Samed Behrengi Bütün Öyküleri

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Sahip Ali’mse öylece baygın yatıyor, hiç sesi soluğu çıkmıyordu. Sopası kim bilir ne yana savrulmuştu düşünce. Yılanın soktuğu yeri kızarmıştı. Lanet hayvan, eğer kolunu veya bacağını sokmuş olsa ne yapacağımı biliyordum yine de, ama sırtının ortasından ısırmış bu sefer. Ne yapabilirdim ki? Çaresiz, vurdum sırtıma Sahip Ali’yi, köye getirdim. Bizim koca Boncuk Nine, ertesi sabah mezarının başında anneme demiş ki, yılan ısırdığında hemen doğruca kendisine götürseymişim ölmeyecekmiş çocuk.

Ah be şeftali ağacı, sen kendin de biliyorsun, Sahip Ali benden daha ağırdı, nasıl götürebilirdim ki daha erken? Bir eşeğim olsa ve ona rağmen geç götürsem, o zaman Boncuk Nine söylediğinde haklı olurdu, ama tek başımayken ne yapabilirdim ki…”

Yine ağlamaya başladı Polat. İşte o an, Sahip Ali ve Polat’a nasıl bir sevgiyle bağlanmış olduğumu iyice anladım. Sahip Ali’yi artık bir daha hiç göremeyeceğimi düşündüğümde, o kadar üzüldüm ki yüreğim patlayacak gibi oldu; bütün yapraklarımı döküp, sonsuza dek kuruyup kalmak ve bir daha hiç tomurcuk vermemek geçti içimden.

Ağlaması kesilir gibi olunca, Polat devam etti içini dökmeye:

“Bundan böyle köyde kalamam ben artık. Ne yana gidecek olsam, bir anda Sahip Ali canlanıveriyor gözümün önünde, çok üzülüyorum. Dağa gittiğimde, kırlara çıkıp keçiyi otlatmaya götürdüğümde, köpeklerin başını her okşadığımda, tezeklerin üzerinde yürürken, öteki çocuklarla beraber tarlada çekirge veya kertenkele yakalarken, otları yolarken, dama çıkarken… Her yaptığım şeyde Sahip Ali beliriveriyor gözümün önünde. Durmadan bana sesleniyor sanki… Polat… Polat… Evet sevgili şeftali ağacım benim, takatim kalmadı artık bu sesi daha fazla duymaya. Şehre gideyim, dayımın yanında bakkal çırağı olayım diyorum. Sahip Ali’nin hayatta kalabilmesi için ne yapmam gerekirdi, bir türlü kestiremiyorum. Onun gibi düşüp ölmemek için ne yapmam gerektiğini de bilemiyorum. Çok küçüğüm ben daha, aklım ermiyor böyle şeylere. Ama tek bildiğim, artık bu köyde kalamayacağım. Ben gidiyorum sevgili ağaç, şeftalini de sana bırakıyorum.”

Polat’ın kalkıp gideceğini gördüğüm sırada, tepemdeki tek şeftalimi onun ayaklarının önüne atıverdim. Eğilip aldı meyvemi, kokladı önce, sonra tozunu toprağını silip temizledi. Baştan aşağı iki eliyle birden okşadı beni, sevdi güzelce ve sonra da çekip gitti.

***

Bir sonraki yıl iyice boy atmıştım, dallanıp budaklanmış ve serpilmiştim. Yirmi otuz kadar çiçek açmıştım. Boyum, ardına ekildiğim tepeciği geçiyordu artık, bahçenin her yanını rahatça görebilecek kadar uzamıştım.

Böyle etrafıma bakınıp dururken, bahçıvan beni fark etti sonunda ve yanıma geldi. O kadar sevinmişti ki ne yapacağını bilemez hâldeydi âdeta. Yapraklarıma ve çiçeklerime şöyle bir bakınca, kimin çocuğu olduğumu anladı hemen. Hiçbir zahmet çekmeden ve çaba göstermeden, bahçesinde güzel bir şeftali ağacı bitivermişti. Ama ben bu durumdan hiç hoşnut olmamıştım. Çünkü para uğruna köyün tüm halkını kendine düşman eden zengin bir ağaya uşaklık ediyordu bu bahçıvan ve ben de onun eline düşmüştüm.

On-on beş kadar şeftali vermiştim o sene. Ama meyvelerimin kime nasip olacağını düşünmek kahrediyordu beni. Sahip Ali ve Polat dikmişti beni bu bahçeye, onlar bakıp büyütmüşlerdi, şeftalilerim de başkasının değil onların hakkıydı.

Günün birinde aklıma bir fikir geldi, o günden sonra şeftalilerimi bir bir dökmeye başladım. Bahçıvan durumun farkına vardığında, dalımda bir tane bile şeftali kalmamıştı. Önce, yerimin kötü olduğunu düşündü ve kendi kendine konuşmaya başladı yüksek sesle:

“Gelecek sene yerini değiştiririm, bolca su alır, iri ve güzel şeftaliler verebilirsin böylece.”

Ertesi sene bahar geldiğinde, köklerimi uyandırdım, ama düzenleri iyice bozulmuştu; kimisi kuruyup gitmiş, kimisi de kopmuştu. Sağlam kalan köklerim epeyce vardı yine de. Önce, sağlam kalan köklerimi daldırdım toprağın nemine, ardından yeni kökler uzattım etrafıma doğru. Ardından da filizlenme, yaprak verme ve tomurcuklanma düşüncesi içindeyken, annemi tanıdım bir gün.

O zamandan şimdiye kadar kaç yıl geçti ömrümden bilmiyorum, ama bahçıvan tek bir tane olsun şeftalimi alamadı dalımdan. Bundan sonra da alamayacak. Artık hiç umurumda da değil zaten, isterse korkutmaya çalışsın beni, isterse eline testere alıp kessin, isterse de kurban adayıp sadaka versin…

ULDUZ İLE KARGALAR

Ulduz odasında tek başına oturuyordu. Dışarıyı seyrediyordu pencereden. Üvey annesi hamama gitmiş, kapıyı da kızın üzerine kilitlemişti. Ulduz’a yerinden kımıldamamasını, yoksa fena yapacağını söylemişti. Ulduz bu yüzden yerinde oturuyor, dışarıyı seyrediyor, bir yandan da düşünüyordu. Büyük insanlar gibi düşüncelere dalmıştı. Hiç kıpırdamıyordu yerinden. Üvey annesinden çok korkuyordu. Henüz yeni kaybettiği büyük oyuncak bebeğini düşünüyordu. O kadar üzülüyor ve canı sıkılıyordu ki deme gitsin. Birkaç defa parmaklarını sayıp, oyun oynadı. Sonra yavaşça pencerenin kenarına gitti. Canı çok sıkılıyordu. Birden bir karga çarptı gözüne, havuzun kenarına oturmuş su içiyordu. Yalnızlığını unuttu, yüreği ferahladı. Karga başını kaldırdı. Gözleri Ulduz’a takılınca uçmaya davrandı, ama ondan bir zarar gelmeyeceğini anlayınca gitmedi. Karga hafifçe araladı gagasını, Ulduz onun gülümsediğini düşündü. Mutlu oldu.

“Karga Bey, o havuzdaki su kirli, içersen hasta olursun” dedi.

Karga bir kez daha gülümsedi. Yerinde sıçrayarak, yaklaştı:

“Hayır canım, biz kargalar için hiç fark etmez. Bundan daha kötü durumdaki suları da içiyoruz, ama hiçbir şey olmuyor yine de. Ha bir de, bana Karga Bey diye seslenme. Ben dişi bir kargayım. Dört tane de yavrum var. Bana Anne Karga diyebilirsin.”

Ulduz, bir karganın dişi mi erkek mi olduğunun nasıl anlaşılabileceğini bilmiyordu. O kadar da sevimliydi ki, Ulduz onu tutup öpmek istiyordu. Karganın güzel olmadığı, hatta çirkin bile sayılabileceği doğruydu, ama sevgi dolu bir kalbi vardı. Biraz daha yaklaşacak olsaydı, Ulduz onu tutup öpecekti.

Anne Karga biraz daha yaklaştı:

“Senin ismin ne?”

Ulduz ismini söyledi.

Anne Karga:

“Evin içinde ne yapıyorsun?”

“Hiçbir şey. Üvey annem beni buraya koyup, yerimden hiç kıpırdamamamı söyledi ve hamama gitti.”

“Sen büyük insanlar gibi oturmuş derin derin düşünüyorsun. Neden oyun oynamıyorsun?”

Ulduz’un aklına kocaman bebeği geldi ve içini çekti. Sonra da sesini daha iyi duyurabilmek için pencereyi açtı:

“Artık oynayacak bir oyuncağım yok Anne Karga. Kocaman bir bebeğim vardı, o da ortadan kayboldu. Konuşan bir bebekti o.”

Anne Karga, gözyaşlarını kanadının ucuyla sildi, sıçrayarak yanaştı ve pencerenin pervazına oturdu. Ulduz önce biraz tedirgin olup kenara çekildi. Ama sonra o kadar mutlu oldu ki keyfine diyecek yoktu. O da kargaya yaklaştı.

Anne Karga:

“Bir oyun arkadaşın da mı yok?”

“Var. Yaşar var. Ama onu da çok az görebiliyorum. Çok az. Okula gidiyor.”

“O zaman gel birlikte oynayalım.”

Ulduz, Anne Karga’yı tuttu ve kucakladı. Başını öptü. Yüzünü öptü. Tüyleri sertti. Anne Karga, Ulduz’un giysilerini kirletmemek için ayaklarını topladı. Ulduz gagasını öptü. Gagası sabun kokuyordu.

“Anne Karga, sen sabunu çok mu seviyorsun?”

“Sabun için ölürüm!”

“Üvey anne hoşlanmaz, yoksa yemen için bir tane getirirdim sana.”

“Gizlice getir. Üvey annen anlamaz getirdiğini.”

“Ona haber vermezsin değil mi?”

“Ben mi? Ben kimseyi gammazlamam.”

“Ama üvey anne hep der ki, sen ne yaparsan bir karga gelip bana haber veriyor yaptığından.”

Anne Karga içinden güldü:

“Yalan söylüyor canım. Şu siyah başıma yemin ederim ki ben hiç kimseyi ispiyonlamam. Su içmek işin bahanesi, havuzun başına gelip sabunla balığı kapıyorum ve sonra da uzaklaşıyorum.”

“Anne Karga neden hırsızlık yapıyorsun? Günah değil mi?”

“Çocuk olma canım benim, günah nedir? Hırsızlık yapmayayım günah diye, peki o zaman ben ve çocuklarım açlıktan ölürsek ne olacak? Asıl günah bu değil mi canım? Günah nedir? Karnımı doyuramamamdır! Sabunun ayaklar altına atılıp boşa gitmesi ve benim aç kalmamdır günah. Ben o kadar yıl yaşadım ki bu tür şeyleri bilirim hep. Sen de bu tür boş ve anlamsız nasihatlerle hırsızlığın önlenemeyeceğini bil. Herkes kendisi için çalıştığı müddetçe hırsızlık da hep olacaktır.”

Ulduz’un içinden, gidip Anne Karga için bir kalıp sabun alıp getirmek geçiyordu. Üvey annesi evdeki yiyecekleri dolaba koyuyor ve dolabı da kilitliyordu. Ama sabunu saklamıyordu. Anne Kargayı pencerenin önünde bırakıp, içeri gitti, dönerken elinde bir kalıp sabunla döndü.

Çocuklar, Allah daha beterinden saklasın! Ulduz, döndüğünde Anne Karga’nın gitmiş, üvey annesinin ise eve gelmekte olduğunu gördü pencereden. Koltuğunun altında hamam bohçasını tutuyordu. Suratı da pancar gibi kızarmıştı. Ulduz kötü yakalanmıştı. Kadın, pencereden içeriye doğru kafasını uzattığı gibi başladı bağırmaya:

“Ulduz, yine ne halt ettin, evin altını üstüne mi getiriyorsun? Yerinden hiç kıpırdamamanı söylememiş miydim ben sana?”

Ulduz bir şey demedi. Kadın, kapıyı açtı ve eve girdi. Ulduz elindeki sabunu çabucak gömleğinin altına sakladı ve bir köşeye geçip oturdu. Kadın odaya girdi,

“Hâlen ne işler çevirdiğini söylemedin!” diye kızdı.

Ulduz ise aniden,

“Anne dövme beni… oyuncak bebeğimi arıyordum” dedi.

Kadın, Ulduz’un oyuncak bebeğinden zaten nefret ediyordu. Ulduz’un kulağını tutup çekerken,

“Sana kaç defa dedim şu oyuncak bebeği kafandan çıkar at diye, anlamadın mı hâlâ?” diyerek kızdı bu sefer.

Üvey anne bunun ardından kendine çay demlemek için mutfağa gitti. Ulduz da tuvalete gitme bahanesiyle bahçeye çıktı. Sağına soluna bakındı, Anne Karga’yı damın kenarında oturmuş, endişeli gözlerle bakarken buldu. Getirdiği sabunu çiçeklerin dibine bıraktı, kargaya da göz kırptı gelip sabununu alsın diye. Anne Karga oldukça yavaş hareketlerle çiçeklerin yanına geldi ve demetlerin arasında kayboldu.

 

“Anne Karga, yavrularından birini getirsen de bana oyun arkadaşı olsa olur mu?”

“Öğle yemeğinden sonra beni bekle. Kocam da müsaade ederse getiririm.”

Anne Karga bunları söyledikten sonra, sabununu aldı ve uçup gitti.

Ulduz, gözlerini gökyüzüne dikti. Karga iyice uzaklaştıktan sonra, okadar sevinçliydi ki yerinde oynamaya başladı. Neşesine diyecek yoktu, sanki konuşan bebeğini bulmuş gibi şendi. Aniden üvey annenin sesi duyuldu:

“Kız, ne demeye oynayıp zıplıyorsun? İçeri gel. Güneş geçecek başına. Sonra sana bakıcılık etmeye hiç niyetim yok!”

Öğle yemeği vaktiydi. Ulduz gitti ve odada oturdu. Birkaç dakika sonra babası işten geldi. Suratı asıktı, Ulduz’un “Hoş Geldin.” demesine de karşılık vermedi. Ellerini yıkadı, sofraya oturup yemeğe başladı. Sanki iş yerinde müdürü yine ters bir şey söylemiş gibiydi.

Az sonra, Ulduz’u kendinden geçiren patates kızartmasının kokusu geldi. Babasının yemek yemesine bakıyor ve yutkunup duruyordu. Elini uzatıp da yiyemiyordu. Çünkü üvey annesi her zaman, çocukların kendi başlarına yemeğe başlamalarına hakkı olmadığını, büyüklerin bir tabağa yemek koyarak uzatmaları hâlinde yiyebileceklerini söylerdi.

***

Aylardan Eylül idi. Öğle yemeğini yedikten sonra, baba ile üvey annenin uykusu bastırdı, yatmaya gittiler. Ulduz da mecburen uyuyacaktı, yoksa babası azarlar ve çocukların öğle yemeğini yedikten sonra uyumaları gerektiğine dair sözlerle kızardı ona. Ama Ulduz, neden muhakkak uyuması gerektiğini bir türlü anlamazdı. Kendi kendine şöyle düşündü:

“Bugün uyumamalıyım, çünkü uyursam Anne Karga gelince beni göremez, yavrusunu tekrar geri götürmek zorunda kalır.”

Odanın ucunda yatağına uzandı, uyur gibi yattı. Babası ve üvey annesi uyuyunca, ayaklarının ucunda ağır ağır bahçeye çıktı. Dut ağacının gölgesinde oturdu. Üç sefer parmaklarını saymış oynuyordu ki karga geldi yanına. Önce damın kenarına konup, Ulduz’u gözledi. Ulduz, aşağı inebileceğini işaret etti kargaya. Anne Karga indi ve yanına oturdu. Yanında da minicik ve sevimli bir karga yavrusu getirmişti.

“Uyuyorsun diye korktum.”

“Her gün uyurum, ama bugün uyumadım. Babamla üvey annemi uyutup geldim.”

“Aferin sana, iyi ettin. Uyumak için çok zaman var. Ama gündüzleri uyuyorsan geceleri ne yapıyorsun?”

“Bunu üvey anneye sor… Minik kargayı benim için mi getirdin? Ne kadar sevimli!”

Anne Karga, yavrusunu Ulduz’un eline verdi. Çok sevimli görünüyordu. Ulduz birden derin bir ah çekti.

“Neden ah çektin öyle?”

“Oyuncak bebeğim geldi aklıma. Keşke yanımda olsaydı şimdi, üçümüz ne güzel oynardık.”

“Hiç üzülme sen. Torunlarımdan biri birkaç gün içinde yumurtlayıp yavrulayacak. Onlardan bir tanesini sana getiririm, böylece üç oyun arkadaşı olursunuz.”

“Yoksa senin başka yavrun yok mu?”

“Olmaz mı, elbette var. Üç tane daha yavrum var.”

“O zaman onlardan birini de getir.”

“Ama ben yalnız kalırım getirirsem. Yavruların bir de babası var. İzin vermez. Bunu senin için getirdim, ama dili bile açılmadı daha, uçmayı da bilmiyor, yürüyor sadece. Bir haftaya kadar dili açılır. İki hafta sonraya da uçmayı öğrenir. Dikkat et, hiç unutma, iki haftaya kadar uçabilmesi lazım. Uçamazsa bir daha hiç uçamaz.”

“Uçamazsa ne olur?”

“Ne olacağı belli; ölür. Yiyecek olarak ne vermen gerektiğini biliyor musun ona?”

“Hayır, bilmiyorum.”

“Her gün bir parça sabun, biraz da et falan, böyle şeyler işte. Olursa, ufak bir balık… Sizin havuzda epeyce balık var. Ufak böcek, solucan, peynir de yer.”

“Tamam, çok iyi.”

“Peki üvey anne izin verecek mi ona bakmana?”

“Yok. O hiç sevmez böyle şeyleri, görmeye bile tahammül edemez. Mecburen saklayacağım yavruyu.”

Minik karga, Ulduz’un eteğine sürtünüp, sıçrayıp duruyordu. Gagasını açıyor, ağır hareketlerle kızın ellerine değdiriyor, sonra bırakıyordu. Ufacık gözleri ışıl ışıl parlıyordu, ayakları çok inceydi. Hani neredeyse Ulduz’un küçük parmağı kadardı. Tüyleri ve kanatları kadife gibi yumuşacıktı, annesininki gibi iri ve kaba değildi. Doğrusu, annesinden daha güzeldi.

Anne Karga:

“Peki nerede saklamayı düşünüyorsun onu?”

Ulduz bu konuyu henüz düşünmemişti. Bir süre düşüncelere daldı. Nereye saklamalıydı? Hiçbir yer gelmedi aklına.

“Çiçeklerle çalıların arasına saklayabilirim. “

“Olmaz öyle. Üvey anne fark eder orada. Hem bir de, çiçekler sulandığı zaman yavrum ıslanır orada, sonra da soğuk alıp hasta olur.”

“Nereye saklayayım o hâde?”

Anne Karga etrafına iyice bir bakındı, ardından merdivenin altına saklamanın daha iyi olacağını söyledi.

Merdivenin basamakları çatıya çıkıyordu. Ufak yerleşim yerlerinde ve köylerde bu tür merdivenlerden çokça bulunur. Merdivenin altında tavuk kümesi vardı, kümes genişti, ama içi boştu. Minik kargayı bu kümesin içine koydular. Kedi gelip yavruyu kapmasın ve üvey anne de işin kokusunu almasın diye, kapısını da sıkıca kilitlediler. Kümesin küçük kapağının altında, minik karganın nefes alabilmesini sağlayacak bir boşluk vardı.

“Anne Karga, ismi nedir bu miniğin?”

“Ona Karga Bey diyebilirsin.”

“Erkek mi bu karga?”

“Evet.”

“Erkek olduğu nasıl anlaşılıyor? Bütün kargalar birbirine benziyor sanki!”

“Size öyle geliyor. Aslında baş ve yüze biraz dikkat etseniz dişi ve erkek olanları ayırabilirsiniz birbirinden.”

Oradan buradan biraz daha sohbet ettikten sonra birbirlerinden ayrıldılar. Ulduz odaya gitti. Yatağına uzandı ve gözlerini yumdu. Üvey anne kalktığında, Ulduz’un hâlen daha yattığını gördü. Ama Ulduz gerçekte uyuyor değildi, uykusu gelmemişti. Yeni arkadaşı, Karga Bey’i düşünüyordu. Gözlerini hafifçe aralayıp üvey anneye bakıyor, bir yandan da için için gülüyordu.

***

Aradan birkaç gün geçti. Ulduz çok neşeliydi ve keyfine diyecek yoktu. Babasıyla üvey anne, onun bu durumuna hayret ediyorlardı. Üvey anne, bir gece Ulduz’un babasına;

“Bu çocuğa ne oldu anlamıyorum, gülüyor, sürekli zıplayıp oynuyor, bir şeye aldırdığı da yok, ama ben ne olduğunu bulup ortaya çıkarmayı bilirim.” dedi.

Ulduz bu sözleri işitti, kendi kendine “Artık daha fazla dikkat etmeliyim.” diye düşündü. Her gün, iki üç sefer Karga Bey’in yanına uğruyordu. Bazen evde kimse olmuyordu, o vakitler minik kargayı yuvadan dışarı çıkarıyor ve onunla oynuyordu. Konuşmayı öğretiyordu ona. Anne Karga da arada bir uğruyor, yavrusu için yiyecek bir şeyler getiriyordu; bir parça et, sabun, bu tür şeyler… Bir seferinde iki tane örümcek getirmişti. Örümcekler Anne Karga’nın gagasının arasına sıkışmış, kolları bacakları hareket ediyor, ama kaçıp kurtulamıyorlardı. Amma da uzun bacakları vardı. Ulduz onları görünce korktu. Anne Karga:

“Korkma canım, bak şimdi yavrum nasıl da güzel yiyecek bunları.”

Gerçekten de Karga Bey büyük bir iştahla yedi örümcekleri, ardından da gagasını birkaç defa sağa sola sürttü yerde:

“Anneciğim, bunlardan yine getir, tadı çok güzel.”

Anne Karga:

“Tamam, olur.”

Ulduz:

“Bizim mutfakta bunlardan çok var. Sana getiririm.”

Karga Bey şöyle bir yutkundu ve teşekkür etti. O günden sonra. Ulduz sağda solda dolaşıp örümcek avcılığına soyundu. Yakaladıklarını gömleğinin cebine koyuyor, kaçamasınlar diye de düğmesini ilikliyordu. Bulduğu ilk fırsatta da Karga Bey’in yanına gidip, ona yediriyordu.

Bu örümcekler elbette, minik karga için yiyecek sayılmazdı. Bunlar bir nevi horoz şekeri, badem gibi atıştırmalık tatlı gıdalardı. Anne Karga demişti ki:

“Eğer canlılar yemek yemezlerse kesin olarak ölürler. Yiyecekten başka hiçbir şey canlıları hayatta tutamaz.”

Bir gün öğle yemeğinde sofranın başında, üvey anne, ayakları kırılmış birkaç örümceğin sofrada yürümeye çalıştığını gördü. Ulduz, bunların kendi cebinden kaçan örümcekler olduğunu anladı hemen. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Önce hemen bunları toplayıp cebine atmak istedi, ama sonra hiç üstüne alınmamanın daha doğru olacağını düşündü. Üvey anne, örümcekleri bacaklarından tutup dışarı attı. Bu bela da böylece savuşmuş oldu.

Yemekten sonra, Ulduz, topladığı örümceklerden kalanları vermek için Karga Bey’in yanına gitti, cebinden kaçıp dışarı atılanların da birkaçını bahçenin kenarında bulmuştu. Bir tanesini bacaklarından tuttu, minik karganın ağzına koymaya davrandı. Yavru karganın ağzına nasıl yemek konulması gerektiğini, Anne Karga’dan öğrenmişti daha önceden.

Minik karga tam uzatılan örümceği yiyecekti ki birden kendini geri çekti:

“Yemeyeceğim Ulduzcuğum!”

“Ama niye yemeyeceksin benim minik kargam?”

“Tırnaklarını hâline bir baksana.”

“Nesi var ki tırnaklarımın?”

“Uzun, kirli ve içi kararmış! Ulduzcuğum lütfen kusura bakma ve darılma dediklerimden, ama ben bu şekilde yemek yiyemem… Beni anlıyorsun değil mi Ulduz Hanım?”

“Anladım. Hatamı ve yanlışımı yüzüme karşı söylediğin için çok teşekkür ederim sana. Ben de bundan böyle bu pis tırnaklarla yemek yiyemem. Emin ol.”

***

Havuzdaki suda birkaç tane küçük kırmızı balık vardı. Altıncı veya yedinci gündü, Ulduz bu balıklardan birini kâseye koydu ve götürüp minik kargaya verdi, o da hemen yuttu. Yediği ilk balıktı bu. Balık avlamanın ve yutmanın ne kadar lezzetli bir şey olduğunu annesinden duymuştu, ama şimdiye kadar hiç denememişti bunu. Annesi, Ulduz’un üvey annesi gibi değildi, pek çok şey bilirdi. Eğer yavrusu ondan yararı olmayan bir şey istese, hemen kızıp bağırıp çağırmazdı; güzel güzel anlatırdı her bir şeyi: “Yavrucuğum, bunu sana getirmem. Çünkü falanca şey zararlıdır sana, eğer falancayı yersen güzel gak gak edemezsin, sesin kısılır, çünkü…”

Her şeyin nedenini ve nasıl olduğunu anlatırdı. Ama Ulduz’un üvey annesi böyle değildi. Her zaman kızarak ve bağırıp çağırarak söylerdi söyleyeceğini: Ulduz, şunu yapma, şunu yeme, şuraya gitme, böyle yapma, şöyle yapma, düzgün otur, yüksek sesle konuşma, niye fıs fıs konuşuyorsun… Böyle şeylerdi işte söyledikleri. Ama kadın hiçbir zaman, mesela, neden yüksek sesle konuşmamak gerektiğini, öğleden sonraları uyumanın faydalarını vs anlatmazdı. Ulduz başlarda, bütün annelerin kendi üvey annesi gibi olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ama Anne Karga ile görüşüp tanıştıktan sonra fikri değişmeye başladı.

***

Üvey anne, ertesi gün balıklardan bir tanesinin eksildiğini fark etti. Öyle bağırıp çağırdı ki feryadı göğe yükseldi. Öğle yemeğinde kocasına şikâyet etti:

“Bu iş, karganın işi… Hep aynı karga, havuzun başına gelip sabunları çalıyor. Çok da yüzsüz bir şey… Eğer bir elime geçirirsem, darağacında sallandırıp idam edeceğim o kargayı!”

Daha fena küfürler de etti Anne Karga’ya. Ulduz bir şey demedi. Eğer sesini çıkaracak olsa, üvey anne işin kokusunu alabilir, onun da kargayla bir ilişkisi olduğunu düşünebilirdi. Hem zaten, bir önceki gün havuzun başında suçüstü yakalanmaktan zor kurtulmuştu.

Baba:

“Kargalar zaten hem pis hem de hırsız hayvanlardır. Şu yaşıma kadar şöyle dürüst bir karga hiç görmedim. Çok dikkatli ol o hayvana karşı. Aksi takdirde, havuzda bir tane bile balık bırakmaz.”

Üvey Anne:

“Evet, dikkat edeceğim tabi. Şimdi bir de dişine değdi tadı, gelip hepsini yemek isteyecektir.”

Ulduz, babasıyla üvey annesinin cahilliğine içinden güldü. Kargaların dişi olmazdı ki! Anne Karga kendisi demişti bunu.

Öğle vakti Anne Karga çıkageldi. Herkes uykudaydı. Dut ağacının gölgesinde ikisi yan yana oturdu. Ulduz olan biteni anlattı ona. Anne Karga:

“Hiç düşünüp kendini yorma. Eğer o kadın beni yakalamaya kalkarsa gözlerini oyarım onun!”

Sonra da minik kargayı yuvasından çıkardılar. Karga Bey’in dili çözülmüştü artık. Elbette Ulduz ve Anne Karga kadar değildi, ama yine de kendine göre hiç de kötü değildi konuşması. Çiçeklerle çalıların arasında biraz oynayıp dolandı, o yana bu yana seğirtti, kanat çırptı ve sonra da gelip annesinin yanı başında oturdu. Anne Karga, gagasıyla bitlerini nasıl yakalayıp öldürebileceğini öğretti yavrusuna.

Anne Karga’nın sol kanadının altında bir yara vardı, Ulduz’a ve oğluna gösterdi yarasını:

“Bu yara elli atmış yıl kadar önce olmuştu. Sabun çalmaya gitmiştim, sabuncu adam beni sopayla kovalayıp yaraladı. Tam beş yıl sürdü yaramın iyileşmesi. Kırlarda ovalardaki meyveleri bulup yedim, en sonunda tamamen iyileştim.”

Ulduz, Anne Karga’nın bilgi ve görgüsüne, bunca tecrübesine hayret ediyordu. Keşke benim annem de böyle olsaydı diye geçiriyordu içinden. Kendi öz annesini hatırlamıyordu. Sadece bir keresinde, üvey annesinden duymuştu öz annesinin sağ olduğunu. O gün, babasıyla üvey annesi tartışırlarken, kadın şöyle demişti:

“Kızını da köye gönder, bırak anasının yanında kalsın, ben artık onun yükünü çekemiyorum. Hem zaten, bugün yarın kendi çocuğumu doğuracağım.”

 

Üvey annenin karnı ciddi ciddi şişmeye başlamıştı, doğum vakti yaklaşmaktaydı. Bir iki sefer de amcası bahsetmişti ona bir öz annesi olduğundan. Amcası, arada sırada köyden şehre geldiğinde onların evine de uğrardı. Ulduz’un tek bildiği, bir annesinin olduğu ve onun kendisini çok sevdiğiydi. Onunla ilgili başka hiçbir şey bilmiyordu.

O gün, Anne Karga Ulduz’u ve yavrusunu ayrı ayrı öptü ve gidip damın kenarında durdu. Kargalar Şehri’ne gidecekti. Ulduz,

“Diğer yavrularına ve Baba Karga’ya da selamımı söyle” dedi Anne Karga’ya.

Sonra, diğer yavrulara da hediye gibi bir şeyler göndermek düşüncesi aklına düştü. Gömleğinin cebinde emzik vardı, üvey annesi ona vermişti. Basamakları tırmanıp dama çıktı, emziği Anne Karga’ya verdi ve yavrularına götürmesini tembih etti.

İşte o vakit, Anne Karga kanat çırpıp uçtu ve kavaklardan birinin tepesine kondu. Yüzünü Ulduz’un bulunduğu tarafa döndü, gak gak gak ettikten sonra uçup gitti ve gözden kayboldu.

***

Ulduz damın üstünde öylece durmuş, uzaklara dalmıştı bakışları. Üvey annesinden habersiz dama çıktığı geldi aklına birden. Korktu biraz. Etraftaki ve daha uzaktaki evlere bahçelere baktı. Damın üstü gerçekten de çok güzeldi. Sol taraflarında kalan komşularının evine takıldı gözü. Yaşar’ın eviydi burası. O sırada birden, Yaşar yavaş adımlarla bahçeye çıktı, her zaman boş olan köpek kulübesine yöneldi. Yaşar, Ulduz’dan iki üç yaş daha büyüktü. Akıllı ve sevimli bir oğlan çocuğuydu. Ulduz, Yaşar’ın kendisini fark etmesi için ne yaptıysa da fayda etmedi. Sesini de yükseltemiyordu içeriden duyulmasın diye. Tam iyice ümitsizliğe kapılmıştı ki Yaşar başını kaldırdı ve Ulduz’u gördü. Önce şaşkın şaşkın durduysa da sonra sevinç içinde bahçe duvarının dibine yaklaştı.

“Orada ne yapıyorsun Ulduz?”

“Canım sıkılmıştı biraz, dama çıkayım da öteye beriye bir bakayım dedim.”

“Üvey annen nerede?”

Ulduz’un aklından çıkmıştı her şey. Konuşurlarken minik kargayı bahçenin içinde bırakmıştı, üvey anne uyanıp onu bulabilirdi, o zaman da… Aman Allahım, sakın! Yaşar’dan hemen ayrılıp, alelacele aşağıya indi. Karga Bey’i alıp yuvasına kapattı. Tam kapısını da kapatıyordu ki üvey annenin sesini duydu:

“Ulduz yine ne cehenneme girip kayboldun ortadan? Niye cevap vermiyorsun?”

Ulduz’un korkudan eli ayağı tutmaz oldu, önce sesi çıkmadı, bir şey diyemedi. Sonra kendini topladı biraz ve “Buradayım anne, çiş yapıyordum.” diyebildi. Kadın bir şey demedi, bela bu seferlik geçmiş gibiydi.

***

Ertesi sabah, Ulduz erkenden uyandı. Anne Karga gak gak ediyor ve yardım istiyordu. Sanki boğuluyormuş gibiydi sesi, çığlık atıyordu adeta. Ulduz alelacele bahçeye koşturdu. Dut ağacının dibinde duran üvey anne, Anne Karga’yı ağacın dalına baş aşağı asmış, karga gak gak ettikçe o da sopayla vuruyordu hayvana, bir yandan da küfür ediyordu. Üvey annenin yüzü yaralanıp kanlanmış, akan kan yere damlıyordu. Karga bir yandan çırpınıyor, bir yandan da gak gak feryat ediyordu. Ayaklarından asılmıştı.

Ulduz kendisi de bilmiyordu hangi ara kadına doğru koştuğunu, bacaklarına sarılıp ısırdığını. Üvey anne çığlık attı ve Ulduz’u kendinden uzaklaştırdı. Sonra da okkalı bir tokat yapıştırdı kızın kulağının dibine. Ulduz düştü, kafasını taşa çarptı, kendinden geçti ve sonra da bir şey hatırlamadı daha.

***

Ulduz öğle vakti açabildi gözlerini. Etrafında komşulardan birkaç kişi daha vardı. Üvey anne de başucunda oturuyor, elinde kaşıkla Ulduz’un ağzına ilaç koyuyordu. Bir gözü ve alnı beyaz bir bezle sarılmıştı. Ulduz’un gözleri yarı bulanık görebiliyordu başta. Sonra sonra insanları birer birer tanıyabildi. Yaşar’ı da seçebildi, annesinin yanında oturmuş kendisine bakıyordu.

Babası, Ulduz’un gözlerini açabildiğini görünce heyecanla haykırdı:

“Çok şükür! Gözlerini açtı sonunda. Ölmeyecek. Ulduz! Konuş Ulduz…”

Ulduz’un konuşmaya mecali yoktu. Üvey annesine doğru çevirdi başını. Aynı anda, dört bir yandan gak gak gak sesleri duymaya başladı. Ulduz çıldırmış gibi, üvey annesinin saçlarına yapıştı ve çığlık çığlığa bağırdı. Ama baş ağrısından o kadar hâlsizdi ve gücü yoktu ki, elleri birden çözülüp iki yanına kaydı ve sesi de kesildi. O vakit hıçkırıkları arasından,

”Ahh Anne Karga… Neredesin? Nerede? Anne Karga… Ahhh… minik kargaya ne oldu? Anne… Anne…” diye sayıklayıp ağlamaya başladı.

Diğer herkesten önce, Yaşar ona doğru koştu. Herkes bir şeyler söylüyor ve onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama Ulduz haykıra haykıra ağlamaya devam etti. Üvey annesi şefkatle yaklaşıyor, yumuşak bir sesle konuşuyordu kızla:

“Ağlama Ulduzcuğum, hadi ilacını iç, iyi olacaksın.”

Ulduz sonunda ağlamaktan yorulup hâlsiz düştü ve uykuya daldı. Düşünde Anne Karga’yı gördü, ayaklarından baş aşağı asılmıştı yine ağacın dalına, ölmek üzereydi:

“Ulduz, ben gidiyorum, ama sözlerimi unutma sakın. Hiç korkma!”

Ulduz dut ağcına doğru koştu, üvey anne aniden ağacın arkasından çıkıverdi, onu tekmeleyip dövecekti. Ulduz bu kâbustan birden korku içinde uyandı, yüksek sesle ağlamaya başladı. Odada yalnızca babasıyla karısı vardı bu kez. Yeniden uykuya daldı. Bir süre sonra yine bu rüyayı gördü. Çığlık atarak zıpladı yatağından. Geceye kadar bu şekilde bir uyudu bir çığlık çığlığa sıçradı. Bir sefer de gözünü açtığında gece olduğunu ve doktorun kendisini muayene ettiğini gördü. Sonra da doktorun babasına şunları dediğini duydu:

“Yarası çok da önemli değil, hızlıca iyileşecek. Ama çocuk çok korkmuş, korkudan çırpınıp duruyor. Bir şey çok kötü korkutmuş onu. Şimdi ona bir iğne yapacağım, bu onu sakinleştirip uyutur.”

Ulduz:

“Ben çok açım.”

Üvey annesi süt getirdi. Ulduz sütü içti. Doktor iğnesini yaptı, çantasını da aldı ve çıkıp gitti.

Ulduz, gözleri tavana dikili vaziyette, öylece yatıyor, bir şey demiyordu. Üvey anneyle babanın ne konuştuklarını duymak istiyor, ama duyamıyordu. Çabucak uykusu geldi.

***

Ertesi sabah, Ulduz’un aklına minik karga takıldı. Elleri titreyince, çayı yorganın üstüne döktü. Üvey anne öfkeli bir bakış attı ama bir şey demedi. Baba ayaktaydı, işe gitmek için hazırlanıyor, pantolonunu giyiyordu. Ulduz ayağa kalkıp minik karganın yanına gitmek istiyordu. Ama şimdi akıl kârı değildi bu. Karga Bey’in başına ne iş geldiğini bilmiyordu, Anne Karga’nın nasıl olup da geçen sabah üvey annenin eline düştüğünü bilmiyordu. Kadın, gözüne sardığı bezi çıkardı, kaşında ve alnında karganın gaga izi görülebiliyordu.

Babası gittikten sonra, üvey anne de gitmek üzere ayaklandı:

“Ben de Yaşar’ın annesinin yanına gidiyorum, erken dönerim. Çok zaman oldu hamama gitmeyeli, seni bu sefer yanımda götüremem, bir bakayım Yaşar’ın annesi benimle gelebilecek mi hamama.”

Üvey anne yavaş yavaş şefkatli birisi oluyordu sanki. Ulduz’la hiçbir zaman böyle yumuşak konuşmazdı. Ama Ulduz onunla bir şey konuşmak istemiyordu. Hiç hazzetmiyordu ondan. Aklına bir şey geldi birden:

“Anne, sen şimdi hamama gidiyorsun madem, Yaşar’a söyle o da buraya gelsin, yalnız kalmak istemiyorum evde.”

Kadın biraz hık mık eti, sonra Yaşar’ın okula gittiğini söyledi.

Ulduz bir şey demedi. Üvey anne çıkıp gitti. Ulduz da kalkıp minik karganın yuvasına gitti. Zavallı kargacık kümesin içinde gübre yığınının üzerinde oturmuş, ağlıyordu. Ulduz’u görünce, “Ohh, sonunda gelebildin!” dedi.

“Affet beni, çok yalnız bıraktım seni.”

“Şimdi bir şeyler getir de yiyeyim, sonra konuşuruz. Çok acıktım, çok susadım.”

Ulduz gitti, yiyecek içecek getirdi. Karga Bey biraz bir şeyler yedi, “Sen de annemin peşinden gittin diye düşündüm.” dedi.

“Annen nereye gitti?”

“Hiçbir yere! Üvey annen o kadar dövdü ki sonunda öldürdü onu. Ya çöplüğe atmıştır ya da başka bir yere.”

Ulduz ağlayacaktı, ama tuttu kendisini:

“Ne kadar acı bir ölüm! Köpekler şimdiye kadar bedenini parçalayıp yemişlerdir!”

“Hayır, biz kargaların eti acıdır, hiçbir canlı yiyemez bizi. Hele köpekler, cesaret edip de dişlerini bile geçiremezler etimize. Bu yüzden cesedimiz o kadar uzun süre yerde kalır ki en sonunda çürüyüp dağılır. Şimdi annemin cesedi de ya bir çöplükte veya başka bir yerde öylece duruyordur, çürümeye başlamıştır.”

Ulduz artık kendini tutamadı daha fazla, kendini koyverdi ve ağlamaya başladı. Minik karga da ağlamaya koyuldu. Ulduz sonunda, “Şimdi üvey anne gelir, bizi görmesin, hamama gittiği vakit yeniden gelirim yanına.” dedi.

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?