Yosun Kokusu

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Yılan sözcüğünden biraz korkmuştum ama Sara’nın yanında sözümü geri alamazdım. Ağa’m tereddüt ettiğimi görünce benimle beraber suya girmeye karar verdi. Ağa’m çok terbiyeli birisiydi. Bu nedenle elbisesini çıkarmazdı. Çoluk çocuğun önünde elbiseli olarak suya girdi. Su, bayağı sıcaktı. O gün yorulana kadar suda yüzdüm. Sudan çıktıktan sonra Ağa’m yüzmenin faydaları hakkında bize bilgi verdi:

–Aslında sırt üstü yüzmek çok faydalıdır. Bu şekilde daha çok suyun üstünde kalabilir ve daha çok yüzebilirsin. Yüzmek bütün organların hareket etmesini sağlayarak kalbe temiz kan pompalar. Eklem yerleri hareket ettiği için buralarda ağrı ve kireçlenmeler ortaya çıkmaz. İnsandan başka hiçbir canlı suyu sağa sola çarparak yüzmez. Sadece hareket eden organlarını kıpırdatarak ileri doğru giderler.

Bu olaydan bir yıl sonra Ağa’m beni İran’a götürdü. Yola çıkana kadar Sara’nın da bizimle beraber geleceğini ümit ediyordum. Ancak yalnız yola çıkmıştık. İran’da ne zaman geri döneceğimizi düşünmeye başlamıştım. Canım çok sıkılıyordu. Birkaç şehri gezdikten sonra Urimiye’nin Tikentepe ilçesine gittik. Misafir kaldığımız evde yüzen adadan söz açılınca Ağa’mın bana baktığını hissettim. Benim olayla ilgilendiğimi anlayınca gülümsedi:

–Yarın o adaya gideriz, dedi.

Ertesi gün erkenden Çemli Göle gittik. Boz Dağların eteğinde yemşeşil ovanın ortasında bulunan bu göl, yaklaşık 80 kilometre karelik bir alanı kaplıyordu. Gölün güzelliği insanın ruhunu okşuyordu. Ağa’m ısrar etse de ben gölde yüzen adaya binmedim. Ağa’m: “Kızların da gelmesi mi gerekirdi?” diyerek olayı anladığını belli etmişti. Çemli Göl’ün görünümü büyüleciydi. Pınare Abgerm’den farklı olarak etraftaki kızıl renkli dağların rengi göle yanısıyordu. Ancak Sara yanımda olmadığı için bu güzellikten zevk alamıyordum. Bu göl çok derindi. Ağa’m burada da yüzmenin faydalarından ve tekniklerinden söz etti. Sanki benim gelecekte karşı karşıya kalacağım tehlikeden korunmam için yapacağım şeyleri anlatıyordu.

***

Hidroloji mühendisi olarak Afganistan’a dönmek içimde kutsal bir arzu vardı. M.V. Lomonosov adına Moskova Devlet Üniversitesinde okumaya tam da bu su aşkı götürmüştü beni. Ben de içimdeki aşkın yardımıyla Afganistan’ı yeşilliğe kavuşturmak niyetindeydim. İçimde bir duygu vardı; Arzularım gerçekleşecek ve Afganistan’da yaşayan insanların fikirleri değişecekti. Bana göre, her taraf yemyeşil olursa, insanlarımız Avrupalılar gibi birbirini dinleyeceklerdi.

Afgan insanının sert mizacı, dört tarafımızı saran boz Dağların genzimize yaptığı bir etkiydi. İsteklerimin gerçekleştiğini, rüyalarımda görüyordum. İçimdeki bir güç bana, mücadeleyi bırakmamayı öğütlüyordu.

1978 yılında Sovyetlere yakınlığı ile bilinen Afganistan Demokratik Halk Partisinin (ADHP) lideri Nur Muhammed, rakibi Hafızullah Emin tarafından öldürülünce ülkede çok şeyler değişti. Artık hiçbir şey güvende değildi. Hafızullah Emin önderliğinde ADHP’nin yönettiği ülkede her şeyin rengi gri olmuştu. Ülke “Halk” ve “Perçem” hareketleri arasında bölünmüştü. Yönetim, ülke insanları hakkında iyi niyet taşısa da, dış güçler vatandaşlık bağının güçlenmesine izin vermiyordu. Bütün bunlara rağmen, yönetimin eğitimle ilgili açıklamaları beni sevindiriyordu. Aralarında benim de bulunduğum çok sayıda genç, Sovyetlere ve Doğu Avrupa ülkelerine eğitim için gönderildik. ADHP lideri Necibullah’ın teklifi ile Moskova ile eğitimle ilgili bir antlaşma yapılmıştı. Ben de Ağa’mın isteğini göz önünde bulundurarak Moskova Devlet Üniversitesini seçmiştim.

Kabil’de son defa Ağa’mla avluda çay içerken bu konuda konuştuk. Artık çocukluk yıllarım geride kalmıştı. Ağa’mın bana dostça davranması özgüvenimi geliştirmişti. Kesin olarak bildiğim halde bir daha sormak ihtiyacı duydum:

–Ağa, Doğu Avrupa ülkeleri yerine neden Sovyetleri tercih ediyorsun?

Ağa’m ağızlığındaki sigarayı kül tablasına bastırarak söndürdü. Gözünü ufuğa doğru dikerek biraz düşündükten sonra:

–Aslında bu soruyu çoktandır sormanı bekliyordum. Durumumuz günden güne zorlaşıyor. Sovyetlerin kendisi de aynı durumda. Onlarda çalkantı içinde. Eğer Sovyetler burada tutunamazlarsa o zaman burada bize yer olmayacak. Çünkü bu ülkede Sosyalist olarak tanınıyorum. Aslında gerçek de öyledir. Ancak benim prensiplerim, isteklerim tamamen farklıdır: Beraberlik ve birlik…

Bana göre sosyalist düşünceli olduğun için Avrupa’da seni rahat bırakmazlar. Nereye gitsen kapılar kapalı olur sana. Sovyetlerin dilini, Rusçayı bildiğin için o, ülkenin her tarafında iş bulabilirsin. Eğer Afganistan’da güvenlik sağlanırsa su mühendisi olarak geri dönersin.

Sonra Ağa’m derin bir nefes alarak sustu. Sanki son dediğine kendisi de inanmamıştı.

1978 yılının Mayıs ayında Domodedova Havaalanında şiddetli bir yağmur yağıyordu. Halk bu soğuk havada kısa kollu gömlekle geziyordu. Beni ise havanın soğukluğundan ziyade insanların bu ince giysileri üşütüyordu. Burada yaz ayı vardı ama Kabil ile çok farklıydı. Bizde elbiseler ince olabilirdi ama açık saçık olamazdı.

Moskova beni sıcak karşıladı desem yalan olmazdı. Kızların kısa etekleri, göbekleri açık ve mutlu yüzleri beni büyülemişti. İnsanların rahat olması etrafa mutluluk saçıyordu. Kabil’in etrafını saran boz renkli dağların karanlığına biz de giyimimizle bir katkı yapıyorduk. Arzuladığım bir yerde olsam da Moskova bana yabancı gelmişti. Buranın havasını içime çekince sanki zihnimi değiştirdi ve içimdeki devrimci düşünceleri ortaya çıkardı. Benim devrimci düşüncem Afganistan’a özgürlük istiyordu sadece. Havaalanından ayrılmadan önce birilerine Afganistan’da olan olaylardan haberlerinin olup olmadığını sormak istiyordum. Afganistan’da, Mücahidlerin “Erteşi şurevi şeytan est”15 diyerek nefret ettikleri Sovyet askerlerinin cinayetleri hakkında ne bildiklerini merak ediyordum.

Lakin zihnimde kök salan olumsuzluklar tez bir zamanda kayboldu. Derslere başladıktan sonra, bu düşüncelerden uzaklaştım. Moskova’nın geniş ve ışıklı yolları, eğlenceli hayat tarzı ruhumu okşuyordu. Cinsel isteklerim bütün duygularımdan daha güçlüydü burada. Afganistan’da hayvanlarla seks yapan, hizmetçileri, çocukları taciz edenlerin gerçek sayısını kimse bilmiyordu. Buradaki ortam ise çok farklıydı. Afganistan’daki çok eşlilik ile buradaki çok eşliliği karşılaştırmaktan yorulmuyordum. Yakınlarımdan ne Ağa’m ne de babam çok eşli değildi. Ancak yakın komşularımızdan iki, üç, dört hatta yedi evli olanlar vardı. Hepsi de problem içinde kıvranıyorlardı. Bizden iki sokak aşağıda geçinemedikleri için ilk ve dördüncü karısını balta ile öldüren Nesip adındaki birisi 19 çocuğunu yetim bırakarak hapse girmişti.

Babamın kuzeni Kerim, dördüncü karısı ile gerdeğe girmeden, diğer üç karısının ortak girişimi ile zehirlenerek öldürülmüşlerdi. Yine annemin halası kendi evine gelecek kumasını babasının evinde öldürtmüştü. Bütün bunlar Afganistan’da normal karşılanan günlük olaylardı. Moskova’da ise ayyaşlık ve çok eşlilik kanunla yasaklanmıştı. Bunlar Komünist ideolojisine aykırı davranışlardı. Bu büyük ve soğuk Moskova şehri, gerçekten bir aşık ve maşuk şehriydi. Burada erkeklerin yaptıklarını kadınlar da çok rahatça yapıyorlardı. Bir şişe votka ile bir parça el büyüklüğünde bir sala16 her şeyi değiştirebilirdi. Afganistan’da ve Moskova’da gördüğüm bu tür ilişkilerin hangisinin kötü, hangisinin iyi olduğunu anlamakta zorluk çekiyordum. Ancak bunların ikisinin de normal bir hayat tarzı olmadığını biliyordum. Moskova’da evlenmeyen ve dost hayatı yaşayan kadınlar normal kabul ediliyordu. Ben de kısa bir zamanda bir Moskovalı gibi hayat sürmeye başlamıştım. Buradaki eğlenceli hayata rağmen derslerimi bırakmamıştım.

Okudukça okumak, öğrendikçe daha fazla öğrenmek istiyordum. Eğlenceli hayat sanki daha çok okuma hevesimi kamçılıyordu. Eğlenceler o kadar çok oluyordu ki, kitaplarla uğraşınca dinlenmiş gibi oluyordum. Görüştüğüm kızlarla en fazla bir iki defa yatağa girdiken sonra onlardan uzaklaşıyordum. Sanki ucu bucağı olmayan ürünü bol bir bahçeye girmiştim, tattığım meyvelerden bir diş aldıktan sonra fırlatıp atıyordum.

Moskova Devlet Üniversitesi 1755 yılında kurulmuş köklü bir üniversiteydı. Tüm dünyada da Rusça kısaltılmış adıyla yani MQU kodlarıyla tanınıyordu. Bütün yabancı öğrenciler, yurda, idari binaya ve üniversiteye giriş–çıkışlarda imza veriyordu. Üniversitenin yatakhanesinde kalıyordum. Ben, yatakhane sorumlusunu bir şekilde ayarlamıştım. Tabi ki bu bana ayda 100 dolara mal oluyordu ama işimi de görüyordum. Verdiğim bu rüşvet sayesinde yatakhaneye dönmesem de benim yerime birisi imza atıyordu.

Rusça bildiğim için diğerleri gibi hazırlık sınıfında değil, birinci sınıftan okula başlamıştım. Sınıfımızda sadece üç tane Rus öğrenci vardı. Diğerleri, Viyetnam, Küba, Laos ve Sovyet Rusya’nın etkili olduğu devletlerden gelen öğrencilerdi. Derslerim iyi gidiyordu. Bizim bölümde Afganistan’ın jeolojik haritasını Afganlılardan daha iyi biliyordum. Afganistan’daki nehirlerin büyük bir bölümü kumlu alanlara aktığı için tarımda kullanılamıyordu.

Ülkenin en büyük nehirleri kuzeydeki Koçka ve Kunduz nehirleriydi. Amuderya’ya döküldükten sonra Aral Gölü’ne akıyordu. Amuderya ise Türkmenlerin Ceyhun dediği 2500 kilometrelik Orta Asya’yı dolaşan bir nehirdi. Mürgap Çayı, Türkmenistan’dan geçerek orta alanların sulanmasında önem arz ediyordu. Herirud Çayı ise tarım alanlarının sulanmasında önemli bir etkisi olmakla beraber, Karakum çölünde suyunun önemli bir bölümünü kaybediyordu.

 

Coğrafya ve hidroloji bilimlerine olan ilgim nedeniyle bu konuda bilgi veren ek kurslara yazılmıştım. Bölümümüzün müdürü profesör V.M.Evtiqneev17 şahsen derslerimizi takip ediyordu. Bu dersleri ise üniversitede yarı zamanlı çalışan Andrey Andreyeviç bizlere öğretiyordu. Hoca ile bazen sohbetimiz olurdu. Günün birinde dersimizin konusu “Afganistan’daki dış güçlerin çatışması,” oldu. Birden bire hidrolojiyi bırakıp siyasete girmiştik. Afganistan’ın doğal zenginliklerinden bahseden Andrey, Afgan dağlarında dünyanın en zengin elmas ve altın yatakları olduğunu belirterek: “Dağlardan akan sel suları, binlerce büyük karatlı elması, altını ve kıymetli madeni kendisi ile beraber akıtıyor. Avrupalı şirketler tarafından toplanan bu değerli madenler kaçak yollarla yurt dışına kaçırılıyor!” dedi.

Sonra durdu ve dikkatli bir şekilde bana bakarak: “Kabil’in eteklerindeki taş ocaklarını görmüyor musunuz?” dedi. Sorusunu bitirmeden başımla onun sözlerini tastik ettim.

Derinden bir “ah” çekerek sözlerine devam etti:

–Afganlılar hiç düşünmüyorlar mı? Neden bu taş ocakları sel olduktan hemen sonra faaliyete başlayıp, birkaç gün çalıştıktan sonra faaliyetlerini durduruyorlar?

Hoca konuştukça vatanımın acıları, insanlarımızın cahilliği, dış güçlerin acımasızlığı, bir sinema filmi gibi gözümün önünde canlandı. Hocanın dedikleri yalan değildi. O taş ocaklarını kendi gözlerimle görmüştüm. Selden hemen sonra taş ocakları çalışmaya başlar, birkaç gün sonra tüm çalışmalar durdurulurdu. Ancak Afgan halkı sanki gaflet uykusundaydı. Ben de o derin uykuda olanlardan biri değil miydim?

Afgan dağları hakkındaki bu bilgi beni dehşete düşürmüştü. Manyetik kasalı imalat makinalarının bir hafta içinde kese kese altınları nasıl topladığını öğrendikçe Afganistan’da meydana gelen çatışmaların asıl sebebini öğreniyordum. İçimde bir sızı oluşuyordu.

Andrey Andreyeviç’le, Ağa’mın bulutlarla ilgili fikirlerini defalarca paylaşmak istiyordum. Onun Ağa’mın bu fikirleriyle ilgileneceğinden emindim. Nihayet günün birinde bu konuyu açınca Andrey Andreyeviç Ağa’mın hangi dilleri bildiğini sordu: “Arapça, Farsça, Rusça, Peştun ve Çin dillerini biliyor,” cevabıma şaşırmıştı.

Dudaklarını büzdü ve tuhaf bir şekilde başını sallayarak:

–Çok iyi bir öğretmeni bırakıp Moskova’ya neden geldin?

Şaşırmıştım. Tepkimi ölçmeye çalışarak devam etti:

–Bir zaman gelecek, insanlar bulutları yönetecekler. İhtiyaç duyulan bölgeye yeteri kadar bulut yönlendirilecek. Bunu insanın nefesi ile yapacaklar. Belki ben bunları göremeyeceğim ama sen mutlaka görürsün.

Öyle bir devir gelecek ki insanın nefesindeki karışım bütün bunları yapabileceği gibi insanı da bulutların üstüne çıkaracak. Sen bizim oksijen alıp, karbon dioksit vermemize bakma; İnsan nefesinde olan enerjinin temeli hava ve sudur. Nefesimizi ciğerlerimizden idare eden bir beden ölçüsünde rüzgardır.

Hocayı dikkatle dinleyerek anlamaya çalışıyordum. İlmin derinliklerini hissetmeye başlamıştım. Afganistan’ın kurtuluşunun sadece silahlarla olamayacağını şimdi daha iyi anlıyordum. İlimi bilen ve geliştiren gençler, ileride Afganistan’ın kurtuluşunda etkili olacaklardı.

Evet, ben Afganistan’ın uçsuz–bucaksız dağlarında, kum çöllerinde yeşillik yaratabilirdim. Bir an vatanımın her tarafını yemyeşil olarak hayal ettim: Her taraf yeşillikler içindeydi, sayısız göl ve şelaleler yapmıştım. Sara, hep yanımdaydı ve bütün bu güzellikler onun yeşil gözlerinden almıştı rengini. Onun yeşil gözleri benim de hayat yolumu ışıklandırıyordu. Hayalimde canlandırıp, ruhumu rahatlattığım bu ışık sadece benimdi.

***

Yatakhaneye giriş–çıkış işini hallettikten sonra eğlence meselesini de hallettim. Burada Afganistan’dan farklı olarak ne anaşa18 vardı ne de nargile. Restoranlarda ve barlarda genellikle votka, kanyak ve bira gibi içkiler satılırdı. Gorbaçov19 yönetimi, iş saatleri içerisinde alkollü içecekleri yasak etmişti ama istediğin içkiyi istediğin saatte bulmak mümkündü; Sadece ödenecek fiyat aralığı genişliyordu.

Uzun boyumun, düzgün yürümemin, arkaya taradığım parlak saçlarımın, beni her zaman çekici yaptığını biliyordum. Kıvırcık saçlarım, jölenin ışıltısı ile esmer yüzüme ayrı bir güzellik veriyordu. Günlük traş oluyordum. Sovyet fabrikalarında dikilen kalitesiz elbiseler yerine Amerikan malı pantolon ve her gün değiştirdiğim gömlekler beni farklı yapıyordu. Sokakta yürürken karnımı içeri çekerek, göğsümü ileri doğru veriyordum. Hatta bu alışkanlığım evde bile devam ediyordu. Bu halime Moskova kızlarını ayartmak zor değildi.

Size Moskova’da ilk olarak tanıştığım ve bana güzel anlar yaşatan Oksana’dan söz edeyim: Adının anlamı bizde “efsane” idi. Onun için onu “Efsane” diye çağırmaya başladım. O ise tanıştığımız ilk günden beri bana kendi adımla değil, “Afgan” demeye başladı. Bu adla beni çağırmak onun için sadece kolay değildi, hem de onun sesiyle çok ahenkli oluyordu. Ben de bundan rahatsız olmadım. Bazen ismimim önüne “moy”20 ekleyerek beni çağırıyordu. Tatlı bir sesle “Moy Afgan!” diyince sanki adımı değil, bir şiiri seslendiriyordu. Bundan çok hoşlanıyordum. Bu kelime ile beni kendisine ait gösteriyordu: Afganım…

Onu ilk olarak bir barda gördüm. Barmen, kıza baktığımı görünce baş parmağını havaya kaldırarak “çok iyi” işareti yaptı. Bu barda iyi para harcıyordum. Bu nedenle barmen benimle özel olarak ilgileniyordu. Barmenin bana olan ilgisini Oksana da fark etmiş beni gizlice dikizliyordu. Bir ara bakışlarımız çakıştı. Gülümseyerek başımla yanımdaki koltuğu işaret ettim. Hiç çekinmeden yerinden kalkıp yanıma geldi. Yürüyüşünde bir zerafet vardı. Çantasını yüksek bar taburesinin yanına asarak “Ben Oksana!” dedi.

Tanışma faslı bitince sohbete başladık ama bar kalabalık olduğu için birbirimizi duymak için kulağına eğilmek zorunda kalıyordum. Eğilirken yüzüme değen saçları, yanaklarından tenime akan sıcaklık ve hoş kokusu beni büyülemişti. Dudakları o kadar biçimliydi ki utanmasam orada öpebilirdim.

Efsane, orada bile melul bakışları ile bana teslim olduğunu belli etmişti. Konuşurken gülüyor, gülerken kafasını omuzlarıma bırakıyordu. İçim tuhaf olmuştu. Bu kız çok güzel ve bir o kadar da samimiydi. Birden aklıma babamın sözleri ve Sara geldi. Kızı etkilemek için ekstra bir şey yapmamıştım, kıza ümit vermemiştim. Beni beğenmişti. Ancak beni de çok etkilemişti.

Hafif bir kız değildi, eğlenmeyi çok sevdiği her halinden belli oluyordu. Gerçi bu bara gelen herkes eğlenmeye geliyordu. Özellikle yabancı öğrencilerin en gözde mekanı burasıydı. Burası deyim yerindeyse süt gölü gibi bir şeydi. Ortalık kız kaynıyordu. Oksana ile tanışıncaya kadar birkaç kızla arkadaşlık yapmıştım. Beraber gecelemiştik. Bu yaptıklarımı Afganistan’da yapsaydım su yerine kan akardı. Çünkü bu tür arkadaşlıklar Afganistan’da asla affedilmeyecek namus meselesi sayılırdı.

Efsane ile Sara’nın benzer taraflarını fark edince çok şaşırmıştım. Aralarında 7–8 yaş farkı vardı ama ikisine de aşıktım. Sadece Sara kapalıydı, onu istediğim zaman rahatça göremezdim. Her zaman Sara’ya hasret kalmıştım ama Efsane hep yanımdaydı. Onun da yeşil gözleri Sara gibiydi. Boynu kuğu gibi, dudakları etli, göğüsleri iri, her zaman kırmızı görünen yanakları onu çok çekici yapıyordu. Geniş yüzüne karşın ince burnu, dudakları ile çok uyumluydu. Saçları kısa kesildiği için boynu daha uzun görünüyordu. Gülünce ortaya çıkan dişleri sedef gibi beyazdı. Bana güneş ışığına dayanmayıp eriyen kar taneciklerini hatırlatıyordu. Bütün hareketlerinde bir zerafet vardı: Sanki yürürken ayaklarını yere basmıyordu.

İlk günlerde Efsane’ye para, bana da ihtiraslarımı soğutacak biri lazım diye düşünüyordum. Sanki birbirimiz için yaratılmıştık. Kendisine bir şeyler alması için sürekli olarak ona para veriyordum. Önceleri her görüştüğümde 50 dolar, sonra 20 dolar en sonunda da 10 dolar vermeye başladım. İki ay sonra artık para vermedim. Ben durumun değişmeye başladığını düşünürken yanıldığımı anladım.

Moskova’daki ilk doğum günümü beraber kutladık. Kutlama fikri Efsane’den gelmişti. Moskova’nın en pahalı restoranlarından “Praqa” restoranında organizasyon yapmıştı. Bütün bunları kendisi halletmiş parayı da kendisi ödemişti. Ayrıca bana Japon malı yanlarında dört düğmesi olan bir elektronik saat hediye etmişti. Bütün bunlar benim ona şimdiye kadar verdiğim paranın iki katından fazlaydı. Bu anlayışı ile beni gerçekten çok şaşırtmış, düşüncelerimden utandırmıştı.

Doğum günümden sonra kendimi bir Afgan vahşisi gibi göstermeye başladım. Amacım onu kendimden uzaklaştırmaktı. Ona kaba davranmaya, hatta hafif de olsa fiziksel şiddete baş vurdum. Bir Afgan erkeği Moskovalı bir kıza kötü davranıp, kaba güç gösterisinde bulunuyordu. Meğerse onun aradığı da sert bir erkekmiş. Bu davranışlarım onu daha çok etkilemişti. Bana aşık olduğunu anladıkça babamın vasiyeti aklıma geliyordu. Bir de halen aşık olduğum Hazara kızı Sara vardı. Öbür tarafta ise annemin ve babamın beni evlendirmek istediği Kumru… Bu üç kızın arasından nasıl kurtulacaktım.

Evet, ben şu anda Efsane’yi daha çok seviyordum. Bu aşk bilinçsizce bir şey değildi ama aklımın ve mantığımın kalbime hükmetmesiydi. Onu bir gün görmeyince kendimi kötü hissediyordum.

Efsane, edebiyatı çok seviyordu. Benimle tanıştıktan sonra da günlük olarak benim kalbimden geçenleri okuyup değerlendiriyordu. Beni kızdıracak bir davranış içinde asla bulunmuyordu. Genellikle benim hoşlandığım konulardan sohbet açardı. Benim bıktığımı anladığı anda da konuşmayı bitirirdi.

Tanıştıktan iki ay sonra beni evlerine davet etti. Bu daveti çok istemekle beraber biraz tereddütlüydüm. Efsane, bunu hemen anladı. Bakışları ile korktuğumu anlatmaya çalışarak:

–Afganistan’ı düşünme, burada evlerde silah yoktur, dedi.

İkimiz de gülmeye başladık. Benim rahatladığımı görünce şakasına devam etti:

–Bizimkiler olsa olsa bıçak taşırlar. Kullanınca da erkeklerin cinsel organını tam kökünden kesiyorlar, diyerek kahkahalarla gülmeye başladı.

Onun sözlerinde hem sitem hem şaka hem de gerçek vardı; Çünkü iki gün önce bir arkadaşımızın elini sarılmış olarak görüp, ne olduğunu sorduğumuzda, bir Rus’un eşi ile görüştüğünü ve bu nedenle Rus’un arkadaşımızı bıçakladığını öğrenmiştik. Efsane konuşurken bu konuda duyduğum bazı olaylar gözlerimde canlanıyordu. Çünkü Afganistan’da böyle bir olay olsa, o kişinin sadece kendisi değil, tüm ailesini kurşuna dizerlerdi.

İlk defa Moskova’da bir eve giriyordum. Birbirinden küçük odalar çok düzenliydi. Ben şaşkınlıkla odaları incelerken birden bir piyano sesi duyuldu. Efsane, sanki beni müzik dinlemeye çağırmış gibi siyah piyanonun başına geçmiş duygulu bir parça çalmaya başlamıştı. İncecik parmakları piyanonun siyah beyaz tuşlarına dokundukça sanki ruhumu okşuyordu. Burada duyduğum müzik, barlarda, kahvelerde duyduğum gürültülü müzik formatından çok çok farklıydı. Bu yaşıma kadar böyle duygulu bir müzik dinlememiştim. Şaşkındımi, çünkü Efsane’nın müzik yeteneğinden haberim yoktu.

Müzik bitince Efsane, birkaç saniye durup piyanoyu seyretti. Odanın köşesindeki kanapeye oturmuş onu seyrediyordum. İlk defa onu ihtirasımı gidermek için değil, ruhumdaki boşluğu doldurmak için istiyordum. Bu müzik resitali beni büyülemişti; Sanki benim orada olduğumu unutmuş başka bir dünyada yaşıyor gibi olmasından ayrıca etkilenmiştim. Afganistan’da sık sık duyduğum “küfre düşmek” sözü gibi algılanmasa, onun Allah ile yüz–yüze, göz–göze tek kaldığını söyleyebilirdim.

 

Bu duygularımdan onun zarif dudaklarından dökülen “Büyük Rus piyanisti Mixail Pletnyov ile ilgili bir şey duydun mu?” sözleri ile kendime geldim. Yerimden kalkıp ona doğru gitmek istediğimde o bana doğru geldi. Doğrusunu söylemek gerekirse şimdiye kadar bu müzisyenle ilgili bir herhangi bir şey ne okumuştum ne de duymuştum. Benim müzik anlayışım Kabil’in çadır düğünlerinde duyduğum gürültülü müziklerle şekillenmişti. Kendimi aptal durumuna düşürmek istemedim. Sanırım Efsane’de beni utandırmak istemiyordu. Yüzüme doğru iyice yaklaştı. Nefesi yüzümü okşuyordu. Gözlerimin içine bakarak:

–Mixail Pletnyov medeni dünyayı “Şimdi insanlar sanki bir yere yetişecekmiş gibi acele ediyorlar! Onların hayat tarzını ritmik ve modern müzikler oluşturuyor” diye yorumlamıştı. Yani bizim barlarda duyduğumuz müziklere ilgi artıyor. Toplum müziğin derinliğine inerek onu anlamaya çalışmıyor. Benim çaldığım müziği değerlendirmeni istiyorum. Nasıl buldun?

Duygulanmıştım. Gözlerimi kapatıp ağlamak üzereydim. Efsane’nin müziğine vereceğim değer de bundan ibaretti. Ancak neden ve neye ağlamak istediğimi o zaman anlamadığım gibi şimdi de bir anlam veremiyorum. Bana çalınan bu eseri anlamamıştım ama çok etkilendiğim açıktı. Kimbilir müziği anlamak belki de onun etkisi ile kederlenmektir. Belki de bu kadar duygusal olmaya değmezdi.

Efsanelerin evi Sovyet vatandaşlarına göre daha büyük ve gösterişliydi. 15–20 metrekarelik üç oda ile küçük bir mutfak, banyo ve tuvaletten ibaretti. Biz en geniş odadaydık. Pencere tarafına konulan piyano ile aynı köşede küçük bir masa vardı. O köşe ile birleşen duvara dayanmış iki veya üç kişilik sofalar tam köşede masanın karşısında birleşiyordu. Masanın üstünde ise bir okuma lambası duruyordu.

Efsane ile yüzyüze durunca lambanın ışığı yüzümüze vuruyordu. Lambanın ışığı onun beyaz yüzüne vurunca sapsarı bir renge dönmüştü. O anda Efsane’nin nefesini daha yakından hissettim. Elimde olmadan bir gün önce bu halde dursaydık ona sarılarak sevişmeye zorlardım, diye düşündüm. Şimdi ise müzik beni büyülemişti. Bütün varlığı ile kendisini bene teslim eden bu kadını sanki yeniden keşfetmiş ve büyülenmiştim. Bir kadın için büyülenmek, sevginin zirve noktasıymış. Yine de düşüncelerimi Efsane’nin zarif sesine teslim ettim.

Az önce piyanonun tuşlarının üstünde gezen parmakları ile dudaklarımı okşadı. Sonra işaret parmağını dişlerime doğru değdirerek tırnakları ile yavaşça sanki piyanonun tuşları gibi onların üstünde qlissando21 çekti. Qlissandonun ne demek olduğunu da ondan ilk defa duydum ve anladım. Önce yavaş yavaş yağtığı bu dokunuşlar gittikçe hızlanmaya başladı. Ömrümde ilk defa yapılan bu okşamayı bütün vucudumda hissediyordum.

Daha sonraları kendim parmaklarımı dişlerimin üstünde gezdirdim ama asla Efsane’nin yaptığı gibi olmamıştı. Birkaç defa Efsane’den dişlerime dokunmasını istemeyi düşündüm ama önce aldığım güzel duyguları yeniden alabileceğime inanmadığım için bundan vaz geçmiştim.

Efsane, dişlerimin üstünde gezindikten sonra:

–Musiki Allah’ın dilidir, diye bir söz duydun mu? Eğer böyleyse benim için beş tane dahi insan var.

Sesinin titremesini gizlemek için yavaşca öksürerek boğazını temizledi. Sonra sağ elinin parmaklarını katlayarak saymaya başladı:

–Johann Sebastian Bach, Ludwig van Beethoven, Wolfgang Amadeus Mozart, Sergey Rahmaninov, Frederic Chopin. Bu ünlü kişiler Allah’a çok yakın insanlardır. Onlar farklı zamanlarda yaşasalar da buna inan. Hatta bunlar Allah’a yakınlıklarını korumak için aralarında gizli bir çatışma bile olmuştur. Her birisi diğerlerinden öne çıkmak için müzik dünyasının ayrılmaz bir parçası olmuşlardır.

Ben artık ağlamak istemiyordum. Efsane’nin yeteneğine hayran kaldığım gibi onun düşüncelerine de hayran olmuştum. O sağ elini havada tutuyordu. Günlerdir okşadığım bu elin güzelliğini yeni fark ediyordum. Elimi uzatarak bu eli yeniden tutmak istedim. Ancak bu, önceki günlerin ihtirası değildi. Aynı Kabil’de sobadan sıçrayan mısırları tutmak için elini uzatan Sara’nın yuvarlak eline ilk defa dokunduğumda hissettiğim hevesle şimdi de Efsane’nin elini okşuyordum. Elimde olmadan tavana baktım. Lambadan süzülen ışık, onun elinin gölgesini tavana nakşetmişti sanki. Tavandaki gölgeler sanki piyanonun tuşları gibiydi. Bana müziği sevdiren bu zarif parmaklar şimdi de gözlerimi okşuyordu. Efsane’ye olan aşkımı, ondan nasıl etkilendiğimi söyleyemem ama o, ruhumun gıda kaynağı olmuştu.

***

Moskova’da gıda maddesi almak için girilen kuyruklardan nefret ediyordum. Özellikle bu sırada beklerken yapılan konuşmaları, basit siyasi tartışmaları duymaktan hiç hoşlanmıyordum. Bütün Sovyet vatandaşları gibi yabancı uyruklu öğrencilere de aylık olarak belli bir miktarda et, şeker ve yağ veriyorlardı. Yabancı öğrencilerin gıda paketi halkın aldığı kadar olsa da fazla fazla yetiyordu. Çünkü, pahalı olsa da restoranlarda ve büfelerde yemek yiyorduk.

Biz gıda paketlerimizi gastronom adındaki ticaret merkezlerinden alabiliyorduk. Bize yakın iki tane gastronom vardı: Birisi yurda üç kilometre uzaklıkta, diğeri ise daha yakın mesafedeydi. Ben daha yakın olan dükkanı tercih ediyordum. Bir defasında dükkanın önünde sırada beklerken yaşlı ve sakat bir kadın bir sakat arabasını elleriyle iterek dükkana girdi. Arabada iki ayağı dizinden kesilmiş ve bir kolu olmayan, orta yaşlı bir adam oturuyordu. Ceketinin yakası madalyalarla doluydu. Kadın arabayı dükkanın bir köşesine koyarak tezgahtarın yanına gelerek, elindeki erzak kuponlarını uzattı. Tam o anda arabadaki adam hafifçe dengesini bozunca düşmesin diye hızla yanına giderek arabasını düzelttim. Kadın öfkeyle yanıma gelerek bana baktı. “Ne yapıyorsun?” der gibiydi. Tam cevap verecekken başladı Brejnev’e22 ve Yazov’a23 küfürler etmeye. Küfürlerin dozu gittikçe arttı ve sonunda:

–Bunağın kendisi geberdi, bak beni ne hale soktu. Benim oğlumun Afganistan’da ne işi vardı? Şerefsiz Sokolov’a24 defalarca oğlumu geri getirin diye, telgraf çektim. Yazov’da onun gibi birisi… Bana bakan birisi gerekirken, bu yarım canımla oğluma ben baıyorum. Aldığım emekli maaşı yemeğimize zor yetiyor. Geroy25 her gün votka istiyor. Karısı da bunu terk etti. Oğlum olabilir ama ayaklarını ve kolunu benim için yitirmedi. Ben neden bu acıyı çekiyorum ki?

Kadın söylendikçe sinirleniyordu. Yavaşça sıradaki yerime dönmek için harekete geçince, kadın omzumdan tutarak beni kendisine doğru çekti. “Sen Afgan’mısın?” dedi. Bu sözleri suratıma inen bir tokat gibi olmuştu. Yüzüm alev alev yanıyordu. Şimdi Brejnev’i bırakmış bana küfrediyordu.

Ne diyeceğimi bilemiyordum. Aniden arabada oturan sakat genç emridici bir sesle:

–Ma26 onun ne günahı var? O bir Komünist olmasaydı buraya okumak için gelmezdi, dedi.

Tam o anda Cahit’in sakin ve insanı etkileyen bakışları gözlerimin önüne geldi. Bedenlerinin yarısını savaş meydanlarında kaybeden bu insanların sessiz bakışlarını görünce karışık duygular sarıyordu beynimi. Bu iki kişiyi karşılaştırınca geroy daha şanslıydı: Bir arabası vardı. Cahit’in bir arabası

da yoktu bastonla sürünerek yürüyordu. İkisinin de kötü talihleri ortak olduğu gibi onları yaşama bağlayan şeyler de ortaktı: Cahit, esrarla, Geroy da votka ile ayakta duruyordu. İkisinin de son ümitleri uyuşturucu ürünleriydi.

Kadın ise hala küfürlere devam ediyordu. Şimdi sıra partiye27 gelmişti. Sanki konuşmaktan, heyacandan yorulmuştu. Dudakları kıpırdıyor ama sesi gittikce azalıyordu. Tezgahtarlar da onu tanıdığı için, her zaman alış–veriş yaptığım genç kadın elini dudağına götürerek bana sus işareti yaptı. Onlardan daha birisi de bana susmam için işaret yaptı. Sanki beni tanıyanlar halime acıyorlardı. Susmayıp da ne yapacaktım ki?

Kadın sinirle önümde durmuş bir şeyler diyordu. Ben ancak gülümseyebildim. Bu onu daha da sinirlendirdi:

–Dişi kedi gibi dişlerini gösterip, neden gülüyorsun?

Yüzümü kapıya doğru dönmekten başka çare bulamadım. Efsane benim gülümsememden çok hoşlanıyordu. Bana “U tebya zameçatelnaya ulubka28,” derdi. Demek ki parlak dişler herkeste aynı duyguyu uyandırmıyordu. Dükkanda duyduklarım, gördüklerim ve yaşadıklarım beni Cehennemin kapısına kadar kovaladı.

O tarihten sonra o kadını görmemek için, daha uzaktaki dükkandan alış veriş yapmaya başladım. Son defa Moskova’yı terk edince oradaki dükkana gitmiştim. Gördüğüm, karşılaştığım manzara kalbimi paramparça etmişti…

***

İlk defa SSCB’nin diğer bölgelerinden olan Kırım’ı ziyaret ettik. Bundan bir hafta sonra Doğu Avrupa ülkelerine gezi ve inceleme için götürdüler. Aralık 1989’da on kişilik bir grupla bir haftalığına Romanya’ya gittik. Gezinin amacı Romanya’daki siyasi yapılanmayı öğrenmek ve oradaki iki ayrı üniversite ile ilişki kurmaktı. Üniversitelerde jeoloji laboratuvarlarındaki çalışma koşullarını araştıracaktık. Uzmanlık alanımızla birlikte sosyal bilimlerde bir tür uygulamalı ders olacaktı. Geriye dönünce gezi izlenimlerimizi yazılı olarak tarih ve felsefe bölümlerine de gönderecektik.

Gezinin ikinci günü ortalık karıştı. Her yerde gösteri vardı. İlk günlerde yerel basından ne olup bittiğini öğrenemesek de, diğer Avrupa ülkelerinin TV ve radyo haberlerinden neler olduğunu öğreniyorduk. Moskova’ya döndükten sonra da bu konuyla ilgili çok sayıda haber vardı. Veremya TV haberlerini izlerken gördüğüm dört kişiyi daha önce Bükreş’te kaldığımız otelde kahvaltıda görmüştüm. Onlar kahvaltıdayken tesadüfen ellerindeki pasaportları dikkatimi çekti. Pasaportun rengi ve üstündeki şekiller Romanya’ya ait değildi. Demek ki mitinglerde ön planda olan bu dört kişi Romanya’ya başka bir yerden, bana göre özel bir görev için gelmişlerdi.

15Sovyet ordusu şeytandır.
16Çiğ yenilen domuz yağı.
17Кафедрой заведовали: профессор В.М. Евстигнеев (1988-1995).
18Anaşa: Haşhaştan yapılan zehirli uyuşturucu, afyon.
19Mihail Gorbaçov: Sovyet Komünist Partisi Merkez Komitesinin son genel sekreteri. İlk ve son Cumhurbaşkanı. (1885-1991)
20Rusça “benim Afqanım!” anlamında kullanılır.
21Barmakların pianonun tuşları üstüne çekilmesi hareketi.
22Brejnev: SSCB’nin 1964-1982 yılları arasındaki lideri.
23Yazov: SSCB’nin 1987-1991 yılları arasındaki savunma bakanı
24Sokolov: SSCB2nin 1984-1987 yılları arasındaki savunma bakanı.
25Geroy: Kahraman
26Ma:Ana
27Komünist Partisi.
28“Senin çok güzel bir gülüşün var,” anlamında.