Ejderhanın Saati / Kahraman Conan

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Pallantides, kraliyet yaverlerinin uyuduğu yan taraftaki küçük çadıra yöneldi. Yaverler borazan seslerinden sonra çoktan kalkmışlardı. Pallantides onlara daha çabuk olmaları gerektiğini söylerken kralın çadırından korkunç bir gürültü sesi geldi. Pallantides dehşete kapılmıştı. Gürültünün arkasından komutanın kanını donduran kısık bir kahkaha sesi geldi.

Pallantides korkuyla bağırarak hemen kralın çadırına koştu. Conan’ın devasa cüssesini yerde yatarken bulunca tekrar feryat etti. Kralın görkemli kılıcı elinin yakınlarında yerdeydi, çadırın direklerinden biri paramparça olmuştu. Pallantides’ın kılıcı yanında değildi, çadırın içinde dikkatlice göz gezdirdi ama gözüne hiçbir şey takılmadı. Kral ve kendisi dışında hiç kimse yoktu, tıpkı çadırdan çıkarken olduğu gibi.

“Efendim!” Pallantides kralın koca bedeninin yanına dizlerinin üzerinde atıldı.

Conan’ın gözleri açıktı, bilinci yerinde ve her şeyin farkında Pallantides’a bakıyordu. Dudaklarını hareket ettirdi ama sesi çıkmadı. Hareket edemiyor gibiydi.

Dışarıdan birtakım sesler geldi. Pallantides kontrol etmek için kapıya doğru gitti. Kraliyet yaverleri ve çadırı koruyan nöbetçi şövalyelerden biri kapıdalardı. “Bir ses duyduk da.” dedi şövalye çekinerek. “Kral için her şey yolunda mı?”

Pallantides sorgulayan gözlerle baktı.

“Çadıra giren çıkan kimse oldu mu?”

“Sizin dışınızda kimse olmadı efendim.” diye yanıtladı şövalye ancak Pallantides güvenemiyordu.

“Kralın ayağı takıldı ve kılıcını düşürdü. Görevinizin başına geçin siz.” dedi Pallantides.

Şövalye gittikten sonra Pallantides kralın beş yaverini gizlice içeri aldı, onlar içeri girer girmez çadırın kapısını sıkı sıkı kapattı. Halıda yatan kralı görünce donakaldılar, Pallantides şok içinde bağırmalarını derhâl engelledi.

Kumandan tekrar krala doğru eğildi ve Conan tekrar konuşmaya çalıştı. Yüzündeki ve boynundaki damarlar Conan zorla konuşmaya çalıştıkça şişmişti. Başını yerden kaldırdı ve sonunda yarı anlaşılır biçimde mırıldanmaya başladı:

“Köşedeki, köşedeki şey!”

Pallantides kafasını çevirip korkuyla o tarafa baktı. Odadaki yaverlerin şaşkın suratı ve çadırın içindeki gölgeler dışında hiçbir şey yoktu.

“Burada hiçbir şey yok efendim.” dedi.

“Oradaydı, o köşede duruyordu.” diye mırıldandı kral ve başını bir sağa bir sola çevirerek kendisi bakıyordu. “Bir adam, en azından öyle gözüken bir şey, mumya sargılarıyla sarmalanmış, üzerinde eski püskü bir pelerin ve başında kapüşonu. Tek görebildiğim gözleriydi çünkü orada gölgelerin arasında çömelmişti. Gölgedir diye düşündüm ta ki gözlerini görene kadar. Siyah birer mücevher gibilerdi.”

“Hemen davrandım ve kılıcımı o tarafa salladım ancak tanrı bilir nasıl olduysa ıskaladım, onun yerine çadırın direğini yaraladım. Ben dengemi kaybedip düşünce bileğimi tuttu, parmakları sıcak bir demir gibi yanıyordu. Bütün gücümü kaybettim, sanki yer suratıma bir tokat gibi çarptı. Sonra da gitti ve ben bu hâldeyim. Lanet olsun! Hareket edemiyorum! Felç geçirdim!”

Pallantides kralın koca kafasını kaldırdı, kan süzülüyordu. Kralın bileği uzun ve ince parmak şeklinde morarmıştı. Kim bu kadar kalın bir bilekte böyle bir iz bırakacak kadar sıkı kavrayabilir? Pallantides gürültüden sonra gelen kahkaha sesini hatırladı, soğuk soğuk terlemeye başladı. Kahkaha sesi Conan’a ait değildi.

“Bu şeytani bir iş!” dedi korkuyla titreyen bir yaver. “İnsanlar Taraküs için karanlık güçlerin savaştığını söylüyorlar.”

Pallantides: “Sessiz ol!” diye emretti sertçe.

Dışarıda gün ağarmıştı. Tepelerden hafif bir rüzgârla beraber trampetlerin yaklaşan sesleri de duyuluyordu. Yaklaşan seslerle beraber kralın da içinde bir korku başlıyordu. Onu yere düşüren görünmez zincirlerden kurtulmaya çalışırken yine alnındaki damarlar belirginleşti.

“Bana koşum takımımı giydir ve beni eyerime bağla.” diye fısıldadı. “Savaşı her hâlükârda yöneteceğim.”

“Efendim, ordu eğer sizin vurulduğunuzu öğrenirse kesin kaybederiz. Düşmanımıza zaferi getirecek tek şey bu olur.”

“Onu kaldırmama yardım edin.” dedi kralın başkumandanı.

Kralın yerde öylece yatan âciz bedenini kaldırdılar, üzerine ipek bir örtü örttüler. Pallantides yaverlere döndü ve konuşmaya başlamadan önce şok içindeki suratlarına uzunca baktı. Ve sonunda:

“Bu çadırda olan bitenden hiç kimseye bahsetmeyin, ağzınızı açmayın. Akilonya Krallığı’nın kaderi buna bağlı. Şimdi biriniz gidin ve bana Pellian mızraklılarının komutanı subay Vallanus’ü getirin.” dedi.

Yaver, emredersiniz der gibi başını salladı ve hemen çadırdan ayrıldı. Pallantides günün ağarmasıyla beraber yaklaşan ve artan borazan sesleri eşliğinde tekrar kralın vahim durumuna uzun uzun baktı. Yaver, yanında Pallantides’ın söylediği subayla beraber çadıra döndü. Subay, tıpkı Conan gibi iri yapılı, uzun boylu, güçlü biriydi. Ayrıca saçları da yine kralınki gibi gür ve siyahtı. Ancak gözleri griydi, yani Conan’ınkilere benzemiyordu.

“Kral bir hastalığa yakalandı.” diye açıkladı Pallantides kısaca. “Sana onurlu bir görev vereceğim; bugün kralın zırhını giyip onun atıyla ordunun başına geçeceksin. Hiç kimse at binenin kral olmadığını bilmeyecek.”

“Bu, birine hayatı boyunca verilecek en onurlu görev.” dedi bölük komutanı heyecandan kekeleyerek. “Tanrının yardımıyla bu kutsal görevin üstesinden geleceğim.”

Yaralı kral, gözlerindeki öfke ateşiyle kudururken kendini küçük düşmüş hissediyordu. Yaverler Vallanus’ü zincir, kıyafet ve miğferle kuşatıyor, Conan’ın siyah zırhını, üzerinde tüyler ve ejderha damgası olan maskeli başlığı giydiriyorlardı. Hepsinin üstüne de göğsüne altınla kraliyet aslanı işlenmiş ipek cübbeyi giydirdiler. Cübbeyi de altından kılıç kabzası ve zerbaf kılıç kılıfı olan altın tokalı bir kemerle bağladılar. Onlar işlerini yaparken dışarıda trampet sesleri hâlâ devam ediyordu ve gölün karşı kıyısından süvari birliklerinin gürültüleri geliyordu.

Vallanus, tamamıyla donanmış vaziyette dizlerinin üzerine çöktü, yatakta yatan krala madalyonunu verdi.

“Yüce kralım, tanrı şahidim olsun ki bugün kuşandığım bu şerefli zırhın şerefine leke sürmeyeceğim.”

“Bana Taraküs’ün kellesini getir, seni baron yapacağım!” Acıdan duyduğu stres Conan’ın sahte medeni maskesini düşürüyordu. Gözlerinden ateş çıkıyor, dişlerini kana susamış bir vaziyette öfkeyle gıcırdatıyordu. Kimmerya dağlarında yaşayan her barbar kabile üyesi gibi.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KAYALIKLAR SALLANIYOR

Akilonya ordusu parıldayan zırhlarının içindeki atlılar ve mızraklılardan oluşan uzun sıralarla savaşa hazır ve nazırdı. Kraliyet otağında, heybetli siyah zırhının içinde koca silüet belirdi, dört yaverinin tuttuğu siyah atının üzerine çıktığı anda ordunun coşkulu tezahüratı dağlarda yankılandı. Bütün ordu; altın zırhlı şövalyeler, zincir zırhları içinde mızraklı askerler, deri ceketli okçular hepsi bir anda silahlarını sallayıp krallarının şerefine kaldırdılar.

Karşı tarafın ordusu da vadinin diğer tarafında hareketlenmiş, uzun yokuşlar boyunca sıralanmıştı. Atlarının ayaklarındaki çelik parıltıları sabah karanlığı arasından seçiliyordu.

Akilonya ordusu, onları karşılamak için temkinli adımlarla hareket ediyordu. Zırhlı atların ölçülü adımları yeri titretiyordu. Bayraklar sabah rüzgârının etkisiyle dalgalanıyor, direkleri sallanıyordu.

On tane silahlı, gaddar, ketum, dilini tutabilecek kıdemli asker, kralın çadırının etrafında nöbet tutuyorlardı. Bir yaver çadırın içinde duruyor, kapı aralığından dışarıyı gözetliyordu. Birkaç kişi dışında kimse ordunun başındaki büyük ata binenin Conan olmadığını bilmiyordu.

Akilonya ordusu geleneksel düzeni kurdu: Ağır silahlı şövalyelerden oluşan en güçlü askerler ordunun merkezine konumlandırılmıştı; dış kısımlarda birkaç sıra atlılar, ardından silahşorlar daha sonra mızraklı ve okçu askerler. En sonda ise kuzey birliklerinden gelen, güçleriyle bilinen, deri ceket ve metal başlıklı Bossonyalılar vardı.

Kraliyet çadırındaki yatağında Conan öfkeden deliriyordu, durmadan garip garip lanetler okuyordu.

“Ordu harekete geçti.” dedi yaver dışarıya bakarak. “Trampet seslerini dinleyin! A-ha! Mızraklar ve miğferler üzerinde parıldayan güneşin doğuşu ateşlerle karışıyor, gözlerim kamaştı. Nehrin rengi al al oldu. Belli ki akşam olmadan her yer tamamen kırmızıya dönecek.”

“Düşman nehre kadar ulaştı. Ordular arasında oklar uçuşmaya başladı, gökyüzünü bir bulut gibi kapladılar. Vaay! Güzel atıştı okçu asker. Bossonyalılar bu işi biliyor. Bağırışlarına kulak verin.”

Kral, trampet sesleri ve kılıç çarpışmalarının arasında Bossonyalıların bağırışlarını belli belirsiz duyuyordu. Büyük bir uyum ve düzen içinde hareket ettikleri belliydi.

“Düşman tarafın şövalyeleri nehre sızarken okçuları bizim askerleri tutuyorlar.” dedi yaver ve savaşı anlatmaya devam etti. “Ordunun kurduğu setler çok dik değil, suyun kıyılarına doğru meyilliler. Şövalyeler ağaçların arasında çarpışmaya başladılar, tanrım! Oklar her boşluktan geçiyor. Atlar ve askerler aşağılara kadar indiler, suyun içinde çarpışmaya devam ediyorlar. Su ne çok derin ne çok akışkan ama bazı askerler, atların ayaklarının altında ve zırhlarının içinde ezilip boğuluyorlar. Şimdi de Akilonya şövalyeleri ilerliyorlar. Atlarını suya doğru ilerlettiler ve Nemedyalı şövalyelerle çarpışıyorlar. Atların karınlarının suya çarpması ve kılıçların çarpışmaları gerçekten sağır edici bir gürültü çıkarıyor.”

“Tanrı Crom!” sözleri Conan’ın dudaklarından öfke ve acıyla çıktı.

Vücuduna yavaş yavaş tekrar kan gitmeye başlamıştı ama hâlâ heybetli cüssesini yataktan kaldıramıyordu.

“Kanatlar iyice kuşatıldı.” dedi yaver. “Mızraklılar ve kılıçlı askerler nehirde sırt sırta çarpışıyorlar, arkalarında da okçular oklarıyla destek oluyor.”

“Mitra aşkına, Nemedyalıların yayları şiddetli bir şekilde yağmaya başladı, Bossonyalıların hedefinde uzun menzilli oklarıyla arka sıradaki askerler var. Ordularının merkezi ilerleyemiyor, kanatlardan iyice sıkıştırıldılar.”

 

“Crom! Ymir! Mitra!” diyerek tanrılara lanet okuyordu Conan âdeta. “Tanrım! Şu savaşa ilk vurulmada ölecek olsam da girebilseydim keşke!”

Sıcak ve uzun geçen gün boyunca dışarıda savaş bütün gürültüsü ve şiddetiyle devam etti. Vadinin etrafında karşılıklı saldırı devam ediyor; okların uçuşma sesleri, zırhların karşılıklı çarpışmasının çıkardığı gürültü ve mızrakların paramparça olması bütün gün sürdü. Ancak Akilonya ordusu iyi dayanmıştı. Kurdukları set düşman tarafından yoklanmaya başlayınca, siyah flamayı taşıyan siyah atın yardımıyla hemen karşı bir saldırıya geçerek taarruzu püskürttüler. Nehrin sağ kıyısına düşmanın geçemeyeceği sağlam bir set çektiler ve sonunda yaver, Conan’a Nemedyalıların nehirden çekilmeye başladığının haberini verdi.

“Nemedyalı ordunun kafası karıştı!” diye bağırdı yaver. “Şövalyeleri geri çekiliyor. Bir dakika, o da ne? Sizin flamanız hareketlendi, bizim ordunun merkez kuvveti nehre doğru ilerlemeye başladı. Aman tanrım! Vallanus başta ve ordu nehre ilerliyor.”

“Aptal!” diye homurdandı Conan. “Bu bir tuzak olabilir. Pozisyonunu korumalıydı; şafak vaktine kadar Prospero, Poitanya ordusuyla burada olacak zaten.”

“Şövalyeler ok yağmuruna tutuluyorlar!” diye bağırdı yaver, tekrar. “Ama yine de bocalamadılar. İlerliyorlar ve geçtiler! Düşman kıyısını kışkırtıyorlar. Pallantides ordunun kanat kuvvetlerini, destek olsunlar diye acilen nehre doğru ilerletiyor. Tek yapabildiği bu! Aslanlı bayrak çarpışmanın arasında batıyor.”

“Nemedyalı askerler direnmeye çalışıyorlar. Ve galiba çöküyorlar! Geri çekiliyor gibiler! Ordularının sol kuvvetleri hep kaçmaya başladı, onlar kaçtıkça bizim mızraklılarımız üstlerine gidiyorlar. Vallanus’ü görüyorum, deli gibi atını düşman ordunun üzerine sürüp çarpışıyor! Savaş dürtüsüyle kendini kaybetmiş resmen. Askerler artık Pallantides’ı dinlemiyor. Maskeli bir miğferle savaştığı için onun Conan olduğunu düşünerek Vallanus’ün peşinden gidiyorlar.”

“Ancak bakın! Deliliğinin altında yatan bir sistem var gibi gözüküyor. Nemedya, cephesini ordunun seçkini beş bin şövalyeyle tutuyor. Nemedyalıların ana ordusu ne yapacağını şaşırmış vaziyette ve bakın! Ordunun yan kolunu kayalıklar koruyor ancak ihmal ettikleri bir boşluk var. Nemedya ordusunun arkasına sızılabilecek büyük bir geçit gibi duruyor. Ve evet! Mitra aşkına, Vallanus fırsatı gördü. Ordunun kanat kuvvetleriyle onları oyalarken şövalyeleri geçide doğru yöneltti. Ana cephenin çoğunu hallettiler; mızraklılar onları tutarken şövalyeler geçide dalıyor.”

“Pusuya düşecekler!” diye bağırdı Conan, savaş aşkıyla yanıp tutuşurken.

“Hayır!” diye sevinç içinde bağırdı yaver. “Bütün Nemedya ordusu ön tarafla ilgileniyorlar. Geçidi tamamen unutmuşlar! Bu kadar geriden sıkıştırılabileceklerini düşünememişler. Ah salak Taraküs, bu kadar aptalca bir hata yapılamazdı. Dağdaki geçitten Nemedyalıların üstüne mızraklar yağmaya başladı resmen. Arkadan yaklaşıp orduyu çökertecekler. Tanrı Mitra, bu da ne?”

Gördükleri karşısında serseme dönmüş bir vaziyette çadırın duvarlarındaki kumaşı sıkıyordu. Savaşın gürültüsünü bile bastıran korkunç bir kükreme duyuldu, anlatılamayacak kadar lanetli bir sesti.

“Kayalıklar sallanıyor!” korkuyla haykırdı kralın yaveri. “Yüce tanrılar! Bu da ne böyle? Nehir yükselerek taşıyor, tepelerden paramparça taşlar düşmeye başladı!”

“Yer sallanıyor ve üzerindeki askerler ve atlar düşmeye başladı! Aman tanrım kayalıklar! Kayalıklar düşüyor!”

Yaverin anlattıklarının üstüne korkunç gürültüler gelmeye devam etti, şiddetli bir sarsıntı başladı. Zemin âdeta beşik gibi sallanıyordu. Dehşetin sesi, savaşın gürültüsünü bastırıyordu.

“Kayalıklar paramparça oldu!” bağırdı öfkeden deliye dönen yaver. “Geçidin üstüne yıkıldı ve içindeki herkes ezildi! Bir ara tozun toprağın içinde aslanlı bayrağı gördüm ama sonra o da kayıplara karıştı! Ah! Nemedyalılar zafer çığlıkları atıyorlar. Bağırırlar tabii, beş bin şanlı şövalyemiz kayalıkların altında can verdi! Duyuyor musunuz?”

Conan, büyük bir bağırış sesi duyuyordu; sesler çılgınca yükseliyordu: “Kral öldü! Kral öldü! Kaçın kaçın! Kral öldü!”

“Sahtekârlar!” dedi Conan soluk soluğa. “Nankör köpekler! Alçaklar! Korkaklar! Ah Crom, keşke yürüyebilecek hatta emekleyebilecek kadar gücüm olsaydı. Gerekirse kılıcı dişlerimle taşıyarak giderdim nehre! Nasıl olur, gerçekten kaçıyorlar mı?”

“Evet.” dedi yaver, ağlamak üzere bir ses tonuyla. “Nehre doğru yöneldiler, çökmüş durumdalar; arkalarına bile bakmadan kaçıyorlar. Pallantides’ı görüyorum, akıntının içinde debeleniyor; düştü ve atlar üzerinden geçiyorlar! Şövalyeler, mızraklılar, okçular hepsi nehre doğru güruh hâlinde kaçışıyorlar. Nemedyalılar herkesi tek tek öldürüyor.”

“Nehrin bu yakasına geçince direnecekler!” diye bağırdı kral. Alnından damlayan terlerle yatağın üzerinde zar zor doğrularak dirseklerinin üzerinde durdu.

“Sanmam!” dedi yaver. “Yapamazlar! Çökmüş vaziyetteler, bozguna uğradılar! Tanrım, keşke bu günleri görmeseydim.”

Daha sonra görevinin gerektirdiğini hatırladı ve orada öylece dikilen silahlı askerlere seslendi: “Hemen bir at alın ve bana yardım edin, kralı taşıyalım. Burada böylece olup biteni izleyemeyiz.”

Ancak onlar daha emri yerine getiremeden hücum başlamıştı. Şövalyeler, mızraklılar ve okçu askerler ordu kampındaki çadırların arasında eşyaların üstünden atlaya atlaya kaçışıyorlardı; hemen arkalarından da Nemedyalı askerler kampa sızmışlardı. Çadırların iplerini kesmeye, yüzlerce yeri ateşe vermeye başladılar. Çoktan yağmacılığa başlamışlardı. Conan’ın çadırında nöbet tutan azılı askerler de acılı bir şekilde can verdiler; ölü bedenlerinin üzerinde düşmanların ayakları tepiniyordu.

Çadırdaki yaver kapıyı sıkı sıkıya kapatmıştı. Katliamın karmaşası içinde düşman askerleri çadırda birileri olduğunun farkında değillerdi. O yüzden çadırın çevresinde çok fazla durmadan vadinin diğer tarafına doğru aynı hücumla ilerliyorlardı. Ancak yaver dışarıya baktığında birkaç kişinin içeride biri olup olmadığına bakmak üzere kraliyet çadırına yaklaştıklarını gördü.

“Dört askeri ve yaveriyle Nemedya kralı bu tarafa doğru geliyor efendim.” dedi yaver Conan’a. “Sizin teslimiyetinizi ilan edecekler.”

“Şeytan teslim etsin sizi!” dedi kral, büyük bir kızgınlıkla diş bileyerek.

Kendisini zorlayarak oturur duruma geldi. Bacaklarını acıyla yataktan aşağı doğru indirdi, doğruldu; sersemlemiş bir şekilde sallanıyordu. Yaver yardımcı olmak için koştu ancak Conan izin vermeyip itekledi.

“Ver şu oku bana!” dedi sertçe, çadırda asılı duran bir ok ve sadağını işaret ederek.

“Ancak, efendim!” dedi yaver, büyük bir kaygı ve endişe içinde. “Savaş kaybedildi! Yenilgiyi ağırbaşlılıkla kabul etmek kraliyet soyunun onurunun bir parçasıdır.”

“Ben kraliyet soyundan falan değilim!” dedi Conan. “Ben bir barbarım ve bir demircinin oğluyum.”

Oku ve yayı zorla aldı, çadırın girişine doğrulttu. Hem korkutucu hem de oldukça heybetli gözüküyordu. Yırtık bir gömlek ve deri, kısa bir pantolon dışında çıplak sayılırdı. Yırtık gömleğinden kaslı ve kıllı koca göğsü gözüküyordu. Dolaşık siyah saçlarının altında mavi gözleri keskin ve öfkeli bakışlarla parlıyordu. Kralın bu cesur görüntüsü yaverini bile en az bir Nemedya askeri kadar korkutmuştu.

Conan, heybetli bacaklarının üstünde sersemce sallana sallana çadırın bez kapısını birden açtı, çadırdan çıktı. Nemedya Kralı ve yaverleri attan inmişlerdi, Conan’ı görünce bir süre durdular. Gördükleri karşısında şok olmuş bir vaziyette bakakaldılar.

“İşte buradayım, sizi pislikler!” diye kükredi Kimmeryalı. “Ben kralım! Sonunuz olacağım sizi, it sürüsü!”

Okunu meydan okurcasına çekti ve fırlattı. Tam da Taraküs’ün yanındaki yaverin göğsüne saplandı. Conan’ın hedefi Nemedya Kralı’nın kendisiydi.

“Lanet titrek elim! Gelin beni alın cesaret edebiliyorsanız!”

Güçsüz kalmış bacaklarının üstünde geriye doğru sallandı. Bir çadır direğinden destek alarak doğruldu ve iki eliyle tutarak kılıcını aldı.

“Tanrı Mitra aşkına! O gerçekten kral!” dedi Taraküs şaşkınlıkla. Ona doğru şöyle bir baktı ve sinirden kahkaha attı. “Atın üzerindeki pislik başkasıydı! Çabuk alın kellesini!”

Kraliyet armalı üç silahlı asker, krala saldırmak üzere davrandılar, bir tanesi de kralın yaverine gürzle vurdu. Diğer ikisi o kadar hızlı değildi. Yaklaştıkları anda Conan arka arkaya kılıcını savurarak Nemedyalının kolunu kesip omuzundan ayırdı. Nemedyalı askerin vücudu sallandı ve silah arkadaşının ayağının dibine düştü. Adamın ayağı ölü bedene takıldı, kendisini toparlayamadan Conan’ın kılıcından nasibini aldı.

Conan, kılıcını soluk soluğa bir şekilde çıkardı, tekrar sendeleyerek çadırın direğinden destek aldı. Bütün vücudu titriyordu, göğsü soluk soluğa olmuş şekilde şişip iniyordu, boynundan ve yüzünden su gibi ter akıyordu. Ancak gözlerinden hâlâ vahşi bir öfke püskürüyordu, soluk soluğa: “Neden o kadar uzak duruyorsun Belverus iti! Ben oraya gelemiyorum, sen gel de gör gününü!’’ dedi. Taraküs tereddüt etti, kalan askerlerine ve siyah zırh içindeki cılız, suratsız yaverine baktı. Bir adım ileri çıktı. Ebat ve güç olarak Kimmeryalıdan daha zayıftı ancak bütün zırhı yerindeydi ve batı medeniyetleri arasında çok iyi kılıç kullanmasıyla bilinirdi. Ancak yaveri kolundan tuttu.

“Hayır, efendim. Hayatınızı tehlikeye atmayın. Bu barbarı öldürmeleri için okçuları çağıracağım, diğerlerini öldürdükleri gibi bunu da öldürürler.”

Savaş devam ederken yaklaşan at arabalarını hiç kimse fark etmemişti, şimdi gelmiş önlerinde duruyorlardı. Ancak Conan gördü, sırtından garip bir ürperti indi. Arabayı çeken siyah atların görünüşünde bir gariplik vardı ama kralın asıl dikkatini çeken arabadaki kişiydi.

Uzun, sade bir elbise içinde uzun boylu, iri yapılı bir adam. Semitiklere ait olan başlıklardan takmıştı; başlık, dikkat çekici siyah gözleri dışında bütün yüzünü gizliyordu. Atları kontrol eden dizginleri tutan elleri beyazdı ancak güçlüydü. Conan yabancıya uzun uzun baktı, ilkel içgüdüleri yine canlanmaya başladı. Bu örtülü silüette tehditkâr ve güçlü bir hava sezdi. Rüzgârsız bir havada çimlerin arasında gizlice gezinen bir yılanın çimleri sallandırması gibi sinsi ve tehditkâr bir hava.

“Buyurun, Xaltotun!” diye bağırdı Taraküs. “İşte Akilonya’nın Kralı burada! Kayalıkların altında öldüğünü sandığımız o değilmiş.”

“Biliyorum.” dedi, nereden bildiğini açıklama bile gereği duymadan. “Şu an ne yapmayı düşünüyorsun?”

“Okçuları onu öldürmeleri için görevlendireceğim.” diye yanıtladı Nemedyalı. “Yaşadığı sürece bizim için tehlikeli olacak.”

“Bir köpek bile bazen işe yarayabilir.” diyerek yanıtladı Xaltotun. “Bırak, yaşasın.”

Conan alaycı bir şekilde kahkaha attı. “Gelin de öldürün!” diyerek meydan okuyordu. “Lanet ayaklarım tutuyor olsaydı bir ormancının ağacı yerinden sökmesi gibi söküp atmasını bilirdim! Sakın beni sağ bırakmak gibi bir hataya düşmeyin!”

“Korkarım ki doğru söylüyor.” dedi Taraküs. “Adam bir barbar ve yaralı bir kaplan kadar acımasız şu anda. Bırak da okçulara emri vereyim.”

“Beni izle ve bilgelik öğren.” dedi Xaltotun.

Elini kıyafetinin arasına soktu, pırıl pırıl parlayan bir küre çıkardı. Birden Conan’a attı. Kimmeryalı küçümser bir tavırla küreyi diğer tarafa doğru attı, dokunmasıyla beraber bir patlama oldu, her tarafı bembeyaz, parlak bir ışık kapladı. Conan, hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu.

“Öldü mü?” Taraküs, sorgulamaktan çok durumu tasdikler gibiydi.

“Hayır, yaşıyor ama hiçbir şey hissedemez. Birkaç saat içinde kendine gelecek. Adamlarına söyle, kollarını ve bacaklarını bağlayıp benim aracıma yüklesinler.”

Taraküs bir hareketiyle emri verdi, askerler homurdana homurdana hareketsiz kralı at arabasına taşıdılar. Xaltotun, Conan’ın vücudunun üzerine gözükmesin diye bir örtü örttü ve dizginlerini eline aldı.

“Belverus için buradayım.” dedi. “Amalric’e söyle, eğer ihtiyacı olursa onunlayım. Conan olmadan ve ordusu bu hâle gelmişken fetih için fazlasını yapmaya gerek yok. Prospero meydana en fazla on bin asker getirebilir ve cephede olanları duyduktan sonra şüphesiz Tarantia’ya geri dönecektir. Amalric’e, Valerius’a veya herhangi birine Conan’ı esir aldığımı sakın söyleme. Bırak, kayalıkların altında öldüğünü düşünsünler.”

Bir süre askerlere doğru baktı. Nöbetçi asker uzun bakışlardan rahatsız olup huzursuzca hareket ediyordu.

“Senin o belindeki şey ne?” diye sordu Xaltotun.

“Neden ki, kemer efendim, beğendiniz mi?” diye kekeledi asker şaşkın şaşkın.

“Yalan söylüyorsun!” Xaltotun’un kahkahası bile acımasızdı. “O zehirli bir yılan! Ne kadar aptalsın, insan hiç beline bir sürüngen dolar mı?”

Adam, gözleri korkudan kocaman açılmış bir vaziyette kemerine doğru baktı. Kemerinin tokasının ona doğru şahlandığını dehşet içinde izledi. Bu bir yılan kafasıydı! Korkunç gözleri, zehir akan dişleri, ürpertici tıslamasıyla resmen bir yılandı ve vücudunu saran iğrenç sıcaklığını hissetti. Büyük bir çığlık attı ve çıplak eliyle yılanın kafasına vurdu, zehrin eline geçişini hissetti. Kaskatı kesildi ve birdenbire yere yığıldı. Taraküs hiçbir tepki vermeden sadece izledi. Tek gördüğü deri bir kemer ve nöbetçi askerin avucuna saplanmış kemer tokasıydı. Xaltotun, sihirli bakışlarını Taraküs’ün yaverine çevirecek oldu, adamın benzi attı ve tir tir titremeye başladı. Ancak kral araya girdi: “Hayır hayır, ona güvenebiliriz.”

 

Büyücü, dizginleri gerdirdi ve atları hareketlendirmeye başladı. “Bak, dediğim gibi, bu olay aramızda bir sır olarak kalacak. Eğer bana ihtiyacınız olursa, Orastes’in kölesi Altaro’ya, ona öğrettiğim şekilde beni çağırmasını söyle. Belverus’taki sarayınıza gelirim.”

Taraküs elini kaldırıp selamladı ancak büyücünün ardından bakarken çok da memnun olmadığı suratından okunuyordu.

“Neden Kimmeryalıyı yanında götürüyor?” diye sordu, korkmuş yaver.

“Ben de bunu merak ediyorum ya zaten.” diye homurdandı Taraküs. At arabası seslerinin gittikçe uzaklaşmasıyla geriye sadece savaşın bıraktığı boşluk kaldı. Güneşin batışı tepelerde kızıl gölgeler oluşturuyordu ve at arabası doğuya, karanlık mavi gölgelere doğru ilerliyordu.