Oxford’da ödül kazandı. Sonrasında kehanetler üzerine The Crisis (Kriz) isimli bir çalışma yaptı ve o dönemde moda olduğu üzere birkaç cilt vaaz yazdı. Mansfield Park’ta vaaz verme yeteneğini öven kısmı keyifle okumuş olmalı. Cooper ailesi bir süre Bath’ta yaşadı. Görünen o ki Jane Austen, Cooper ailesini burada ziyaret etmiş, kaplıcalarıyla ünlü bu kent hakkında Northanger Manastırı’nı yazmasına vesile olacak bilgileri edinmiştir. Austen ayrıca Godmersham Park’taki akrabası Bay Knight’ı da ziyaret ederdi. Belki de Mansfield Park’taki Sör Thomas Bertram’ı ve kırsal bölgedeki nüfuz sahibi insanları Steventon’dan ziyade burada incelemiştir.
Görünüşe göre Steventon papaz evindeki aile birlik ve mutluluk içinde yaşıyordu. Bu evde büyümenin etkisiyle akrabalarının canlı bir şekilde hatırlayacağı içten ve tatlı doğasının birleşimi Jane’e şen bir hayat görüşü vererek onu insanların zaafları üzerinde nazikçe oynamaya yöneltti. Jane sosyalleşmeyi ve hayattan aldığı küçük zevkleri çok severdi. Buna sessiz sedasız flört etmek de dahildi. Katıldığı bir balodan sonra, “Yirmi dans vardı ve hiç yorulmadan hepsinde dans ettim,” demiştir. Üstelik o yıllarda gençliğinin altın çağı çoktan geçmişti. Neşeli ortamlardan daima keyif aldığını hiç saklamamıştır. Tatlı bir sesi vardı. Basit aryalar söyleyerek piyano çalardı. Kasvetli Westmoreland bozkırlarıyla Hampshire Vadisi’nin yumuşak güzelliği arasındaki tezat bile Jane Eyre’in gençliği ile Jane Austen’ın gençliği arasındaki farklılığı geçemez.
Jane Austen’ın güzelliğinden pay alan mutluluğu da bu te-zatın bir parçasıdır. Hafif ve sağlam adımlarla yürüyen Jane, uzun ve ince bir silüete sahipti. Söylenenlere göre görünüşü bütünüyle sağlığını ve canlılığını yansıtıyordu. Yuvarlak ve toplu yanakları, küçük ve şekilli ağzı ile burnu, parlak ela gözleri ve yüzünün çevresine doğal buklelerle dökülen kahverengi saçlarıyla canlı bir görünüme sahip esmer bir kadındı. Yakın akrabalarının çizdiği portre bu şekildedir. Biraz daha uzak bir tanıdığıysa yanaklarının çok toplu ve yuvarlak göründüğünü söylemiştir.
Sosyeteye, balolara düşkün, flört etmekten kaçınmayan güzel bir kadının romantik bir bağ kurmamış olması ilginç görünüyor. Bay Austen-Leigh yazdığı ilk ciltte referans alabileceği herhangi bir romantik ilişkisinin olmadığını belirtmiştir. Yazdığı ikinci ciltteyse halasının gençliğine ilişkin olarak iyi bir karaktere, iyi bağlantılara ve statüye, kısacası kalbine dokunmak haricinde her şeye sahip olan bir adamdan bahsettiğini söyleyerek bu ifadesiyle ters düşmüştür. Bununla birlikte, Jane’in romantik ilişkilerinin tarihi hakkında kendisinin pek bilgisinin olmadığını, Jane’in kardeşi Cassandra’nın deniz kenarında bir yerde kız kardeşinin sevgisini kazanmayı hak eden ve muhtemelen kazanacak olan bir karaktere, zihne ve görgüye sahip bir adamla tanıştığından bahsetmesine dayanarak konuştuğunu belirtmiştir. Ayrıldıklarında, bahsi geçen adam onlarla tekrar görüşmek istediğini söylemiş, Cassandra ise adamın niyetinden şüphe duymamıştı. Ne var ki bir daha hiç buluşamadılar, kısa bir süre sonra da genç adam aniden hayatını kaybetti. Quarterly Review dergisi yazarlarından biri Mansfield Park’taki Fanny Price’ın Edmund Bertram’la ilişkisini şöyle anlatmıştır: “Aralarındaki tutkunun tadını sessizlik içinde çıkarmaları, sönük umutlar ve neşenin bu tutkuyu beslemesi, huzursuzluk ve kıskançlığın zihni uyarması, halinden memnunluğu ve saflığı, her yaşananı ve tasviri canlılık ve parlaklıkla boyamasından yalnızca bir kadının, hatta anılarından yola çıkarak yazan bir kadının varlığını çıkarabiliyoruz.” Ne var ki Bay Austen-Leigh bu varsayımın doğru olmadığı fikrinde. Fanny’nin Edmund’a olan aşkının kişisel deneyimden değil, dehası ile sezgilerinden yola çıkarak yazdığını düşünüyor. Halasının hayatındaki mutluluğa etki edecek bir bağ hissettiğini düşünmesine yol açacak bir neden görmediğini söylüyor. Gerçeğe dair bir kanıtımız yoksa varsayımlara kafa yormamızın pek faydası yok. Ama Jane Austen’ın böylesine bir aşk hissedip de duyguları karşılıksız kalmış veya talihsiz olaylar nedeniyle sekteye uğramış olsa da duygularına ihanet etmeyeceği Bay Austen-Leigh’e verilecek uygun cevap olabilir. Böylesine bir durumda duygularına tamamen hükmedebilmek, onun için kadınlığın iki temsilcisi olan Fanny Price ve Elinor Dashwood’da bulunan hayran olunası bir karakter özelliğidir. Bizi hayali bir aşkın kovalamacasına yönlendiren Mansfield Park değildir. Daha ziyade, İkna’da nişan atmalarının ardından Anne Elliot’ın Yüzbaşı Wentworth’e duyduğu hislerin sürmesini anlatan şu bölümdür:
Bu hazin hikâye sona ereli yedi yıldan çok olmuştu; Anne’in Yüzbaşı Wentworth’e duyduğu bağlılık zamanla azalmış, hatta belki de neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı ama Anne bunu yalnızca zamana borçluydu, (ayrılmalarından sonra Bath’e yaptığı tek bir ziyaret dışında) bir yer değişikliği, herhangi bir yenilik ya da daha geniş bir çevre gibi destekler sunulmamıştı genç kıza. Kellynch çevresine belleğinde yaşattığı Frederick Wentworth ile boy ölçüşebilecek hiç kimse gelmemişti. Yaşadıkları dar çevrede onun gibi akıllı, ince zevkli bir kızın bağlanabileceği bir başkası yoktu, hayatının bu evresinde ona iyi gelecek tek doğal, sevindirici ve yeterli çare de bu olabilirdi.
Oysa Anne Elliot ne kadar tatlı dilli olabilirdi! Ya da en azından, emeğe saygısızlık ve Tanrı’ya güvensizlik gibi görünen o abartılı ihtiyat karşısında onun, erken yaştaki samimi bir bağlılıktan ve geleceğe sevinçle güvenmekten yana olan arzuları ne kadar da güzel ifade edilmişti! Anne Elliott gençliğinde ihtiyata zorlanmış, romantik aşkı yaşı ilerledikçe öğrenmişti; doğaya aykırı bir başlangıcın izlediği doğal yoldu bu.3
Yüzbaşı Wentworth bahriyelidir. Jane’in donanmada iki kardeşi olduğundan dolayı, kardeşlerinin denizci arkadaşlarıyla tanışmış olması muhtemeldir. Ancak Jane, duygularını gizlemede neredeyse Shakespeare kadar başarılıdır. Bu yüzden romanlarından hayatına dair çıkarımlarda bulunma çabası büyük ölçüde yanıltıcı sonuçlar verecektir. Cassandra genç bir rahiple nişanlıydı. Henüz evlenemeden, nişanlısı Batı Hint Adaları’nda hayatını kaybetti. İkna’daki bölüm bu olaya dayanıyor olabilir, tabii gerçekle herhangi bir ilgisi varsa. Tom Lefroy’la ilgili olarak ise kesinlikle ciddi bir şey yoktur. Jane, Lefroy hakkında şunları yazmıştır: “Sonunda Tom Lefroy ile son kez flört edeceğim gün geldi, sen bu mektubu aldığında aramızdakiler bitmiş olacak. Melankoli düşüncesiyle yazarken gözlerimden yaşlar süzülüyor.”
Zeki bir kadın eleştirmen, böylesine bir gözlem yeteneğine ve keskin bir kaleme sahip olan genç bir kadının çevresinin, ona karşı sevgiden ziyade korku duyacağı kanısındadır. Jane’in eserleri uzun yıllar boyunca dünyaya sunulmadığı ve bu dönemde yazarlığından sadece ailesinin haberi olduğu için Steventon halkı bu keskin kalemden korkmuş olamaz. Sosyal hiciv yeteneğini gizlemek kolay olmasa da Jane’in etrafındaki herkesle arkadaşça bir ilişkide olduğundan, çevresindekilerin dertleriyle ilgilendiğinden, ailesi tarafından sevilmeyi hak ettiğinden ve içtenlikle sevildiğinden eminiz. Bir hicivci olsa da hiçbir şekilde etrafındakileri küçümseyen ya da kötü niyetli biri değildi. Shakespeare de çevresinde yaşananları kullanmak üzere daima gözlemlemiş olmalı, ancak yaşamı boyunca “Tatlı Will” olarak anılmıştır.
Jane’in sosyal deneyimleri gibi edebi kültürü de sınırlıdır. Başta kurgu eserler olmak üzere İngiliz klasiklerine hâkim olduğu şüphesizdir. Yeğeni bize Jane’in Richardson’ı çok iyi bildiğini ve kendisine büyük hayranlık duyduğunu söylemiştir. Hatta Richardson’a platonik bir aşk beslemenin eşiğinden dönmüştü. Cowper’ın ise hem şiirlerini hem de düzyazılarını seviyordu. Karakterlerinin biri aracılığıyla Cowper’a heyecan duymayan bir adamı hiçbir şey heyecanlandıramaz demiştir. Crabbe’i daha da çok sevdiği ortadaydı. Bu yüzden eğer bir gün evlenirse Crabbe’le evlenmek isteyebileceğini söylüyordu. Şiirlerinde resmettiği yoğun gerçeklikten, titiz ve kaliteli detaylardan etkilendiği şüphesizdir. Jane bir iki kez Crabbe’in düşüncelerini yeniden yorumlamışa benziyor. Örneğin bu bölüm bize Âşıkların Gezintisi’ni anımsatmaktadır: “Emma’nın ruhu mutluluğa şahlanıyordu; her şeyin havası değişmişti; James ve atları eskisi kadar ağırkanlı gözükmüyordu. Çitlere bakarak mürver ağaçlarının yakında açacağını düşündü; Harriet’e döndüğündeyse baharın görüntüsüne benzer bir şey, hatta hafif bir gülümseme gördü.”
Johnson’ın güçlü hisleri Jane’e tanıdık gelmiş olmalı. Bununla birlikte Jane, Johnson’a takdirini onun tarzından etkilenmeden göstermiştir. Jane, Spectator’a pek saygı duymayarak, “Çok uzun bir eser, hem konusuyla hem de üslubuyla zevk sahibi genç bir insanın midesini bulandırmayacak tek bir bölümü yok sayılır,” demiş, kitabın dili hakkındaysa fikrini, “O kadar bayağı ki hiçbir çağda böyle bir dil kabul edilemez,” diyerek ifade etmiştir. Bu son sözler, Spectator’ın kültürün zirvesinde yer alıp sosyal reformun çok önemli bir aracı olduğu zamanlardan o yana halkın üslubunun ne kadar geliştiğini göstermektedir. Jane, Scott ve Byron’ı da okumuş, kendi fikrini açıkça ifade etmeksizin dönem edebiyatının bu iki yazar hakkındaki alevli tartışmasına katkıda bulunmuştur. İkna’da yer alan bir bölümde Byron’ın tutkusunun Jane’i etkilediği görülüyor. Mektuplarının birinde Marmion’u okumaya başladığını ancak hayal kırıklığına uğradığını yazmıştır; fakat yazarın kendi şiir âlemiyle mutlu olmakla yetinmeyip sınırlarını kurguya doğru açarak kurgu yazarlarının ekmeğine göz diktiğinden şakayla karışık şikâyetlerde bulunsa da Waverley’nin mükemmelliğini kabul etmek zorunda hissettiğini ifade etmiştir. Jane, tabii ki çağdaş kadın yazarları da okumuştur. Camilla’nın yazarının arkasında durmuş, kitaba yavan ve donuk diyenlere karşı tarihi çalışmaları öne sürerek yazarı savunmuştur. Jane’in kendi ülkesinin tarihini Henry’nin kitaplarından çalıştığı düşünülüyor. Yazar, Fransızca da okurdu ancak hangi eserleri okuduğuna dair pek az bilgi mevcut. Voltaire ve Rousseau’nun bir İngiliz papaz evinin kitaplığına ulaşması pek olası değildi. Jane Austen’ın romanlarında ya da mektuplarında her iki yazarın da izleri mevcut değildir. İster devrimci ister karşı devrimci olsun, dönemin büyük entelektüel hareketi içinde yer almış yazarlara dair bir iz de yok. Yayımlanmış mektuplarında edebi konular hakkındaki kinayeler şaşırtıcı derecede az ve hafiftir. Austen’ın, Mühendis Yüzbaşı Pasley’nin “Britanya İmparatorluğu’nun Askeri İnzibatı ve Kurumları” üzerine kaleme aldığı çalışmayı, ilgisini en çok çeken kitap olarak belirtmiş olması tuhaftır. Kendisinin edebi çevreden arkadaşlara sahip olmadığından bahsetmiştik. Onu kışkırtacak, hayatına tecrübe katacak veya onu şımartacak hiçbir şey yoktu. Steventon’ın göl kenarında yetişen hiçbir çuha çiçeği veya kır sümbülü böylesine özgürce açmamış, hiçbiri doğduğu topraktan böylesine hayat bulmamıştı.
Mansfield Park’tan bir bölümde hafızanın muhteşemliğini, bir başka bölümde de yaprak dökmeyen ağaçlarla diğer ağaçların arasındaki farkı doğanın ihtişamının bir parçası olarak ele alması, Jane Austen’ın zihninin kimi zaman varoluşun gizemlerine yöneldiğini gösteriyor; ancak buna dair felsefi veya bilimsel bir çalışma yürüttüğüne dair bir kanıt yok. Sahip olduğu diğer özelliklerle birlikte burada da George Eliot’tan büyük ölçüde farklılık göstermiştir.
Papaz evindeki çevre samimi bir şekilde edebiyatla ilgiliydi. Bazen Mansfield Park’ta olduğu gibi ahırı tiyatro haline getirerek düzenledikleri özel tiyatro gösterilerinin tadını çıkarırlardı. Bu gösterilerin yönetmenliğini Jane’in kuzeni, George Austen’ın tek kız kardeşinin kızı üstlenirdi. Bu kuzeni bir Fransız kontuyla evlenmiş, kont giyotinle idam edildikten sonraysa dayısının evine alınmış, sonunda da Henry Austen’la evlenmiştir. Görünüşe göre Jane, Fransızca bilgisini bu kuzeninden edinmiştir. Fransa’ya ilgi duyup duymadığı yahut ilgisinin burada yaşanan büyük dramla uyanıp uyanmadığı bilinmiyor. Görünen o ki sesli okumak da en sevdiği hobileri arasında yer alıyordu, en azından Jane Austen sesli okumanın mükemmel bir şey olduğunu düşünüyordu. Öyle ki, Mansfield Park’ta Henry Crawford’ın, taş kalpli Fanny’yi Shakespeare’den hayranlık veren bir alıntı yaparak neredeyse etkilediği anlatılmıştır.
Jane, çocukluğundan beri hikâye yazmayı severdi. Yeğeni, Jane’in çok küçükken yazdığı bazı hikâyelerin yer aldığı bir defterin günümüze ulaştığını bize iletti. Sonrasında Jane, olgunluğa erişene dek daha fazla okuyup daha az yazmış olmayı dilediğini, bunun kendisi için daha iyi olacağını belirterek edebi hedefleri olan bir diğer yeğenine on altı yaşına basana dek daha fazla yazmamasını öğütlemiştir. Çocukluk döneminden kalma yazıları ve ilk yayımlanan çalışmaları arasında yer alan, dönemin gerçeklikten uzak ve abartılı romantizmiyle alay ettiği bazı parodilerin Northanger Manastırı’nın öncüsü olduğu görülüyor. Ayrıca Jane’in hikâye ve kompozisyon oluşturmayı sevmesinin yanında karakterler üzerine çalışma merakı şaşırtıcı derecede erken yaşta başlamıştır. Özellikle, kendi deyimiyle “karmaşık” karakterler üzerine çalışmayı severdi. Küçük sosyal dünyasında bir gözlemci rolü üstlenme alışkanlığını edinmesi de yine aynı döneme denk düşmektedir. Bu açıdan, yayımlanan ilk üç romanı edebiyat tarihinin en büyük eserleri arasında yer almaktadır. Yaygın kanıya göre Austen’ın başyapıtı olarak görülen Gurur ve Önyargı’yı 1796 yılının Ekim ayında, henüz yirmi bir yaşını doldurmamışken yazmaya başlamış, bu tarihten itibaren yaklaşık on ay içinde bitirmiştir. Akıl ve Tutku’nun günümüzdeki halini yazmaya ise hemen sonrasında, 1797 yılının Kasım ayında başlamıştır; ancak bu kitabın içeriği daha önceleri Elinor ve Marianne başlığı altında kurgulanmış bir hikâyenin işlenmiş, geliştirilmiş haliyse ki bu olasıdır, öyleyse Akıl ve Tutku’nun, Gurur ve Önyargı’dan daha önce yazıldığı düşünülebilir. Northanger Manastırı ise 1803 yılında yayıma hazırlanmış olsa da Bay Austen-Leigh kitabın 1798’de yazıldığını belirtmiştir. Böyle bir şüpheye kapılmaya neden olmasa da yayımlanmadan önce yazarın elinde belli bir süre kaldıkları için bu iki kitap da yeniden gözden geçirilmiş olabilir; ancak Northanger Manastırı kesinlikle orijinal halindedir. Northanger Manastırı şakacı bir dille yazılmıştır. Henüz ergenliğinin sonuna yeni gelmiş bir kadın tarafından yazılmış olsa da bu kitabın, yazarın olgunluk döneminde yazdığı diğer kitaplardan farkı yoktur. Karakterlerin iç dünyasına bakışı, sessiz ironisi, nazik derecede alaycı üslubu ve yaratıcılığı eş düzeydedir. Detaylardaki titizliği, son dokunuşlarındaki mükemmellik, yazarla okuru ve karakterleri asla birbirinden uzaklaştırmayan sessiz, saydam ve duygusuz üslubu da aynıdır.
Dünya, en parlak zihinleri büyüleyen bu kitapları nasıl kazandı? Jane’in babası Gurur ve Önyargı’yı bir yayımcıya teklif etmişti. Teklifi, postayla reddedilmişti. Yayımcının kitabın taslağını baştan sona okumaması kendi kaybı olmuştur. Northanger Manastırı 1803 yılında Bath’taki bir yayınevine 10 pound karşılığında satılmıştır. Yayımcı, kitabı inceledikten sonra bunun öylesine umut vaat etmeyen bir metin olduğunu düşünmüştür ki taslağı yıllarca çekmecesinde bekletmiştir. Sonunda, kitabı başlangıçta verdiği para miktarına memnuniyetle geri satmıştır.
Böylesine romanlar yazabilen Jane, yazdıklarının değerinin farkında olmalıydı. Umutsuz bir şekilde görmezden gelindiği yıllar acınasıydı. Ancak hayal kırıklığıyla morali bozulmamış, hayat görüşüne gölge düşmemiştir; ne romanlarında ne de mektuplarında yaşadığı hayal kırıklığına yer vermiştir. Tüm bunlar yaşanırken o kendi elleriyle ürettiklerinden keyif almaktaydı. Hayal gücüyle yarattığı karakterleri sanki gerçek bireylermiş gibi seviyordu. Resim galerilerini dolaşarak ana karakterlerinin portrelerini arıyor, karakterlerinin arasında yaşıyormuş gibi onlar hakkında küçük gizli bilgiler veriyordu. Yeğenlerine Anne Steele’in doktoru elde etmeyi asla başaramadığını, Kitty Bennet’ın Pemberley yakınlarında bir rahiple mutlu bir evlilik yaptığını, Mary’nin elineyse amcası Philip’in rahiplerinden daha değerli bir şeyin geçmediğini ve Meryton sosyetesinin yıldızı olarak görülmekten memnuniyet duyduğunu, Bay Norris’in William Price’a verdiği “hatrı sayılır miktar”ın 1 pound olduğunu, Frank Churchill’in Jane Fairfax’e verdiği, Jane’in okumadan bir kenara attığı mektuplarda Frank’in “affet” sözcüğünü kullandığını söylemiştir. Gurur ve Önyargı’daki Elizabeth’in albenisini sanki onunla sosyetede tanışmışçasına hissetmiştir. Tatmin edicilikten uzak miktarda kazandığı paranın veya hasadını bir hayli bereketsiz kaldırdığı şöhretin arzusuyla yazmıyordu; sahip olduğu yeteneklerin farkındalığı, bunları kullanmanın verdiği haz; kendini, ailesini ve belki de başkalarını eğlendirme isteği, karakterlere ve hayata duyduğu içten ilgi sayesinde yazıyordu. Dâhilerin para için yazmış oldukları eserlere de sırf bu yüzden kötü denemez; Shakespeare para için yazmıştır, Scott da öyle, ancak kusursuz bir doğallıkla, kâr amacı gütmeden üretmenin de bir çekiciliği vardır. Bu tarz eserlerin içi doldurulmuş, baştan savma kitaplar olmayacağından emin olabilirsiniz; Jane Austen’ın kitaplarında bu özelliklerin ikisi de yoktur.
Jane roman yazmaktan keyif alıyor olsa da hayatı bundan ibaret değildi. Hem bir aile hayatı hem de bundan bağımsız bir sosyal hayatı vardı. İkisi de eğlenceliydi, ikisi için de yapılması gereken şeyler vardı. Mektupları buna yeterince kanıt sağlamaktadır. İnsanlar onun bir yazar olduğunu bilmeksizin Jane’i düzenli olarak görüyorlardı. Yazmak için kendini bir odaya kapatmadığı, çeşitli dikkat dağıtıcı etkenleri içinde barındıran aile ortamında yazdığı aktarılmıştır. Muhtemelen daha önce zihninde kurduklarını yazıya dökmekteydi, böylece Scott’ın şiir yazışında açıkça görülen sürat, Austen’ın yazış tarzı için de geçerli olmaktadır. Söylenenlere göre üstlendiği her şeyde çok iyiydi. Annesi ev işlerinde çok iyi olduğunu söylüyordu. Hem basit hem de süslemeli dikiş nakışta birinci sınıf iş çıkarıyordu. Yengelerinden biri için yaptığı “ev hanımı” işlemesi de mükemmellik açısından diğer çalışmalarından aşağı kalmıyor, sanki bir peri kızının getirdiği armağanlara benziyordu. Jane’in bu işler için çok zaman harcadığı söylenmektedir. Konuşmayı en sevdiği konulardan biri bazen kendileri bazen de yoksullar için arkadaşlarıyla yaptıkları kıyafetlerdi. El yazısı oldukça okunaklıdır, harflerin şekilleri mükemmeldir; güçlüdür, ancak erkeksi değildir.
Zaman geçtikçe Jane’in ilgisi yeğenlerine de yönelmeye başladı. Çocuklar da Jane’e karşı koyamıyorlardı. Yeğenlerinden biri, “Çok küçük bir kızken daima Jane halama sessizce yaklaşır, evin hem içinde hem dışında elimden geldiği sürece onu takip ederdim. Annemin bana halamı rahatsız etmemi gizlice söylediğini anımsamıyor olsam belki de bunu hatırlamazdım. Çocukları ilk etkileyen yanı davranışlarındaki sevecenlikti. Sevgisini gösterirdi, siz de onu sevdiğinizi hissederdiniz. Şu an hatırlayabildiğim kadarıyla bunlar, Jane’in zekâsından etkilenecek yaşa gelene dek hissettiklerimdi. Fakat çok geçmeden şakacı konuşmalarından keyif almaya başladım. Çocuklar için her şeyi eğlenceli hale getirebiliyordu. Daha sonraları, biraz daha büyüdüğümde, kuzenlerim de bu eğlenceyi paylaşmaya geldiğinde bize çok güzel hikâyeler anlatacaktı. Bu hikâyeler genellikle periler ülkesi ve periler hakkındaydı; hikâyenin bütün kahramanları ise ona aitti. Şundan kesinlikle eminim, hikâyeyi o an uyduruyordu; eğer şartlar uygun olursa iki ya da üç gün boyunca hikâyeye devam ediyordu.” Yeğenlerden bir diğeri de bu görüşleri destekleyerek Jane’in “uzun, anlık hikâyelerinin” verdiği keyfi özellikle vurgulamıştır.