TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

KALBİNİ AÇMA

Bir cuma günü Rıfat Bey bana gelmişti. Babam da evde bulunuyordu. Rıfat Bey gitti, babamın elini öptü. Babam, ne okuduğunu ne yazdığını sordu, anladı. Onun güzel hareketlerini, güzel konuşmasını pek çok beğendi, takdir etti. Rıfat Bey gittikten sonra akşam odaya girdim, baktım ki babam ve annem konuşuyorlar, bir çocuğu övüyorlardı. Anladım ki Rıfat Bey’i övüyorlar. Gönlüm tiz tiz vurmaya başladı. Kızardım, sarardım, sonunda oturdum. Şu konuşmayı yaptıklarını işittim.

Babam, “Ah pek güzel çocuk! Pek uslu çocuk! Allah’a emanet! Öyle babadan öyle çocuğun olacağını kim umardı? Ah zavallı çocukcağız! Kim bilir o evde, o uğursuz babadan ne çekiyor?” dedi.

“Babası öyle kötü müdür? Ah, zavallı Kamile ah! Ah zavallı kadıncağız! O kadar iyi kadın! O kadar uslu kadın! O kadar akıllı! O kadar güzel! Elmas parçası gibi zavallı da öyle bir hayırsız kocası olsun! Vah, vah, vah! Çok üzüldüm, çok acıdım zavallı Kamile’ye.”

“A, çok hayırsız, pek kötü bir heriftir. Gece gündüz sarhoş, savurgan, kumarbaz. Kısacası, her kötülük üzerinde. Babasından şu kadar mal buldu, karısından da aldı. Hepsini yedi, bozdu. Az bir şey kalmış, o da kadının sayesinde. Dün kahvede işittim, karısı keseyi almış da kocasına her gün belli miktar bir şey veriyormuş, ama geçmiş ola! Şimdi bir şey kalmadı ki… De, o kadar iyi karısı var. Aa, belli! Çocuğuna baksana. O terbiye elbette annesindendir. Ah zavallı, o çocukla teselli oluyor. Allah bağışlasın!”

“Ha! Bunun için zavallı Kamile, bakıyorsun ki şimdi gülüyor, söylüyor, konuşuyor. Bir de anîden bir hüzün ve keder perdesi yüzüne çekiliyor, düşünmeye dalıyor. O kırmızı yanaklarında, dudaklarında beyaz bir renk ortaya çıkıyor. Gözlerini bir yere dikip kımıldatmıyor. Bir şey sorsan da cevap vermiyor. Ah zavallı! Ben çok defa merak etmiştim, Kamile Hanım’ın bu kederini… Vah vah! Fakat bak, ne namuslu kadın. Benimle çok samimî konuşsa da kocasından bir defa şikâyet etmedi, buna ne dersin? Öyle namuslu olmayaydı iş kolay, evlendiği günün ertesinde feraceyi5 alıp babasına giderdi. Nasıl ki halkın çoğu yapıyor; fakat onu kabul edemez. Namusu var, aklı var. Karakteri öyle alçak değil. Onun için o uğursuz çapkının cefalarını çekiyor. Allah korusun! Allah korusun! Namuslu kadının da çapkın kocası olsun, fena kocası olsun. İşte onun cehennemi! Ah, zavallı biz kadınlar! Bizi insan yerine hiç koymazlar. Babalarımız istedikleri adamlara bizi hediye verircesine veriyorlar. O adamların huyunu sormuyorlar, biz o adamlarla geçinecek miyiz? Orasını hiç düşünmüyorlar. Bize bir defa, ‘Filân adamı koca ister misin?’ veya ‘Kimi koca olarak istersin?’ diye sormak yok. Bize, ‘İşte seni filân adama vereceğiz,’ diyorlar, biz susuyoruz, ama gönlümüz ne der? Ya Rabbi, babamın bu söylediği efendi genç olsun, güzel olsun, iyi huylu olsun. Gerçekten de bazen öyle çıkıyor; fakat bazen de tamamen tersine… Gidip bakıyoruz ki, bize koca olacak adam ya altmış yaşında ya bir gözü kör ya burunsuz ya sarhoş ya da ahmak… Ah, siz erkekler ne zalimsiniz! Bir kızcağızın bir gözü biraz şaşı olsa veya bir ayağı birazcık topal olsa zavallı, evlenmeden ihtiyarlar gider. Kimse almaya tenezzül etmez, ama sizin en kötünüz, en uğursuzunuz, en sakatınız bakıyorsun ki kızların en güzelini, en uslusunu alıyor da zavallıyı esir ediyor.”

Babam da anamın bu sözlerine cevap verdi, sonunda bunun üzerine bir, iki saat konuştuktan sonra babam bana dedi ki:

“Kızım, şu çocuğun ismi nedir?”

“Rıfat Bey,” dedim, ama bu adı söylerken yüzümde ne renkler ortaya çıktı. Bir Allah bilir. Hem de sesim başka türlü titriyor, kesiliyordu ki ancak üç, dört defa söyledim de babam işitebildi.

“Derste nasıl? O senden iyi okuyor değil mi?”

“Yok, bir dersteyiz. Beraber okuyoruz. Bizden iyi bilen yok. Hem de çok usludur. İkimiz hocayı hiçbir zaman kızdırmayız. Birbirimizle de çok sevişiyoruz. Dersi birlikte okuyoruz.”

“Sevişiyorsunuz! Sen onu seviyorsun demek oluyor.”

“Evet, çok seviyorum.”

Babam: “Öyle mi? Maşallah! Hiçbir kız, bir çocuğu seviyorum diyebilir mi? Yoksa şimdiden koca mı istiyorsun? Hakkın var a! Çünkü sen de ananı dinliyorsun ki öyle diyor. ‘Kız, güzel bir çocuk beğenmeli, almalı,’ işte ananın fikirleri bu! Sen de öyle yapıyorsun değil mi?”

Ben, babamın bu sözünü işittiğim gibi, belime kadar pancar kesildim, ter içinde kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim. Anam beni bu halde görür görmez babama:

“Aa! Bırak şimdi Allah aşkına! Kızımı utandırdın. Niçin sevmeyecek? Beraber mektebe gidiyorlar, beraber okuyorlar da sevmeyecek mi? O zaman kıskanç, kötü bir kız olacak,” diye benim yanıma geldi ve beni okşayarak, öperek:

“Yok kızım yok! Sen utanma, baban seni kızdırmak için söylüyor. Sen mektebindeki arkadaşlarını sevmelisin. Kız olsun, oğlan olsun hiçbir zararı yoktur,” dedi.

Ben, anamın bu sözleriyle biraz teselli oldumsa da babamın yüzüne bakmaya cesaret edemedim. Anamdan da utanıyordum. Gözlerimi dizime dikip durdum. Babam da anam da sustular. Biraz sonra yavaş yavaş kalkıp gözlerimi kımıldatmaksızın savuştum. Kapıdan çıktığım gibi, o utanmadan kurtulduysam da gözyaşlarım istemeden döküldü. Hüngür hüngür ağlayarak dadıma gittim. Dadım, ihtiyar bir kadındı. Beni pek çok seviyordu. Ağladığımı görünce:

“A kızım ne oldu, ne var? Baban bir şey mi söyledi sana? Hiç böyle olduğun yoktur. Gel bana, ağlama. Gözlerini sil, söyle bana şimdi, ne oldu? Yoksa bir şeyden mi korktun?” diyerek beni kucağına aldı.

“Ah dadı! Babam bana neler söyledi! İşitseydin sen de ağlardın. Baksana terime!”

“Vah vah! Kızım terlemiş, kurban olsun dadı sana… E, ne söyledi efendibaba bakalım?”

“Ne söyleyecek? İftira attı. Bugün Rıfat Bey’i, buraya gelen çocuğu gördün. İşte, onun sözü açıldı. Ben, ‘Onunla sevişiyoruz,’ dedim. Hem de gerçek dadı, sevişiyoruz. Hele ben onu pek çok seviyorum. İşte ben sevdiğimi söyledim. Birini sevmek ayıp mı, o da beni seviyor. Evet, pekâlâ biliyorum ki seviyor. Sevmeyeydi, her gün mektebe giderken gelip beni niçin alsın? Dersi bilmediğim zaman niçin bana öğretsin? İşte o da beni seviyor, ben de onu seviyorum; fakat babam anlamadı. ‘Sen şimdi aşka, sevdaya başladın,’ diyerek beni utandırdı.”

Dadım sözümü işittiği gibi büyük bir kahkahayla gülerek:

“E? Baban kötü mü söylemiş? Bu aşk değil de nedir? Gidi seni! Bunun için yataktan kalkar kalmaz mektebe koşuyorsun. Ben, derse hevesin var zannediyordum. Meğer sen, aşığını görmek için gidiyormuşsun. Cuma günü de ya sen onun evine ya o buraya geliyor. Bir gün görüşmeksizin duramıyorsunuz? A, o da seviyor ha! Oh! Ne iyi hem sevmek hem sevdiğin adam tarafından sevilmek; bundan iyi şey dünyada yok. Aferin Salihacığım! Güzel çocuk seçtin. O da seni seviyor a? Alacağım malacağım, bir şey söyledi mi sana?” der demez:

“A! Dadı, sen de bana gülmek istiyorsun, ne zannediyorsun? Yine ağlayayım mı? Yok yok! Ben o kadar budala değilim… Gel, yatağımı yap, yatacağım, işte gözlerim kapanıyor,” diyerek dadımı sonunda kandırdım. Yatağı yaptı, yattım; fakat uyku nerede, bin türlü düşünce zihnimden gelip geçti. Rıfat Bey’le olan sevgimizin aşk olduğuna hâlâ inanmak istemedim. Anamın, kızların evlenmesine dair akşam söylediği sözler de zihnimde kalmıştı. Evlenmeye dair hayaller kurmaya başladım, ama bir türlü karar veremedim. Bir de Rıfat Bey’le evlenmek aklıma geldi. Gönlüm anîden tiz tiz vurmaya başladı.

Rıfat Bey’le evlenmek… Rıfat Bey’le gece gündüz beraber olmak… Ömrümüz oldukça ayrılmamak. Oh! O zaman benden daha mutlu dünyada kim olabilir? Fakat başkasını almak! Rıfat Bey’den ayrılmak! Rıfat’ı bir daha görmemek! Ah… Ben öyle yaşayabilir miyim? Ah, yok yok! İşte, dadının dediği gibi, babamın da hakkı var. Ben Rıfat’ı seviyormuşum; yani âşıkmışım… İşte şimdi anama hak verdim. Kız, sevdiği çocuğu almalı… Ben hele başkasını alamam… Ah gece! Ne uzundur bu gece! Ne zaman sabah olacak? Gideyim, Rıfat Bey’i göreyim. Ah, Rıfatçığım ah! Ayrılırsak ne yapacağız? Nasıl yaşayacağız? Diye düşüne düşüne ve ağlaya ağlaya uyumuşum.

SÖZLEŞME

Ertesi sabah mektebe gittim. Baktım ki çocuklardan hâlâ kimse gelmemiş. Gittim, yerime oturdum, başımı rahleye koyup düşünmeye başladım. Gözyaşlarım çeşme gibi akıyor, kapının önünde gezinen tavukların, köpeklerin fışıltısını işittikçe, “Rıfat Bey geliyor,” diye kanım donuyor. Hem seviniyor hem korkuyorum. Sevinmek çok iyi; fakat korkmak neden? Titremek neden? Sonunda Rıfat Bey de geldi, benim öyle ağladığımı görünce boynuma sarılıp:

“Ah Saliha’m, ne ağlıyorsun, ne oldu? Ah! Sus, gözlerini sil. İşte beni de ağlatıyorsun. Yalnızdın da korktun mu yoksa? Niçin ağlıyorsun?”

“Nasıl ağlamayayım… Ah! Ben… seni… seviyorum… bilmem… sen… beni seviyor musun, sevmiyor musun? Hatta dün, seni sevdiğimi babama da söyledim de… bana güldü… O neyse! Fakat bir şey hatırıma geldi. Yarın öbür gün beni mektepten alacaklar; yaşmak, ferace bilmem ne giydirecekler. O zaman nasıl görüşeceğiz, nasıl yapacağız?”

“Ah! Onu ben de düşünüyorum. Ben de böyle bir ayrılıktan korkuyorum, ama Allah kerim… Şimdiden mi ağlayacağız? İki, üç sene görüşmeyeceğiz. İşte bu, bizim çilemiz olsun.”

“Nasıl, iki-üç sene? Ya sonra? Sonra nasıl görüşeceğiz? Sen bir zaman sonra evlenirsin… ben de… ah! … Elimizde değil ki. Anam dün akşam söylüyordu ki: Baba – ana kızlarını, oğullarını istedikleri gibi evlendirir, onlara hiç sormazlar. Baban sana bir kız verirse almayacak mısın?”

“O ne! Ben evleneyim, ben senden başka kız alayım! Ah, mümkün müdür! İnanır mısın Saliha’m! Ben sensiz yaşayayım. Ah! (Bu) sevdiğim kadar sevmezmişsin demek oluyor.”

 

“Ah, Rıfatçığım! Benim sevgimi gönlüne sor, nasıl ki ben, senin sevgini gönlüme soruyorum, ama ne yapalım? Elimizde ne var?”

Rıfat Bey bana cevap vermeksizin hokka kalemiyle bir parça kâğıt aldı, bir iki satır yazı yazdı, önüme attı. Bir de alıp okudum ki: Beşikten mezara aşkımız kalıcı olup, birbirimizi almamaya mecbur olursak kendimizi öldürmezsek soysuzuz, yazmış ve kendi imzasını koymuş. Ben de imzamı koydum. Bir daha onun gibi yazdı, buna da imzalarımızı koyduk. Birini o aldı, cebine koydu, birini de bana verdi.

Saliha Hanım bu noktaya geldiği gibi, cebinden bir sürü anahtar çıkarıp, yanında bulunan bir çekmeceyi açtı. İçinden, altından yapılmış iki kılıf çıkardı. Birini açtıktan sonra içindeki bir kâğıt parçasını alıp okudu. Okurken gözyaşı çeşme gibi aktı. Ayşe Kadın, Saliha Hanım okurken öbür kılıfı alıp:

“Ay, ne guzel! A hanim? Heb altin bu, elli dirhem6 var… Kaş paraya almiş acaba?”

“İşte dadı, Rıfat Bey’in yazdığı kâğıtlar bunlardır. Bunu kendisi aldı. Ah! Sekiz sene cebinde tutmuş! O senin elindeki, sekiz sene benim cebimde durdu. Her sabah, akşam çıkarır, üzerine gözyaşı dökerdim. Kan da… Ah! Kan da dökecektim…”

“A… Kan! Allah korusun! Nişün hanim?”

“İşte bizim nişanlarımız yüzük, çevre bilmem ne yerine bu iki kâğıt parçalarıdır ki muşamba içine koyup sekiz sene ceplerimizde tuttuk, gözyaşlarımızla ıslattık. Kanımızla bile boyatacaktık… Sonra Cenâb-ı Hak istedi de altın kılıflara koyduk.”

Saliha Hanım kılıfları çekmeceye koyduktan sonra hikâyeye yine başladı:

“Rıfat Bey’in bu yazdığını gördüm. Kâğıdı cebime koydum. Biraz teselli buldum. Başka hayaller zihnime gelmeye başladı. Kısacası, bir sene daha böyle geçti. Bizim aşkımız ve sevgimiz günden güne artıyordu. Anam, daima bana yaşmak takmayı teklif ediyordu, ama ben, ‘Hâlâ küçüğüm,’ diyerek istemiyordum. Sonunda beni mektepten çektiler; mini mini bir ferace, bir yaşmak hazırladılar. Ben babamın önünde, ‘Mektepten nasıl çekileceğim? Nasıl yapacağım? Ben cahil kalacağım,’ diyerek ağladım, sızladımsa da fayda vermedi. Babam: ‘Bunu merak etme kızım. Ağlama kuzum. Bu âdettir; kız, on-on bir yaşını geçtiğinde yaşmaksız, feracesiz sokağa çıkamaz. Biz, âdetin dışında nasıl hareket edebiliriz? Herkes sonra bize güler… Ama derslerini merak edeceksin, senin derse sevdan olduğu zaman, o bildiğini kendi kendine ilerletebilirsin. Ben de sana bazı zamanlar ders verebilirim… Ne yapalım? İşte hâlâ kızlar için özel mekteplerimiz, kadın hocalarımız yok ki… Erkek mektebine on beş yaşındaki bir kız nasıl gider?’ diyerek bana teselli vermek istediyse de benim asıl kederlendiğim şey, Rıfat Bey’in ayrılığı olduğundan hiçbir şekilde teselli olmadım. Tenha bir yere çekildim. Ağlamaya başladım. Öyle ağladım ki gözlerim ceviz tanesi gibi fırladı. Dünyadan tamamen ümitsizliğe düştüm. Rıfat Bey’in mektebe gideceği, beni bekleyeceği, göremeyince ne yapacağı hatırıma geliyordu. Zavallı çocukcağız kederlenecekti; çünkü Rıfat Bey’in sevgisinden de hiç şüphem yoktu. İşte buna, gönlüm fazlasıyla sıkılıyordu, ama daha birkaç ay, her ne kadar ki mektebe gidemedim, sokağa çıkamadım; fakat Rıfat Bey’le ara sıra görüştük. Bir zamandan sonra bu da kesildi. Rıfat Bey’le hiç görüşemedim. Bazı defa geçerken pencereden görüyordum. O zaman da sabrım ve ümidim artıyordu. Bir türlü teselli olamıyordum. Beş, altı ay böyle geçti. Ah o beş, altı ay! Bana beş, altı sene gibi göründü.

HABERLEŞME

Bir gün, odamda tek başıma oturuyordum, Rıfat Bey’in yazdığı sözleşmeyi – hani ya şimdi gördüğün kâğıdı – çıkardım. Okudum, baktım, ağladım. Gözyaşlarım üzerine döküldü. Bir de baktım ki kapı yavaş yavaş açıldı. Biri başını soktu, bir şey arar gibi her tarafa baktı. Ben, kâğıdı hemen cebime koydum, gözlerimi sildim.

“Kim o? İçeri gelsene!” dediğim gibi Kamile Hanım’ın – Rıfat Bey’in annesidir – cariyesi Gülzâr girdi. Bu cariye on-on bir yaşında bir kızcağızdır. Pek uslu bir kız, ben pek çok seviyordum. Seveceğim a! Rıfat Bey’in cariyesiydi.

“Ha, Saliha Hanım burada; hem yalnız! İşte benim istediğim,” dedi.

“Gel Gülzâr Hanım gel!” dedim. Yanıma geldi. Cebinden, bir zarfa sarılmış bir mektup çıkardı, bana verdi.

“İşte Rıfat Bey şu mektubu verdi ve sizi yalnız bulup vereyim de cevabını götüreyim,” dedi.

Ellerim titreyerek, gönlüm tiz tiz vurarak mektubu açtım. Şu şekildeydi:

Ruhum Saliha’m,

İşte altı ay oldu ki görüşemeyiz. Çok özledim. Allah vere de bir daha görüşelim. Birbirimizi dünya gözüyle bir daha görelim. Ah, o beraber olduğumuz zamanlar. Ah, o zamanlar! Nasıl su gibi geçti o günler? Şimdi bizim için bir dakika, bin yıldır. Saliha’m! Şimdiden sonra hiç olmazsa mektuplarla görüşelim. Gülzâr’la mektubun cevabını gönder. Şimdilik bu kadarla yetinelim. İnşallah yakın zamanda görüşürüz. Allah’a ısmarladım. Ah! Ah! Ah!

Rıfat

Bu mektubu okudum. Tekrar okudum, belki ezberledim. Her bir harfini gönlümce, uzun uzadıya inceledim. Biraz teselli oldum. Yüzüm biraz güldü, gönlüm biraz açıldı. Hokka kalemi aldım, şu cevabı yazdım:

Candan Aziz Rıfat’ım,

Mektubunuzu aldım. Dünyalarca memnun oldum. Belki taze hayat buldum. Ah, ne derim! Bu memnuniyet hiçbir şeyle kıyaslanmaz. “El mürâseletün nısfu’l-muvâsalat”7 derler. Kavuşmak, ne büyük şey kavuşmak… Ah, mektuplaşmak da onun yarısı değil mi ya? Ah Rıfat’ım! Senden ayrı halim nedir? Hiç tarif istemez. Allah hemen bizi birleştirsin. Başka elimizde ne var? Şimdilik bundan fazla yazamam. Üç gün yazsam gönlümün derdini bildiremem; fakat zaman uygun değil. İkinci mektubunuzu beklerim. Allah’a ısmarladım. Ah! Ah! Ah!

Saliha

Şu mektubu büktüm, zarfa koydum, mühürledim Gülzâr’ın eline bıraktım:

“Al elmasım, şu mektubu Rıfat Bey’e ver, benden özel selâm et. Sakın kimse görmesin ha!” dedim.

Gülzâr gitti. Ben, Rıfat Bey’in mektubunu ve yazdığım mektubun müsveddesini tekrar tekrar okudum. O gün benim için bir başka gün oldu… İşte bundan sonra Gülzâr’ın vasıtasıyla mektuplarla ikide birde görüştük. Ben, Rıfat Bey’i bazen pencereden görüyordum; çünkü vaktin çoğunu pencerede geçiriyordum, ama o beni görmüyordu. Beş sene daha böyle geçti. Ben, on altına yaşına bastım. Rıfat Bey, o zaman on sekiz – on dokuz yaşında olacaktı.

ÜZÜNTÜ

Ben on altı yaşına bastığımı hatırıma getirdikçe kendi kendime, “On altı yaşında bir kız ile on sekiz yaşında bir çocuk evlenebilir. Çilemiz bitti inşallah,” diyerek seviniyordum, hatta bunu Rıfat Bey’e bile yazmıştım. Onun da ümidi tazelenmişti.

Bir gün odamda yalnızdım, dikiş dikiyordum. Baktım ki annem girdi, kapıyı itiverdi. Yanıma geldi, oturdu, dikişime bakar gibi filân yaptı. Sonunda:

“Kızım,” dedi. “Sen on altı yaşını geçtin, kocaya varacak vaktindir… Bahtın da uygunmuş. Seni büyük bir evden istiyorlar. Malı çok, zengin bir efendi seni istiyor. Babanla düşündük, çok uygun gördük. Allah’ın emriyle seni ona vereceğiz.”

Bu sözü işittiğim gibi iğne elimden düştü. Gözlerimde bir duman ortaya çıktı, benzim nasıl oldu, ancak gören bilir. Söz söylemeye mecalim yok; fakat “Şayet şu efendi, Rıfat Bey’dir,” diye yine ümidi tamamen kesmedim. Her ne kadar ki annem, “Çok zengin,” dedi, bu söz bana çok ümit vermedi; fakat doğal olarak insan, ne büyük felâketlere ne de büyük mutluluklara birden bire inanamaz. Gönül bir müftüdür ki istemediği şey için pek kolay fetva vermez.

“İşte susuyorsun. Rızan vardır demek oluyor. Artık bitti. İnşallah hayırlı…”

“O… ne! Nasıl? Ben… şimdiden evleneyim? A! Yok annem yok! Ben… ben… ben evlenmem… Beni isteyen kim? Beni… kimse… istemez… Bunları siz kuruyorsunuz. Ben…”

“A kızım! Sen çocuk mu oldun? İşte dedim sana ya! Bu talih her gün önüne gelmez. Nasıl beni kimse istemez diyorsun? Niçin istemeyecekler? Sen evlenmeyecek misin? Hani ya geçen hafta görücüler gelmedi mi? Senin hiç haberin yokken onlar sana baktılar, beğendiler. İşte, iş meydanda… Kocan olacak efendi Ahmed Bey isminde…”

Ben, şu Ahmed Bey ismini işittiğim gibi, Rıfat Bey’in olmadığını anladım, ümitsizliğe kapıldım. İnsan, ümitsiz olduğu zaman – hem böyle ümitsizliklerde – mahcubiyeti de kalkar, korkusu da gider, cesur olur. Pek çok kızdım, ayağa kalktım.

“Aa! Anne! İşte dedim a! Evlenmem vesselâm… Beni zorla evlendirmek istiyorsanız evlendiriniz. Benim rızamı niye soruyorsunuz? Ben şimdilik evlenmem,” diyerek odadan çıktım. Dadımın odasına gittim. Başımı bir yastığa koyup hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bir saat kadar böyle ağladım. Dadı mutfaktaydı. Gelip beni o halde görünce zavallı kadın şaşırdı.

“Ne oldu? Ne oldu? Kim öldü? Ne var a kızım? Ne ağlıyorsun?” diyerek çağırdı. Ben başımı kaldırıp:

“Dadı ne diyorsun? Niye şaştın böyle? Kim ölecek? Ah, keşke ben öleydim de bu olmayaydı! Ah, dadı! Ah!”

“Canım ne var? Aman çabuk söyle!”

“Ne olacak… Annem… beni… evlendirmek… istiyor… Ben şimdi…”

“Ah, kızım! Allah’tan bulasın! Aa! Ne yaptın bana? Az kaldı bayılıyordum. İnme isabet edecekti. Of, Allah! Kalk kız, biraz soğuk su ver bana! Çabuk, çabuk! Bayılıyorum.”

Dadıyı fena hale getirdim. Biraz su verdim, içti, kendini topladı.

“A kızım, bunda ağlanacak bir şey var mıdır? Ben zannettim ki… Allah esirgeye! Ya efendiye ya hanıma bir şey oldu. Meğer seni evlendirecekler. Sevinmelisin a kızım, değil ağlıyorsun. Evlenmeyi kötü bir şey mi zannediyorsun? Kocayı umacı mı sanıyorsun?”

“Yok… Yok… Ah, dadı! Sen bilmiyorsun. Ben… evlenmek… istiyorum… ama… ama yok yok… diyemem…”

“Söyle, söyle bakalım, acemi olma…”

“Ne söyleyeyim. Baksana! Ben şu kâğıdı okuyayım da sen dinle.”

Böyle diyerek ve ağlayarak o malûm sözleşmeyi cebimden çıkardım. Utanarak, sesim titreyerek okudum. Dadı işitti, bu defa gülmedi. Gördü ki iş, gülünecek bir derecede değil.

“Ağlama kuzum, gözlerini sil. Ben gider annene söylerim de razı ederiz. Haydi korkma,” diyerek kalktı, annemin yanına vardı. Ben yalnız kaldım. Biraz teselli oldum. Dadıyı dört gözle bekliyordum, dadı geldi.

“Ee? Anneme söyledin mi, ne dedi?”

“Söyledim ya! ‘Peki,’ dedi. Bakalım. Şimdi efendiye danışmaya gitti.”

“Ah, babam da işitecek bunu! Ah, zavallı ben, ah! Nasıl çıkayım önüne?” diyerek kalktım. Ayaklarımı yavaş yavaş basarak babamın olduğu odanın kapısına gittim, perdenin arkasından işittim ki şu şekilde konuşuyorlardı.

Babam: “A! Yok yok, olmaz… İmkânı yok! Olur şey mi ya? Çocuk iyi. Gerçekten iyi. Pek güzel çocuk, ama ne yapayım o babası var… Öyle adamın evine kız hiç verilir mi? Kızı öyle bir eve vermektense öldürmek daha iyidir… Sonra o zavallı çocuğun bir şeyi de kalmadı. Babası, malını mülkünü yedi, içti. Bir şey kalmamıştır. Çocuk da daha çocuk… Ne biliriz yarın onda da nasıl bir ahlâk ortaya çıkacak. O çocuk, Ahmed Bey’e tercih edilir mi hiç?”

“Hakkın var, hakkın var, ama ne yaparsın, sana dedim a! Söz bağlamışlar ki birbirlerini almazlarsa kendilerini öldüreceklermiş. Ha! Şakaya gelmez, bir tane kızım vardır. Allah esirgeye!”

“Adaam!8 Sözdür o… Ufak çocuk bir şey yazmış da… ne olacak?”

“Öyle deme! Sevdadan olmadık şey yok dünyada…”

Ben, perdenin arkasında durup bu sözleri dinliyordum ve her bir saniyede gönlüm bir ümit tarafına sapıyor ve ümitsizliklerle dönüyordu. Bir de baktım ki Gülzâr merdivenden çıkıyor. Beni gördüğü gibi, cebinden bir mektup çıkardı. Koştum, mektubu elinden kaptım, açtım, okudum. Baktım ki Rıfat Bey’in bu belâdan haberi yok, alışkanlığı üzere yazmış. Hemen odama koştum, kalemi alıp şu mektubu yazdım.

Rıfat’ım,

Ah! Bu mektup ne kara haberler getirecek. Ah! Beni evlendirmek istiyorlar. Ah! Beni evlendirmek ve sana vermemek! Demek oluyor ki ikimizin canına kastediyorlar. Ah, ah, Rıfat’ım! Ben anneme söyledim ki evlenmem. Dadıma sözleşmemizi gösterdim. Kendimi öldüreceğimi söyledim. Dadı buralarını anneme söyledi. Annem, babam konuşurlarken ben perdenin arkasından işittim. Seni istiyorlar, ama… evinize beni yollamak istemiyorlarmış. Rıfat’ım, valide hanımı kandırıp da seni, önce içgüveysi girmeye bırakırsa ve anneme gelip söylerse Hak Teâlâ’dan ümit ederim ki bir şey olur… İnşallah Cenâb-ı Hak iki genç insanın kanının dökülmesine razı olmaz. Rıfat’ım, Allah’a ısmarladım. Cevabını hızlı bir şekilde beklerim. Ah! Ah! Ah!

 
Saliha

Bu mektubu, temize çekmeksizin Gülzâr’ın eline koydum, yolladım. O gün akşama kadar gönlüm huzur bulmadı. Odamda sürekli gezdim. Akşam, babam yemeğe çağırdıysa da gitmeye utandım. Hem de gözlerim yaş dökmeden bir dakika durmuyordu ki… Ah! On senelik bir sevdanın, bir saat içinde gönülden çıkması… Ah, ne bir saat! Bin yılda da çıkmaz. Sevilen adamı unutmak! Ah, işte imkânsız şeyler…

Sonunda, o gece bazısı ümit verici ve bazısı ümitsiz olan çeşitli hayaller kurduktan sonra uyumuşum. Uykumda bazısı tatlı tatlı ve bazısı korkulu korkulu bin türlü rüyalar gördükten sonra sabahleyin uyandım. Bir iki dakika nerede olduğumu, ne halde bulunduğumu hatırıma getiremedim. Nihayet kendimi topladım. Bir büyük felâketin içinde, bir büyük tehlikede bulunduğumu anladım. Bir köşeye çekildim, düşündüm, ağladım. Bir iki saat böyle geçtikten sonra bir de pencereden baktım ki bir hanım geliyor. Gördüğüm gibi, Kamile Hanım’ı tanıdım. Artık o sevinç, o sevinç! Güya hep o kederden kurtuldum. Güya beni bir sürü düşmanın elinden kurtarmak için gökten bir yardımcı indi. Gönlüm huzur bulmuyordu. Bir yerde duramıyordum. Kendi kendime: “Elbette o iş için geliyor. Evet. Ah! Şüphem yoktur. Aferin Rıfat! Bak, annesini kandırdı da gönderdi. Ah, benim de Kamile Hanım gibi bir annem olaydı kandırırdım, ama ah! Bu benim annem. Bu benim babam. Hele baba. Ah! Adama hiç söz söyletmezler. Bin defa kuruyorum ki gideyim, söyleyeyim. Gidince cesaret edemem, söyleyemem. Vücudum titremeye başlar… Oh, olacak inşallah! Bu iş bitecek… Kamile Hanım, annemi kandıracak. Oh, oh kurtulduk! Ya Rabbi şükür! Ah, bin kere şükür!” diye söylendim.

Böyle diyerek odanın içinde sürekli gezdim. Bir de baktım ki Kamile Hanım çıkıyor, gidiyor…

“Ah! Gidiyor… Bir şey yapamadı. Nasıl? Yoksa işi uydurdular da gidiyor mu? Ne bileyim? Ah, ya Rabbi! Ah, ya Rabbi! Fakat düşünerek… Ah… İşte, işte! Düşünerek gidiyor… Bir iş yaptılarsa annem gelip bana söyleyecek. Hele dur bakalım. Ah, zaman nasıl da geçmiyor, nasıl uzadı saatler!” diyerek bir-iki saat, saate bakarak yoksa beni sorsan bir iki-ay daha düşünmekle geçirdim. Bir de baktım ki Gülzâr kapıdan giriyor. Cebinden bir mektup çıkardı, bana verdi. Bu mektubu nasıl aldım, nasıl açtım, hiç bilmem? İşte şu yazıyordu:

Ah, Saliha’m ah!

Bu son defadır ki sana yazıyorum. Eyvah! Bu son defadır ki sana hitap ediyorum. Sevdiğim, altı senedir ki seni göremiyorum. Beraber konuşamıyoruz. Ah, o mektepte olduğumuz zamanlar! Nasıl çabuk geçti? Kıymetini nasıl bilemedik? Her dakikası dünyalara değerdi. Ah, ah! O zamanlar geçti de bir daha dönmeyecek. Bir daha gözlerim Saliha’yı göremeyecek. Bir daha konuşamayacağız. Altı yıldır sabrediyoruz. Nasıl ediyoruz? Niçin ediyoruz? Bir ümitle… Evet, bir ümitle… Yine görüşmek, bir gün birleşmek ümidiyle; fakat… Eyvah eyvah! Bu ümit bitti, bu ümit daha yok. Evet, yok! Şimdiden sonra yok artık! Annen, baban… Ah, o zalimler! Bizi birleştirmek istemiyorlarmış. Seni nişanlamışlarmış. Bir zengine, bir bilmem kime vereceklermiş. Evlendirecek kızları yokmuş artık. Ah zavallı Rıfat! Ah zavallı Saliha! Ah! Ne yapalım? Esiriz. Kendimize sahip değiliz; fakat hayatımıza, ölümümüze sahibiz. Kendimizi yokluk çölüne atabiliriz. Orada hür yaşayabiliriz. Bu dünyada özgürlük yokmuş. Dünyanın en fazla hür olanları, esirlermiş. Hemen bu dünyadan kurtulalım. Saliha’m! Hançer önümde duruyor. Sözleşmemiz ve senin gönderdiğin mektuplar koynumda duruyor ki onlar da kanla boyansınlar. Gözyaşlarımız üzerlerine düşmüş, kanımız da üzerlerine dökülsün. Saliha’m! Senden bu mektubun cevabını bekliyorum. Bir daha o güzel elinle yazılmış yazıyı göreyim de sonra kendimi öldüreyim. Sende… Saliha’m! Sen de bildiğin, istediğin gibi yap… Ah felek, ah! Bu sözü bana nasıl söyletirsin? Ah, bu vücutlarımız toprak altında girecek! Dökülecek, çürüyecek… Eyvah eyvah! Senin o nazlı vücudun, o gül gibi yüzün çürüyecek. Bir daha görmeyeceğim; fakat yok yok! Yanlış söyledim. O mezarda çürüyecek şey; etten, kemikten ibaret bir şey… Sevişen, ruhlarımızdır. Evet, ruhlarımızdır ki bu cisim kafesinden kurtuldukları gibi görüşecekler. Ah, şüphem yok ki görüşecekler! Cenâb-ı Hak, böyle iki aşığı ayırıp bir daha görüştürmemeye razı olmaz. Ah, Saliha’m ah! Mektubu kapatmayı gönlüm istemiyor, daha yazmak istiyorum; fakat elim kaldı, zihnim durdu. Gözlerim kanla doldu, görmez oldu. Hemen Allah’a ısmarlarım. Ah! Ah! Ah!

Sevdiğin Rıfat

İşte ben bir hayırlı haber beklerken bu mektubu okuduğumda aklım yok oldu, vücudum titremeye, gözyaşlarım çeşme gibi akmaya başladı. Nihayet kendimde olmadan mektubu okudum. Bitirdiğim gibi mektup elimden düştü. Vücuduma fena halde bir titreme geldi. Zavallı Gülzâr şaştı; yüzüme bakıyor, bir şey söylemeye cesaret edemiyordu. Hemen kendimi öldürmek istiyordum; fakat öldürmek için bir şeyim yoktu. Ah, insanın dünyadan ve dünyada en çok sevdiği şeyden ümidini kesmesi ne zor şey… Nihayet kalemi aldım. Elim, vücudum titreyerek, gözyaşlarım aka aka Rıfat Bey’e son defa olarak bir iki söz yazmaya başladım.

Ah, Rıfat’ım ah!

Ecelimizin ve ecelden zor olan sonsuz ayrılığımızın haberini getiren mektubunuzu aldım. Ah, ah! Bugüne nasıl yetiştik? Bugün ne kara gündür. Ah, bayılıyorum! Fazla yazmaya mecalim yok. Ben de sözleşmemiz üzerine kendimi öldüreceğim. (Öldürmek için) bir vasıtam yok. Ancak, kendimi kuyuya atıvereceğim. Ah, Rıfat’ım ah! Allah’a ısmarlarım. Biz bu ömrü böyle ayrılıkla geçirdik. İnşallah, öbür dünyada görüşelim. Ah, ah! Rıfat’ım daha yazmak istiyorum; fakat yazamam. Eyvah! Hem de bizim için şimdiden sonra bir dakika bile yaşamak haramdır. Hemen kendimizi bu dünyadan kurtaralım. Allah’a ısmarlarım. Ah! Ah! Ah!

Sevdiğin Saliha
5Ferace (Ar.): Eskiden kadınların dışarı çıkarken giydikleri, gerdan altında kavuştuktan sonra omuzlara doğru açılıp sırttan yere kadar dökülerek inen, pelerine benzer, geniş yakalı üst giyeceği
6Okkanın dört yüzde birine eşit eski bir ağırlık ölçüsü birimi (3,2075 gr.)
7(Ar.): Bir deyim. Mektuplaşmak, yarım kavuşmaktır.
8Bir işin öyle olmadığını, aldırılmaması gerektiğini anlatan “adam sen de” deyimi
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?