Czytaj książkę: «100 büyük düşünür»
ÖNSÖZ
Elinizdeki kitap bir felsefe tarihi olmaktan çok, felsefe okuma niyeti olanlara yol gösterme çabasında alçakgönüllü bir derlemedir. Bu tür kitapların doğası gereği buralarda (hele de felsefe gibi son derece geniş bir alandan söz ediliyorsa) kısıtlı, ancak başlangıç düzeyinde bazı adlara yer verilmektedir. Amacımız (ve dileğimiz) felsefe alanında okumalar yapmak isteyen ve düşünce tarihinin belli başlı düşünürleri hakkında fikir edinmek isteyen birinin, özellikle de gençlerin bu kitabı bir çıkış noktası olarak görmesidir.
Kitabınızın sonundaki kaynakçada bizim de yararlandığımız, bu alanda daha derin araştırmalar yapmak isteyenlere hitap eden bir liste bulacaksınız. Bunlardan bazıları internet sitesi olsa da bu sitelerin bizim elememizden geçirilmiş, belli bir bilimsel güvenilirliğe sahip siteler olmasına dikkat edilmiştir. Ama bir alanda araştırma yapmak isteyen insanların, özellikle de öğrencilerin mümkün olduğu kadar internet sitelerine değil de o alanda yetkin bilim insanı ve araştırmacı olan kişilerin yazdıkları kitaplara rağbet etmeleri gerektiği konusunun da bir kez daha altını çizmek isteriz.
Genel bir çeviri hatası olarak “eski Yunan” olarak adlandırılan, ama tarihsel ve coğrafi açıdan bakıldığından bugünkü coğrafi Yunanistan’dan çok Ege bölgemiz, Yunan Adaları ve Doğu Yunanistan kökenli olan antikçağ düşünürleri ve yazarlarının ne kadar çok olduğu bu kitapta dikkatinizi çekecektir. Eski Yunan’ın en önemli düşünürleri olan “Milet Okulu Üçlüsünün (Thales, Anaksimenes ve Anaksimandros) bugünkü bildiğimiz Aydın ili sınırları içindeki Milet’te yaşamış olması ve onların da sistematik felsefenin kurucuları olan Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi anıt düşünürlerin öğretmenleri olması bize bugün içinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasının çağdaş felsefe tarihi üzerindeki çok önemli yerini belirtmeye yetecektir.
Efes Okulu üyesi Herakletios’tan, Yunan Adaları kökenli Pisagorcular ’a ve Urlalı Anaksagoras’tan Sinoplu Diyojen’e kadar Anadolu toprağının yetiştirdiği düşünürler her zaman bilinmeli ve onların “eski Yunan” kökenli oldukları vurgulanırken, Batı Anadolu kökenleri de unutulmamalıdır. Bugün genelde bilinçsizce “Batı uygarlığı” deyip geçtiğimiz uygarlığın kökenini Anadolu’ya dayandıran ve Anadolu kültürlerini bir bütün olarak gören yazar ve düşün insanlarımız başta Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat da bu bağlamda yeniden hatırlanmalı ve tekrar tekrar okunmalıdır.
MAYA KİTAP
DOĞU BİLGELİĞİ
HİNT VE ÇİN DÜŞÜNÜRLERİ
1
ZERDÜŞT
Ahura Mazda
? – ?
Hangi tarihte yaşadığı, hatta gerçekten yaşayıp yaşamadığı bile tam bilinmese de Zerdüşt, milyonlarca insana hitap eden felsefesiyle Ortadoğu halkları gözünde önemli bilgelerden biridir.
Zerdüşt bazılarınca peygamber olarak değerlendirilse de duruşu filozofa daha yakındır. MÖ 10. ila 6. yüzyıl arasında bir tarihte yaşadığı tahmin edilmektedir. Zerdüşt ve Zerdüştlüğe ilişkin belgelerden, onun Kuzeybatı İran’da yaşadığı sanılıyor. Kuzeybatı İran’ın (Medya) taşıdığı neolitik kültür Zerdüşt felsefesinin şekillenmesinde önemli bir role sahiptir. Sümer kent devriminin de bölgeye etkilerinin olması her iki etkinin sentezine dayalı bir gelişmeyi doğurmuştur. Dönemin temel aryan tanrıçaları olan İndra, Mitra ve Varuna’dan “Ahura Mazda” adında bir tanrıya geçiş yapılmıştır. Bu anlamda İran, Medya ve Anadolu tek tanrıcılığına doğru bir aşama anlamına gelen Zerdüşt inancının çıkışında, köleci uygarlığa karşı dinamiklerin bölgede yoğun yaşanan neolitik kültürden alınması yatmaktadır.
Bu kültür şekillenmesi Zerdüşt’ün tarım ekonomisine son derece bağlı olması, emeği, üretimi, helal kazancı esas alması, yeşile kutsallık atfetmesi ve hayvanları korumayı esas almasına yansımıştır. Neolitik kültürün Zerdüşt felsefesine yansıyan en derin etkileri kadına yaklaşımında kendisini göstermiştir. Köleci sistemde Marduk’la birlikte giderek toplumsal statüsündeki düşüşü derinleşen kadına, Zerdüşt tarafından üstün değer biçilmiştir.
Roma merkezlerine kadar etkisini gösteren Zerdüşt antikçağ köleci toplumdan klasik kölecilik çağının (MÖ 500-MS 500) başlamasında belirleyici güç kaynaklarından biri olmuştur. Tarih boyunca tek tanrılı dinlerin, özellikle İsa’nın çıkışında rol oynaması nedeniyle etkilerini korumuştur. Yine Zerdüşt’ün zıtların birliği ve karşıtlığına dayanan düşünce sisteminin tarihe en büyük katkısı felsefeyi düşünenin gelişimine kaynaklık etmekle olmuştur. Zerdüşt felsefesinin etkileri Sokrates ile yoğunlaşmış, “doğru düşünme, doğru söz, doğru eylem” ilkesi, “doğru düşün, mükemmel yap, güzel ol” ilkesine dönüşerek Sokrates ahlakının özünü oluşturmuştur.
Zerdüşt’ün bir karakter olarak tanımlanması ilk kez Xantus’un ve Plato’nun yapıtlarında karşımıza çıkıyor ve daha o zamanlar bile kendisinden “eski bir paygamber” olarak söz edilmektedir. Adının anlamından tutun da gerçekten yaşamış bir insan mı, yoksa çeşitli yazarların yazdıklarının sonradan toplanmasına verilmiş bir ad mı olduğu bile kesin değildir. Kesin olarak bilinen noktalar bu adda birinin (ya da birilerinin) Avesta dilinde çeşitli eserler verdiği ve bu eserlerin zaman içinde felsefenin konusundan çıkarak din haline dönüşmüş olmasıdır. Gathalar (Zerdüşt’ün sözleri olduğu sanılan şarkı ve ilahiler), Pehlevi Dili’ndeki dini metinler olan “Bundahişn” ile “Denkart” ve çeşitli Yunan yazarların eserleri gibi kaynakların Zerdüşt’ün görüşlerini ne ölçüde doğru yansıttığı da tartışmalıdır.
Zerdüşt’ün güçlü bir filozof ve düşünce adamı olduğunu, doğa, toplum ve insan gerçeğine ilişkin bilimsel perspektiflerinde görmek mümkündür. Örneğin Antikçağ Yunan filozoflarının hareket noktası, Zerdüşt inanışının geliştirdiği kavramlara dayanır. MÖ 538 dönemlerinde yaşayan Theopampos Ahura Mazda ve Ehriman arasındaki mücadeleyi tabiatın kendi içindeki kanunu olarak algılar. Zerdüştlük inancında tanrı kabul edilen Ahura Mazda “Aklın Efendisi” olarak sembolize edilir, Ehriman ise kötülüğün güçlerini temsil eder. Ve iyilik-kötülük mücadelesi bu noktada başlar. Yunan felsefesinin Zerdüşlük’ten etkilenme yönündeki diğer bir örneğini ise Heraklitos’da görebiliriz. Heraklitos “sonsuz hareket” kuramında Zerdüşt’ün karşıtlar mücadelesi çizgisinden etkilenir. Bundan yola çıkarak, Zerdüşt’ün gök, ışık, güneş ve diğer göksel varlıkların çözümlenmesini yorumlar, bununla fiziksel evrenin öz devinimlerini formüle eder. Zerdüşt’ün felsefi inancının dünyanın beş temel elementten oluştuğunu belirtir. Bunlar toprak, su, ateş, hava ve bitkidir. Bu tespitler kuşkusuz yerindedir. Zerdüşt inancının yaşandığı Mezopotamya bölgesinin coğrafi konumu ve yaşam koşulları bu tespitlerin kaynağını oluşturur. Mezopotamya’nın elverişli topraklarını da düşünecek olursak, Ortadoğu halklarının yaşamında doğa koşulları ve tarımın dini inançlarını dahi şekillendirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
2
HAMMURABİ
M.Ö. 1793?-M.Ö. 1750?
Aslında ilk yasalar olmaktan çok, ilk reformcu düşünceler taşıyan, ilerleme yasalarının yapıcısı olan Hammurabi Babil’in altıncı kralıydı ve Sümer ve Akadları fethederek, Babil İmparatorluğu’nun kralı olmuştu. Böylece de Babillerin Mezopotamya üzerinde hegemonyasını kurmuştu. Çoğu kişi taafından ona ‘ilk yasa koyucu’ unvanı verilse de bu yanlış bir düşüncedir.
Hammurabi komşuları Larsa, Mari ve Asur ile otuz yıl boyunca savaştı ve İran körfezinden Diyarbakır’a ve Zagros’dan Batı çöllerine kadar uzanan bir imparatorluk yarattı. Egemenliğindeki toprakları merkezi bir sistemle yönetti. Resmi yazışma düzenini kurdu. Ayrıca ilki İran’da kurulan posta teşkilatını ülkesine getirtmiş, polis teşkilatını ve ilk belediye sistemini kendi iktidarında oluşturmuştur. Polis teşkilatı şehrin iç güvenliğini sağlıyordu, bir ayaklanma ya da suç olduğunda derhal müdahale edip suçluları yakalıyorlardı. Yakalanan bu suçlular oluşturulmuş mahkemelerde kralın kendi yazdığı 282 maddelik kanunlara göre cezalandırılıyordu, ama genelde bu cezalar çok ağırdı. Belediye reisini Hammurabi kendisi tayin ediyordu. Kurduğu belediye sistemi günümüzdekilere benziyordu; şehrin düzenlenmesi, onarılması ve temizlik işlerine belediye bakıyordu. Kurduğu posta teşkilatı sayesinde şehri mahalle mahalle, sokak sokak ve ev numaralarına göre ayırmıştı. Böylece bir posta istenilen doğru adrese ulaşıyordu. Bu sistemin ilk kez Hammurabi zamanında kullanıldığı yapılan arkeolojik buluntular sayesinde kesinleşmiştir. Hammurabi bilime, sanata ve mimari konulara çok önem vermekteydi. Bunun da en büyük kanıtı ünlü Babil Kulesi ve Babil’in Asma Bahçeleri’dir. İktidarı süresince kendisini tanrılaştırdı ve “kralların tanrısı” olarak ilan etti. Erkeklerin varis olabileceği mutlak monarşi kurdu ve bu dönemde Babil ülkesinin tanrısı Marduk Sümer-Akkad topluluklarının en yüksek tanrılarından biri oldu.
Hammurabi Yasaları
MÖ 1760 yılı civarında Mezopotamya’da yazılan, tarihin en eski ve en iyi korunmuş yazılı yasalarından biridir. Bu dönemden önce toplanan yasa koleksiyonları arasında Ur kralı Ur-Nammu’nun yasa kitabı (MÖ 2050), Eşnunna yasa kitabı (MÖ 1930) ve İsin’li Lipit-İştar’ın yasa kitabı (MÖ 1870) da yer almaktadır.
Hammurabi Yasalarının Özellikleri:
1. Sümer yasalarına göre biraz daha serttir. Ancak toplumun bütün kesimlerinin hakları güvence altına alınmıştır. Medeni hukuk, ceza hukuku, ticaret hukuku, miras hukuku gibi alanları düzenleyen bu yasalar Sami geleneklerinden ve Urukagine yasalarından yararlanılarak hazırlanmışlardır.
2. Hammurabi yaptığı yasalarla, ilan ettiğinin aksine “Tanrı Kral” yerine “Hayırsever Kral” kavramını getirmiştir. Kendini “Adaletin Çobanı” , “Kavimler Çobanı” gibi sanlarla anması buna örnektir.
3. Tarihte ilk defa hukuk devleti anlayışını getirmişlerdir.
Babil Kralı Hammurabi’nin çeşitli meselelerde verdiği kararlar Babil’in koruyucu tanrısı Marduk adına yapılan Esagila Tapınağı’na dikilen bir taş üzerine Akatça dilinde yazılmıştı. Hammurabi kendisine bu kanunları yazdıranın güneş tanrısı Şamaş olduğunu söyleyerek yasalarının da tanrı sözü sayılmasını sağlamıştır.
Arkeolog Jean Vincent Scheil’in 1901’de Elam’da bulduğu (bugünkü Huzistan, İran) ve Fransa’ya taşıdığı Hammurabi Yasaları’nın yazılı olduğu levha Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir. Yaklaşık iki metrelik silindirik bir taşın üstüne çivi yazısı ile yazılmış olan kanunlar tam 282 maddedir, ancak bu maddelerin 30’u şu anda okunamayacak durumdadır. 13 sayısı o dönemde de uğursuz sayıldığı için 13. madde yazılmamıştır.
3
LAO TSE
M.Ö. 604? – M.Ö. 531?
Konfüçyusçuluk ve Budizm’le birlikte, Uzakdoğu’nun en yaygın felsefelerinden biri olan Taoizm erdemli bir insan olmaya verdiği değerle, tüm insanları barış ve huzura davet etmektedir.
Taoizmin kurucusu Lao-Tse’nin hayatı hakkında çok az bilgi vardır. Bazı kaynaklara göre MÖ 604 yılında doğduğu sanılmaktadır. Yunan filozoflarından Thales, Anaximandros ve Pisagor’un çağdaşı olduğu, bunlarla karşılaştırılırsa birbirlerine benzeyen yanlarının çok olduğu görülür. Lao-Tse’nin doğumu ile ilgili, halk arasında yayılmış bir de efsane vardır. Buna göre, Lao-Tse’nin annesi göksel bir nurdan gebe kalmış, seksen yıl sonra da ak saçlı, ak sakallı bir çocuk doğurmuş. İşte Lao-Tse (yaşlı usta) adı buradan geliyor. Lao-Tse’nin doğum tarihi kesin olarak saptanamadığı gibi hangi yılda ve nerede öldüğü de belli değildir. Bir iddiaya göre, Chau hanedanının yavaş yavaş çökmeye yüz tuttuğunu gören düşünür bu fena sonuca tanık olmamak için hükümet merkezi olan Lo-Yang kentini bırakarak Batı’ya doğru gitmiş. Hotan geçitine geldiği zaman buranın koruyucusu ve kendi öğrencisi olan Hsion mesleği hakkında ve düşüncelerini içeren bir eser yazmasını istemiş, o da tek yapıtı olarak bilinen (“Tao Te Ching” ya da “Erdem Kitabı”) adlı eseri yazıp vermiş.
Lao-Tse varlıkların kaynak ve kaderini inceler ve temel olarak bir ilk neden ve hareket noktası olarak da bir “en ilkel birlik” kabul eder. Tao Okulu ya da Taokiya adını da alan bu felsefe bir çeşit mutlak Panteizm, yani kamutanrıcılık ya da Tanrı’yı dünya ile özdeşleştiren bir sistemdir. Bu sisteme göre, hissedilir âlem her türlü yetkisizliklerin ve sefaletlerin nedenidir ve insani kişilik tüm varlıkların kaynak ve sonu olan “Varlık”ın, “Büyük Birlik”in aşağı ve geçici bir tarzıdır.
Lao-Tse “Erdem Kitabı” adlı eserinde bu birinci ilkenin mutlak ve özel karakterini ve ayrı olanla olmayan, sınırlıyla sınırsız, boşa gidenle gitmeyen arasındaki derin ve geçilemez alametleri saptamaya çabalar. Âlem’de ayrı, sınırlı ve boşa gidebilen her şey Tao (yol, akıl) adını verdiği ilk ilkenin olaysal tarzına aittir; tüm ayrı olmayan, sınırsız ve boşa gitmeyen şeyler bu ilkenin deneyüstü varlığının tarzıdır. Ona göre, bu ilk nedenin iki varlık tarzı da birlikte ebedi değildir. Deneyüstü tarz olaysal tarzdan daha önceliğe sahiptir. Tüm deneyüstü güçler kendi ilk varlık tarzını seyretmek etmek suretiyle meydana gelirler, ikinci varlık tarzını seyretmekle de tüm olaysal tarzlar belirmiş olur.
Lao-Tse insanın “Tanrı” ya da “ilk neden” hakkında tam uygun bir fikir verme gücüne sahip olmadığını ve Tanrı’yı tanımlamak için yapacağımız tüm zihin çabalarının, kendi acizlik ve zayıflığımızdan başka bir şeyi ispat etmeyeceğini pozitif olarak ve açıkça bildiren en eski ve ilk filozoftur. Lao-Tse’nin genel olarak varlık hakkındaki düşünceleri insan doğası hakkındaki görüşlerini de kavramamıza yardım eder.
Lao-Tse Tao sözcüğünü (zihinli gidiş-doğru yol) anlamında ve yalnız onu anlatmak için kullanmıştır. Bu sözcüğü bazen de Yunanlıların (Kelam-Logos)’u gibi (en yüce yönetici zihin- ilk akıl) anlamında kullanır. Lao-Tse bu terimleri hem özel, hem de mecazlı olarak, hem maddesel hem de tinsel anlamda karmaşık düşünce olarak kabul eder. Özel ad olarak TAO, içinde tüm varlıkların hareket ettikleri evrenin “büyük yolu”dur. Mecazî anlamı ise tümel hareketin ilk nedeni ve her şeyin ilk neden ve aklıdır. Yani ideal evren ile gerçek evrenin, cisimsizle cisimlinin, güç hâlindelikle olayın birinci ilkesi ve ilk nedenidir. Tao’ya ilk kez metafizik anlamı veren ve kullanan Lao-Tse olmuştur.
Lao-Tse’nin ahlak anlayışına göre, kamu mutluluğu sürekli olarak ve riyazat (dünya nimetlerinden el çekme) içinde Erdem’i işlemekle mümkündür. Ona göre Erdem hayat eylemlerinin, tüm deneyüstü ve olaysal varoluşların şekilsel ilkesi olan “en yüce akıl”a uygunluğudur. “En yüce akıl”dan başka bir ahlaksal varlık olmadığı gibi, onun kanunundan başka bir kanun, onun biliminden başka bir bilim de yoktur. İnsan için en üstün iyilik “en yüce akıl”la özdeşleşmesi, bu kaynak içinde ve bu her varlığın ereği içinde emilmiş olmasıdır. İnsan devamlı bir cisimsiz hale kavuşabilmek için tensel şeklinden arınmalıdır. Duyularına hakim olarak, bunları olduğunca güçsüz kılmak yolu ile duygusuz hale erişmelidir.
4
BUDA
M.Ö. 563? – M. Ö. 483?
Yeryüzünde milyonlarca takipçisi olmasına karşın bir dinden çok, bir felsefe akımı olarak kabul edilen Budizm’in kurucusu olan Gotama Buda şiddete karşı olması, yaşayan her canlıya değer vermesi gibi özellikleriyle bugün de birçok insan için yol gösterici özelliğini korumaktadır.
Budizm’in kurucusu olan Buda, Kuzey Hindistan’da Lumbini koruluğunda doğmuş bir filozoftur. Buda “aydınlanmış” manasına gelir. Buda bir gün “Bilgi Ağacı” denilen incir (Bo) ağacının altında dalmış iken, birden içinde aydınlanma hissetmiş, ilhamlarını halka duyurmak için memleketini dolaşmaya başlamıştır. Seksen yaşında iken Kusingara’da ölen Buda yaşadığı sürece kendisinin bir Tanrı olduğunu iddia etmediği gibi, sıradan bir insan olduğunu da açıkça söylememiştir. Bazıları ona büyük bir toplumbilimci gözüyle bakmışlardır. Bununla beraber, onun gerçekten yaşayıp yaşamadığı da ayrı bir tartışma konusudur. Buda güçten kuvvetten kesilince Nirvana’ya girme kararı almıştır.
Onun vaazlarından etkilenenler “Sangha” adında bir teşkilât kurmuşlardır. Dünyanın en eski bekâr rahipler teşkilatının bu olduğu söylenir. Kadınların girmesini yasakladığı bu teşkilâta sonradan onların da alınmasına izin vermiştir.
Budizm’de inancın temelini “Buda’ya sığınırım, Dharma’ya sığınırım, Sangha’ya sığınırım” cümlesi oluşturur. Budizm’e girmek isteyen bir kişinin önce bu cümleyi söylemesi gerekir. Bunlardan birini inkâr eden kişi Budist sayılmaz. Budizm’de inancın esası Buda’ya imandır. Buda dininde rahip olabilmek için belirli yeteneklere sahip, on beş yaşını bitirmiş, ana-babasının iznini almış olmak şarttır. Sangha’ya giren rahip ve rahibeler evlenemezler.
Budizm’de tapınaklara “Vihara” denir. Ayda iki defa bir araya gelen rahipler yaptıkları hataları itiraf ederek benliklerini öldürürler. Budizm’deki Karma-Tenasüh (Ruhgöçü) inancı, zihinsel ve bedensel ihtiraslardan kurtulmayı; Nirvana ise doğum, ölüm, varlık, ihtiyarlık ve ızdıraptan kurtulmayı ifade eder.
Buda dininde cemaatle de ibadet yapılır ve herkese açıktır. Kadınların ahlâk ve fazilet sahibi olmaları esastır. Kaçak ilişkiler yasaktır. Putlara tapmayı yasaklayarak onları kırdırmasına rağmen, Buda’nın ölümünden sonra putperest Brahmanlar seri bir şekilde Buda heykelleri yapmaya başlamışlar, Buda’ya karşı aşırı sevgi besleyenler de zamanla bu heykellere taparak onu tanrılaştırmalardır.
Budizm, başlıca iki mezhebe ayrılır: 1- Hinayana, 2- Mahayana.
1- Hinayana (Küçük Araba), kişinin kendisini kurtarmasını hedef aldığı için böyle isimlendirilmiştir. Bu mezhep Seylan ve Güney Asya’da yayılmıştır. Mensupları saf Budizm’e yani Buda’nın asıl telkinlerine kendilerinin muhatap olduklarını iddia ederek Mahayana koluna bağlı olanları sapıklıkla suçlarlar. “Hinayana Budizmi” de denilen bu kol bazı farklarla Burma, Tayland, Laos, Kamboçya ve Seylan’da çoğunluktadır. Hinayana Budizmi de bazı küçük kollara ayrılmıştır. Fakat bu hiçbir zaman Mahayana’daki kadar olmamıştır.
2- Mahayana (Büyük Araba), toplumu bir bütün halinde ele alarak herkesin kurtuluşa ermesini gaye edinmiştir. Onlara göre Budizm herkese cevap vermeli, herkesin ihtiyaçlarını gidermeli, doktrinleri basitleştirilerek, halkın anlayacağı bir seviyeye getirilmelidir. Budizm’in bu kolu başka din ve doktrinlerden yararlanmakta sakınca görmez. Bu mezhebe göre Nirvana’yı gerçekleştiren herkes Buda unvanını alır ve ihtiraslarının esiri olarak dünya zevklerinin arkasında koşmaz. Mahayana mensupları, “Hata yapabilirim” diye faaliyetleri askıya almanın karşısındadır. “Bu yüzden pişmanlık duymaya lüzum yoktur” derler. Mahayana’ya bağlı kişi kendini kurtuluşa hazırlayabilmek için şu hususlara dikkat etmek zorundadır: 1- Cömertlik, 2- Olgunluk anlamında bilgelik, 3- Budizm’in ahlâk kurallarına sadakat, 4- Meditasyon, 5- Karşılaştığı olumsuzluklara sabır göstermek, 6- Hiç usanmadan sürekli bir gayret içinde olmak.
Buda’nın ölümünden sonra, ruhban sınıfı dinin yayılmasında (onun yaptığı gibi) vaaz metodunu kullanmışlardır. Budizm’in en güçlü yayılma dönemi Hint hükümdarlarından Aşoka (MÖ 273-236) zamanına rastlar. Kral Budizm’in yayılmasını sadece tavsiye etmekle kalmamış, bizzat kendisi de Budizm’e girerek bütün Hint yarımadasının bu dine girmesine öncülük etmiştir. Onun zamanında Budizm Hindistan dışında Seylan, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Bingazi, Makedonya, Kuzeybatı Yunanistan’a kadar yayılmıştır.
5
KONFÜÇYUS
M.Ö. 551 – M.Ö. 479
Adı en çok bilinen düşünürlerden biri olan Konfüçyus’un özlü sözleri dünyanın hemen her yerinde peygamber sözleri derecesinde saygı görmekte ve kuşaklar boyunca bir insandan diğerine aktarılmaktadır.
Büyük Çin bilgesi, düşünür, siyasal yönetici ve Çin tarihinde resmi din olarak kabul edilen öğretilerin kuramcısı Konfüçyus MÖ 551 yılında, Lu kentinde (şimdiki Shantung eyaletinde) doğdu. Chou hanedanlığı döneminde (MÖ 1027-256), Hristiyanlığın doğuşundan yaklaşık beş yüz yıl önce yaşadı. Küçük yaşlardayken babası ölünce, annesi tarafından mütevazı koşullarda büyütüldü.
Konfüçyus’un yaşam öyküsüyle kişiliğinin de ona atfedilen öğretilerin ayrıntılarının da doğruluğundan emin olmak tarihsel açıdan olanaklı değildir. Kaynaklarda onun ölümünden sonra geliştirilmiş, kuşkusuz pek çok yönüyle izleyicileri tarafından elden geçirilmiş, zenginleştirilmiş, yeniden düzenlenmiş açıklamalar vardır. Mevcut bilgilerdeki kimi iç tutarsızlığa, kimi vurgu farklılığına karşın, bilgi ile ahlaksal erdem arayışına tutkuyla inanan, tüm yaşamı boyunca dürüstlüğünü koruyan, kendini sadece öğretmeye adayan bir adama ait bütünlüklü çizgileri seçmek olanaklıdır. Benzer şekilde, Konfüçyus’a atfedilen yazılı özdeyişlerin ona ait olup olmadığını saptamak da pek kolay değildir. Konfüçyus’a atfedilen deyişlerle düşüncelerin çoğu “Konuşmalar” diye bilinen bir seçkide toplanmıştır.
Konfüçyus düşüncesi 1583’te Pekin’e yerleşen Cizvit misyonerleri Çin bilgisi ile kültürünü özümseyip bu yeni bilgilerini Avrupa’ya aktarıncaya kadar Batı dünyasında bilinmiyordu. “Kung Fu-tzu” adını Latinceleştiren ve “Konfüçyus” haline getiren de bu Cizvitler olmuştu ve böylece bu büyük bilge Batı dünyasında Konfüçyus adıyla tanındı.
Ahlaksal iyilik kavramının merkezinde “jen”, yani iyilikseverlik ya da insan sevgisi düşüncesi vardır. Çincedeki bu sözcüğün tam karşılığını Türkçede bulmak güçtür. İnsanlar arasında kurulması gereken en iyi ilişki biçimini karşılamak üzere, kimi zaman “iyilikseverlik” kimi zaman da “insancıllık” diye yorumlanır. Doğuştan gelme bir yeteneğin alıştırmalarla güçlendirilmesiyle değil, kişinin kendini eğitme çabasıyla geliştirilen özel bir yetidir “jen”. Konfüçyus “Konuşmalar” kitabında “jen” ya da iyilikseverlik hakkında şöyle der: “Eğer gerçekten dilersek olur.” Konfüçyus’a göre “jen”, “efendi” ya da “üst insan” dediği kimsenin en önemli, biricik sıfatıdır. Bu kişi öğrenmeye öylesine düşkündür ki, içtenlikli öğrenme uğraşı ona “yemek yemeyi unutturur”, “ o yaşlandığının farkına varmaz.”
Konfüçyus’un MÖ 479’da Çiyu-fu’da ölümünden sonra öğrencileri onun öğretisini sessiz sedasız sürdürdü. İki önemli izleyicisi Mensius ile Hsün Tzu Konfüçyusçu düşünceye kendi fikirlerini, kendi vurgularını da katarak, seçkinlerin eğiticisi oldu.
Han hanedanlığı döneminde (MÖ 206- MS 9) Konfüçyusçu düşünce yeniden canlandı. Eski yazılardan parçalar derlenip elden geçirildi ve Hıristiyanlığın ilk yıllarında Budacılığın da Çin’e ulaşmasına karşın, Konfüçyusçu düşünceler yeniden yaygın kabul gördü. Konfüçyus ile izleyicilerine atfedilen özdeyişlerle öğretiler MÖ 6. yüzyıldan 1911’de Ch’ing hanedanlığının kaldırılışına kadar geçen 2500 yıl boyunca Çin’in ahlaksal, toplumsal, siyasal yapısını biçimlendirdi. Çin İmparatorluğu’nun neredeyse tüm kurumları, gelenekleri, amaçları, özlemleri Konfüçyus’un erdemli birey, erdemli toplum anlayışına dayanıyordu. 20. yüzyılın ilk yıllarına kadar Çin’de eğitim, hemen hemen tümüyle, Konfüçyus’un ilkelerine göre biçimlendirilmişti. 1313’ten 1905’e kadar sürdürülen devlet görevliliği sınavları Konfüçyus’un “Dört Kitap” diye bilinen yapıtlarını okumayı gerektirirdi.