Kürk Mantolu Madonna

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Hasta adam “Şuraya oturuverin canım!” diyerek yatağın ayak ucunu gösterdi.

Şöyle iliştim. Karşımdakinin sırtında, dirsekleri delinmiş, alacalı bulacalı, yünden örme bir kadın hırkası vardı. Başını karyolanın beyaz demirlerine dayamıştı. Elbiseleri benim bulunduğum tarafta, karyolanın ayak ucunda üst üste asılmış duruyordu.

Odayı gözden geçirdiğimi hisseden ev sahibi “Ben burada çocuklarla beraber yatarım… Odayı darmadağın ediyorlar… Zaten küçük ev, sığamıyoruz da…” dedi.

“Kalabalık mısınız?”

“Eh, epeyce! Bir yetişkin kızım var; liseye gidiyor. Bir de sizin gördüğünüz… Sonra baldızım ve kocası, iki kayınbiraderim… Hep beraber oturuyoruz. Baldızımın da çocukları var… İki tane… Ankara’da ev derdi malum. Ayrı çıkmaya imkân yok…”

Bu sırada dışarıda ikide birde zil çalıyor, gürültüden ve bağıra bağıra konuşmalardan eve aile efradından birinin geldiği anlaşılıyordu. Bir aralık odanın kapısı açıldı. İçeri kırk yaşlarında, kesik saçları kulaklarına ve yüzüne dökülmüş, şişmanca bir kadın girdi. Raif Efendi’nin kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Öteki ona cevap vermeden beni işaret ederek “Daire arkadaşlarımdan…” diye takdim etti. “Refikam.”

Sonra karısına dönerek “Ceketimin cebinden al!” dedi.

Kadın bu sefer kulağına filan eğilmeden söylendi:

“Ayol, para için gelmedim, kim gidip alacak… Sen de bir türlü kalkamadın!”

“Nurten’i yollayıver. Üç adımlık yer!”

“Gece vakti bacak kadar çocuğu bakkala nasıl yollarım? Bu soğukta, sonra kız… Hem git desem bile beni dinler mi?”

Raif Efendi düşündü, düşündü; sonra, sanki nihayet bir çare bulmuş gibi başını sallayarak “Gider, gider!” dedi ve önüne baktı.

Kadın çıktıktan sonra bana dönerek “Bizim evde de ekmek almak bir mesele… Bir hastalandık mı gönderecek adam bulamazlar!” dedi.

Pek üstüme vazifeymiş gibi “Kayınbiraderleriniz küçük mü?” diye sordum. Yüzüme baktı; cevap vermedi. Hatta çehresinin ifadesi sualimi hiç duymamış intibasını bırakıyordu. Fakat birkaç dakika sonra “Hayır, ufak değiller!” dedi. “İkisi de işe gidiyorlar. Onlar da bizim gibi memur. Bacanak İktisat Vekâletindedir, birer işe yerleştirdi. Okumadılar, ellerinde bir ortamektep şehadetnamesi12 bile yok!”

Sonra, birdenbire sözünü keserek sordu:

“Tercüme için bir şey mi getirdiniz?”

“Evet… Yarına lazımmış. Sabahleyin hademeyi gönderecekler!”

Kâğıtları aldı, yanına bıraktı.

“Ben de hastalığınızı merak ettim.”

“Teşekkür ederim… Uzunca sürdü. Cesaret edip kalkamıyorum!”

Bakışlarında garip bir tecessüs vardı. Alakamın sahi olup olmadığını araştırır gibiydi. Onu inandırmak için birçok şeyler yapmaya hazırdım, fakat ilk defa olarak herhangi bir şekilde bir heyecan ifade ettiğini gördüğüm gözleri çabucak eski ifadesizliklerine ve o her zamanki bomboş tebessüme döndüler.

İçimi çekerek kalktım. Birdenbire doğrulup elimi tuttu.

“Ziyaretinize teşekkür ederim oğlum!” dedi.

Sesinde bir sıcaklık vardı. İçimden geçenleri sezmişe benziyordu.

***

Hakikaten Raif Efendi’yle aramızda bugünden sonra bir yakınlık hasıl oldu. Onun bana karşı olan muamelesinin değiştiğini pek söyleyemeyeceğim. Hele benimle samimi olduğunu, bana içini açtığını iddia etmek aklımdan bile geçmez. O hep aynı kapalı, sessiz insan olarak kaldı. Gerçi bazı akşamlar daireden beraber çıkarak evine kadar yürür, hatta bazen içeri de birlikte girerek kırmızı mobilyalı misafir odasında birer kahve içerdik. Fakat bu esnada ya hiç konuşmaz yahut da havadan sudan, Ankara’nın pahalılığından, İsmetpaşa Mahallesi’ndeki kaldırımların bozukluğundan bahsederdik. Evine, çoluk çocuğuna dair bir şey söylediği nadirdi. Ara sıra “Bizim kız riyaziyeden13 gene kırık numara almış!” der, sonra hemen lafı değiştirirdi. Ben de bu hususta bir şey sormaktan çekiniyordum. Kendisini ilk ziyaret ettiğim akşam karşılaştığım aile efradı, üzerimde pek iyi bir tesir bırakmamıştı.

Hastanın yanından çıkıp holden geçerken ortadaki büyük masanın etrafına dizilmiş gördüğüm iki delikanlı ile on beş on altı yaşlarında bir genç kız, birbirlerine sokularak, benim arkamı dönmemi beklemeden fısıldaşıp gülmeye başlamışlardı. Gülünecek bir tarafım olmadığını biliyordum. Fakat bunlar da o yaşlardaki her kof insan gibi, ilk rastladığının suratına gülmeyi bir nevi üstünlük alameti sayanlardandı. Küçük Nurten bile ablasına ve dayılarına uymak için çırpınıyordu. Sonradan bu eve her gidişimde aynı şeyi gördüm. Ben de henüz gençtim, yirmi beş yaşımı doldurmamıştım, fakat birtakım genç insanlarda gördüğüm bu garip itiyat; tanımadıkları, ilk defa gördükleri bir insanı pek tuhaf bir şey telakki etmek merakı, hayretimi uyandırıyordu. Raif Efendi’nin vaziyetinin de pek hoş olmadığını ve bu kalabalığın içinde onun fazla ve lüzumsuz bir şey gibi durduğunu fark ediyordum.

Sonradan, bu eve gidip geldikçe bu çocukların hepsiyle ahbap oldum. Hiç de fena insanlar değillerdi. Yalnız boş, bomboş mahluklardı. Yaptıkları münasebetsizlikler hep buradan geliyordu. İçlerinin esneyen boşluğu karşısında ancak başka başka insanları istihfaf ve tahkir etmek, onlara gülmek suretiyle kendilerini tatmin edebiliyorlar, şahsiyetlerinin farkına varıyorlardı. Konuşmalarına dikkat ederdim. İktisat Vekâletinin en küçük iki memuru olan Vedat’la Cihat’ın daire arkadaşlarını, Raif Efendi’nin büyük kızı Neclâ’nın da mektep arkadaşlarını çekiştirmekten, kendilerinde de aynen mevcut olan birtakım giyiniş ve hareket garabetlerini yalnız başkalarında görüp alaya alarak fıkır fıkır gülmekten başka işleri yoktu:

“Muallâ’nın düğünde giydiği o tuvalet neydi ayol? Kıh, kıh, kıh!”

“Kız bizim Orhan’ı nasıl tersledi, bir görseydin… Kah, kah, kah!”

Raif Efendi’nin baldızı Ferhunde Hanım, üç ve dört yaşlarındaki iki çocuğu ile uğraşmaktan ve bunları ablasına bırakmak fırsatını bulur bulmaz, sırtına bir ipekli elbise geçirip alelacele boyanarak gezmeye gitmekten başka bir şey düşünecek hâlde değildi. Kendisini ancak birkaç kere, büfenin üstündeki aynada, boyalı ve ondüleli saçlarını tüllü şapkasının altına yerleştirmeye uğraşırken gördüm. Daha oldukça genç, henüz otuz yaşlarında olduğu hâlde, gözlerinin ve ağzının kenarını sayısız buruşukluklar kaplamıştı. Boncuk mavisi gözleri, eşya üzerinde bir saniyeden daha fazla duramıyor ve doğduğu andan beri mahkûm olduğu sebepsiz bir iç sıkıntısını aksettiriyordu. Üstleri başları daima bakımsız, yüzleri ve elleri daima kirli ve benizleri daima soluk olan çocuklarına, anlayamadığı melun bir düşmanın musallat ettiği iki ceza gibi kızıyor, süslenip sokağa çıkacağı sırada kirli elleriyle üstüne dokunmamaları için onları yanından nasıl uzaklaştıracağını bilemiyordu.

Ferhunde Hanım’ın kocası, İktisat Vekâleti şube müdürlerinden Nurettin Bey ise bizim Hamdi’nin bir başka türlüsüydü. Otuz otuz iki yaşlarında, kumral ve dalgalı saçlarını ihtimamla arkaya tarayıp berber çırakları gibi kabartan, “Nasılsınız?” dedikten sonra bile büyük bir hikmet savurmuş gibi dudaklarını birbirine yapıştırarak hafifçe başını sallayan bir adamdı. Konuşurken insanın yüzüne sabit gözlerle bakar ve bu esnada gözlerinin içinde “Yahu, sizin söyledikleriniz de laf mı? Siz ne bilirsiniz sanki?” diyen bir tebessüm dolaşırdı.

Bir sanayi mektebini bitirdikten sonra dericilik tahsil etmek üzere nedense İtalya’ya gönderilmiş, fakat orada ancak biraz lisan, bir de mühim adam tavırları almayı öğrenmişti. Bununla beraber, hayatta muvaffak olmak için mühim meziyetleri vardı: Bir kere kendisini, büyük bir itimatla, pek yüksek makamlara layık görüyor ve bilip bilmediği her vadide olur olmaz fikirler yürütmek, istisnasız herkesi istihfaf etmek suretiyle etrafındakileri kıymetine inandırıyordu. (Ev halkındaki bu istihfaf illetinin onlara, pek hayran oldukları bu enişteden geçtiğini zannediyorum.) Sonra üstüne başına çok dikkat ediyor, her gün tıraş oluyor, yıpranmış pantolonlarını kendi nezareti altında sıkı sıkı ütületiyor, ayakkabının en şıkını, çorabın en fantezisini bulmak için bir cumartesi gününü dükkân dükkân gezmeye hasredebiliyordu. Hatta sonraları öğrendiğime göre, aldığı maaş kendisinin ve karısının giyimine ancak yetmekte, iki kayınbiraderin eline geçen otuz beşer liradan da bir hayır olmadığı için evin bütün masrafı bizim Raif Efendi’nin cılız ücretine yüklenmekteydi. Buna rağmen, evde zavallı ihtiyardan başka herkesin borusu ötüyordu. Raif Efendi’nin, daha kırk yaşına gelmeden ihtiyarlayan, gevşemiş etleri, göbeğine kadar sarkan memeleriyle acayip bir şişmanlığı birleştiren karısı Mihriye Hanım, bütün gününü mutfakta yemek pişirmek, boş zamanlarında yığın yığın çocuk çorabı yamamak ve kız kardeşinin birbirinden haşarı “yumurcaklarına” bakmakla geçirdiği hâlde, bir türlü ev halkına yaranamıyordu. Hiç kimse evin nasıl döndüğünü sormuyor, sadece kendisini çok daha yüksek bir hayata layık gördüğü için, yemekleri beğenmemek, bir şeye dudak büküp burun kıvırmak suretiyle, yeni bir tatsızlık çıkarıyordu. Nurettin Bey “Bu ne biçim şey canım?” derken âdeta “Benim verdiğim yüzlerce lira nereye gidiyor Allah aşkına?” demek ister gibiydi. Boyunlarına yedi liralık eşarp takan kayınbiraderler ise “Ben bu yemeği sevmedim, bana yumurta pişir…” yahut “Ben doymadım, bana sucuk kızartıver!” diye Mihriye ablalarını sofradan kaldırıp mutfağa yollamaktan hiç çekinmiyorlar, sonra da herhangi bir akşam ekmek almak için on bir kuruş lazım olunca, bunu ceplerinden vermeye kıyamayarak, odasında hasta yatan Raif Efendi’yi daldığı uykudan uyandırıyorlar; bu da yetmiyormuş gibi onun niçin hâlâ iyi olmadığına ve bakkala kendisinin gitmediğine kızıyorlardı.

 

Evin, misafirlerin gözüne görünmeyen kısımlarındaki perişanlığına mukabil, holdeki ve misafir odasındaki intizam bir dereceye kadar Neclâ’nın eseriydi. Fakat ötekiler de temasta bulundukları ahbaplarına karşı evlerinin suratına bu şekilde bir maske geçirmeyi muvafık bulmuşlardı.

Bu yüzden, hatta kendileri de iştirak etmek suretiyle, mobilya mağazalarına senelerce taksit ödemişler, bir hayli sıkıntıya katlanmışlardı. Fakat şimdi kırmızı kadife takımlar misafirleri takdirle başlarını sallamaya sevk ediyor ve on iki lambalı radyo, bütün mahalleyi gürültüye boğabiliyordu. Camekânlı büfede dizili duran altın yaldızlı kristal içki takımı ise sık sık getirip beraber rakı içtiği arkadaşlarına karşı Nurettin Bey’i asla küçük düşürmüyordu.

Bütün bu yükleri çeken Raif Efendi olduğu hâlde, evde onun yokluğu ile varlığı müsavi14 gibiydi. En küçüğünden en büyüğüne kadar herkes onu fark etmez görünüyordu. Kendisiyle gündelik ihtiyaçlardan ve para meselelerinden başka bir şey konuşmazlardı; çok kere bunları da Mihriye Hanım vasıtasıyla halletmeyi tercih ediyorlardı. Sanki cansız bir makine sabahleyin birtakım siparişlerle dışarı bırakılıyor, akşamüzeri kolları dolu bir hâlde dönüyordu. Beş sene evvel, Ferhunde Hanım’la evlenmek istediği sıralarda, Raif Bey’in peşini bırakmayan, ona hoş görünmek için türlü türlü roller yapan, nişandan sonra eve her gelişinde müstakbel bacanağına da gönül alacak bir şey getirmeyi unutmayan Nurettin Bey bile, şimdi bu kadar manasız bir insanla aynı evde oturmaktan sıkılır gibiydi. Onun niçin daha fazla para kazanmadığına, niçin daha lüks bir hayat temin etmediğine kızıyorlar, fakat aynı zamanda onun bir hiç, ehemmiyetsiz ve kıymetsiz bir sıfır olduğundan emin bulunuyorlardı. Oldukça aklı başında bir insana benzeyen Neclâ ile henüz ilkmektebe devam eden Nurten bile, ihtimal eniştelerinin, teyzelerinin ve dayılarının tesirleriyle, babalarına karşı umumi havaya uymuşlardı. Ona gösterdikleri sevgide, bir angarya savarmış gibi bir acelecilik; onun hastalığıyla alakalarında, bir fukaraya gösterilen yalancı merhamet gibi bir özentilik vardı. Yalnız karısı, senelerden beri bir saniye bile hafiflemeyen işler ve geçim dertleriyle biraz aptallaşmışa benzeyen Mihriye Hanım, kocasıyla elinden geldiği kadar meşgul oluyor, onun kendi evlatları tarafından küçük görülmemesi, horlanmaması için gayret ediyordu.

Akşam yemeğinde bir misafir bulunduğu zaman kardeşlerinin veya Nurettin Bey’in “Eniştem gidip alıversin!” diye yüksek sesle emretmelerine meydan vermemek için kocasını yatak odasına çekerek tatlı olmaya çalışan bir sesle “Haydi, şu bakkaldan sekiz yumurta ile bir şişe rakı alıver. Şimdi onları sofradan kaldırmayalım!” diyor, fakat kocasının ve kendisinin bu sofralara neden oturmadıklarını, kırk yılda bir bunu yapacak olurlarsa neden âdeta diğerlerine karşı bir saygısızlıkta bulunmuşlar gibi rahatsız bakışlarla karşılaştıklarını artık kendisi de düşünmüyor, belki bunu fark bile etmiyordu.

Raif Efendi’nin de karısına karşı garip bir rikkati vardı. Aylardan beri sırtına bir kere bile mutfak elbisesinden başka bir şey giymeye vakit bulamayan bu kadına hakikaten acır gibiydi. Ara sıra “Nasılsın hanım, bugün çok yoruldun mu?” diye sorar, bazen onu karşısına alarak çocukların sınıf geçme vaziyeti, yaklaşan bayramın masrafları hakkında konuşurdu.

Fakat diğer aile efradına karşı en küçük bir manevi bağla merbut15 olduğunu gösterecek alametler yoktu. Bazen büyük kızına gözlerini diker, ondan bir şeyler, sıcak, tatlı bir şeyler bekler gibi dururdu. Fakat bu anlar çabucak geçer, çocuğunun manasız bir kırıtışı, yersiz bir gülüşü ile sanki aradaki boşluk birdenbire kendini gösteriverirdi.

Raif Efendi’nin bu hâlleri üzerinde çok düşündüm. Böyle bir adamın -nasıl bir adamın, bunu ben de bilmiyordum, fakat onun göründüğü gibi olmadığına emindim- evet, böyle bir adamın kendisine en yakın insanlardan isteyerek kaçmasına imkân yoktu. Bütün mesele, etrafındakilerin onu tanımamasındaydı ve o da kendini tanıtmak için herhangi bir teşebbüste bulunacak adam değildi. Bundan sonra aradaki buzu çözmeye, bu insanların birbirlerine karşı duydukları müthiş yabancılığı gidermeye imkân yoktu. İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.

Yalnız, söylediğim gibi, Raif Efendi büyük kızından, Neclâ’dan bir şeyler bekler gibiydi. Yüzünün hareketlerinde, ağzını, ellerini oynatmakta boyalı teyzesini taklit eden ve bütün manevi kuvvetini de eniştesinin ukalalığından alan bu kızın, bu kalın dış kabuklara rağmen içinde sahici insandan bir şeyler kaldığını zannettirecek alametler mevcuttu. Babasına karşı arsızlığını hakaret derecesine getirmeye çalışan kardeşi Nurten’i azarlayışında bazen hakiki bir infial seziliyor, sofrada veya odada Raif Efendi’den pek istihfafla bahsedildiği sıralarda hızla kapıyı vurup çıktığı oluyordu. Fakat bu hâller, içinde saklanıp kalmış olan insanlığın ara sıra nefes almak için yaptığı hamlelerden ibaretti ve muhitinin senelerce sabırlı bir çalışma ile vücuda getirdiği sahte şahsiyet, asıl hüviyetinin başkaldırmasına meydan vermeyecek kadar kuvvetliydi.

Fakat belki de gençliğimin verdiği tahammülsüzlükle, Raif Efendi’nin bu âdeta korkunç sessizliğine kızıyordum. Şirkette olsun, evde olsun, kendisine ruhen tamamen yabancı insanların onu adamdan saymamalarını hoş görmekle kalmıyor, bunda âdeta bir nevi isabet de buluyordu. Gerçi etrafları tarafından anlaşılmayan, haklarında daima yanlış hükümler verilen insanların zamanla bu yalnızlıklarından bir gurur ve acı bir zevk duymaya başladıklarını biliyordum, fakat hiçbir zaman etrafın bu hareketini haklı bulacaklarını tasavvur edemiyordum.

Birçok vesilelerle, onun hisleri kütleşmiş bir adam olmadığını fark etmiştim. Hatta bunun aksine olarak çok alıngan, gayet ince görünüşlü ve dikkatliydi. Yalnız önüne bakar gibi duran gözlerinden hiçbir şey kaçmıyordu. Bir gün bana getirilecek kahve için kızlarının dışarıda birbirleriyle yavaş sesle “Sen pişir!” diye münakaşa ettiklerini duymuş, hiç sesini çıkarmamış, fakat on gün sonra ikinci bir defa evlerine gidişimde hemen dışarı seslenerek “Kahve pişirmeyin, içmiyor!” demişti.

Kendisine ağır gelen bu hadisenin tekrarını görmemek için yaptığı bu harekette beni kendisine mahrem etmiş olması, ona daha çok bağlanmama sebep oldu.

Hâlâ daha bir şey konuşmamıştık. Fakat artık buna hayret etmiyordum. Onun sessiz sedasız yaşayışı, tahammül edişi, insanların zaaflarına merhametle ve edepsizliklerine eğlenerek bakışı kâfi bir irade değil miydi? Beraber yürüdüğümüz zamanlar yanımda gidenin bir insan olduğunu bütün kuvvetimle hissetmiyor muydum? Bu sıralarda, insanların birbirlerini aramaları, bulmaları ve birbirlerinin içini seyretmeleri için konuşmanın neden muhakkak surette lazım olmadığını, neden bazı şairlerin boyuna, tabiatın güzelliği karşısında yanlarında konuşmadan gidecek birini aradıklarını anladım. Yanımda ağzını açmadan yürüyen, karşımda ses çıkarmadan çalışan bu adamdan, ne öğrendiğimi iyice bilmediğim hâlde, bana senelerce ders veren birinden öğrenebileceğimden çok daha fazla şeyler öğrendiğime emindim.

Onun da benden memnun olduğunu hissediyordum. Her insana ve ilk tanıştığımız sıralarda bana karşı gösterdiği o ürkek ve çekingen hâli kalmamıştı. Yalnız bazı günler birdenbire vahşileşiyor, gözleri bütün ifadesini kaybediyor, küçülüyor ve kendisine hitap edildiği zaman yavaş, fakat her türlü yakınlaşmayı meneden bir sesle cevap veriyordu. Böyle zamanlarında tercüme yapmayı da ihmal ediyor, çok kere kalemi yanına bırakarak saatlerce önündeki kâğıtları seyrediyordu. Onun şimdi bütün mesafelerin ve zamanın arkasına çekilmiş olduğunu ve oraya kimseyi bırakmayacağını seziyor ve hiç sokulmak teşebbüsünde bulunmuyordum. Yalnız içimi bir endişe kaplıyordu: Çünkü Raif Efendi’nin hastalıklarının, garip bir tesadüfle, ekseriya böyle günleri takip ettiğini fark etmiştim. Bunun sebebini pek çabuk fakat pek hazin bir şekilde öğrendim. Fakat her şeyi sırasıyla anlatacağım.

Şubat ortalarında bir gün Raif Efendi gene şirkete gelmedi. Akşamüzeri evine uğradığım zaman kapıyı karısı Mihriye Hanım açtı.

“Buyurun, siz misiniz?” dedi. “Biraz evvel uykuya daldı… İsterseniz uyandırayım!”

“Hayır! Rahatsız etmeyin… Nasıl?” dedim.

Kadın beni misafir odasına aldı.

“Ateşi var. Bu sefer sancıdan da bahsediyor!” Sonra, şikâyet eden bir sesle ilave etti: “Ah oğlum, kendine de hiç dikkat etmiyor… Çocuk değil ki… Ortada hiçbir şey yokken birden nevri dönüyor… Ne oluyor bilmem… Oturup insanla iki laf etmez ki… Başını alıp gidiyor… Sonra da işte böyle yatağa seriliveriyor…”

Bu sırada yandaki odadan Raif Efendi’nin sesi işitildi. Kadın çabucak oraya koştu. Ben hayret içinde kaldım. Sıhhatine bu kadar dikkat eden, yün fanilalar, atkılar içinde kendini nasıl muhafaza edeceğini bilmeyen bu adamın herhangi bir ihtiyatsızlıkta bulunacağına ihtimal verilebilir miydi?

Mihriye Hanım tekrar gelerek “Kapı çalınca uyanmış. Buyurun!” dedi.

Raif Efendi’nin hâlini bu sefer biraz düşkün buldum. Benzi pek sarı, nefesi pek süratliydi. Her zamanki çocukça tebessümü, bana daha ziyade yüzün adalelerini yoran bir sırıtma gibi geldi. Gözleri de camların altında, daha derine kaçmışa benziyordu.

“Ne oldunuz gene Raif Bey, geçmiş olsun!” dedim.

“Teşekkür ederim!”

Sesinde hafif bir kısıklık vardı. Öksürdüğü zaman göğsü adamakıllı sarsılıyor ve hırıldıyordu.

Merakımı çabucak gidermek için sordum:

“Kendinizi nasıl üşüttünüz? Herhâlde soğuk algınlığı olacak!..”

Uzun müddet yatağının beyaz örtüsüne bakarak durdu. Çocuklarıyla karısının beyaz karyolaları arasına sıkışmış duran küçük bir demir soba, odayı fazla sıcak yapmıştı. Buna rağmen karşımdaki, üşür görünüyordu. Yorganını boğazına kadar çekerek “Evet, soğuk aldım galiba!” dedi. “Dün akşam yemekten sonra biraz dışarı çıkmıştım…”

“Bir yere mi gittiniz?”

“Hayır… Şöyle azıcık dolaşmak istedim… Ne bileyim… İçim sıkıldı galiba…”

Onun herhangi bir şeye içinin sıkıldığını söylemesi beni şaşırttı.

“Biraz fazla yürümüşüm… Ziraat Enstitüleri tarafına gitmiştim… Keçiören yokuşunun alt başına kadar gelmişim… Hızlı mı yürüdüm nedir… Sıcak bastı… Önümü açtım… Hava da rüzgârlıydı… Biraz da kar sepeliyordu… Herhâlde üşüdüm…”

Gece vakti, kar ve rüzgârda, tenha yollarda, göğsünü bağrını açarak saatlerce dolaşmak Raif Efendi’den beklenir şey değildi.

“Bir şeye mi canınız sıkıldı?” dedim.

Telaşla cevap verdi:

“Yok canım… Ara sıra olur… Gece vakti yalnız başıma dolaşmak isterim. Kim bilir, evin gürültüsü mü canımı sıkıyor nedir!..”

Sonra, fazla söylemiş olmaktan korkar gibi acele acele “İnsan ihtiyarladıkça böyle oluyor galiba!” dedi. “Çoluk çocuğun ne kabahati var!”

Dışarıda gene gürültü, hızlı konuşmalar başlamıştı. Mektepten dönen büyük kız içeri girdi, babasının yanaklarını öptü:

“Nasıl oldun babacığım?”

Sonra bana dönerek elimi sıktı:

“Efendim, hep böyle oluyor… Ara sıra aklına esip, ben biraz kahveye gideceğim, diyor; sonra da kendini orada mı üşütüyor, yolda mı üşütüyor nedir, hastalanıveriyor… Kaç defadır böyle oldu… Kahvede ne var bilmem!”

Paltosunu sıyırıp bir iskemlenin üzerine attıktan sonra, hemen dışarı çıktı. Raif Efendi’nin bu hâllerine alışmışa benziyor ve fazla ehemmiyet vermiyordu.

Hastanın yüzüne baktım. O da gözlerini bana çevirmişti ve bunlarda hiçbir izah, hiçbir hayret yoktu. Ben ev halkına niçin bu yalanı söylediğini değil, bana niçin hakikati söylediğini merak ediyor fakat bundan biraz da gurur duyuyordum: Bir insana başkalarından daha yakın olmanın gururunu.

Dışarı çıkıp evin yolunu tuttuğum sırada düşünmeye daldım. Acaba Raif Efendi hakikaten basit ve içerisi bomboş bir adam değil miydi? Hayatta hiçbir gayesi, hiçbir ihtirası olmadığı, insanlara, kendisine en yakın olanlara karşı bile bir alaka duymadığı muhakkaktı… Şu hâlde ne istiyordu?.. Onu gece vakti sokaklara düşüren acaba içinin bu boşluğu, hayatının bu gayesizliği değil miydi?..

 

Bu sırada, oturduğum otelin önüne geldiğimi gördüm. Burada, iki karyolanın zor sığdığı bir odada bir arkadaşla beraber oturuyorduk. Saat sekizi geçiyordu. Canım yemek istemediği için odama çıkmayı ve biraz kitap okumayı düşündüm, fakat derhâl vazgeçtim: Otelin altındaki kahvede gramofon tam bu saatlerde sesini son haddine kadar yükseltiyor ve yanı başımızdaki odada yatan Suriyeli bar artisti, işine gitmek için tuvalet yaparken Arapça şarkılarının en cırlaklarını bu sıralarda söylüyordu. Geriye dönerek kenarları çamurlu asfalt üzerinde Keçiören istikametinde yürüdüm. Yolun iki tarafında evvela otomobil tamir atölyeleri, basık salaş kahveleri vardı. Sonra sağ tarafta, tepeye doğru tırmanan evler, solda, biraz çukurda, yapraklarını dökmüş ağaçlarıyla bahçeler başladı. Yakamı kaldırdım. Hızlı ve rutubetli bir rüzgâr esiyordu. İçimde, ancak sarhoş olduğum zamanlar hissettiğim, müthiş bir yürümek ve koşmak arzusu vardı. Saatlerce, günlerce gidebileceğimi zannediyordum. Etrafıma bakmayı unutmuş, bir hayli ilerlemiştim. Rüzgâr çoğaldığı için âdeta göğsümden biri iter gibi oluyor, bu kuvvetle mücadele ederek ilerlemek bana zevk veriyordu.

Birdenbire niçin buralara geldiğimi düşündüm… Hiç… Sebep filan yoktu… Karar vermeden yürüyüp gelmiştim. Yolun iki tarafındaki ağaçlar rüzgârdan inliyor ve gökyüzünde bulutlar, büyük bir hızla koşup gidiyordu. İlerideki siyah ve kayalık tepeler henüz biraz aydınlıktı ve onlara sürünüp geçen bulutlar sanki buralarda kendilerinden birer parça bırakıyorlardı. Gözlerimi yumarak ilerliyor ve ıslak havayı içime çekiyordum. Kafamdan söküp attığım sual tekrar belirdi: Niçin buralara geldim?.. Rüzgâr dün akşamkine pek benziyordu, belki biraz sonra kar da sepelemeye başlayacaktı… Dün akşam buralarda başka bir adam, gözlükleri buğulanarak, şapkası elinde ve göğsü bağrı açık, koşar gibi yürüyordu… Rüzgâr kısa ve seyrek saçlarının arasına giriyor, kim bilir nasıl tutuşan başına, dıştan bir serinlik veriyordu. Bu başın içinde neler vardı? Bu baş, bu hasta, bu yaşlı vücudu neden buralara sürüklemişti? Raif Efendi’nin o karanlık ve soğuk gecenin içinde nasıl yürüdüğünü, yüzünün nasıl bir şekil aldığını tasavvur etmek istiyordum. Buraya neden geldiğimi şimdi anlamıştım: Onu ve onun kafasının içinden geçenleri burada daha iyi göreceğimi zannediyordum. Fakat işte ben, şapkamı uçurmak isteyen rüzgârdan, uğuldayan ağaçlardan ve koşup giderken birçok şekillere giren bulutlardan başka bir şey görmüyordum. Onun yaşadığı yerde yaşamak, onun gibi yaşamak demek değildi… Bunu zannetmek için pek saf ve ancak benim kadar gafil olmak lazımdı.

Hızlı hızlı otele döndüm. Kahvenin gramofonu ve Suriyeli kadının şarkısı kesilmişti. Arkadaşım yatağına uzanmış kitap okuyordu. Bana yandan bir göz attı.

“Ne o, çapkınlıktan mı geliyorsun?” dedi.

İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı! Bir de ben bu hâlimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız hâlde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?

Uzun zaman uyuyamadım. Raif Efendi beyaz örtülü yatağında, kızlarının genç vücutlarıyla karısının yorgun uzuvlarından odaya yayılan havayı koklayarak ateşler içinde yatıyordu. Gözleri kapalıydı ve ruhu kim bilir nerelerde, nerelerde dolaşıyordu?..

***

Bu sefer Raif Efendi’nin hastalığı biraz uzunca sürdü. Her zamanki gibi basit bir soğuk algınlığına benzemiyordu. Nurettin Bey’in getirdiği ihtiyar doktor, hardal lapası tavsiye etti ve öksürük ilacı yazdı. Ben iki üç akşamda bir uğruyor ve her defasında onu biraz daha çökmüş buluyordum. Fakat kendisi fazla telaş etmiyor ve hastalığına ehemmiyet vermez görünüyordu. Belki de ev halkını telaşlandırmaktan çekiniyordu. Mihriye Hanım’la Neclâ’nın hâlleri hakikaten insana endişe verecek gibiydi. Senelerden beri iş yapmaktan düşünmeyi bile unutmuşa benzeyen kadın, büyük bir şaşkınlık içinde hastanın odasına girip çıkıyor, arkasına hardal lapası korken elinden havluları veya tabağı düşürüyor, içeride veya dışarıda daima bir şey unutuyor ve hiç durmadan aranıyordu. Çıplak ayaklarında eğrilmiş topuksuz terlikler ile dört tarafa koştuğunu hâlâ görüyor ve her rast geldikleri insana imdat ister gibi takılıp kalan bakışlarını hâlâ üzerimde hissediyorum. Neclâ annesi kadar kendini kaybetmiş olmamakla beraber, büyük bir üzüntü içindeydi. Son günlerde mektebe gitmiyor ve babasını bekliyordu. Akşamüzerleri hastayı yoklamaya geldiğim zaman kızarmış ve şişmiş gözlerinden onun biraz evvel ağlamış olduğunu fark ediyordum. Fakat bütün bunlar Raif Efendi’yi daha çok sıkıyor gibiydi. Yalnız kaldığımız zamanlar bundan şikâyet etmiş, hatta bir kere “Yahu, ne oluyor bunlara? Hemen ölüyor muyuz?” diye söylenmişti. “Ölsek ne olacak sanki… Onlara ne? Ben onlar için neyim?..”

Sonra, daha acı ve insafsız bir tavırla ilave etmişti:

“Ben onlar için hiçbir şey değilim… Hiçbir şey değildim… Senelerden beri aynı evde beraber yaşadık… Bu adam kimdir diye merak etmediler… Şimdi çekilip gideceğimden korkuyorlar…”

“Aman Raif Bey!” dedim. “Bunlar ne biçim laflar… Gerçi biraz fazla telaş ediyorlar, ama bunu böyle tefsir etmek16 doğru değil… Karınız ve kızınız!”

“Evet, karım ve kızım… Ama işte o kadar…”

Başını öte tarafa çevirdi. Son sözlerinden bir şey anlamamış ve başka bir şey sormaktan çekinmiştim.

Nurettin Bey, ev halkını teskin etmek için bir dâhiliye mütehassısı getirdi. Bu adam uzun uzun muayeneden sonra hastalığın zatürre olduğunu söyledi ve etrafındakilerin şaşkınlığını görünce “Yok canım, o kadar mühim değil… Maşallah bünyesi mukavim, kalbi de sağlam, atlatır. Yalnız dikkat etmek lazım… Üşütmeyin. Hatta hastaneye kaldırsanız daha iyi olur!” dedi.

Mihriye Hanım hastane lafını duyunca büsbütün kendini bıraktı. Holdeki iskemlelerden birine çökerek avaz avaz ağlamaya başladı. Nurettin Bey de haysiyetine dokunulmuş gibi yüzünü buruşturarak “Ne münasebet?” dedi. “Evinde herhâlde hastaneden iyi bakılır!”

Doktor omuzlarını silkerek gitti.

Raif Efendi evvela hastaneye gitmeyi istiyor, “Orada hiç olmazsa kafamı dinlerim!” diyordu. Yalnız kalmak istediği her hâlinden belliydi, fakat etrafındakilerin bunu ne kadar şiddetle reddettiklerini görünce o da sesini çıkarmaz oldu. Yüzünde ümitsiz bir tebessümle “Beni orada da rahat bırakmazlar ki!” diye mırıldandı.

Bir gün, hâlâ aklımdadır, bir cuma günü akşamı Raif Efendi’nin baş ucundaki iskemleye oturmuş, hiç konuşmadan, onun göğsü hırıldayarak nefes alışını seyrediyordum. Odada başka kimse yoktu. Yanı başındaki komodinin üzerinde, ilaç şişelerinin arasında duran büyük bir cep saati odayı madenî bir sesle dolduruyordu. Hasta, çukura kaçan gözlerini açarak “Bugün biraz iyiyim!” dedi.

“Elbette… Hep böyle devam edecek değil ya…”

O zaman, âdeta müteessir bir edayla “Peki ama bu daha ne kadar devam edecek?..” diye sordu.

Sualinin hakiki manasını anlamış ve dehşete düşmüştüm. Sesindeki bıkkınlık onun ne kastettiğini gösteriyordu.

“Ne oluyorsunuz Raif Bey?” dedim.

Gözlerini gözlerime dikerek ısrarla sordu:

“Peki ama ne lüzum var? Yetmez mi artık?..”

Bu sırada Mihriye Hanım içeri girdi. Bana sokularak “Bugün iyice!” dedi. “Artık bunu da atlattı inşallah!”

Sonra kocasına döndü:

“Pazara çamaşır yıkanacak… Şu senin havluyu beyefendi getiriverse!”

Raif Efendi “peki” makamında başını salladı. Kadın dolapta bir şeyler arayıp aldıktan sonra tekrar çıktı. Hastanın hâlindeki ufak bir iyilik karısının bütün telaş ve heyecanlarını alıp götürmüştü. Şimdi kafası eskisi gibi ev dertleri, yemek ve çamaşır işleriyle doluydu. Bütün basit insanlarda olduğu gibi, kederden sevince, heyecandan sükûnete geçiyor ve bütün kadınlar gibi her şeyi çabucak unutuyordu. Raif Efendi’nin gözlerinde, hüzün dolu ve derin bir gülümseme vardı. Karyolanın ayak ucunda asılı duran ceketini başıyla göstererek “Şurada, sağ cebimde bir anahtar olacak, onu al da benim masanın üst gözünü aç. Hanımın söylediği havluyu getiriver… Zahmet olacak ama…” dedi.

“Yarın akşam getiririm!”

Gözlerini tavana dikerek uzun müddet sustu. Birdenbire başını bana çevirdi:

“Orada, gözün içinde ne varsa hepsini getir!” dedi. “Ne varsa… Bizim hanım galiba benim bir daha şirkete gidemeyeceğimi sezdi… Bizim yolculuk artık başka yere…”

Tekrar başı yastığa gömüldü.

Ertesi günü akşamüzeri şirketten ayrılmadan evvel Raif Efendi’nin masasına gittim. Sağ tarafta üst üste üç göz vardı. Evvela alttakileri açtım; biri bomboştu, ötekinde birtakım kâğıtlar ve tercüme müsveddeleri vardı. Üst göze anahtarı sokarken ürperdim: Raif Efendi’nin senelerden beri oturduğu iskemlede oturduğumu ve onun her gün birkaç defa yaptığı hareketi tekrar ettiğimi şimdi fark etmiştim. Acele ile gözü çektim. Burası da boş gibiydi. Yalnız bir kenarda oldukça kirli bir havlu, gazete kâğıdına sarılmış bir sabun parçası, bir sefer tası gözü, bir çatal ve Singer marka burgulu bir çakı vardı. Bunları çabucak bir kâğıda sardım. Gözü yerine iterek ayağa kalktım, fakat arka taraflarda herhangi bir şeyin kalmış olabileceği aklıma gelerek gözü yeniden çektim ve elimle içini araştırdım. Hakikaten ta dipte defter gibi bir şey vardı. Onu da alarak diğer eşyanın arasına koydum ve dışarı fırladım. Odanın içinde kaldıkça Raif Efendi’nin bir daha bu iskemleye oturmaması ve bu çekmeceyi bir daha açmaması ihtimali zihnimden çıkmıyordu.

12Şehadetname: Diploma, sertifika. (e.n.)
13Riyaziye: Matematik. (e.n.)
14Müsavi: Eşit. (e.n.)
15Merbut: Bağlı. (e.n.)
16Tefsir etmek: Anlamlandırmak, yorumlamak. (e.n.)
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?