Yosun Kokusu

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Romanya’da yıllardır devam eden rahatsızlıklar, Aralık 1989’da zirve yapmıştı. Rahatsızlık Romanya’nın Transilvanya bölgesinde daha güçlüydü. Halkın büyük bir bölümünün kendisini destekleyeceğini düşünen Çavuşesku, 17 Aralık 1989 günü Timişoara’da göstericilerin üzerine ateş açılması emrini verdi. O anda biz de oradaydık ve bir tesadüf eseri kurtulduk. Çünkü her taraftan mermi yağıyordu. Ortalık mahvolmuştu. Biz başkente gelirken gördüğümüz Romanya’dan eser yoktu. Halk sokaklara dökülmüştü. Otele gelinceye kadar akla karayı seçtik.

İşin ilginç yanı Afganistan’da hergün duyduğumuz olağan yaşamın bir parçası olan kurşun sesleri beni burada çok etkilemişti. Hemen ertesi gün bizi özel bir uçakla Moskova’ya götürdüler. Burada öğrendiğimize göre göstericilerin kurşunlanmasından sonra halk sokaklara dökülmüş ve isyanı durdurmak mümkün olmamıştı. Azadlık radyosunun siyasi yorumcularına göre Çavuşesku ve eşi Romanya Senatosunun çatısından kaçmışlar ama Tırgovişte şehrinde yakalanarak hapsedilmişlerdi.

SSCB’nin çökertilmesi ile ilgili olarak ABD’nin AB’nin taktikleri başarılı olmuş, Doğu Avrupa’daki ilk değişiklik Romanya’dan başlamıştı. Ancak ben bu gösterilerin Romen halkının kararı ile meydana geldiğine inanmıyordum. Devlet ve halk ne kadar güçlü olsa da bazen büyük güçlerin planlarını bozmaya güçleri yetişmiyor.

***

Gobaçov’un başlattığı yeniden yapılandırma Sovyetlerde sessizce uygulanıyordu. Sovyetlerdeki bu değişiklikleri izledikçe beni bir şey düşündürüyordu: Bu değişiklikler Afganistan’a nasıl yanısıyacaktı. Sovyetlerin on yıl Afganistan’da bulunması, ülkeyi siyasi olarak öylesine bölmüştü ki bunun ortadan kalkması sadece bir mucize olabilirdi: Çünkü ülke siyasi ve manevi olarak kutuplaşmıştı. Kardeş kardeşe, akraba akrabaya, aileler birbirine düşman olmuştu ve herkes silahlıydı. Konuya ne kadar iyimser bakmaya çalışsam da yine aynı noktaya dönüyordum: Afganistan’da su yerine kan akacaktı.

Siyasi tarih dersinde Gorbaçov’un bu girişimlerinin meyvesini yakında alacağımız yönünde bizi inandırmaya çalışıyorlardı. Onlara göre Sovyet hakları özgür ve adaletli seçimlerin tadını alınca her şey daha güzel olacaktı. Ben bunlara pek inanmıyordum. Bir gün bir fırsatını bulup Andrey Andreyeviç’i okulun yemekhanesinde yakaladım. Yemeğimizi bitirdikten sonra konuyu Gorbaçov’a getirdim.

Andreyeviç kızgınlıkla: “Gorbaçov bir casustur. Bu gidişle ona Nobel ödülü bile verirler!” dedi. Şaşırmıştım. Bütün Nobel ödülü alanlar casus muydu? Bu düşünceyi duymak benim için önemli bir yenilikti. Başladım hocaya sorular sormaya. Önce kaçamak cevaplar veren Andreyeviç sorularımdan bıkınca geniş bir şekilde bilgi vermek zorunda kaldı:

–Rus İmparatorluğu tarihin her devrinde karşılaştığı zorlukları askeri güç yoluyla halletti. Lenin bile, Bolşevik Devriminden sonra ekonomik ve siyasi durumdan rahatsız olan halka “Ben hiçbir şeyi değiştirmedim: Sadece beyazı kırmızı ile boyadım!” demişti. Gorbaçov’un casus olduğundan hiç şüphem yoktur. Bunu Rus Devleti’nin arka plandaki yöneticileri de biliyorlar. Şimdi derin devleti yöneten Generallerin, Mareşallerin önünde devletin sınırlarının korunması var. Şimdi Sovetlerin ayrı–ayrı bölgelerinde milli ve dini çatışmalar yaratacaklar ki, halkların kafası bu savaşlarla karışsın. Zaten Sovyetler Birliği’ni de bu yolla kurdular. İmparatorluk nasıl kurulursa aynı şekilde de dağılır. Şimdi derin devleti yönetenler zaman kazanmaya çalışıyorlar ki, neyi nasıl edeceklerine karar versinler. SSCB nükleer gücü olan bir devlettir. Eğer ABD ve diğer AB ülkeleri Sovyetler dağıldıktan sonra nükleer başlıkların kontrol edilebileceğinden emin olsalar, Sovyetleri parça parça edeceklerdir.

Romanya’da yaşadığımız olayın şokundan tam kurtulmadan beni Rektör Yardımcısı yanına çağırttı. Ne olduğunu merak ederek hemen Rektör Yardımcısının olduğu binaya gittim. Büyük bir bölümünü ilk defa gördüğüm elliye yakın Afganlı öğrenci koridorda toplanmıştı. Sonra hepimizi küçük bir toplantı salonuna aldılar. Bu salon öğrencilik hayatımda gördüğüm en ışıklı ve zevkle döşenmiş bir salon olsa da içimi bir sıkıntı basmıştı. Sanki kötü bir haber vereceklerdi. Bize, eğitimimizi Moskova, Belerus ve Ukrayna’da devam edemeyeceğimizi söylediler. Herhangi bir sebep söylemeseler de bunun güvenlik nedeniyle alınmış bir karar olduğu açıkça belliydi.

Tiyatro salonunu andıran sahnede Rektör Yardımcısının yanında oturan birisinin siması bana hiç yabancı değildi. Ancak hafızamı zorlasam da bu adamın kim olduğunu hatırlayamadım. Hem de onların oturduğu yerden bir haylı aralıydım. Moskova’ya ilk geldiğim günlerde bütün yabancı öğrenciler gibi ben de her selam verene KGB29 ajanı gözüyle bakıyordum. Şimdi bizimle görüşecek adamın da aynı olduğunu düşünerek, zihnimde adamın kimliğini sorgulamaktan kendimi alamadım. Sonra tek tek öğrenciler adamın yanına gitmeye başladılar. Yanına gelen öğrenciye bazı sorular soruyor, sonra önündeki deftere bazı notlar alıyordu. Sıra bana geldiğinde aynı şahıs gözüne siyah bir gözlük taktı. Bana da şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir iki soru sordu ama dikkatim adamın sesini değiştirdiğine yönelmişti. Kendisini zorlayarak burnundan konuşuyordu. Sonra yüzüme bakmadan “Gidebilirsin!” dedi.

Teşekkür için elimi kalbimin üstüne koyup başımla selam verirken sağ bileğindeki yara izini görünce irkildim. Ayaklarım beni orada hissettiğim tehlikeden uzaklaştırdı. Onu tanıdığımı hissetmemesi gerekiyordu. Ayaklarım birbirine dolaşarak sahneden aşağıya indim. Arkamdan bana bakıp bakmadığını anlamaya çalıştım ama korkudan geriye dönüp bakamıyordum. Eski yerimden biraz daha uzaktaki bir koltuğa oturdum. Bu adam İranlı Molla Haşim’di. Uzun yıllar bana Farsça öğreten beyaz saçlı ve sakallı Molla Haşim…

Molla Haşim şimdi çok farklı giyinmişti. Saçları da kiremit renginde ve yana taralıydı. Demek ki Kabil’de özellikle saçını ve sakalını beyaza boyamıştı. Anlaşılan, şimdi saçları kendi rengindeydi, çünkü Sovyetlerde erkekler saçlarını boyamazlardı. KGB ajanlarının değişik kılıklara girdiğini biliyordum. Bu olaydan sonra her şeyden şüphe etmeye başladım. Aklıma Esfane geldi: Benimle tanışması, beraberliğimiz, yaşadıklarımız gözümün önünden tek tek geçti. Şimdi o da benim gözümde şüpheliydi…

Gerçekten de Moskova ve diğer Slav ülkeleri artık bizim için çok tehlikeliydi. Bunu ilk günden beri hissediyordum. Hele gastronomdaki kadının yüzüme söylediği sözler yüzünden biliyordum ki her an nahoş bir olay yaşanabilir.

Ayaklarını, ellerini, gözlerini veya bedeninin bir bölümünü Afganistan’ın dağlarında bırakan çok sayıda insan vardı. Bunların ailesi veya komşularından Afganlılara sempati ile bakmalarını beklemek saflık olurdu. Çünkü kimin Necibullah, kimin Nur Muhammed Terakki, kimin Hafizulla Emin taraftarı olduğunu kimse bilemezdi, üstelik bu Moskova’daki vücudunun parçalarını kaybetmiş insanları ilgilendirmezdi. Onlar için sadece bir Afganlıydık. Bana eğitimimi tamamlamam için üç şehir teklif ettiler: Bakü, Semerkant, Duşenbe…

Ağa’m Sovyetlere karşı çarpışıp esir düşen mücahid askerlerden birkaçını rüşvetle kurtarmıştı. Onlardan birisi Azerbaycanlıydı. Bana göre herkes Ağa’mın bu yaptığını biliyor ve ona minnet duyuyordu. Bu nedenle beni hürmetle karşılayacaklarını düşünüyordum. Azerbaycan’daki herkesin kendi derdi olduğunu bilmiyordum.

Romanya’da meydana gelen olayları gördükten sonra Moskova’daki hayatım bana çok güvenli geliyordu. Buradaki eğlenceli ve rahat hayattan ayrılmak istemiyordum. Ancak KGB’den öyle korkmuştum ki bir an önce Efsane’den bile uzaklaşmak istiyordum. Belki bugün erkendi ama yarın çok geç olabilirdi. Sara’nın sineme çektiğin dağın zirvesine çıkmış, orada çaresiz kalmıştım. O zirveden geleceğime bakarken başım dumanlanıyordu. Güzel hiç bir şey görünmüyordu. Ne oradan aşağıya inebiliyordum ne de oradaki sıcağa, soğuğa dayanabiliyordum. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de asıl adını bilmediğim Molla Haşim’i gördükten sonra Esfane’nin de hayatıma sokulmuş bir casus olduğunu düşünüyordum. Bu nedenle ondan uzak durmak istiyordum!

Andrey Andreyiç’le vedalaşıp sessizce Moskova’yı terk edecektim. Telefonla onu aradığımda sanki bunu bekliyordu. Beni evine yemeğe davet etti. Elimde iki aylık erzak kuponum kalmıştı. Onları alarak gastronoma doğru yürüdüm. Oradan alacağım erzağı hocanın evine götürecektim. Gastronoma vardığımda karanlık düşmek üzereydi. Yüz metrekarelik dükkanda benden başka 6–7 müşteri vardı. Raflar genellikle boştu. Herkesin ümidi elindeki kupondaydı. Soğutucuların çoğunun içinin boş olması nedeniyle kapıları açık bırakılmış, çalıştırılmıyordu. Satıcı kız beni tanıyordu. Ona rüşvet vereceğimi biliyordu. Hemen tezgahın başına giderek kuponlarımı tezgahtara uzattım. Kuponla alacağım eti ve yağı sardı. Sonra rafların altından iki şişe votka çıkardı. Aldıklarımın fiyatını ikiye katlayıp faturayı bana uzattı. Tabiki itiraz etmeden parasını verdim.

Tezgahtar hesabını yaptıktan sonra aldıklarımı sarı kağıtla aceleyle paketledi. Kızın telaşını kapı gıcırtısını duyup geriye baktığımda anladım: Birkaç ay önce gördüğüm kadın, sakat oğlunun arabasını iterek içeriye girmişti. Bir an korkmaya başladım. Kadının yüzü daha da buruşmuştu ama yüzünde bir sakinlik vardı. Sakat arabası boştu. Kadın onun üstüne bir çanta koymuş alışverişini taşımakta kullanıyordu. Arabaya dayanarak onu baston gibi kullandığını anladım. Arabanın sırt dayanacak yerine oğlunun madalyalarını asmıştı. Tezgahtar, kadının bana kızdığını hatırlamıştı. Yavaşça “Oğlu öldü!” diyerek bir an önce benim eşyalarımı paketleyip torbaya yerleştirmeye çalışıyordu.

Kadın engelli arabasını iterek sıraya baktı ve farkına varmadan ileri doğru yürüdü. Bir yandan rafların boş olduğunu görünce derin bir “of” çekti. Ben paketimi alıp geri çekilince tezgahtara:

 

–Yarın arkadaşlarımla beraber mezarlığa Geroy’un yanına gideceğiz. Ne olur bana yarım litrelik bir votka ver!

Tezgahtar:

–Üzgünüm az önce bitirdim. Hiç votkam kalmadı. İstersen diğer gastronoma bir bakın.

Kadın:

–Rica ediyorum, bana bir şişe bulun çok önemli. Hem ben oraya kadar yürüyemem ki!

Tezgahtar kız yemin ederek elinde kalmadığını söyledi.

Ben tezgahtan biraz uzaklaşmıştım ama kulağım onların konuşmasındaydı. Bu fırsatı kaçıramazdım. Hemen torbamdaki şişelerden birini ayırıp kadının şaşkın bakışları arasında engelli arabasının üstüne bıraktım. Kadının yüzü hafifçe kızardı. Ne diyeceğini bilemedi. Ben hafifçe gülümsedim, sonra dişlerimin ağardığını ve kadının buna kızacağını düşünerek hemen dudaklarımı kapadım. Başımla selam vererek kapıya doğru yöneldim. Kapıya vardığımda arkamdan “Teşekkür ederim!” sözlerini duydum. O an Geroyun durumu gözlerimin önüne geldi. İki bacağını ve bir kolunu Afganistan’da bırakan acaba kaç tane Geroy vardı? Elimde olmadan Geroyun ruhuna bir Fatiha okudum.

Andrey Andreyeviç, küçük evinde benim için veda sofrası kurmuştu. O güne kadar onun evli olmadığını bilmiyordum. İlmin zirvesini fetheden bu akıllı insanın, özel hayatında mutsuzluğun girdabında olduğunu o gün öğrendim. Sovyet vatandaşları için kolaylıkla bulunmayan inek ve tavuk konserveleri masadaydı. Onları tek tek açıyor sonra kadeh tokuşturuyorduk. Sanırım domuz etinin Müslümanlar için haram olduğunu bildiğinden domuz eti masaya konmamıştı. Anlaşılan beni günahların birisinden korurken, diğerinin içinde yüzdürüyordu.

Hocam epeyce içtikten sonra ağlamaya başladı. Aslında ikimiz de ağlıyorduk ama benim gözyaşlarım içime akıyordu. Hem, ağlasaydım bile, hocam bunun farkında değildi. İçime dolan bu acının bir sel gibi beni boğduğunu hissetmeye başladım. Bakü’ye gitmek için hazırlandığım bugünlerde kalbim üç yol ayrımında ezilip inliyordu. Hayatıma giren üç kadından hayali olarak bir görüntü yaratmıştım. Son zamanlarda zihnimi en çok Kumru meşgul ediyordu. Ağa’ma yakın görünme isteğim, bana Kumru’yu düşündürüyordu. Bu soru gece gündüz hep içimdeydi. Hocamla kadeh tokuşturduğum bu anda işte bu soru içimi sıkıyordu.

Hoca, sigara paketinden birini kendisi aldı ve paketi bana uzattı. Ben de bir tane alınca, sigaralarımızı içmek üzere ikinci katta bulunan evin balkonuna çıktık. Evin hemen altından geçen küçük yaya yolu parka doğru gidiyordu. Sigaralarımızı daha yeni yakmıştık ki aşağıdan gülme sesleri geldi. Aşağıya bakınca bir genç kızla bir delikanlı gördüm. Kız gülerek hafifçe erkek arkadaşından aralandı. Erkek, kızı öpmek isteyince kız gülerek yeniden uzağa kaçtı. Moskova’da normal karşılanan bu durumu görünce Sara ile Kumru aklıma geldi. Onların da böyle neşeli günler geçirmeye hakları yok muydu? Bu hakkı onlara Allah vermişti. Aşağıdaki gençler gibi neşeli bir şekilde yanımda olsalardı, Andreyeviç’in derdinden kendime çıkardığım yükü omuzlarımdan alırlardı.

Hocamın sarhoşluğu arttıkça, ağlaması da artıyordu. Sonunda onu yatak odasına sürükleyerek götürüp, odanın ortasındaki iki kişilik karyolasına zorlukla uzattım. Andreyeviç, bir şeyler sayıklıyordu. Penceresinin perdesini kapatıp, son kez karyolada uyuyan hocama bakıp, veda ettim. Evin ışıklarını söndürüp evin kapısını kapattığımda saat 12’yi gösteriyordu. Öğrenci yurduna varıncaya kadar içimden kötü kötü düşünceler akıp geçti. Büyük heyecan ve merakla ayak bastığım bu masallar aleminden acı ve üzüntü ile ayrılıyordum. Elveda Moskova!…

KIRMIZI RÜZGAR

Bakü’ye TU–154 yolcu uçağı ile uçaçaktım. Kaç gündür yaşadığım fiziki ve manevi yorgunluğun bedenimde ve zihnimde yarattığı baskı ile ayaklarımı neredeyse sürükleyerek uçaktaki yerime oturdum. İçeri giren ilk yolculardandım. Yerime oturur oturmaz gözlerimi kapadım ve uçağın iniş anonsu ile gözlerimi açtım. Nerelerden uçtuğumuzu öğrenmeme Sara izin vermemişti. Rüyamda onu görmüştüm. Uzaklarda bir yerde, ne yaptığımı ne ettiğimi bilmeden gür akan bir çayın kenarında dolaşıyordum.

Bir de gördüm ki birkaç tane kız güle oynaya ellerinde çamaşır leğenleri ile çaya doğru iniyorlar. Tıpkı Afganistan’daki gibi kızlar eteklerini ıslanmasın diye toplayarak bellerindeki kemerin altına soktular. Ben kuşburnu ağaçlarının arasına girip kızları izlemeye başladım. Kızların bembeyaz bacakları beni tahrik etmişti. Aniden bir homurtu duyup geri baktığımda babamın kızgın bakışlarıyla karşılaştım. Çalının dibine doğru iyice büzüldüm. Orada uyumaya başladım. Kuşburnu ağacı çiçeklenmişti. Beyaz ve menekşe rengi çiçeklerin kokusundan sarhoş olmuştum. Çiçek yapraklarının üstünde Sara’nın fotoğrafı vardı. Hem de hepsi birbirinden farklıydı. Hangi fotoğrafa bakacağımı bilmiyordum. Sonra fotoğraflar Efsane’nin fotoğrafı ile birleşti. İkisi de kol kola girmişlerdi. Onların birbirlerine bu kadar benzemesi hem iç açıcıydı hem de şaşırtıcı. Kuş burnunun altındaki rüyamdan ayılınca ne hissettiğimi hatırlamıyorum ama uçaktaki rüyamdan uyanınca bir iki dakika nerede olduğumu düşündüm. Bir rüya görmüştüm. İki rüyanın etkisinden olacak uyanmakta zorlanıyordum. Uçak sarsıntıyla da olsa indi. Perona yanaşınca eşyalarımızı toplayıp çıkışa doğru yürüdüm. Uçağın merdivenine adımımı atınca yüzüme petrol kokulu hafif bir rüzgar çarptı. Güneş beyaz bir bulutun arkasından kırmızı bir renkte görünüyordu. Bana öyle geldi ki yüzümü yalayan rüzgar da kırmızı renktedir. Hava soğuk olsa da üşümüyordum. Başka bir deyimle Bakü bu kış ayında beni sıcak karşılamıştı. Belki de bu sıcaklık havanın değil, şehitlerin kanının sıcaklığıydı. “20 Yanvar” şehitlerinin kanıyla kırmızıya boyadığı sokak ve caddelerin, ertesi gün karanfillerle kırmızıya boyandığını görünce hayrete düşmüştüm. Daha önceden de Bakü’de sakinlik yerine mitinglerin olduğunu öğrenmiştim; ancak su yerine kan aktığını da yeni öğrenecektim… Bir de feryat sesleri ile karşılandığım bu Müslüman ülkesinin merkezinden iki yıl sonra feryat, figanla yola çıkacağımı da bilmiyordum.

10 Kasım 1887 yılında Bakü’deki bu teknik okul kurulmuş daha sonra bu okul Azerbaycan Petrol ve Kimya Enstitüsüne dönüştürülmüştü. Benim de isteğim üzerine evraklarım bu okulun idaresine gönderilmişti. Bu okul eğitimi ile dünyaca ünlüydü. Eğitimime burada devam edecektim. Azerbaycan’a tam da matem günlerinde gelmiştim. Bu nedenle okuluma ancak 24 Ocak günü başvurabildim.

Dekandan, çok sayıda Afganlının da burada okuduğunu öğrenmiştim. İnsan, nefsi ile kendisine düşmandır. Ben de kendime düşmanlık etmeye başlamıştım. Açıkçası bu düşmanca duygularımın taslağını Kabil’de çizmiştim. Moskova’da temelini atarak Bakü’de ise inşaatına başladım. Bakü’de Afganistan’a göre daha rahattım. Sovyetler çökmeye başladığı için burada da düzen bozulmaya başlamıştı. Dükkanlar bomboştu. Yüz dolar bozdurduğum zaman bir torba Sovyet parası veriyorlardı. Ancak satın alacak bir şey yoktu. Okul hemen sahile yakındı ama öğrenci yurdu ise epeyce uzakta Dostluk Sineması’nın arkasındaydı. Parası olan zengin öğrenciler zaman buldukça yakındaki “Muğan” kahvesinde toplanıyorlardı. Afgan öğrenciler beni de kendileriyle beraber Muğan Kahvesine götürdüler. İlk defa Bakü’yü görüyordum. Kahvenin olduğu parkın tam karşısında daha büyük bir park vardı. Aralarından yol geçiyordu. O parkın hemen girişinde Çaparidze’nin30 granitten yapılmış bir heykeli vardı. Biz Muğan’a vardığımızda o heykelin arkasında çok sayıda asker duruyordu. Bu askerlerden bazıları yere uzanmıştı. Bazıları da pantolonlarını aşağıya indirerek popolarını güneşlendiriyorlarmış gibi tuvaletlerini yapıyorlardı.

Bu beyaz popolu askerler Afganlıların eline geçseydi, sanırım onlara tecavüz ederlerdi. Bu ahlaksız davranışlarını asla affetmezlerdi. Bunların bir iki tanesinin poposunu av tüfeğinin saçmaları ile doldursalar diğerleri dersini alırdı. Birden Kabil’deki evimizin yanında olan olay aklıma geldi. Evimizden biraz aşağıda Tavuk sokağında iki Rus askeri ağacın dibine işedikleri için av tüfeği ile popolarını dağıtmışlardı. Burada ise bunlar hiç kimseden korkmadan istedikleri yere tuvaletlerini yapıyorlardı. Aslında Sovyet ordusunun gerçek yüzü buydu. Afganistan’da başka şekilde, Bakü’de başka şekilde halka saygısızlık yapıyorlardı. Çaparidze ile ilgili olarak tarih dersinden bilgim vardı. Sanki bu Bolşevik devrimcisinin granitten heykeli yapılırken ileride yaşayacakları utancı dikkate almışlardı. O anda baska bir Sovyet subayı, başını aşağı eğen heykelin tam arkasına işedi…

15 Şubat 1989 yılında Sovyet askerleri Afganistan’dan tamamen çekildiler. On yıllık işgalden sonra Afganistan’dan çekilmeleri onları manevi olarak çökertmişti. Sanki 20 Yanvar’da kendi ülkelerindeki manevi çöküşün intikamını alıyorlardı. Afganistan’dan Sovyet askerlerinin çekilmeye başladığını Moskova’daki öğrenci yurdunda duymuştum. Kimisi bunu Afganlıların milli zaferi, kimisi de bunun yeni bir siyasi oyunun başlangıcı olduğunu iddia ediyordu. Ben de kendimi bir şeyler söylemek zorunda hissettim. Sussaydım Ağa’ma haksızlık yapmış olurdum:

–Afganistan’da felaket başladı, dedim.

Üç kelimeden oluşan bu sözler, öğrenci yurdunun bu küçük odasındaki duvarlara çarparak yankılandı. Herkesin rahatsız bakışları bana çevrilmişti ama ben başka bir yorum yapmak istemiyordum. 26 harften oluşan bu sözlere en az 26 türden saygısızca yorum yapıldı. Değirmen taşının öğüttüğü un tozu gibi etrafa fikir üfürenlerin bu fikirlerine dayanak göstereceklerini düşünmüyordum.

Ben ise en az on yıl bu siyasi sohbetlerin içinde olan birisiydim. Afganistan’ın her tarafına katı bir düşmancılık tohumu ekilmişti. Bu düşmanlık tohumunu, ne sususzluk, ne ayaz ne de Afrika çöllerinin sıcağı ortadan kaldırabilirdi. Sadece bilim ve aklın ışığında ortaya çıkacak milli bir bilinç başarılı olabilirdi. Bu da sadece zihinleri zehirleyen dış güçlerin kovulması ile mümkündü. Zavallı Afganlılar: Bizi tanıyan dış ülkelerin bize en büyük hediyesi silahtı. Bildiğimiz ise onların öğrettikleri savaş oyunlarıydı. Biz de halk olarak güzel ve iyi şeyleri öğrenmek için çaba harcamamıştık. O nedenle en iyi bildiğimiz iş, insan öldürmek, kardeşi kurşunlamak, düşman bildiğimiz kişilerin soyunu kurutmaktı.

Benim Afganistan’a olan bağlılığım bu odada olanlardan daha az değildi. Aksine daha çoktu. Çünkü, çocukluğumu, gençliğimi kitapların içinde geçirerek Afganistan’ı susuzluktan kurtarmak için çalışıyordum. Oysa benim ülkemde ağaçları kanla suluyorlardı. Cenazeleri yıkamak için su lazım değildi. Çünkü, öldürülen her üç Afganlıdan iki tanesinin vücudu parça parça olduğu için yıkanmadan defnediliyordu. Hatta, kurşunlardan, bombalardan, mayınlardan ölenleri gömecek insan bile bulunamıyordu.

Yanımdaki gençler ise Afganistan’daki durumun silah gücü ile düzeleceğine inanıyorlardı. Ne yazık ki bunlar Sovyetlerin Hümanizm söylemlerine uygun olarak bu memlekette okuma hakkı kazanmışlardı. Ama Sovyet ordusunun bizim yurtta kalmasını istemiyorlardı. Ben de istemiyordum. Ben sadece iyi şeyler olacağına inanıyordum. Güya eğitimli bu insanlar böyle düşünüyorlarsa, Afganistan’da eğitimden, medeniyetten uzak insanlar acaba ne düşünürlerdi?

***

Muğan’ı tahminen otuz yaşlarında Hanlar adındaki birisi çalıştırıyordu. Buraya ilk geldiğim gün bu adamın çok komik ve şakacı birisi olduğunu anlamıştım. İlk geldiğimde o da 20 Yanvar şehitlerine yas tutuyordu. Bu yas nedeniyle erkekler kırk gün traş olmazlardı. Hanlar’ın da saçı sakalı birbirine karışmıştı. Ben Afganistan’da bile bu kadar sakallı insan görmemiştim. Sanki Bakü’deki yaşlıların bile sakalı siyah renkliydi. Sanki insanların kalbindeki keder, zihinlerden çıkmayan belirsizlik, insanların sakalına siyah renk olarak yansımıştı. Yas nedeniyle kahvede üç gün çaylar ihsan olarak verildi. Bakülüler bu milli duruşu 20 Yanvar’ın yedisinde ve kırkında da gösterdiler.

Bakü’ye gideceğimi Efsane’ye söylememiştim. Daha doğrusu babamın vasiyetini tutmaya çalışmıştım. Bu benim tavrımdı, Efsane bu konuda ne düşünürdü bilmiyordum. Efsane beni Şubatın sonuna doğru, su çarşambası31 günü Muğan Kahvesinde yakaladı. Elleri ile yakama yapışıp beni bir silkeledi. Sonra boynuma sarıldı ve hıçkırarak gözyaşlarını yüzüme sürdü. Orada oturanlara aldırış etmeden dakikalarca bana sarılı kaldı.

 

Hanlar, Azerbaycan Türkçesini bilmeyen öğrencilere komik hareketler yaparak herkesi güldürüyordu. Her elinde iki tane iri demlik tutarak sandalyeye yaklaşıyor, suratını zencilerden birinin burnuna yaklaştırarak “Semaver vahşice kaynıyor!” diyordu. Zenci “Çto32, çto!” diye sorunca, Rusça “Senin dudakların için ölüyorum!” diyordu. Tabi ortalık o anda kahkahaya boğuluyordu. Bu şen şakrak ses, neredeyse karşıdaki granit heykeli yerinden oynatıyordu.

Hanlar özellikle de Kübalı ve Viyetnamlıların çekik gözlerine değişik komik sözler söylüyordu. Efsane benim boynuma sarılınca, yine her elinde iki demlik tutarak mutfaktan çıkıyordu. Demlikleri boş masalardan birisinin üstüne koyarak yanımıza geldi. Zavallı bir şekilde boynunu bükerek: “Dünyanın en zavallı hem de en mutlu Afgan’ı!” dedi. Bu defa sözleri, orada oturanların alkışları ile karşılandı. Belki de Muğan’da duyulan ilk ve son alkış sesleri oldu…

Efsane’nin koluna girerek hemen kahveden ayrılsam da bu durum hemen etrafa yayıldı. Nerede kalacağımızı düşünürken aklıma yurtta beraber kalmak fikri geldi. Müdürün cebine bir yüzlük koyunca üç dört gün beni görmeyeceğini söyledi. Bir çözüm bulmak için hemen ev aramaya başladım. Moskova’da yabancı öğrencilerin ev kiralaması yasaktı ama Bakü’de parayı veren düdüğü çalıyordu. İki gün sonra Azadlık caddesinin biraz yukarısında Karl Marks’ın heykeline yakın bir yerde iki odalı bir ev kiraladım.

Afganlıların bir kısmı Karl Maks’ın ideolojisi için silahlı mücadeleye hazırlanırken, başka bir gruptan olan Mücaditler buna karşı çıkıyor, Bakü’de ise Sovyet ideolojisinin sarsıldığı bu günlerde onun heykelini sökmeye çalışıyorlardı. Her zaman balkonda çay içerken sohbet ederdik. Bu defa nedense balkonda Karl Marks’ın fikirlerini irdeliyordum.

Efsane ile Bakü’de görüştükten bir hafta sonra dini nikah kıymaya karar verdik. Onunla daha fazla günah işlemek istemiyordum. Zaten Moskova’da yeteri kadar günah işlemiştim. Onunla resmi bir şey de yaşamak istemiyordum ama günahtan kaçınmak için nikah istemiştim. Bu dini nikah onun da aklına yatmıştı. Eve bir hoca getirmek için Bakü’nün merkezindeki Taze Pir Camisi’ne gittim.

Niyetimi söyleyince beni yaşlı bir hocanın yanına götürdüler. Elindeki Kur’an’ı heceleye heceleye okumaya çalışıyordu. Hatalı okuduğu duaları görünce ona hiçbir şey demeden oradan ayrıldım. Üzülmüştüm: Arapça’yı tam olarak bilmeyen birisi hocalık yapıyordu. Daha sonra öğrenci arkadaşlarımdan birisi beni Hacı Sabir Hasanlı’nın yanına götürdü. Hacı’nın hem sesi hem de düzgün okuduğu Arapça’sı çok güzeldi. Nikah için eve gelmek istemedi. Efsane’nin kefil ettiği bir arkadaş ile bizim nikahımızı kıydı. Hacı’nın yazdığı nikah kağıdını her zaman evimizde sakladığım Kur’an’ın arasına koydum.

Böylece dini nikahla bir arada yaşamaya başladık. Gün geçtikçe ona daha fazla ısınıyordum. Ama içimdeki manevi açlık bana rahatlık vermiyordu. Her namaz kıldıkça Allah’a bu ızdıraplı yaşamdan kurtulmak için dua ediyordum. Arzuladığım bu hayatın yoluna kendim, kendi nefsimle, ihtirasımın gücüne esir olmakla, taşlar döşemiştim. Şimdi bu yolu temizlemeye gücüm yetmiyordu. Bu taşlar ileri de gitsem, geri de gitsem ayaklarımı parçalıyordu. Başka bir yola ise geçemiyordum. Çok ilginçtir, bütün bu konularda düşünmeye başladığımda hemen Kabil’deki bahçe kapımızın önünden başlayan tozlu topraklı yol ayrımı gözlerimin önüne geliyordu.

Efsane ile balkonda kurduğumuz çay sofrası, en sonunda gökte yıldız arayışı ile bitiyordu. Küçük bir semaveri bitiriyorduk. Sohbet o kadar koyulaşıyordu ki, sokaklardaki araba seyreliyor, insanlar azalıyor, sabahın dinginliğindeki yerini koruyan sessizlik gittikçe daha da güçleniyordu. Gökyüzü biraz açılınca bizim eğlencemiz başlıyordu. Bazen birimiz, bazen de her ikimiz çocuklar gibi parmaklarımızı daire şeklinde bükerek dürbün yapıyor, oradan yıldızlara bakıyorduk. Bazen ikimiz de aynı yıldızı izlemek istiyorduk ama bunun aynı yıldız olup olmadığı konusunda ikimizin de şüphesi oluyordu. Yıldız izleme seansımız çuğunlukla mutsuzlukla bitiyordu. Efsane, bir niyet tutarak izlediği yıldız kayınca, ellerini dizine vurarak hayıflanıyordu. Evet, geçirdiğimiz bu mutlu anların arasında saklanan endişelerimiz, bizim ruh halimizi bozuyordu. Yaşadığımız telaşı yaratan sebepler ise farklıydı. Ben ondan kaçmak isterken, o ise beni kaybetmemenin yollarını arıyordu.

Bir gün çay sofrasından sonra yıldızları seyredip eve geçtiğimizde, divana uzanıp yine hayallere daldım. Ondan kurtulmanın yollarını düşünüyordum. Efsane bana çay getirip kendisi de divanın ayak tarafına oturdu. Sürekli bana bakıyordu. Gözlerine bakınca mutfakta geçirdiği süre içinde ağladığını anladım. Sanki düşüncelerimi okumuştu.

Ağlamaklı bir sesle:

–Ben seni hiç kimse ile paylaşmak istemem. Eğer senden çocuğum olsaydı onunla bile paylaşmazdım. Ancak kendimi kandırdığımı biliyorum. Benden ayrıldıktan sonra yaşamını nasıl düzenlersen düzenle ama lütfen bana bildirme. Bir de beni kalleşçe terk etme. Seni tanıdığım günden beri, hatta beni Moskova fahişesi olarak gördüğün günlerde bile senin için hep iyi dileklerde bulundum. Benim kalbim düşüncelerimden daha güçlüdür. Bir kez beni bırakıp kaçtın. Bir de aynı kalleşliği yapacağından ve kalbimin derinliğindeki kabusun, düşüncelerime galip gelerek kaçtığın yollara nefret çiselemesinden korkuyorum. Beni kırarsan günahı ağır olur. Seni korkutmak için demiyorum ama nefretimi kazanmamaya çalış.

Evet, Efsane beni deli gibi seviyordu. Eğer babamı tanımış olsaydı bana söylediği kelimeleri babamdan çaldığını düşünecektim. Uzun, sarı saçlarını açarak sırtına atınca su perisi gibi görünüyordu. Birlikte sokağa çıktığımızda herkes bize gıpta ile bakıyordu. Benden üç–dört santim kısa olsa da düzgün duruşu, boyunu daha da uzun gösteriyordu. Benim esmer, onun beyaz yüzü birbirini tamamlıyordu. Onun bembeyaz yüzü gece daha ışıklı, gündüz daha farklı görünüyordu. Sanki kalbinin nuru yüzüne yansıyordu. Sanki yüzünü süt ile yıkamışlardı. Yüzünde ne bir ben ne de leke vardı.

Genellikle felsefik konuşmalar yapıyorduk. Onun zengin bilgisi, çok net tespit ve analizleri beni hayran ediyordu. İlgi alanlarımız aynıydı ama o çok korkusuzdu. Eğitimden söz açılınca bana:

–Allah bu gözleri cerrah olman için sana vermiş, derdi.

“Ellerin şifalıdır!” dediğinden hemen sandalyede ters oturarak omuzlarını ovmam için işaret ederdi.

Evimizde bir Türkmen köpeği saklıyorduk. Ufak tefek bir vücut yapısı ile yıllar boyu Türkmenlerin sadık bir arkadaşı olan bu köpeğin kendisine özgü huyları vardı. Efsane’den öğrendiğim bu bilgilerin köpeği daha fazla tanıdıkça doğru olduğunu anlıyordum. Her şeyden önce sevilmek istiyordu. İpek gibi yumuşak tüylerini okşadıkça mutlu oluyordu. Daha ilk günden beri bana ilgi gösteriyordu. Efsane ilk önce benim bir Müslüman olarak köpeğin evde kalmasına karşı çıkacağımı düşünmüştü. Ancak Bakü’ye gelince onun köpeğini özlediğini düşünerek bir köpek satın almasını teklif ettim. Bu habere çok sevinen Efsane, Moskova’dan kendi köpeğini getirtti. Bir arkadaşı trenle köpeği bize getirip aynı gün geri döndü. Köpeğin kuyruğundan başlayan gri bir şerit burnuna kadar uzuyordu. Bu şerit Alyaska’nın bedenini simetrik olarak ikiye bölüyordu.

Alyaska, bizim sevimli köpeğimizdi. Sohbetimiz bitince onunla şehirde gezmeye çıkıyorduk. Bu köpek sanki dil biliyordu. Bizim gergin olduğumuzu hissetttiği anda değişik hareketler yaparak bizim gerginliğimizi gideriyordu. Aç kalınca sağ baş parmağımı hafifçe ısırıyordu. Tuvaleti gelince arka ayaklarının üstünde oturarak hafifçe boynunu büküyordu. Dışarı çıkmak isteyince de kapının önüne giderek oraya uzanıyordu.

Efsane annesiyle babasının boşandığını ilk tanıştığımız gün söylemişti. Babası uzak bir göreve gidince annesi ondan boşanmıştı. Dediği doğru olsa, babasının KGB’de üst düzey bir yönetici olduğunu sonradan öğrenmişlerdi. Birkaç defa yeniden beraber olmak istemişlerse de bunu başaramamışlardı.

Bizi tanıyan herkesin, Efsane’nin güzelliği nedeniyle beni kıskandıklarını biliyordum. Ben ise Efsane’ye duyduğum ilgiden dolayı kendimden nefret ediyordum. Beraber gezerken elimi onun omuzlarına atarak yürüyordum. O zaman bana bakıp “Tı krasiviy Afqanskiy boyç”33 diyordu. Ben sinirlenince de “U tebya zamiçatelniy tvyordıy xarakter”34 diyordu. Yatağa girdiğimizde ise kedi gibi bana sokularak kulağıma “tı nastoyaşşıy mujçina”35 diye fısıldıyordu. Beni her türlü beğenen bu kadına karşı ilgisiz kalamıyordum.

29KGB: Sovyet gizli servisi.
30Çaparidze: Azerbaycan halkına karşı zalimce davranan Gürcü asıllı Bolşevik.
31“İlk Çarşamba”, “ Sular Nevruzu” gibi isimlerle de anılır.
32Çto:Ne
33Sen yakışıklı bir Afgan savaşçısısın.
34Senin çok sert mizacın var.
35Sen gerçek bir erkeksin.
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?