Yosun Kokusu

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Ailemin suratı ertesi gün öğlene kadar düzelmedi. Ağa’mın bizi affederek evimize geleceği hayallerimiz boşa çıkmıştı.

Doğum günümden iki ay önce Ağamlara geldik. Gerçi hafta sekiz, biz dokuz bir aradaydık. Daha doğrusu ben bu evin bir ferdiydim. Bu defaki gelişimiz doğum günü için bazı hazırlıklarda yardım istemekti. Ağa’m doğum günüyle ilgili herhangi bir şeyin komşular tarafından bilinmesini istemiyordu. Ama hizmetçilere ek olarak bir hizmetçinin daha gönderileceğini söyleyince içimde tuhaf bir sevinç havası esmişti.

Sabahın tez gelmesini ve gönderilecek hizmetçilerin kimler olacağını görmek istiyordum. Bununla ilgili hiçbir şey bilmesem de içimde güzel bir haber alacağıma dair bir his vardı. O sabah Ağa’m Dursun’u çağırarak, birinci kulübedeki Hazaraların, en baştaki ailenin yanına taşınmasını ve hemen onun yanına yeni bir kulübe yapılmasını istedi. Boşalan kulübeye de anne ve kızdan oluşan başka bir hizmetçi taşınacaktı. Ben, merakımı yenemeyerek yeni hizmetçilerin ne zaman geleceğini sordum. Ağa’m beni kırmamak için özel bir gayret sarfetti. Büyük insanlara verilen cevap gibi saygılıydı. Cevabı kısa, bakışları tuhaftı. Sanki gözlerinin derinliklerinde var olan ne idiyse onu herkesten gizlemek için bakışlarını Kabil dağlarının zirvesine çevirdi.

Ağa’mın dediği zamanda hizmetçiler gelmişti. Böylece benim de hayatımda yeni bir dönem başlamıştı. Kalbimi, duygularımı sürekli okşayan bu dönemin aynı zamanda bana problemler yaşatacağını düşünemezdim. Uzun yıllar kalbime yerleşen duyguların aşk olduğunu anlamaya başladığımda bu duygular beni ateşlendiriyor, düştüğüm zor durum ise varlığını küle döndürüyordu.

Ağa’m benim için sanki doğum günü değil de bir düğün hazırlığı yapıyordu. Bodrumun kapısının önüne konulan bir makinadan şeker kamışı suyu çekiliyordu. Bahçede üç büyük pilav kazanı ocak üstündeydi. Ocaktan biraz ileride bir ağaçtan asılan kuzulardan kesilen etler şişlere diziliyor, büyük bir mangalın üstünde konuyordu. İki kebapçıdan birisi parça etlerden, diğeri de kıyma etten yapılan şiş kebapları ayrı ayrı kazanlarda topluyorlardı. Ben hizmetçilerin çocuklarını toplamış mangalın kenarındaki duvar boyunca uzanan bir söğüt kütüğünün üstüne oturmuş, yapılan şişlere bakıyordum. Pişen kebaplar, sıcak kalması için çelik kazanlarda ateşin kenarına yerleştirilene kadar bizim karnımız doymuştu. Bütün yemekler hazır olduktan sonra Ağa’m kendisi için hazırlanan yere oturdu. Karşısında küçük bir masa vardı. Ağa’m yemeğe başlamadan önce uzun uzun dua okudu. Hemen sonra yanlarına dizilen komşulara yemek servisi yapılmaya başlandı. Yemekler bir sininin üstünde servis ediliyordu. Her sinide bol miktarda pilav, aile sayısına göre iki şiş kebap ve daha önceden hazırlanan bir çerez tabağı vardı. Yemek servisi başlayınca Ağa’m Dursun’u yanına çağırarak yavaş bir sesle:

–Yemek taşıyan hizmetçilere dikkat et, her tarafa dağıtılsın, dedi.

Sinilerdeki yemekler evlere dağıtılmaya başlandı. Ben Ağa’mın yanında duran kütüğün üstündeki yerimi beğenmiş, iyice yerleşmiştim. Birazdan Dursun, Ağa’mın yanına gelip elini kalbinin üstüne koyarak saygıyla eğildi:

–Ağa, yemekler kırk eve dağıtıldı. Herkes dualarla gönderilen yiyecekleri aldı. Bunlardan bazıları sizi ziyaret etmek istiyorlar.

Ağa’m başı ile onay verdi. Tesbihini şakırdatarak çekerken, nargilesinden bir nefes alıp, dumanını dışarı üfürdü.

Dursun’a doğru bakarak:

–Bizim sokakta unutulan kimse oldu mu?

–Sadece Meşedi Salman’ın kapısı kilitliydi. Oğullarının şehit haberi geldikten sonra karısını alarak gitmiş. Kapıya asılan kilit neredeyse paslanacak.

Ağa’m:

–Allah sabır versin. Ağır bir dertle karşılaştı zavallı, diyerek salavat çevirdi.

Az sonra Zübeyde, Ağa’mla beraber bana da çay getirdi. O zaman moda olan armut boğazlı çay bardağından bir yudum almıştım ki kapı çalındı. Gelen Nevid’in anası ile iki küçük kız çocuğuydu. Bu kızları sık sık mısır kavurması için çağırırdık. Nevid’in annesi bana hediye getirmişti. Gazeteye sarılmış hediyeyi masanın üstüne bırakarak yüzümden öptü. Sonra dua etmeye başladı ama benden ziyade Ağa’ma dua ediyordu. Böylece tebrikleşme başladı. Evimize kimse davet edilmediği için sadece evimizde olanlar ve hizmetliler beni tebrik ettiler.

Şekerkamışı tezgahı tıkırdayarak şekerkamışlarını ezip suyunu çıkardığı bir anda Dursun, hizmetçilerden birisi ile birlikte bir semaveri avluya getirdi. Ağa’m dikkatli bir şekilde semaverı inceledikten sonra:

–Bunun cehennemi9 rus mermisidir.10

Dursun, suçlu insanlar gibi boynunu büktü. Ağa’m kendisine baktığını görünce mecburen cevap vermek zorunda kaldı.

–Evet Ağa, bunu bir defa kaynatabilirsek, gece yarısına kadar devam eder. Pazardan bir günlüğüne kiraladık. Yarın geri vereceğiz.

–Cafer Usta yine bu işi mi yapıyor?

–Evet, iki–üç tane ücretli eleman tutmuş, onlar savaş alanlarından top ve tank mermilerini toplayarak ustaya getiriyorlarmış.

Ağa’m derinden bir “ah” çekti.

–Memleketi cehenneme çevirdiler, biz de semaver cehennemini ganimet biliyoruz.

O anda bahçe kapısı yeniden çaldı. Ağa’m “Buyurun!” deyince, komşumuz Ağa Şahbazi ile oğlu içeri girdiler. Ağa’m özel bir saygı ile onları karşıladı. Şahbazi’nin benden beş yaş daha büyük oğlu Cahit, Sovyet orduları Afganistan’a girince öğretmenleri ile beraber dağa çıkmıştı. Toplam iki ay içinde bir kolunu ve ayağını kaybeden bu gencin yüzünden nur yağıyordu. Gerçekten yakışıklı birisiydi.

Cahit sağlam kolunu semavere dayanıp durmuştu. Ben gayri ihtiyari olarak bir Cahit’e bir de Ağa’ma baktım. Ağa’mın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Sanırım Cahit’te durumun farkına varmıştı. Aniden pis bir şeye dokunmuş gibi kolunu semaverden çekti. Ağa’m Dursun’a seslenerek bahçe kapısını kilitlemesini söyledi. Bunun anlamı misafir kabulünün sona ermesiydi. Töreye göre de kapı kilitli ise davet edilmeyen hiç kimse evin kapısını çalmazdı.

Herkes evde toplandı. Benim doğum günüm nedeniyle hizmetçiler de bizimle beraber akşam yemeği yiyeceklerdi. Bu durum Afganistan’da, gece karanlığında iğne aramak gibi bir şeydi. Salonun duvar kenarlarına uzunlamasına açılan yer sofralarına meyve, sebze ve yemek konmuştu. Çocuklar için orta salonda bir sofra açılmıştı. Büyükler için ise salonun baş tarafında daire şeklinde bir sofra düzenlenmişti.

Ağa’m namaza başlamadan önce Dursun’a dönerek emredici bir sesle:

–Ay Dursun, hanımlara söyle çocukları bekletmesinler. Onların yemeklerini verin, dedi.

Daha sonra abdest alıp içeri geçtiler ve benim için üç rekat şükür namazı kıldılar. Ardından şehitler için dualar edildi. Ben ne çocuktum ne de büyük; Bu nedenle istediğim sofraya oturma hakkım vardı. Bu nedenle de evimizin yeni sakini Sara’nın yanına oturdum. Ne yazık ki Kumru da öbür tarafımdaydı. Burada oturma amacım namaz kılan Cahit’i izlemekti. Farkında olmadan kaderimin yanına oturmuştum. Namaz ve dua bitince sofranın başına geçtiler. Ağa’mın yanı boş bırakılmıştı. Ben de teklif beklemeden oraya geçtim. Her zaman olduğu gibi yemek üstünde konuşulmuyordu. Sadece yemeğe uzanan ellerin sofraya değerek çıkardığı hışırtı, boşalan tabakların ve ağzını şapırdatarak yiyenlerin sesinden başka odada ses yoktu.

Yemek sofrası toplandıktan sonra çay için sofra kuruldu. Odada bulunanlar Ağa’ma hürmeten konuşmuyorlardı. Ağa’m ise Cahit’e ilgi gösteriyordu. Yemek esnasında da ona adı ile hitap ederek farklı yemeklerden de tatmasını isteyince, Cahit bembeyaz dişleri görünecek gibi gülümseyerek saygı gösterdi. Çay sofrası da yavaş yavaş toplanıyordu. Herkes izin alarak kalkmaya başlayınca Ağa’m onlara biraz beklemelerini işaret ederek odadan ayrıldı. Biraz sonra geri döndüğünde hemen arkasında duran Dursun’un elinde bir baston ve iki paket vardı. Ağa’m önce bir paketi Cahit’e uzatarak:

–Oğlum, bu seccadeyi özel olarak Türkmen ipeğinden senin için yaptırdım. Üstündeki nakışlardaki yazılar benim sözlerimdir. Bu baston da senin için: Üzerindeki taşlar kehribardır. Bunları da Türkiye’nin Bayburt şehrinden Kabil’e getirtip özel olaraq yapdırdım. Bu son paket ise ikimizin arasında sır olarak kalacak. İnşallah düğününde bundan faydalanırsın. Kısmet olur da o günü görürsem, daha iyi bir hediye alırım. Sen her Afgan’ın saygı göstermesi gereken bir kahramansın.

O zaman yaşım ve dünya görüşüm nedeniyle olayların sebebini anlayamıyordum. Cahit bize gelmeseydi bile sanırım hediyeleri evine gönderilecekti. Özellikle bastonu almak için benimle beraber Kabil pazarındaki Şamil ustanın dükkanına üç defa gittik.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra Cahit’in şehit olduğunu duyduk. Kabil dağlarında yarısını bıraktığı bedeninden geriye kalan kısmına patlayıcı bağlayarak Kabil pazarının girişinde duran Sovyet tankının yanında kendisini patlatmıştı. Sovyet işgali karşısında gerçek bir mücahit olduğunu sakat bedeninden ikinci defa vazgeçerek göstermişti. Zavallı Cahit neler görmüş, neler yaşamıştı? Komşuların dediğine göre ağrıları başladığında kafasını duvarlara çarpıyormuş. İntihar haberini duyunca sanki kendim görmüş gibi gözlerim önünde Cahit’in başını duvara nasıl vurduğu canlandı.

Afganistan için normal sayılan bu durumlar beni çok rahatsız ediyordu. Çünkü Cahit sadece dış güzelliği ile değil saygılı davranışları ile de daha iyi bir hayat yaşamayı hak ediyordu. Ağa’m Cahit’in şehit haberini aldığında düzenlenen taziye masrafları için yardım etmişti. O zaman Ağa’mın Afganistan’da Sosyalizmin yerleşmesine değil, Rusların işgaline karşı olduğunu anladım. Ağa’m, zengin olsa da sosyal adalet istiyordu. O, toplu olarak bilinçlenmeyi ve milli bilincin gelişmesini yegane kurtuluş yolu olarak görüyordu.

 

Biz büyüdükçe, Zübeyde’nin işi ağırlaşıyordu. Aslında biz bağımsızdık ama onun kendisi bizi denetlemeyi bir görev biliyordu. Biz derken Sara ile kendimi kasdediyordum. Zühre Bibi’mi kollamak ise onun başlıca göreviydi. Zühre kendisini kaybettiğinde onu Zübeyde’den başka hiç kimse sakinleştiremiyordu. Bibi’m çok kuvvetliydi, bu nedenle onu kaba kuvvetle tutmak çok zordu ama Zübeyde onu nasıl sakinleştireceğini çok iyi biliyordu. Zaten Ağa’m Zühre’ye kaba davranılmasını kesinlikle yasaklamıştı. Gerçi doktorlar onun birisinden korkması gerektiğini söylemişlerdi ama Zübeyde sayesinde buna gerek kalmıyordu.

Zübeyde’nin ikinci görevi de beni Hazara kızı Sara’dan korumaktı. Tabi Sara’yı da benden… Doğum günümde hayatımıza giren Hazara kızı Sara’ya aşık olmaya başlamıştım. Biz büyüdükçe Zübeyde’nin üstümüzdeki baskısı daha da artıyordu. Bizi birbirimize yaklaştırmıyor, birbirimize dokunmamıza izin vermiyordu. Kumru ile bir araya getirmek için de özel bir çaba harcıyordu. Bu çabalar tam aksine beni daha çok Sara’ya bağlıyordu. Bütün bu işler için Ağa’mın Zübeyde’ye emir verip, vermediğini çok merak ediyordum. Sonra “Bu akıllı ve gururlu adam bunu yapamaz!” diye düşünüyordum. Ancak biz Afganlılar işaret dilini konuşma dilinden daha iyi anladığımız için Zübeyde, Ağa’mın düşüncelerini okuyordu.

Ben, her hareketimle Sara’yı kendime bağlamıştım. Aramızda her geçen gün biraz daha kuvvetli bir duygu gelişiyordu. Bizim evde hiçbir zaman hizmetçilerin yeme–içme ve giyim problemi olmazdı; Çünkü biz ne yersek onlar da aynı yemeği yiyorlardı. Buna rağmen sık sık ona tereyağlı çörek götürüyordum. Bir gün hiç unutamayacağım bir hadise oldu. Çok ilginçtir ki uzun yıllar ard arda vatan ve aile problemleri yaşasam da bu olayı unutamadım: Aynı gün Sara ve anası Feride’nin bizim eve taşınmalarının bir ayı dolmuştu. Ancak bu müddet bana çok uzun gelmişti. Sanki biz Sara ile aynı evde doğup büyümüştük. Pencereden bakınca Sara’nın bahçede tek başına olduğunu gördüm. Hemen ekmek üzerine incir reçeli sürerek bahçeye çıktım. Birisi görse bile durumu anlayamazdı. Sara’nın yanına yaklaşıp ekmeği ona verdim. Tam yemek üzereyken Zübeyde beni çağırdı. Yanına gittim, bana bir şeyler söyledi, Sara’nın yanına döndüğümde gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Kumru, reçelli ekmeği Sara’nın elinden alarak köpeğe atmıştı. Köpek ekmeğin önünde, kafasını ön kollarının üstüne koyarak ekmeğe bakıyordu. Sanki başkasının yemeğine tenezzül etmiyor gibiydi. Zavallı Sara’m, benim dönmemi beklediği için bir lokma bile almadan ekmeği elinden alınmıştı.

Bu olayı unutamadım. Sanki Sara ile aramızda oluşan güzel duyguları parça parça ederek köpeklere atmışlardı. O sinirle yumruğumu sıkarak Kumru’nun üstüne yürüdüm. Tam o anda Sara ile bakışlarımız çakıştı. Sakin olmamı istediği her halinden belli oluyordu. O bakışlar karşısında ellerim boşaldı ve yanıma düştü. İçimdeki kin ve nefret sanki bir anda filizlenerek bütün vücuduma hakim oldu.

Bizim ailede hiç kimse ne burka11 ne de çarşaf giyerdi.

Bibi’mden başka kadınların hepsinde baş örtüsü vardı ama herkes istediği gibi bağlardı. Bu özgürlüğü onlara hatta hizmetçilere Ağa’m vermişti. Sara ve Kumru da eşarp bağlıyorlardı. Kumru siyah bir kumaştan elde dikilmiş eşarp Sara ise farklı renklerde ama eski şallar bağlıyordu. Bu rengli şalların altında yuvarlak yüzü, gurub vakti güneşe benziyordu.

Çocukken en çok sevdiğim Nevruz Bayramı, İstanbul’daki düğün faciasına kadar unutamadığım güzel olaylardandı. Kabil’deki evimizde Nevruz için özel hazırlık yapılırdı. En çok sevdğim boyalı yumurtalardı. Zübeyde bunu bildiği için yumurtaları Şubat’ın üçüncü haftasından boyamaya başlardı. Ben yumurtadan bıkana kadar bunu yapmaya devam ediyordu. Nevruz Bayramı’nda topladığım yumurtalarla kendimi zengin birisi olarak görürdüm.

Bazen de bana verilen yumurtaları kendim tokuşturarak kırıyor, sokakta yumurta tokuşturmadan kazandığımı söylerdim. Ağa’m benim yumurtalara olan ilgimi bildiği için İsfahan’dan tahtadan yapılmış yumurtalar getirtmişti. Rengi, şekli hatta ağırlığı yumurta kadardı. Bu tahta yumurta ile sokakta çok sayıda yumurta kazanmıştım. Ağa’m bu yumurtayı medreseye ve sokağa çıkarmamam için iyice tembihlemişti. Gerçekten de bu sahte yumurta bana problem yaratabilirdi. Kabil’in piçleri bunu duysaydı cezam çok ağır olurdu. Ben ise büyük ustalıkla, yumurtanın boyası soluncaya kadar tokuşturma işini başarıyla yürüttüm.

Zühre Bibi’min yemeğini Zübeyde özel olarak hazırlardı. Bibim yemekten sonra azcık olduğu yerde kestirip, daha sonra yatağına giderdi. Çoğu zaman evin köşesindeki beyaz koyun derisinin üstünde, üstüne ince bir pike atılmış, uyurken görürdüm. Sonradan öğrendim ki Zübeyde onun yemeğine afyon katıyormuş. Zühre Bibi’min en çok sevdiği meşguliyet mısır ve nohut kavurmaktı. Bu da sadece kışın soba üstünde oluyordu. Ağa’m onun bu zevkini gidermesi için evin tam ortasındaki ayaklı sobayı kaldırtıp, yere yakın ve biraz daha geniş bir soba koydurtmuştu.

Bibim mısır patlatırken ben hemen komşu çocukları ve hizmetçilerin çocuklarını bize çağırırdım. Sobanın etrafını çevreleyerek otururduk. Sobanın sıcağı vurdukça Bibi’min kızaran yanakları, ona tuhaf bir güzellik verirdi. İlk işe başlayınca giydiği elbiseleri soba kızarmaya başlayınca tek tek çıkarır, en sonunda üstünde ince bez elbisesi kalırdı. Zübeyde ise yardım etmek için sürekli onun yanında olurdu. Hem de aniden bu ince elbisesini çıkaracağından korkuyor gibiydi. Soba kızardıkça, patlayan mısırlar bembeyaz pamuk kozaları gibi saçılıyor, bunu izleyen Bibi’m kahkahalarla gülüyordu. Mısır patlamaları çoğaldıkça Bibi’m neredeyse gülmekten bayılıyordu.

Ağa’m bu manzarayı uzaktan izleyip, arada bir gülümsese de gözlerinin derinliğindeki keder her gün biraz daha kalınlaşıyordu. Biz ise patlayıp yere düşen mısırları kapmak için birbirimizle yarışıyorduk. Bazen birbirine çarpan kafalarımızın çıkardığı patırtı, ardından çıkan “of”, “of” sesleri yeni bir mısırın yere düşmesiyle kayboluyordu. Ben ise bu kalabalıktan istifade ederek Sara’nın ellerine rahatlıkla dokunuyordum.

Nohud ve buğday kavrulması ise bambaşkaydı. Kavurga işi bitmeyene kadar, Bibi’m kimseye vermezdi sadece benim elime arada bir kavurga sıkıştırırdı. Ben de ilk fırsatta onları Sara’nın dudaklarının arasına iterdim. Canı kavurga isteyen diğer çocukların sobaya doğru yaklaşmasını ise uzun tahta kaşığı havada sallayarak önlerdi.

Bazen uzun kaşığı havada sallayarak:

–Yakına geleni sobanın üstüne atarım, diye tehtid ediyordu.

Ben, büyüdükçe Bibi’min bu halini üzülerek seyrediyordum. Kırk yaşlarındaki bu güzel kadın mısır patlatmak, nohut ve buğday kavurgası kavurmaktan başka bir şeyden zevk almıyordu. Bu durumun Ağa’mı nasıl üzdüğünü artık rahatlıkla görebiliyordum.

Ergen gençlerin en çok sevdiği oyun uçurtma uçurmak ve çizgiden kurtarma oyunu12 olsa da benim ilgimi bunlar çekmiyordu. Çünkü uçurtmanın ipinin elimi kesmesine dayanamıyordum. Daire oyununu da deri kemer dayağı yememek için istemiyordum. Bir defasında yaklaşık bir saat dayak yemiştim. Ondan sonra bir daha bu oyuna yaklaşmadım.

Bahçemizin arka duvarı boş bir arsaya bakıyordu. Oradaki duvarın önünde topladığımız yassı taşları belli bir uzaklıktan vurmaya çalışıyorduk. Bu oyunu o kadar oynamıştık ki attığımız taşlardan duvara çarpanlar, duvarın tüm sıvasını dökmüştü. Ben solaktım ama iyi nişancıydım. Hatta bir defasında komşumuzun danasını tam kafasından vurmuştum, dana yerde epeyce böğürdü. Bir daha da kimseye, hatta hayvanlara bile taş atmadım.

Bu taş oyununu da bana Nevid öğretmişti. Beni yenen tek kişi de oydu. Onlarla karşılıklı komşuyduk. Sağır ve dilsizdi. Ancak onun enerjisi kollarında toplanmıştı. Bir defasında bir arkadaşı ile bir kilo ayçiçek helva ile bahse girdi. Bahsin konusu Nevid’in bir yumrukta bir sıpayı yere devirip devirmeyeceği idi. Şöyle bir gerildi ve bir yumrukta sıpayı yere devirdi. Tabi kazandığımız helvayı hep beraber yedik.

Benden başka tüm mahallenin çocukları onu küçümsüyorlardı. Sonradan anladım ki herkes onun fiziki gücünü kıskanıyordu. Çünkü Kabil’de akıl gücü değil, fiziki güç önemliydi. Ancak keskin nişancı olmak ise fiziki gücü de yenerdi. Kolu kuvvetli, korkusuz olanlar Kabil’de saygı görürdü. Nevid’de bunların ikisi de vardı. Genellikle onunla tüm oyunları ortak oynardık. Biz işaretlerle birbirimizi anlıyorduk. Diğerleri bizim ne konuştuğumuzu anlamadıkları için oyunu biz kazanırdık. Uzun zaman Nevid’i evimizin hizmetçisi olarak gördüm. Ancak bana nar suyu yerine soğuk çay verdikten sonra onunla arkadaş olduk.

YAYLA

Biz yaylaya yılda toplam iki defa giderdik. Buradaki çadır ve kulübelerdeki tezgahlarda ilmik ilmik dokunan halılara bakmayı çok severdim. Bazen kulübelerdeki iplik yumaklarını top olarak kullanır, onlarla oynardım. Başka çocuklar bunu yapamazlardı ama bana kimse bir şey demiyordu. Ağa’mın koyun ve deve sürülerinden alınan yünler, önce yıkanır, sonra iplik yapılır ve dokuma tezgahına taşınırdı. Burada dokunan kilim ve halılar yaz ayının bitmesi ile birlikte Kabil’e taşınırdı. Yaylada hoşlanmadığım tek şey yıkanmış yünün kokusuydu. Hatta döşemeye serilen halılar tertemiz, çiçek gibi oluyordu ama burnuma dolan islak yün kokusu nedeniyle halıdan uzak duruyordum. Sanki bu koku içime işliyordu. En çok babamla sohbet edecek zamanımız olduğu için yaylaya gitmekten hoşlanıyordum. Yaylada babamla güzel vakit geçiriyorduk. Onunla sohbet etmek imkanımız oluyordu. Yine böyle bir zamanda bana: “Hiç bir kıza yalan yere ümit verme. Evlendiğin kadını ise boşamamaya gayret et!” demişti. Mücadeleci bir hayatım olsa da, hayatın genel kanunlarına uysam da babamın vasiyetini bozacağımı nereden bilebilirdim ki? Hem de tekrar, tekrar bozacaktım!

Babamın vasiyetine uymayınca azap çekeceğimi, hayatın beni kadınlarla sınav edeceğini nereden bilebilirdim? Ben büyüdükçe annemle babamın gözleri ışıklanıyordu. Bir gün Ağa’mın kendilerini af edeceğini ümitle beklemeye devam ediyorlardı. Sanırım bu af, sadece benim Kumru ile evlenmem sonucunda gerçekleşecekti. Ancak kader annemle babam için böyle bir fırsat vermeyecekti.

Radikal İslamcı bir genç 1982 yılının yaz ayında annemle babamı kurşunladı. Babam teröristin niyetini anlayarak kendisini annemin önüne atmıştı ama karın boşluğundan geçen ilk mermi annemin karaciğerini dağıtmıştı. Birkaç mermiden sonra tabancası tutukluk yapan terörist tabancasını orada atarak kaçmıştı. Ne yazık ki bu teröristin izini bulamadılar.

Bu olaydan iki gün önce annemle avluda çay içerken, aniden: “Benim neden kardeşim yok?” diye sormuştum. Annem utanarak hafifçe kızardı. Bana sitemle: “Utanmaz!” dedi. Gözlerinin yaşardığını görünce bu soruyu sorduğum için pişman olmuştum. Annem yerinden kalkıp eve gitti ve az sonra geri döndü. Parmakları ile saçlarımı tarar gibi yaptı. Sonra baş parmağım büyüklükte kadifeden dikilmiş bir torbayı boynuma astı. Sonra ipek gibi yumuşak elleri ile yüzümü tutarak kafamı biraz yukarıya kaldırdı. Avurtlarımı sıktığı için dudaklarım öne doğru çıkmıştı. Birkaç saniye gözümün içine bakarak:

–Bunu sakın kaybetme! Annenin nefesi var onun üstünde, seni koruyacaktır.

Gözlerinde biriken gözyaşı alnıma damladı.

–Niye ağlıyorsun anne?

–Sevincimden oğlum, sevincimden!

Ondan duyduğum son sözler bunlardı. Ertesi gün de bu facia oldu. Annem olay yerinde rahmetli oldu. Babam ise altı ay hastanede yattıktan sonra bastonla yürüyebildi.

Gün geçtikçe evdeki hava ağırlaşıyordu. Babam ağrılarını ve içinde bulunduğu durumu unutmak için kendisini içkiye vermişti. Bazen o kadar sarhoş olurdu ki ayakta durmakta zorlanırdı ama kimseye zarar vermezdi. Sarhoşken beni görmeye, ayıkken de Ağa’mı görmeye gelirdi. Sanki kurtuluş arıyordu. Babamın her iki hali de beni üzüyordu. Ağa’m da onun bu haline üzülüyordu ancak onu sakince dinlemekten başka bir tepki vermiyordu. Feleğin babamı da bana çok göreceğini nereden bilebilirdim. Bir yıl sonra da bütün malının bana verilmesini vasiyet ederek sesizce ortadan kayboldu.

 

Yalnız kalınca Ağa’mın evine yerleştim. Kendimi çok şanslı hissediyordum. Artık sürekli sevdiğimin yanında olacaktım. Ancak bu olay aklıma gelince şimdi bile utanıyorum. Ailemin ölümü bana başka bir mutluluk vermişti. Büyüdükçe gam ve kederim de büyüyordu. Neyse ki defter kalem ile aram iyiydi, kendimi onlarla meşgul ediyordum. Yoksa ben de mahallenin diğer gençleri gibi uyuşturucu bağımlısı olurdum. Belki de farklı bir olayın kurbanı olurdum. En iyimser ihtimalle muhacirlerle birlikte dağlara çıkmış olurdum. Gerçi muhacirlere sempati ile bakıyordum ama bunun bir çıkış yolu olduğunu düşünmüyordum.

Çocukluğumdan beri yeşili ve suyu çok seviyordum. Bu tutkum yeni oyunlar icat etmeme neden olmuştu. Medreseye gidinceye kadar bahçe kapımızın yanında meşe–meşe oyunu icat etmiştim. Ağaçların yapraklarını kopararak onları ikiüç karış uzunluğundaki toprağa diker ve sulardım. Tabiki yaprakların doğal suyu bitince solmaya başlarlardı. Ağa’mın kuraklıkla ilgili fikirlerini dinledikten sonra hidroloji mühendisi olmaya karar vermiştim. Çünkü bu kuraklıklar, zaman zaman Afganistan’da hükümetleri bile değiştirmişti. Hidrolog olmaya karar verince de, bu işin içine girmeye başlayınca da o meşe meşe oyunlarını sık sık hatırlardım.

Kendimi bildim bileli bu fikirleri kafamdan geçiriyordum. Afganistan’ın haline bakınca ya yağmur sularını toplamayı veya yer altından su çıkaracak teknolojileri düşünüyordum. Böylece ülkemizde çok sayıda göl olacak, etrafları ağaçlarla bezenecek, kayalıkların etrafında yeşillikler bitecekti. Aslında bu fikirleri Ağa’mdan almıştım.

Bir defasında çok güçlü bir sel Kabil’i bastı. Bu korkunç olayı evimizin avlusundan seyrediyorduk. Yerin altından gelen sular bizim evin karşısındaki yolun sol tarafını patlatarak havaya fışkırıyordu. İçimden bu suyun hiç kesilmemesi için dua ediyordum. Birkaç saat sonra o havaya fışkıran sular önce yavaşladı sonra tamamen kesildi. Yağmur sonra topraktan yayılan koku beni büyülüyordu.

Ağa’ma dönerek:

–Ağa, bu sel neden deniz olmadı, dedim.

Ağa’m ciddi bir şekilde yüzüme bakarak:

–Sular yeryüzünde nasıl akıyorsa, yerin altında da aynı şekilde akıyor. Hatta gökyüzünde de, dedi.

O anda bu sözleri pek anlayamamıştım. Zaman içerisinde bu fikirler zihnime yerleşmişti: Yer altında tektonik olayların meydana gelmesi, bulutların yer değiştirmesinin sebeplerini, suların farklı oranda birleşimleri ile ilgili bilgilerim arttıkça, doğa ilimlerine olan merakım da artıyordu. Suya olan ilgimi anlayan Ağa’m beni, “Naqlu”, “Qargha”, “Şah ve Arus”, “Bend–Emir”, “Dehle” barajlarına götürmüştü. Dehle barajına iki defa gittik. İkinci gidişimiz daha ilginç olmuştu: Barajın yakınlarındaki antik köyde Ağa’mın eski bir tanıdığının evinde üç gün kaldık. Gündüzleri balık tutmak ve sandalla gezmek için baraj gölüne gidiyorduk. Burada gördüğüm güzellik bana Sara’nın gözlerindeki güzelliği hatırlattı. Suların dibindeki yosunları görünce sanki benim mutlu olmam için Sara’nın gözlerinin rengini buraya aktarmışlar gibi geldi.

Böylece yıllar geçti. On altı yaşına geldiğimde Ağa’mla beraber Türkmenistan’ın sınırına altı günlük bir gezi yaptık. İki araba ile yola çıkmıştık. Bizim arabayı Ağa’m kullanıyordu. Ön koltukta ben, arkada ise Kumru ile Sara oturuyordu. Diğer arabada ise Dursun ile karısı ve Zühre Bibi’m vardı. Mürgab Çayı’nın küçük bir kolu ile beslenen gölün sahilinde mola verdik.

Ağa’mın bu geziyi benim suya olan ilgimi artırmak için düzenlediğine emindim. “Pınare Abı germ”13 adındaki bu küçük gölün her tarafından buharlar yükseliyordu. Ağa’m bu gölün özelliğinden ve faydalarından epeyce bilgi verdi. Bu nedenle araba durur durmaz ilk olarak ben indim ve gözlerim yüzen salı aradı. Sudan tuhaf bir koku geliyordu. Biraz uzaktan masmavi görünen bu göl, yakına gelince yemyeşil olmuştu. Tahminen bir hektarlık alanın dörtte üçü kayalıklarla kaplıydı. Gölün kaynağı iki ayrı yerden çıkıyordu. Kayaların olduğu taraftan çıkan su, buz gibi, diğer taraftan çıkan su ise kaynar denecek kadar sıcak ve kokuluydu. İlginç olan ise gölün suyu birbirine karışmıyordu.

Ağa’m yere iner inmez kokulu su ile elini yüzünü yıkadı. Kumru burnunu tutarak arabaya geri döndü. Sara ise aynı Ağa’m gibi yaparak bir avuç suyu yüzüne çarptı. Sonra kendisini izlediğimi görünce hafifçe gülümseyerek sanki “Senin için her şeye varım!” demek istiyordu. Tam o anda milli Afgan kıyafeti giymiş yaşlı birisinin bize doğru geldiğini gördüm. Başında pakol ve üstünde her Afganlının giydiği uzun, düğmeli ceketin her tarafı kir içindeydi. Özellikle ceketin ceplerini kapatan parçanın rengi, üstündeki kir nedeniyle değişmişti.

Biraz yaklaşınca:

–Köyümüze hoş geldiniz sahip, diyerek elini kalbinin üstüne koyup Ağa’mı selamladı.

Geleneklere göre selam verirken hafifçe eğilmişti. Ağa’m elini onun omzuna koyarak selamını aldı.

Sonra gölü işaret ederek:

–Hanımları ve çocukları sal ile gezdirmek için geldik.

Adamın gözleri ateşi sönen mum gibi kısıldı. Suçlu bir şekilde erkekçe cevap verdi:

–Salın ipi çürümüş. Bu tarafa çekemiyoruz. Altı aydır ümidimizi rüzgara bağlamıştık ki belki salı bu tarafa getirir diye. Eğer tarafa gelirse, ipini değiştireceğiz. Falcı kadının dediğine göre birileri onu kırmış ve küstürmüş. Bu nedenle sadaka istiyor. Ben de her Cuma günü yarım girvenke14 ekmek kırıntısını kayalıklardan göle doğru atıyorum.

Ağa’m ağızlığa takılı sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra serçe parmağı ile sigaranın izmaritini yere attı. Tütün tabakasını çıkararak yeni bir sigara sarmaya başladı. Adama doğru bakmadan:

–Gelir! Sal, beni, çocuklarımın yanında mahçup etmez.

Biz yere açılan sofrada karnımızı doyururken salın bize doğru geldiğini fark etmemiştik bile. Ben ayağa kalkıp salın geldiğini söylediğimde, Zühre Bibi’m ve Kumru’dan başka herkes ayağa kalktı. Yere serilen küçük kilimin köşesine oturan Zühre, Kumru’nun başını dizine dayamış onun saçlarını okşuyordu. Kumru’nun saçlarının okşandığını görünce annemi çok özlediğimi hatırladım. Öldüğünden beri ilk defa anne hasretini bu kadar şiddetli hissetmiştim. O anda “Keşke yaşasaydı da, Bibi’m gibi hasta olsaydı!” diye düşündüm. Düşüncemden irkildim ve hemen bu düşünceyi kafamdan çıkarmaya çalıştım; Çünkü annemin Zühre gibi olmasını, onun kadar acı çekmesini asla istemezdim. Ben annemin bu şekilde acı çektiğini görseydim kalbim parcalanırdı.

İlk bakışta bir adayı andıran sal, kalın ağaçlardan yapılmış, üstüne bir karış kalınlığında toprak dökülmüştü. Gölün kenarlarında biten çiçekler sal kenarlarında da vardı. Yüz metre karelik salın üstünde birkaç tane iri taş da vardı.

Birazdan salın üstündeydik. Dursun, salın tam ortasında beline bağladığı uzun ipin diğer ucunu arabanın çeki demirine bağlamıştı. Sal, suyun soğuk bölümünde yavaş yavaş sallanıyordu. Ben sala yüzükoyun uzanmış balıkları seyrediyordum. Az sonra Sara’da yanıma gelerek benim gibi yüzükoyun uzandı. Aramızda irice, yüzeyi delikli, ilk bakışta çürümüş dişe benzeyen iri bir taş parçası vardı. Az sonra toplandık. Sanırım Kumru gibi o da kükürtün kokusundan tiksinmişti… Ancak bir deste yosun toplamıştı yine de.

Sara, elindeki yosunların suyu süzüle süzüle onlardan bir taç örmeye başladı. Belki bahçede olsaydık taçın kenarlarına lale, nergiz, papatya gibi çiçekler de koyacaktı. Şimdi sadece yosunlardan örülmüş tacı başına koydu. Yosunlardan süzülen sular, yüzünden aşağıya doğru akmaya başladı. Bu sular, bir kavunun toprak tarafında beyaz kalan yüzeyi gibi bir iz bırakmıştı. Dursun ona bakıp, eleştirmek için bir şeyler söyleyecekken Ağa’mın sert bakışları ile durdu. Sara kendi halindeydi. Yosunun rengi onun gözlerinin yeşilliğini biraz daha koyulaştırmıştı. Yüzünde dünyanın en mutlu insanının ifadesi vardı. Zarif dalgaların altında dans eden yosunların, yüzeye çıkmak için sallanan kolları, Sara’nın eşarbının altından gözlerine dökülen saçları gibi mutluluk tablosu oluşturuyordu.

Evet, ben Sara’nın gözlerini sevmiştim. Masmavi suyun dibinden görünen yemyeşil yosun gibi gözleri beni büyülemişti. Bu yeşil gözleri onun yüzüne bambaşka bir güzellik veriyordu. Büyüdükçe bu gözlere bakmaktan kendimi alamıyordum. Ancak onunla karşılaşınca bakışlarını benden kaçırıyordu. Böyle utangaç oluşu beni daha çok tetikliyordu. Onun bu utangaç ve iffetli davranışı, namahremlere bakmaması “Allah’a dua!” diye düşünüyordum. Gözlerindeki ışığın kaynağı, yeşil renginden miydi yoksa doğal hali böyle miydi bilemiyordum.

Yemekten sonra Ağa’mla gölün yukarısına doğru gittik. Biraz uzaklaşınca sarp kayalıkların üzerinde havuza benzeyen küçük bir gölcük gördük. Gölün suyu o kadar berraktı ki bakınca insanın gözlerini alıyordu.

Ben hemen Ağa’ma dönerek:

–Burada yüzebilir miyim, diye sordum.

Ağa’m önce “Olur!” diye cevap verdi ama gözlerini kısarak daha dikkatli bir şekilde göle bakınca:

–Bu gölde su yılanları var. Aniden yüzeye çıkarlar. Bu yılanlar zehirli değildir; Ama ısırabilirler. Eğer korkmayacaksan yüzebilirsin.

9Semaverin ortasında ateş yakılan yer.
10Bakırdan yapılan mermi.
11Burka:Sadece yüz bölgesinde küçük delikli parçası olan dini giyim. Taliban döneminde Afganistan’da mecburi giyim.
12Sert toprağa çizlien bir daire içindeki ebeyi kemerle dövmek. Bu olaydan kurtulmak için ebenin kendisini döven bir kemeri yakalayıp kemerle vuran kişyi daire içine çekmesi gerekirdi.
13Farsça: Sıcak su kaynağı.
14Girvenke: Eskiden kullanılan ölçü birimi. 1 girvenke 400 grama eşittir.