Samed Behrengi Bütün Öyküleri

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Bunları söyledikten sonra, Küçük Kara Balık bir o yana bir bu yana kendini atıp, balıkçılın midesini gıdıklamaya başladı. Ufak balık da bu sırada balıkçılın midesinin ucunda hazır hâlde bekliyordu. Balıkçıl, gıdıklanmaktan kahkahayla gülmeye başlayınca ağzı açıldı, ufak balık da hemen harekete geçti ve kuşun ağzından fırlayıp kendini dışarı atıverdi, az sonra suya kavuştu. Ama ne kadar beklediyse de Küçük Kara Balık’tan hiçbir haber yoktu. Birden bir çığlık sesi duyuldu, balıkçıl kuşu feryat figan içinde havada çırpınıyor, döne döne aşağı düşerken acı içinde bağırıyordu. Bu vaziyette suya çarpıp düştü.

Ama Küçük Kara Balık hiç ortada görünmüyordu. Şimdiye kadar da kimse ondan haber alamadı bir daha…

***

Yaşlı balık, hikâyesini burada bitirdi, on iki bin civarındaki yavrusu ve torununa dönerek:

“Şimdi uyku vakti çocuklar, hadi gidin yatın!”

Bütün yavrular bir ağızdan:

“Ama büyükanne, ufak balığa ne olduğunu anlatmadın!”

Yaşlı balık:

“Bu da yarına kalsın. Şimdi uyku vakti, herkese iyi geceler!”

On bir bin dokuz yüz doksan dokuz tane küçük kara balık, “iyi geceler” dedikten sonra uyumaya gittiler. Büyükanne de uyumaya başladı. Ama Küçük Kırmızı Balık ne kadar uğraştıysa da bir türlü uyuyamadı, sabaha kadar sürekli denizi düşündü…

BİR GÜNLÜK DÜŞ VE GERÇEK

Sevgili okuyucu!

“Bir Günlük Düş ve Gerçek” hikâyesini sizlere emsal olması için yazdım. Yani bundan kastım şu, herkes birlikte yaşadığı insanları hakkıyla tanısın ve bu sorunların nasıl çözüleceğine dair çareler düşünsün.

Eğer Tahran’da başımdan geçenleri yazacak olsam, birkaç ciltlik kitap olurdu; diğer yandan, okuyanların hemen hepsini de yorardı bu hikâyeler. Bu yüzden bu hadiselerin sadece yirmi dört saatlik bir bölümünü yazıyorum. Sanıyorum bu bölüm hem kısa olur hem de kimseyi okurken sıkmaz. Elbette, babamla birlikte Tahran’a gidişimizin neden ve nasıl olduğunu da mecburen anlatacağım.

Babam, birkaç aydan beri işsizdi. Sonunda, baktı ki olmayacak, benim elimden tuttu ve Tahran yollarına düştük. Annemi, kız kardeşimi ve erkek kardeşlerimi ise kendi yaşadığımız şehirde bırakmıştık. Hemşerilerimiz ve tanıdıklarımızdan birkaçı, daha önce Tahran’a gitmiş ve orada iş bulup çalışmayı başarabilmişlerdi. Biz de bunların yaptığı gibi yola düştük. Mesela bu hemşerilerimizden birinin büfesi vardı ve buz satıyordu. Bir tanesi eski kıyafetler alıp satıyordu. Bir diğeri portakal satıyordu. Babam da derme çatma bir el arabası bulup aldı ve seyyar satıcılık yapmaya başladı. Soğan, patates, salatalık gibi şeyler satıyor, zerzevatçılık yapıyordu. Kazandığımızın bir lokmasını biz yiyorduk, bir lokmasını da annemlere yolluyorduk. Ben de kimi zaman babamla sokakları arşınlayıp zerzevat işine yardım ediyordum, kimi zaman da caddelerde öylece başıboş gezip dolaşıyor, akşam olunca babamın yanına gidiyordum. Ara sıra da sakız, niyet falı gibi şeyler satıyordum.

Neyse şimdi konumuzun özüne dönelim:

Bir gün akşama doğru çocuklarla beraberdik; benle birlikte, Kasım, Piyangocu Ziver’in oğlu, Ahmet Hüseyin ve bir saat kadar önce teklifsizce yanımıza gelip bizimle arkadaş olan iki tane daha başka çocuk vardı. Biz dördümüz bir bankın üzerine oturmuş, zar atma oyunu oynamak için nereye gideceğimize karar vermeye çalışıyorduk. O sırada bu iki çocuk da çıkagelip aramıza girdi. İkisi de bizden büyüktü. Birinin bir gözü kördü. Diğerinin ise ayaklarında yepyeni ayakkabılar vardı, ama pantolonunun dizindeki yırtıktan kirli diz kapağı görünüyordu. Üstleri başları bizden daha perişan ve kötü duruyordu.

Biz, dört arkadaş, çocuğun ayağındaki yeni ayakkabılara kaçamak bakışlar atıyorduk. Ardından da birbirimizle göz göze geliyor, bakışlarımızla âdeta o anda bir ayakkabı hırsızıyla yan yana durduğumuzu ve dikkatli olmamız gerektiğini anlatıyor gibiydik. O iri heriflerden bir tanesi bakışlarımızı yakalayınca,

“Ne var, ne oldu, hiç ayakkabı görmediniz mi hayatınızda?” dedi kızarak.

Yanındaki arkadaşı da,

“Boş ver be Mahmut, baksana bunların ağzı kokuyor açlıktan! Yeni ayakkabıyı nerede görecekler?” diyerek onu destekledi.

Mahmut:

“Hay çok yaşayasın, heriflerin ayağı çıplak, ben de tutmuş yeni ayakkabı görmediniz mi hiç diye soruyorum!”

Tek gözü kör olan arkadaşı:

“Herkesin babası seninki gibi zengin değil ki parayı döksün de çocuğuna yeni ayakkabı alabilsin.”

Sonra da ikisi birden kıkır kıkır gülüşmeye başladı. Biz dördümüzse bir şey diyememiş, öylece kalakalmıştık. Ahmet Hüseyin, Piyangocu Ziver’in oğluna baktı. Sonra ikisi birden bakışlarını Kasım’a çevirdi. En sonunda üçünün de bakışları beni buldu. Ne yapacaktık? Ya dişimizi gösterecektik bunlara veya bunun altında kalıp, bırakacaktık öyle pis pis sırıtmaya devam edeceklerdi.

Ben, Mahmut’a dönüp yüksek sesle,

“Hırsızsın sen! Belli ki o ayakkabıları çalmışsın.” dedim.

Ben böyle deyince, ikisi birden kahkahayı bastı; kör gözlü olanı Mahmut’u dürterek,

“Demedim mi ben sana? Hahahaha… Dememiş miydim? Hahahaha…” diyordu keyifle.

Rengârenk otomobiller caddede art arda dizilmiş duruyorlardı. Öyle bir görüntüleri vardı ki sanki önümüzde demirden bir duvar örmüş gibiydiler. Otomobil duvarının benim hemen önüme denk gelen yerindeki kırmızı renkli araba hareket etti ve caddenin karşı tarafını görebileceğim bir gedik açıldı o duvarda.

Taksiden minibüse, otobüse kadar her çeşit araba caddeyi ağzına kadar doldurmuştu. Trafiğin sesi ve gürültü her tarafı kaplıyor, arabalar karış karış ilerliyorlardı. Âdeta her bir araba önündekini ittirerek yol alıyor, şoförler kafasını uzatıp birbirine bağırıp çağırıyorlardı. Sanıyorum Tahran dünyanın en kalabalık şehriydi, tam bu cadde de Tahran’ın en kabalalık yeri olsa gerekti.

Kör oğlanla, arkadaşı Mahmut karşımıza geçmiş hâlâ kıs kıs gülüyor, gözlerinden yaş geliyordu. Ben içten içe şu ikisiyle bir tartışıp kavga etsek diye dua ediyordum. Hiç yakası açılmadık yepyeni küfürler öğrenmiştim ve yerli yersiz de olsa bu küfürleri birisine savurmak için can atıyordum. Keşke şu Mahmut bana sataşıp laf atsa da ben de sinirlenip, ona “Sen bana mı diyorsun lan! Şimdi şu hayalarını bıçakla bir doğrayayım da gör sen!” desem diye geçiyordu içimden. Tam da bu niyetle Mahmut’un yakasına sıkıca yapıştım,

“Eğer hırsız değilsen, söyle bakayım kim aldı sana bu ayakkabıları?” diye bağırdım.

Bu sefer kahkahaları kesildi. Mahmut yakasındaki elimi sertçe itti:

“Otur lan yerine velet, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”

Kör oğlan, Mahmut’la benim arama girdi ve kavgaya tutuşmamıza fırsat vermedi:

“Boş ver Mahmut. Akşamın bu vakti kavga mı olur şimdi? Bırak da dalgamıza bakalım şurada.”

Biz dört kafadar, ciddi ciddi kavga edip dayak atalım istiyorduk, ama bu kör oğlanla Mahmut alttan alıyordu. Niyetleri gırgır geçmekti, dövüşmek değildi anlaşılan.

Mahmut bana döndü:

“Bak kardeş, bizim bu akşam kavga etmeye niyetimiz yok. Ama canınız çok istiyorsa, yarın akşam gelin dövüşelim.”

Kör oğlan:

“Bu akşam, biraz dalgamıza bakalım istiyoruz. Anlaştık mı?”

Ben de ikisine birden,

“Peki, olsun.” dedim.

Gıcır gıcır bir araba caddenin kenarında, bizim oturduğumuz yerin hemen önünde gelip durdu ve boş olan yere park etti. Arabanın içinden genç bir erkek ve hanımla bir çocuk indi, arkalarından da bembeyaz ve parlak bir yavru köpek. Oğlan çocuğu bizim Ahmet Hüseyin’le hemen hemen aynı boylardaydı; kısa pantolon, beyaz çoraplar ve üstü açık çift renkli bir ayakkabı vardı üzerinde. Saçları omuzlarına kadar iniyordu ve yağlanmış gibi parıldıyordu. Bir elinde beyaz çerçeveli bir gözlük tutuyor, diğer eliyle de babasının elini tutuyordu. Köpeğin tasması kadının elindeydi. Kadının kolları ve bacakları çıplaktı, üzerindeki elbiseler kısa, ama ayakkabılarının topukları yüksekti; yanımızdan geçtiğinde parfümünün enfes kokusu hepimizin burnunu doldurmuştu. Kasım, yerden aldığı bir yemiş kabuğunu oğlan çocuğunun ensesine fırlattı. Çocuk şöyle bir geriye doğru dönüp bize doğru baktı ve “Serseriler!” dedi sadece.

Ahmet Hüseyin öfkeyle söylendi çocuğa:

“Yürü git kaybol muhallebi çocuğu…”

Benim de aradığım fırsat çıkmıştı yeniden:

“Şimdi şu hayalarını bıçakla bir doğrayayım da gör sen!”

Bizim kafadarların hepsi çocuğa bir şeyler söyledi, sonra da bastık kahkahayı. Babası oğlunun elinden tuttu ve birkaç metre ötedeki otelin kapısından içeri girdiler.

Sonra da herkesin bakışları yeniden Mahmut’un ayağındaki yeni ayakkabılara çevrildi. Mahmut dostane bir sesle, “Ayakkabılar benim için çok da önemli değil aslında, isterseniz alın sizin olsun.” dedi.

Ardından da Ahmet Hüseyin’e döndü:

“Gel kardeş, şu ayakkabıları al da bir dene bakalım.”

Ahmet Hüseyin ise şüpheyle Mahmut’un ayakkabılarına baktı, ama yerinden kımıldamadı.

Mahmut:

“Niye öyle dikiliyorsun, gelsene! Yeni ayakkabı istemiyor musun yoksa? Hadi gel giy.”

Bu kez, Ahmet Hüseyin yerinden kalktı ve Mahmut’a yaklaştı, ayakkabılarını sıyırıp çıkarmak için yere eğildi. Biz üçümüz öylece bakıyor, bir şey demiyorduk. Ahmet Hüseyin, Mahmut’un bir ayağına sıkıca asıldı ayakkabıyı çıkarmak için, ama elleri kaydı ve kaldırıma sırtüstü düşüp boylu boyunca uzandı. Mahmut’la tek gözlü arkadaşı bu duruma o kadar keyiflenip güldüler ki az sonra çatlayacaklar sandım. Ahmet Hüseyin’in elleri simsiyah olmuştu. Kör oğlan, Mahmut’u bir yandan dirseğiyle dürtüyor bir yandan da,

“Sana dememiş miydim Mahmut? Hahahahaha… Dememiş miydim? Hahaha!” diye pis pis gülüyordu.

Ahmet Hüseyin’in elleriyle parmaklarının izi, Mahmut’un yepyeni ayakkabısının üzerinde belli oluyordu. Biz üçümüz, bu herifler tarafından oyuna getirildiğimizi yeni yeni anlıyorduk. Bu iki düzenbazın kahkahası bize de geçti. Biz de koyuverdik kahkahayı onların ardından. Ahmet Hüseyin de insanların geçiş yolunda ayakaltında kalmamak için ayağa kalktı. Bir süre bize bakıp durdu, sonra o da kendini tutamayıp bastı kahkahayı. Hem de ne kahkaha! Katıla katıla gülüyordu şimdi. Yoldan gelip geçen insanlar da meraklı bakışlarla bizi süzüyor, sonra yollarına devam ediyorlardı. Ben biraz eğilip, Mahmut’un ayağındaki ayakkabıya yakından bakayım dedim. Ne ayakkabısı! Mahmut fırıldağı ayakkabı falan giymemişti ki! Akşamın karanlığında dışarıdan bakılınca ayakkabı sanılsın diye ayaklarını simsiyah bir boyayla boyamıştı sadece. Acayip düzenbaz bir oğlandı…

 

Mahmut, altı kişilik zar oyunu oynamayı teklif etti. Benim cebimde dört bin vardı. Kasım ne kadar parası olduğunu söylemedi. İki herifte beş binlik vardı. Piyangocu Ziver’in oğlunda da bir tümenlik vardı. Ahmet Hüseyin’de zaten hiç para olmazdı. Az ileride kapalı bir dükkân vardı. O dükkânın önüne gidip oturduk ve zar oyunu oynamak için halka olduk. Önce, kimin başlayacağını belirlemek için bir zar attık. İlk atışı piyangocunun oğlu yapacaktı. Zarı attı. Beş geldi. Sonra sıra Kasım’daydı. Zarı attı, altı geldi. Ziver’in oğlundan bir kıran aldı. Sonra zarı bir daha salladı, ama bu kez olmadı. Zarı Mahmut’a uzattı, ona da dört geldi. Kasım’dan iki kıran aldı, ellerini sevinçle ovuşturdu ve “Allah bereket versin.” dedi.

Böyle böyle ikili gruplar hâlinde zar oyunu oynamaya devam ettik.

Kaldırımda yürüyen şık giyimli iki genç bize doğru yaklaşıyordu osırada. Ahmet Hüseyin hemen onlara doğru koştu ve dilenmeye başladı:

“Bir kıran… Bir kıran beyim… Allah rızası için…”

Adamlardan biri Ahmet Hüseyin’i eliyle ittirdi ve kendinden uzaklaştırdı. Ahmet Hüseyin ise yılmadı, hemen harekete geçip tekrar önlerini kesti:

“Beyim bir kıran… Sadece bir kırancık başka bir şey değil… Allah rızası için…”

Şimdi bizim önümüzden geçiyorlardı. Gençlerden biri Ahmet Hüseyin’i boynundan tuttu ve havaya kaldırdı, sonra da caddeyle kaldırımı birbirinden ayıran demir korkulukların üzerine, karnı üstüne gelecek şekilde astı. Ahmet Hüseyin’i öyle bir asmıştı ki kafası caddeye bakıyor, ayakları ise kaldırım tarafından sarkıyordu. Ahmet Hüseyin kolları ve bacaklarıyla birkaç saniye çırpınıp durdu, sonunda ayaklarını kaldırımın üstüne basabildi ve düzelip ayağa dikildi. Kaldırımın sol tarafından şimdi iki genç kız, ortalarına genç bir oğlanı almış, güle eğlene gelmekteydiler. Kızların üzerinde kısa elbiseleri vardı ve çocuğun iki yanında yürümekteydiler. Ahmet Hüseyin yine hemen atıldı, kızların birine yaklaşıp dilenmeyi sürdürdü:

“Allah rızası için bir kıran verin hanımefendi… Çok açım… Bir kırancık sadece… Allah rızası için… Hanımefendi bir kıran!”

Kız hiç oralı olmadı. Ahmet Hüseyin yalvarmaya devam etti. Kız bu kez çantasına elini attı ve içinden para çıkartıp Ahmet Hüseyin’in avucuna koydu. Ahmet Hüseyin, ağzı kulaklarına varmış bir şekilde yanımıza geldi, “Ben de zar atıyorum.” dedi.

Piyangocu Ziver’in oğlu:

“Paran nerede?”

Ahmet Hüseyin sıkılı avucunu açtı ve parayı gösterdi. Avucunun içinde bir on binlik vardı.

Kasım:

“Yine mi dilencilik yaptın?”

Kasım, Ahmet Hüseyin’i dilencilik ettiği için ayıpladıktan sonra, vurmak için elini kaldırdı. Ama Mahmut ona engel oldu. Ahmet Hüseyin bir şey demedi. Kendisine bir yer buldu halkanın içinde ve oturdu. Ayağa kalktım,

“Ben dilencilerle zar falan atmam.” dedim.

Cebimde kalan para bir kırandan fazla değildi hâlbuki. Baştaki dört binliğimin üç binini oyunda kaybetmiştim. Mahmut da epeyce kaybetmişti,

“Zar oyunu bu kadarlık yeter, biraz da duvar dibi oynayalım.” dedi.

Kasım bana döndü:

“Bu tür laflar edip yine oyunbozanlık ediyorsun!”

Sonra da ortaya sordu:

“Zar atma sırası kimde?”

Kör oğlan:

“Sen kendi kendine oyna. Biz duvar dibi oynayacağız.”

Ziver’in oğlu, Kasım’ı göstererek cevap verdi:

“Bu herifle zar atılmaz ki! Zar nasıl olur da her seferinde beş veya altı gelebilir? Hile var bunda! Başka bir oyun oynayalım.”

Ahmet Hüseyin:

“Olabilir.”

Mahmut:

“Olmaz, duvar dibi oynayalım.”

Cadde yavaş yavaş tenhalaşıyordu. Caddenin karşı tarafındaki mağazalardan birkaç tanesi kapatmıştı bile. Oyuna başlamak için, kaldırımın yol tarafındaki ucundan duvarın dibine doğru, her birimiz birer kıranlık bozukluğu atmaya başlamıştık. Bozukluklar duvarın dibine yığılmaya başlıyordu ki Ahmet Hüseyin’in bağıran sesi duyuldu:

“Polisler geliyor!”

Polis, elinde tuttuğu copuyla birkaç adım ötemizde dikiliyordu. Ben, Ahmet Hüseyin ve tek gözlü oğlanla birlikte topukları yağladık. Mahmut’la Ziver’in oğlu da arkamızdan koşuyorlardı. Kasım, duvarın dibine attığımız paraları toplamak için ağırdan alınca polise enselendi. Polis copu vurunca, Kasım çığlığı bastı ve o da hemen topukladı. Polis onun arkasından bağırıyordu bize:

“Ulan kumarbaz aylaklar! Sizin eviniz aileniz yok mu? Ananız babanız yok mu ulan!”

Sonra da eğilip, duvar dibindeki bizim bir kıranlıkları topladı ve savuşup gitti.

Kaçarken dört yol ağzını geçtiğimde, bir de bakmışım ki tek başıma kalmışım. Cadde üzerindeki kebapçı kapatmıştı dükkânı. Geç kalmıştım. Her akşam, kebapçının çırağı dükkânın kepenklerini yarıya indirirken, tam burada buluşurduk babamla. Caddelerden ve yol ağızlarından hızlı hızlı yürüyüp geçtim, bir yandan da kendi kendime,

“Babam şimdi uyuyakalmış olmalı, keşke oturup bekleseydi beni burada… Şimdi kesin uyuyakalmıştır.” diye düşünüyordum. Bir süre sonra, etrafı seyredip yürürken yine düşünceler aklıma hücum ediyordu:

“Peki ya oyuncakçı dükkânı? O da kapatmıştır artık. Hem gecenin bu saatinde kim gider de oyuncak alır ki? Muhtemelen, mağazanın önünde beni bekleyen oyuncak deveyi de dükkânın içine sürmüşler, kapıyı da üstüne kapatmışlardır. Keşke mümkün olsaydı da şimdi devemle birkaç kelime konuşabilseydim. Allah vere de dün akşam sözleştiğimiz şeyi unutmasa bari… Ya yanıma gelmezse? Yok, olmaz. Muhakkak gelecektir. Daha dün akşam demişti, yarın akşam yanına gelip seni sırtıma bindireceğim ve birlikte tüm Tahran’ı gezeceğiz, diye. Deveye binmek de ne büyük keyiftir şimdi ha!”

Tam o anda, birden acı bir fren sesiyle irkildim, havaya uçuverdim, öbür tarafa yolcu olduğumu düşünmeye bile başladım bir an. Yere düştüğümde anladım ki caddenin ortasında bir araba bana çarpmıştı, ama bir yerime bir şey olmuş da değildi. Ayağa kalkıp üstümü başımı çırpacaktım ki arabadan bir baş uzandı ve bana doğru bağırmaya başladı:

“Çekil git arabanın önünden be! Ne diye dikiliyorsun orada hâlâ?”

Bu ses beni birden kendime getirdi. Arabanın direksiyonunda oturan, süslü püslü yaşlıca bir kadındı. Hemen yanında da iri yarı bir köpek vardı, asık suratıyla dışarıyı izliyordu. Boynundaki tasması ışıl ışıl parıldıyordu. O sırada kendi durumumu ve ne yapmam gerektiğini hızla zihnimden geçiriyordum. Eğer hemen şimdi bir şey yapmayacak olursam, örneğin kalkıp arabanın camını falan kırmayacaksam, daha sonra sinirlenmem biraz yapmacık olacaktı ve yerimden kalkabilmem daha da güçleşecekti.

Yaşlı kadın bir iki sefer daha kornaya bastı ve bana bağırmaya devam etti:

“Kör müsün be çocuk! Kalk git arabanın önünden!”

Hemen yanı başımızdan bir iki araba geçip gitti. Yaşlı kadın, pencereden kafasını sarkıtıp yine ileri geri konuşmaya hazırlanıyordu. Ona fırsat vermeden kalkıp, suratına ağız dolusu bir tükürük yapıştırdım, birkaç tane de okkalı küfür salladım ve hızla oradan uzaklaştım.

Bir süre bu şekilde gittikten sonra, kepenkleri kapatılmış bir mağazanın önünde oturdum. Kalbim güm güm atıyordu. Kepenklerin üzerinde delikler ve boşluklar vardı. O deliklerden bakınca, mağazanın içerisi ışıl ışıl aydınlık görünüyordu. Vitrin camlarının ardına çeşit çeşit ayakkabıları dizmişlerdi. Babam bir keresinde, bizim on günlük kazancımızla dahi bu ayakkabılardan bir çift almaya gücümüzün yetmeyeceğini söylemişti.

Başımı kapıya dayadım, ayaklarımı da ileriye uzattım. El bileğimdeki ağrı henüz geçmemişti. Ne kadar acıktığım aklıma geldi birden. Babam bir kenara benim için yiyecek bir şeyler ayırmadıysa, bu gece de aç karnına uyuyacaktım mecburen.

Sonra, devemin bu gece yanıma geleceği ve beni sırtına bindirip şehri gezdireceği geldi aklıma. Yerimden hemen kalktım ve yola düştüm. Oyuncakçı dükkânı kapalıydı, ama demir kapının ardından oyuncakların sesleri duyuluyordu. Yük treni çuf çuf çuf sesleri arasında yol alıyordu. İrice bir kara horoz, sanki mermileri peş peşe gönderecekmiş gibi bir tüfeğin arkasına geçip oturmuş, etrafındaki güzelim oyuncakları korkutuyordu. Maymunlar bir köşeden diğerine atlayıp zıplarken, bazen devenin kuyruğuna yapışıyor, öfkelenen deve de onları azarlıyordu. Eşek uzun kulaklarını oynatıp anırıyor, civcivlerle oyuncak bebekleri sırtına bindirip sağa sola götürüp getiriyordu. Deve, duvar saatinin tik tak seslerine kulak kabartmıştı, sanki birisiyle randevusu vardı da vaktin gelmesini bekliyor gibiydi. Uçaklarla helikopterler havada tur atıyor, kaplumbağalar kabuklarının içinde uyukluyordu. Köpekler yavrularını emziriyor, kediler sepetin altından yumurta yürütüyordu. Tavşanlar avcıdan ürkmüş, şaşkın şaşkın çevrelerine bakınıyordu. Siyah ve irice bir maymun, her zaman vitrinin arkasında duran mızıkamı kalın dudaklarının arasına almış, kulağa hoş gelen sesler çıkarmakla meşguldü. Otobüslerle minibüsler, diğer oyuncakları sağa sola taşıyıp, gezdiriyordu. Tanklar, toplar, tabancalar ve otomatik tüfekler durmadan bir yerlere ateş ediyordu. Tavşan yavrusu eline iri bir havuç almış, kulaklarına kadar açılmış ağzına götürmek üzereydi.

Tüm bunlardan daha önemli olan ise benim oyuncak devemdi, bütün bu kalabalığın ortasında hareket edip yürüyecek olsa kuşkusuz her şeyi birbirine katar, ortalığı dağıtırdı. O kadar iriydi ki benim devem, vitrin camının ardına sığmıyordu; bu yüzden de bütün günü dükkânın önünde ve kaldırımın üzerinde geçiriyor, etrafı ve gelip geçenleri seyrediyordu. Şimdi de mağazanın orta yerinde öylece duruyor, ara sıra boynundaki çıngırağı şıngırdatıyordu. Bir yandan geviş getiriyor, bir yandan da duvardaki saatin tik taklarını gözlüyordu. Devenin yavruları ise arkasına konuldukları parmaklıkların arasından annelerine bakıyor, mağazanın dışına kaldırıma çıkacak olursa kendilerini de yanına alması için ricada bulunuyorlardı.

Gelmişken devemle iki kelime sohbet edeyim istedim, ama ne yaptım ne ettimse sesimi bir türlü ona duyuramadım. Ben de kapıya bir iki tekme vurup, sesimi duyurmak için diğerlerinin susmasını sağlamaya çalışıyordum ki bir el kulağıma yapıştı:

“Aklını mı kaçırdın çocuk! Hadi evine, yallah!”

Artık orada durmanın bir anlamı yoktu. Kulağımı ve kendimi polisin elinden bir kez daha kurtardıktan sonra, daha fazla geç kalmamak için koşa koşa babamın yanına yollandım.

Babamın yanına vardığım zaman, caddeler sokaklar ıssız ve bomboştu. Tek tük taksiler gelip geçiyordu. Babam her zamanki gibi, zerzevatçılık yaptığı el arabasının üzerinde yatıyordu. Babamın yanında yatıp uyuyacaksam önce bana da yer açması için onu uyandırmam gerekecekti. Bizimkinden başka el arabaları da vardı orada duvar diplerinde, onların sahipleri de kendi arabaları üzerinde uyuyorlardı. Birkaç kişi de yere kıvrılmış, zeminin üstünde yatmıştı. Burası işlek bir yol kavşağı üzerindeydi ve hemşerilerimizden birinin içinde buz satıcılığı yaptığı bir büfesi vardı orada. O kadar uykum vardı ki, yorgunluktan el arabamızın tekerlerinin dibine yığılıp kalmışım, orada uykuya daldım.

Şangır şungur şangır şungur…

“Hey Latif neredesin? Latif, neden cevap vermiyorsun? Hani gidip gezecektik, neden gelmiyorsun?”

Şangır şungur şangır şungur…

“Latifçiğim, sesimi duyuyor musun? Benim, Deve! Seni götürüp gezdirmek için geldim. Hadi kalk da gidelim…”

Deve, balkonun altından geçerken, uykudan uyanıp fırladım ve o yükseklikten atlayıp sırtına bindim. Neşem yerindeydi şimdi:

“Geldim, sırtına bindim artık. Daha ne diye bağırıp çağırıyorsun?”

Beni görünce Deve de neşelendi, bir yandan ağzındaki sakızı çiğneyip geviş getirirken, sakızın bir kısmını da bana verdi. Birlikte yola koyulduk. Biraz yol almıştık ki Deve, başını çevirdi:

“Gelirken senin mızıkanı da getirdim yanımda, al şunu da biraz çal, giderken dinleyeyim.”

Güzelim mızıkamı Deve’den aldım ve oldukça keyifli bir şekilde çalmaya başladım. Deve de boynundaki büyük ve küçük çıngırakları şangırdatarak, mızıkamla çaldığım müziğe eşlik ediyordu.

Deve, başını benden yana çevirdi:

“Latif, akşam yemek yedin mi?”

“Yok yiyemedim. Param yoktu.”

“O zaman, önce gidelim akşam yemeği yiyelim.”

O sırada beyaz bir tavşan üstümüzdeki ağacın tepesinden aşağı atladı:

“Sevgili Deve, bu akşamki yemeğimizi villada yiyeceğiz. Ben önden gidip diğerlerine de haber vereyim. Siz de arkadan gelirsiniz.”

Tavşan, elinde tutup kemirdiği havucun geri kalanını akan suya attı ve zıplaya zıplaya yoluna gidip, uzaklaştı.

 

Deve:

“Villa dediği yer neresidir, biliyor musun?”

“Sanıyorum yazlık bir ev falandır.”

“Yok, yazlık ev değil. Zengin insanlar, havası ve suyu güzel olan manzaralı yerlerde, kendileri için saray gibi evler yaptırırlar. Bu villalara her canları sıkılınca veya istirahat etmek istediklerinde gider dinlenirler, keyif yaparlar. İşte bu tür saray yavrusu evlere villa derler. Bu villaların çok büyük alanları, ağaçlar ve çiçeklerle dopdolu güzel bahçeleri de olur elbette. Bir sürü uşaklar, hizmetçiler, aşçılar, bahçıvanlar da olur böyle villalarda. Bazı milyoner zenginlerin yurt dışında birkaç ülkede de villaları olur. Mesela İsviçre ve Fransa’da… Şimdi biz de Tahran’ın kuzeyindeki bu tür bir villaya gideceğiz, orası serindir, şu yaz sıcağında daha keyifli olur.”

Deve bunları söyledikten sonra birden yükseldi, tıpkı kuşlar gibi gökyüzünde yükselip uçuyordu. Güzelim evler bahçeler ayaklarımızın altında kalmıştı artık. Ne hava kirliliği ne sis ne de toz duman vardı bu yükseklerde. Evler ve sokaklar yukarıdan öyle güzel görünüyordu ki bir an film seyrediyorum hissi verdi bana. Sonunda Deve’ye,

“Tahran’dan dışarı çıkmış olmayalım?” demek zorunda kaldım.

“Niye böyle düşündün?”

“Çünkü Tahran’ın bu taraflarında hiç hava kirliliği ve sis yok. Hem bütün evler kocaman ve çiçek gibi tertemiz.”

Deve gülerek cevap verdi:

“Çok haklısın Latifçiğim. Tahran’ın gerçekten de iki ayrı yüzü var ve her ikisi de birbirinden o kadar ayrı ki… Şehrin kuzeyi ve güneyi… Tahran’ın güneyinde kirlilik, sis, toz duman, ne ararsan var; kuzey tarafı ise tertemiz. Çünkü bütün eski püskü otobüsler güney tarafında çalıştırılıyor. Bütün tuğla ocakları o tarafta. Kalitesiz yakıtla çalışan bütün eski arabalar, kamyonlar o tarafta çalışıyor bütün gün. Güney tarafının hemen hemen bütün yolları taş toprak hâlâ. Kuzey mahallelerinin bütün pis ve atık suları kanallarla güneye akıtılıyor. Sonuçta ne oluyor? Güney tarafı, aç, sefil ve perişan insanların doldurduğu mahallelerden oluşuyor; kuzey tarafı ise kibar ve zengin sınıfının oturduğu yer. Sen hiç Hasırabad’ı, Naziabad’ı veya Hacıabdulmahmud Caddesi’ni duydun mu? O semtlerde yaptıkları on katlı, mermer kaplı binaları gördün mü? O gösterişli binaların altındaki mağazalar zengin adamların iş yerleridir, müşterileri de lüks otomobillerle ve bilmem kaç bin dolarlık cins köpekleriyle gelirler bu mağazalara…”

“Evet, güney mahallelerinde böyle şeyler hiç görülmez. Orada bir Allah’ın kulunun arabası yoktur. İnsanlar olsa olsa el arabasına sahiptir, onunla da bir izbe köşeye çekilir, üzerinde uyurlar.”

Açlık o kadar bastırmıştı ki neredeyse midem delinecek sanmıştım.

Tam altımızda büyükçe bir bahçe uzanıyordu. Rengârenk ışıklar içinde, insana ferahlık veren, serin ve huzurlu bir çiçek bahçesiydi. Bahçenin tam orta yerinde bir gül demeti gibi kondurulmuş zarif bir köşk, köşkün birkaç metre ötesinde kocaman bir havuz görünüyordu. Tertemiz suyun içinde kırmızı balıklar yüzüyordu. Havuzun hemen yanı başında masalar ve sandalyeler vardı. Masaların üzerine çeşit çeşit nefis görünüşlü yemekler konulmuştu, her birinin kokusu insanı mest edecek kadar güzeldi.

Deve:

“Hadi aşağıya inelim. Akşam yemeğimiz hazır.”

“Peki, bu bahçenin ve villanın sahibi nerede?”

“Onu hiç düşünme sen. Elleri bağlı şekilde, evin bodrumuna atıldı.”

Deve’m, havuzun kenarındaki rengârenk çinilerin üzerine indi, sonra çöktü, ben de aşağı indim. Tavşan hazır bekliyordu, elimden tuttu ve bizim için hazırlanmış olan masalardan birinin yanına götürüp, etrafı gösterdi. Kısa bir süre sonra konuklar da gelmeye başladı. Oyuncaklar otobüs ve minibüslere binmişti, bazıları da uçak ve helikopterlere… Eşekle kaplumbağa, deve yavrularının kuyruğuna yapışmış, maymunlar oradan oraya zıplayıp sallanarak, tavşanlar ise zıplaya zıplaya geliyordu. Sonunda bu ilginç ve merak uyandıran misafirler topluluğu, sadece kokusu bile insanın ağzının suyunu akıtan yemeklerle dolu masalara ulaşmıştı. Çeşit çeşit kebaplar, dolmalar, pilavlar, kavurmalar ve benim adını sanını tanıyıp bilemediğim nice yemeklerle doldurulmuştu masaların üzeri. Her çeşit meyve, masalardan yere taşacak kadar bol bol vardı.

Bu sırada, Deve, bir baş ve boyun hareketiyle, havuzun etrafındaki masalarda oturmuş olan tüm konukları susturdu ve konuşmaya başladı:

“Büyük ve küçük tüm misafirlerimizi hoş geldiniz, sefalar getirdiniz diyerek selamlıyorum. Şimdi size bu önemli gecede neden ve kimin onuruna bu büyük şöleni tertip ettiğimizi söylemek istiyorum. Tahmini olan var mı?”

Eşek:

“Latif için. İstedik ki o da bir gün olsun şöyle doyasıya yemek yiyebilsin. Midesi dolsun ve güzel bir yemeğe hasret kalarak yaşamasın.”

Ayı, kafesinin parmaklıkları ardından,

“Latif, sürekli mağazaya gelip bizi seyreder, biz hepimiz onu çok seviyoruz.” dedi.

Kaplan,

“Öyle tabii, Latif hep bizimle birlikte olmayı isterdi, biz de ona eşlik ettiğimiz için çok mutluyuz.” diye cevapladı Ayı’yı.

Aslan:

“Evet. O zengin çocukları bizim gibi oyuncaklardan çok çabuk bıkıyorlar. Çünkü zengin babaları o çocukları sürekli yeni oyuncakçılara götürüp farklı oyuncaklar alır. Çocuklar da eski oyuncaklarıyla bir iki sefer oynadıktan sonra, kaldırıp bir köşeye atar ve bizden vazgeçerler. Biz de bir köşede öylece kalır, çürür gideriz.”

Ben de hepsine birden seslendim:

“Eğer siz, hepiniz yani, benim oyuncaklarım olsaydınız, emin olun sizden hiç bıkmazdım. Her zaman sizinle vakit geçirip oynardım ve asla yalnız bırakmazdım sizi kendi hâlinize.”

Bütün oyuncaklar tek bir ağızdan cevap verdiler:

“Biliyoruz. Biz seni çok iyi tanıyoruz. Ama senin olamayız. Bizi çok pahalıya satıyorlar.”

Sonra içlerinden biri konuştu:

“Maalesef babanın bir aylık kazancı bile içimizden bir tanemizi almaya yetmez.”

Deve herkesi susturdu:

“Evet, şimdi asıl konumuza dönelim tekrar. Hepinizin sözlerine katılıyorum, hepsi doğru. Lakin bu gece bu şölene ne için davet edildiğimize ve buraya niye toplandığımıza hiçbiriniz değinmedi.”

Ona ben cevap verdim:

“Beni buraya niçin getirdiğinizi biliyorum. ‘Bak Latif, herkesin babası seninki gibi aç biilaç, sersefil bir yol kenarında yatıp kalkmıyor.’ demek için getirdiniz beni buraya.”

Birkaç erkekle kadın, uzakça bir masada oturmuş, hızlı hızlı yemeklerini yemekteydiler. Bunların, o villanın hizmetçileri ve çalışanları olduğu belli oluyordu. Sonunda ben de yemeye başladım. Ama okadar çok yememe rağmen, sanki midemde bir kara delik varmış gibi bir türlü önümdekileri bırakamıyor, bir türlü doyamıyordum. Midemden sürekli gurultular geliyor gibiydi. Tıpkı ölecekmişçesine acıktığım o günlerdeki gibiydi hâlim. Sonra aklıma düşte olabileceğim endişesi geldi, acaba rüyadaydım da o yüzden mi doyamıyordum? Ellerimle gözlerimi yokladım. Her ikisi de gayet güzel yerindeydi. Sonra kendime sordum, “Acaba rüyada mıyım ben?” Hayır, rüyada değildim. Çünkü rüya görenlerin gözleri açık olmaz ve etraflarını göremezler. O hâlde neden bir türlü yemeye doyamıyordum? Midem niye hâlen daha kazınıyordu?

Sonra, kalktım ve etrafı gezmeye başladım, evin etrafında bir tur attım, duvarlarına ve dış cephesinde kullanılan kıymetli taşlara dokundum. O sırada, aniden, nasıl oldu nereden geldi bilemiyorum, bir toz bulutu gelip yüzüme çarptı. Villanın bodrumuna iniyordum, muhtemelen bu toz oradan geliyordu. Daha ilk basamaktayken gelip ağzıma burnuma doluşmuştu bu tozlar ve hıçkırttı beni, hapşırdım. Kendi kendime, “Bu da nesi, neredeyim ben?” diye soruyordum.

Sokakları temizleyen işçinin süpürgesi tam suratımın önünden geçti ve kaldırımda ne kadar toz toprak varsa getirip ağzıma burnuma doldurdu.

Yine kendi kendime, “Bu da nesi, neredeyim ben, hepsi rüya mıydı yoksa?” diye sordum.

Ama uykuda değildim. Önce babamın el arabasını gördüm, ardından önümden gelip geçen taksilerin ses ve gürültüsünü duydum. Sonra da sabahın alaca karanlığında kaldığımız dört yol kenarındaki duvar dibinin etrafında sıralanmış sıra sıra binalar ilişti gözüme. Demek ki rüyada değildim. Süpürgeci önümden geçip gitmişti, ama kaldırımda süpürerek ilerledikçe havaya kalkan toz toprak hâlen daha yüzüme geliyor, kaldırımda yol yol iz bırakıyordu.