Devlet

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

6. Günümüz okurunu en üst derecede fantastik ve kusursuz gibi vuran, ona birçok derin düşünce getiren iki çelişki, Devlet’in üçüncü kitabında bulunabilir. İlki, müziğin müthiş gücü. Bu güç, sanat ve bilimin bu kadar ilerlediği, melodi ile ahengin sırrını bulduğu bu çağdaş devirde bizim deneyimlediğimiz etkiden çok daha fazladır. İkincisi, ruhun beden üzerinde kurması gereken belirsiz ve neredeyse mutlak kontroldür.

İlkinde bir nebze abartıdan şüpheleniyoruz, günümüzde bilinmeyen belirli sanat dallarının uzmanlığında gözlemlediğimiz gibi. Yalnızca bir grup insan tarafından hissedilen bu doğal şevk ile Platon’a, Aristo’nun yabancı olduğu, sayılara ve sayısal orana duyulan bir tür Pisagorsal hürmetin karıştığı görülür. Ses aralıkları ve sayıları ona göre, duyu değişimlerine bağlı olmayan ve kendi yasaları olan kutsal şeylerdir. Duyunun da üstünde yükselir ve idealar dünyasıyla bir bağlantı işlevi görür. Fakat Platon’un kendisine gerçek durum gibi görünen şeyi anlattığı barizdir. Sade ve karakteristik bir melodinin Yunanların duyarlı zihinleri üzerindeki gücü, bizim kolayca takdir edebileceğimizden fazlasıdır. Ulusun kulağının etkisi onunla bir kıyas ortaya çıkarabilir. Ve bütün bunların yanında, müzikal notaların ahengi ve ruhla bedenin uyumu arasında bir kafa karışıklığı vardır. Ki bu da muhtemelen onlardan dolayıdır.

İkinci çelişki bazı merak uyandırıcı ve ilginç sorulara yol açar: Zihin vücudu nereye kadar kontrol edebilir? Bu ikisinin arasındaki ilişki ortak düşmanlık mı ortak uyum mudur? İkisi bir midir ayrı mıdır ve biri diğerinin nedeni midir? Bazı zamanlar ikisi arasındaki zıtlaşmayı ve bize pek tanıdık olmayan ama yine de güçlükle kesin bir anlam taşıyan onları tanımlama yöntemimizi bırakabilir ve kompozit bir varlık olan insanı daha basit bir şekilde inceleyebilir miyiz? İnsanlarda kesin çizgilerle ayrılmamış, kimi zaman çatlayan ve birbiriyle kavgaya hazırlanan daha ileri ve daha alçak prensipler olduğunu bir nebze kabul edebilir miyiz? Ya da yine, ya bilinçsiz şekilde sıradan iş yaşamında ya da soylu bir amaç ve bilinçli şekilde çaba olmadan elde edilmek için düşünce ve sinirleri gerildiği için uzlaşıp birlikte hareket ederler. Ve sonra vücut, zihnin iyi bir arkadaşı, dostu ya da kölesi, bir vasıtası oluverir. Ve zihin çoğu zaman, müthiş ve neredeyse insanüstü olan hastalık ile güçsüzlüğü geçirme ve gizli bir gücü ortaya çıkarma gücüne sahiptir. Mantık ve arzular, zihin ve duyular, uyum ve itaat ile bir araya gelip tek bir insanı oluştururlar. Asla ayrılmaz ve bir araya gelmezler. Eğilimlerinin özdeşlikleri veya çeşitlilikleri ile yaptıkları işlemler büyük çoğunlukla bizim tarafımızdan fark edilmez. Zihin, arzular yoluyla bedene değdiğinde birbirlerine olan sorumluluklarını kabul ederiz. İçimizden bir ses “İç.” derken başka bir ses “İçme; sana iyi gelmeyecek.” der. Hepimiz biliriz ki haklı olan üstün gelir. Bu alana kontrolümüz dışında olan bazı ihtiyaç unsurları girmesine rağmen sağlığımızdan sorumluyuz. Kendimize çok yüklenmezsek ve bütün insan özgürlüğünün doğanın, zihnin yasaları ile kısıtlandığını idrak edersek yıllarca devam eden sağlığın, bakımın ve düşüncenin yönetiminde bile bizi neredeyse kendi işlerimizde yetkili kılabilir.

Platon’un kendi döneminde yaygın olan tıp uygulamalarında devam ettirdiği genel kınamada diyetin etkilerini küçümsediğini görmekten hayal kırıklığı duyarız. Kesin tedavisi olan ve belirli özelliklere sahip hastalıklar almayı isterdi. Hayat uğraşı ile çatışan sakatlıktan korkar. Zamanın hem zihinsel hem bedensel hastalıkları iyileştirdiğinin, aşamalı ve ufak ufak ilerleyen tedavilerin ani sonuçlar verenlerden daha güvenli olduğunun farkına varmaz. Zihnin vücudu yeme içmenin yaptığından veya irade özgürlüğünün daha doğru, basitçe ileri sürüleceği herhangi bir diğer davranış ya da durumun daha fazla etkileyebileceğini de görmez.

7. Daha az önemli biçim konuları şöyle gösterilebilir.

(1) Platon’un şakaya vurduğunu ifade etme biçimi olan müziğin taklitçi cahilliği.

(2) Burada da ikinci kitaptaki gibi devletin yapısıyla devam ettirdiği belli belirsiz tavır.

(3) Devletin bazen gerçeklik olarak, sonra yine yalnızca hayalî bir çalışma olarak betimlenmesi; bunlar okuyucunun ilgisini sürdürmeye yönelik sanatlardır.

(4) Bağlantılar veya onuncu kitapta ozanların tamamen gözden çıkarılmasına hazırlık.

(5) Davaseverin rehber resimleri, Phocylides’in özdeyişiyle ilgili satirik espri, altın ve gümüş vatandaşların görüntüsünün konuya dâhil oluş biçimleri ve Asklepios’un uygulamasından çıkan tartışma gözden kaçmamalıdır.

DÖRDÜNCÜ KİTAP

Adeimantos, “Bir insanın, senin vatandaşlarını sefil ettiğini ve kendi özgür iradeleriyle bunu yaptırdığını söylediğini düşün. Onlar şehrin efendileri ama yine de diğer insanlar gibi toprak, ev veya para sahibi olmak yerine paralı askerler olarak yaşadıklarını ve her zaman artmakta olan yönetici olduklarını düşün.” dedi. Şunu da ekleyebilirsin, dedim; ücret değil sadece yiyecek aldıklarını ve bir seyahat veya bir eşe harcayacak paraları olmadığını. “Öyleyse ne cevap veriyorsun?” Cevabım, yöneticilerimizin en mutlu insanlar olmak durumunda kalmamalarıdır. Uzun vadede öyle olduklarını bulmak beni şaşırtmamalı. Ama bu bizim, sadece bir bölümün değil bütünün iyiliğini düşünen yapımızın amacı değildir. Eğer bir heykeltıraşa gidip yüzün en asil parçası olan gözü neden mor değil siyah yaptı diye onu suçlarsam bana “Göz göz olarak kalmalı ve heykele bir bütün olarak bakmalısın.” der. Şimdi, içinde herkesin yiyip içtiği, ince mor keten giysiler giydiği, çömlekçilerin ellerinde çarklarıyla koltuklarda uzandığı ve arzu ettiği zaman çalıştığı ve acemi çaylaklar ile devletin diğer sınıflarının kendilerine has özelliklerini kaybettikleri, hayaller âleminde kurulmuş bir mutluluğu anlayabiliyorum. Çaylaklar olmadan da devlet kendine yetebilir ama yöneticiler yakın arkadaşlara doğru bozulursa çöküş tamamlanır. Unutmayınız ki biz tatiline devam eden köylülerden değil her insanın kendi işini yapmayı kabul ettiği bir devletten söz ediyoruz. Mutluluk yalnızca o ya da bu sınıfta değil bir bütün olarak devletin her kısmında bulunmalıdır. Yapacağım bir değerlendirme daha var: Orta hâlli bir yaşam, esnaf için en iyisidir. Araç gereç alacak kadar paraları bulunmalı ama işinden de bağımsız olmamalıdır. Aynı durum vatandaşlarımız için de en iyisi değil midir? Eğer fakir olurlarsa sefil olurlar. Zengin olurlarsa gösterişli ve tembel olurlar. Ve bu durumları ikisinin de yaşamasını istemeyiz. “O zaman zavallı şehrimiz parası olan bir düşmana karşı nasıl savaşacak?” Tek düşmana karşı savaşmak zor olabilir ama iki olursa hiç düşman kalmaz. İlk olarak mücadele eğitilmiş savaşçılara karşı varlıklı vatandaşlarla gerçekleşecek ve sıradan bir atlet, en az iki iri yarı rakip için kolay bir eşleşme değil midir? Şunu da düşün; karşılaşmadan önce iki şehirden birine elçiler gönderiyoruz ve “Bizde altın veya gümüş yok, ganimetimizin birazı karşılığında bize el uzatır mısınız?” diyoruz. Yağsız ve dayanıklı köpeklere katılıp yağlı koyunu yağmalamak varken kim onlara karşı savaşır ki? “İyi ama birkaç devlet onların kuvvetine katılırsa tehlikede olmaz mıyız?” devlet kelimesini bizimmiş gibi kullanman beni memnun etti. Onlar tek bir devlet değil, “devletler”, çoğu bir arada. Çünkü her devlette birbirine düşürebileceğin iki hasım millet vardır; zengin ve fakir. Fakat bizim devletimiz, ilkelerine sadık kalırken Yunan devletlerinin gerçekten en muazzamı olacaktır.

Devletin büyüklüğüne gelecek olursak bir sınır değil birlik gereklidir. Ne çok geniş ne çok küçük olmalıdır. Bu ikincil derecede önemli bir husustur, fanî insanın ibretlik hikâyesinde anlatılan sınıf değişimi ilkesi gibi. Burada anlatılmak istenen anlam, her insanın fıtratındaki şeyi yapması, kendisiyle anlaşmasıdır ve sonra bütün şehir birlik olmuş olur. Fakat bu şeylerin hepsi ikincildir, eğer daha önemli bir mesele olan eğitim layıkıyla göz önüne alınırsa. Çark bir kere dönmeye başlarsa hızı sürekli artacaktır; her nesil hem fiziksel hem ahlaki özelliklerde kendinden öncekinden daha fazla gelişecektir. Valilerin dikkati müzik ve jimnastiği yenileşmeden ülkenin şarkılarını değişmekten korumaya verilmelidir. Yoksa sonra yasaları da değişir. Değişim ilk başta masum görünür ve oyununa başlar ama sonra şeytan ciddileşir ve insanların huyları, sonra ticari ilişkiler ve en son devletin birimleri üzerinde çalışır, her yerde yıkım ve karışıklık olur. Ama eğer eğitim olduğu gibi kalırsa hiçbir tehlike olmaz. Güçlendirici bir süreç sürekli devam edecektir. Yasa ve düzen ruhu, düşeni kaldıracaktır. Hayattaki daha küçük meseleler için hiçbir düzenleme gerekmeyecektir; davranış kuralları ve giyinme biçimleri. Benzeri bizi iyiye ya da kötüye çeker. Eğitim eksiklikleri düzeltir ve özerklik için gereken gücü sağlar. Yasaların hususlarına girmek için bizden uzak olsun. Bırakalım da yöneticiler eğitimle ilgilensinler ve eğitim de kalan her şeyle ilgilensin.

Fakat eğitim olmadan istedikleri gibi dikip yama yapabilirler. İlerleme kaydetmezler, sevdiği bir tedaviyle kendini iyileştirmeyi düşünen ve şatafatlı yaşam tarzından vazgeçmeyen bir hasta gibi. Eğer bu insanlara alışkanlıklarını değiştirmeleri gerektiğini söylerseniz öfkelenirler, büyüleyici insanlardır. “Büyüleyici mi? I ıh, tam tersi.” Bu adamlar apaçık ne senin gibi nezaketli ne de devlet onlar gibi olan devlet. Ve böyle, önce idam cezasını kanunlaştıran, sonra anayasayı değiştiren, sonra da kendileriyle bir şeylerde gurur duyan devletler vardır. Onları şımartan ve onlara yılışan kimse o başa geçer. “Evet, insanlar da devletler kadar kötüdür.” Fakat parlak zekâlarına hayran kalmadın mı? “I ıh, bazıları insanlar ona ne söylese inanacak kadar salak.” İyi de bir adama bütün dünya 1.82 boyunda olduğunu söylüyorsa ve adamda bir ölçü aleti yoksa adam inanmayıp ne yapsın? Ama meraklanma; devlet adamlarını kendi kocakarı ilaçlarını deneyen ve insan ırkının Hidramsı serseriliklerini bitireceklerini düşleyen biri olarak görmek oyun kadar iyidir. Minik mizansenler iyi devletlerde lüzumsuz, kötülerde de işe yaramazdır.

 

Öyleyse şimdi kanunların işleyişinden geriye ne kalıyor? Bizim için hiçbir şey ama Delf’in tanrısı Apollon’a var olan bütün şeylerin en önemlisini düzenlemeyi bırakıyoruz; yani dini. Eğer bu önemdeki bir meselede bir anlamı varsa yalnızca, merkezde ve orta yerde oturan, atalarımızdan kalmış olan tanrımıza güven olabilir. Yabancı bir tanrı bizim dünyamızda yüce olamaz…

Burada, Sokrates’in de söyleyeceği gibi neyin daha önce olduğuna “kafa yoralım” (Yunan): Buraya kadar vatandaşların mutluluğunu değil, yalnızca devletin refahını konuştuk. Onlar en mutlu insanlar olabilirler ama devleti kurmaktaki asıl amacımız onları mutlu etmek değildi. Onlar koruyucular olmalıydı, tatilci değil. Bu hoş tarzda bize hem eski hem modern felsefenin, görev ve mutluluğun ilişkisiyle ilgili olan ünlü bir sorusu yönelir; kamu hizmetlerinden yararlanma.

Önce görev, sonra mutluluk; ahlaki amaçlarımızda doğal sıra böyledir. Faydacı prensip, hatayı düzeltmede değerlidir ve bize ahlakın ihmal edilecek bir tarafını gösterir. Hak ve faydanın eş zamanlı olduğu, insanların mutluluğunu kendine amaç edinen birinin en soylu amaca sahip olduğu ilerde kabul edilebilir. Fakat faydacılık, ahlakın tarihsel temeli değildir. Ahlaki ve dinî fikirlerin genelde akla geliş durumu da değildir. En büyük mutluluk, inancımıza göre, evrenin ilahi iktidarının uzak sonucudur. Bir birey için en büyük mutluluk ise erdemlilik ve iyilik dolu bir hayatta bulunmasıdır. Fakat ilahi bir amaçtan çok hak yasasından emin gibi görünürüz; “bütün insanlık kurtarılmalıdır” ve birini diğerinden anlarız. Ve bireyin en büyük mutluluğu belki de kelimenin tam anlamının tersidir ve belki acı içinde bir yaşamla ya da gönüllü bir ölümle gerçekleşir. Dahası, “mutluluk” kelimesinin biraz anlam kargaşası olabilir; zevk ya da ideal bir yaşam anlamına gelebilir. Öznel ya da nesnel olabilir. Bu dünyada ya da diğerinde olabilir. Sadece kendimizin ya da komşularımız ve diğer bütün insanlar için olabilir. Faydacılığın modern kurucusuna göre, bize göre zıt iyilik ve özsevgi olarak zıt görülseler de özsaygı ve umursamaz tavırlar aynı anlama gelir. Mutluluk kelimesinin bir sınırı “doğru” ya da “yanlış” kutsallığı yoktur. Yüksek doğamıza aynı derecede hitap etmez ve insan ırkının bilincine işlenmemiştir. Hayatın konforları ve kolaylıklarıyla fazla derecede, ruhun kendimiz için istediğimiz faydalarıyla ise çok az derecede ilişkilidir. Büyük bir duruşmada, tehlike anında, baştan çıkarılma ya da herhangi bir kahramanlık faaliyetinde hemen hemen hiç düşünülmez. Bu sebeplerden dolayı, “en büyük mutluluk” ilkesi ahlakın asıl temeli değildir. Ama ilk ilkesi olmasa da ona doğru ve daha kolay uygulanabilen ikincisi sayılabilir. İnsan davranışlarının büyük bir kısmında doğru ya da yanlış yoktur, insan ırkının mutluluğuyla meşgul oldukları için bugüne kadarki zaman hariç. (Gorgias ve Philebus, Giriş)

Faydalı ya da avantajlı olanın büyük yer kapladığı ve büyük yetkisi olduğu görülen siyasette de aynı soru yine karşımıza çıkar. Siyasi ölçüleri ilgilendirdiği için başlıca şunu sorarız: İnsanlığın mutluluğunu nasıl etkileyecekler? Yine de burada da amaca uygunluk olarak nitelendirdiğimiz şeyin yalnızca insan toplumunun koşullarıyla sınırlandırılmış hak yasası olduğunu görebiliriz. Hak ve doğru, hem bireylerin hem hükûmetin büyük amaçlarıdır. Onları gözden kaybetmemeliyiz çünkü onları doğrudan uygulayamayız. Milletlerin daha iyi zihinlerine hitap ederler ve bazen yalnızca geçici heveslerin karşı koyabilmesi için çok fazladır. İnsanların hem kamu düzeni için hem de özel işlerinde kullandığı paroladır. Avrupa’nın mutluluğu buna bağlıdır denebilir. En kârlı ve faydacı devletlerde fikirlerin güçleri kalır. Bütün üst sınıf devlet adamlarının içinde, Perikles’in Anaxagoras’ın öğretisinden topladığı söylenen idealizmden bir parça vardır. Gerçek liderin hırslı amaçların üstünde olması gerektiğini ve ulusal karakterin materyalist rahatlık ve refahtan daha fazla öneme sahip olduğunu bilirler. Bu, Platon’a göre düşüncenin düzenidir; önce, vatandaşlarının görevlerini yapmasını bekler, sonra uygun durumlarda, yani düzenli bir devlette, mutlulukları garanti altındadır. Diğer paragraflarında, modern faydacılık prensibini siyasetten çıkarmaktan uzak olduğu gayet açıktır. Şöyle der; “En yararlı olan en saygın olandır ve en kutsaldır.”

Şunlardan söz edebiliriz:

(1) Adeimantos’un burada itiraz ederken üslubu Sokrates’in savını yerleştirmek ve derinleştirmek için planlanmıştır.

(2) Bütününün yalan söylemesinin hem siyasetin hem sanatın temelinde yatması fikri, ikincide çeşitli adlarla (harmoni, simetri, ölçü, bütünlük) anılan tek eleştiri prensibini destekler ve Yunanlar bunu sanat eserlerine uygulamış görünürler.

(3) Geleneksel Yunan devlet modelinden sonra devletin boyutunun küçük olması gereği, Aristo’nun Politika’sında olduğu gibi Yunanistan devletlerinin küçük olduğu gerçeği bir ilkeye dönüştürülmüştür.

(4) Cılız köpekler ve şişman koyunların, en az iki iri yarı adamı deviren az zinde boksçunun, sürekli durumlarını kötüleştiren “sevimli” hastaların, kendimizinki dışında bir devlet olmamasına dair aldatıcı tahminin ya da bir devlet adamının kendisine öyle söylendiği için boyunun 1.82 olduğunu zannetmesi ve ölçecek bir aleti olmadığı için buna inanması (Ona gerçekten kızamayacağımız kadar komik.) cahilliğinin hoş görülmesi ironisinin güldürücü tasvirleri…

(5) Şu iki büyük ilke için hazırlıklar yapıldığında dinin es geçildiği önemsiz ve yüzeysel tutum devam ettirilmelidir: Din, tanrıların en yüce kavramına dayanmalıdır ve gerçek milli yani Yunan tarzı devam ettirilmelidir.

Sokrates devam eder: Ama bütün bunların içinde adalet nerede? Aristo’nun oğlu, söyle nerede? Bir mum yak ve şehri ara. Kardeşini ve arkadaşlarının kalanını da aramaya yardım etmeleri için yanına al. Glaukon “Böyle olmaz.” diye cevap verdi. “Sen kendin şehri aramaya söz verdin ve adaleti terketmenin saygısızlığından bahsettin.” Peki, dedim. Ben yolu göstereceğim ama sen de peşimden geleceksin. Fikrim, devletimizin kusursuz olması için şu dört özelliğe sahip olması gerektiğidir: Bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalet. İlk üçünü silersek geriye kalan adsız adalet olur.

Öyleyse ilk olarak bilgelik: Olmasını planladığımız devlet bilge olacak çünkü aynı zamanda politik. Ve idare, marangozda, metal işçisinde ya da çiftçide değil bütün devletin yararı için fikirde bulunan kimsede bulunan bir beceridir. Sayısı demircilerden hayli az olan yöneticilerin bu becerisi devletin bilgeliğini yoğunlaştırdı. Eğer devleti yöneten bu küçük sınıf bilge ise devletin tamamı bilge olur.

İkinci özelliğimiz cesaret. Bunu başka bir sınıfta da görmekte zorluk çekmeyiz: Askerler. Cesaret bir tür kurtuluş olarak tanımlanabilir: Eğitim ve hukukun, tehlikelerle ilgili öngördüğü fikirlerin asla yanılmayan kurtuluşu. Boyacıların önce beyaz bir zemin hazırlayıp sonra üzerine mor ya da başka herhangi bir rengi serdiğini biliyorsunuz. Bu şekilde yapılan boyalar sabitlenir ve hiçbir sabun ya da kül suyu onu çıkaramaz. Bu zemin eğitimdir ve yasalar da renklerdir. Eğer zemin uygun şekilde kurulursa ne sabun, ne acı veya korku ne de kül suyu kanunları zeminden çıkarır. Tehlike hakkındaki doğru fikri koruyan bu güce “cesaret” demenizi isteyeceğim. Buna, “politik” ya da “uygar” sıfatları ekleyerek onu katıksız hayvan cesaretinden ve daha sonra bahsedilecek olan yüce bir cesaretten ayırmanızı isteyeceğim.

İki özellik kalır; ölçülülük ve adalet. Ölçülülük, uyum fikrini, bahsettiğimiz diğer özelliklerden daha çok akla getirir. “Kendisinin efendisi” olarak tanımlanan bir insanın betimiyle bu özelliğin doğasına ışık tutulur. Bu ifade kulağa saçma gelir çünkü efendi aynı zamanda bir hizmetkârdır. Bu ifadenin esas anlamı; bir insandaki iyi prensibin kötüye efendilik yapıyor olmasıdır. Bazı şehirlerde bütün sınıflar (kadınlar, köleler vb.) daha kötüye ve yalnızca birkaçı iyiye uyumludur. Bizim devletimizde kötüye uyumlu olanlar iyiye olanların kontrolü altında tutulmaktadır. Şimdi, ölçülülük bu sınıfların hangisine aittir? “İkisine de.” Ve bizim devletimize, eğer herhangi biri ölçülü bir mesken olacaksa ve bu özelliği, bütüne yayılmış, şehrin sakinlerini tek bir zihin yapan ve üst, orta, alt sınıfları (bilginin, güç ve servet olarak farklı olduklarını düşünerek) bir enstrümanın telleri gibi birbirine uyduran bir uyum olarak tanımlamakta doğru yaptıysak.

Şu an hedefe yakınlaştık: Adalet kayıp gider ve kaçar diye kenara yanaşalım, kapıyı çevreleyelim ve dört gözle izleyelim. Çalılığın kıpırdadığını ilk sen görürsen söyle. “I ıh. Yolu sen göster.” Öyleyse bir dua oku ve takip et. Yol karanlık ve zorlu ama ilerlemeliyiz. Bir iz görmeye başlıyorum. “İyi haber.” Neden? Glaukon, izlerimizin belirgin olmaması epey gülünç! Biz gözlerimizi uzağı görmeye zorlarken adalet ayaklarımızın dibinde yuvarlanıyor. Ellerinde tutabilecekleri bir şey arayan insanlar kadar kötüyüz. devletin temelini konuşurkenki iş bölümü prensibimizi unuttun mu ya da herkesin kendi işini yapmasını? Bu adalet değildir de nedir? Politik erdemler arasında bilgelik, ölçülülük ve cesaretle yarışabilecek başka bir erdem kaldı mı? “Herkesin kendisinin” olması, hükûmetin büyük hedefidir ve adaletin büyük hedefi de herkesin kendi işi olmasıdır. Bir marangozun ayakkabı tamircisi olmaya veya bir ayakkabı tamircisinin bir marangoz olmaya çalışmasında çok zarar yoktur ama asıl zarar, ayakkabı tamircisinin ayakkabı kalıbını bırakıp bir yöneticiye, bir parlamentere dönüşmesinden ya da bir bireyin aynı anda hem eğitimci, hem savaşçı hem de bir parlamenter olmasından ileri gelir. Ve bu zarar haksızlıktır, yani herkes birbirinin işini yapmaktadır. Henüz kesin bir sonuca varacak durumda olmadığımız için bunu söylemiyorum. Çünkü devletlerde geçerli olacağına inandığımız tanımın hâlâ birey tarafından sınanması gerekmektedir. Büyük harfleri okuyup şimdi küçüğüne geri geliyoruz. Bu ikisinden birlikte parlak bir ışık çıkarılabilir…

Sokrates, bir kalıntılar yöntemiyle adaletin doğasını keşfetmeye başlar. Üç erdemin her biri ruhun üç parçasından birine ve devletteki üç sınıftan birine karşılık gelir. Fakat üçüncü, ölçülülük, daha ilk ikisinin uyumuna bağlıdır. Eğer dördüncü bir erdem varsa, ruhtaki üç parçanın ya da devletteki üç sınıfın birbiriyle olan ilişkilerinde aranması gerekir. Bu çok bariz ve basittir, tam da bu sebepten dolayı henüz bulunamamıştır. Modern mantıkçı, fikirlerin kimyasal maddeler gibi parçalanamayacağını değil ama birbirine denk geleceklerini, aynı şeyin sadece adları veya hâlleri farklı olacağını reddeder ve bu örnekte durum bu gibi görünüyor. Çünkü burada verilen adalet tanımı, Sokrates tarafından Charmides’de verilen, yalnızca geçici olan ve sonradan reddedilen ölçülülük tanımlarından biriyle kelimesi kelimesine aynıdır. Ve diğer erdemler atıldığında artakalan adaletten çok uzaktır. Devlet’in adalet ve ölçülülüğü zorlukla birbirinden ayırt edilebilir. Ölçülülük, bir kısmın erdemi gibi görünür, üç kısımdan biri. Oysaki adalet bütün ruhun evrensel bir özelliğidir. Yine de öte yandan, ölçülülük aynı zamanda bir tür uyum olarak tanımlanır ve bu bakımdan adalet ile karşılaştırılabilir. Adalet, ölçülülük ile tür olarak değil ama derece olarak farklı görünür. Oysaki ölçülülük uyumsuz unsurların uyumu, adalet ise bütün yapıların ve sınıfların kendi işlerini yaptıkları kusursuz düzendir, doğru yerde doğru insan, bütün vatandaşların bölünmesi ve iş birliği. Adalet, yine diğer erdemlerden daha soyut bir fikirdir ve bu yüzden, Platon’un bakış açısına göre, onların atıfta bulunulan ve fikrin içinde onlardan önce gelen temellerinden de daha soyuttur. Ölçülülüğü ortadan kaldırma teklifi, sadece tekdüzelikten kaçınmaya yönelik bir biçim hilesidir.

Platon’un önceki Diyaloglar’ında tartışılmış önemli bir soru vardır (Protagoras; Arist. Nikomakhos’a Etik): Beceriler bir tane midir birden fazla mıdır? Bu, (şimdi ilk kez ahlak felsefesinde bir araya gelen) dört ana erdem olduğu anlamına gelen bir cevap bulur. Aynı zamanda erdemlerden biri diğerlerinden üstündür. Bu cevap, Aristo’nun, diğerlerine değil erdemlerin bütününün parçalara bağlı olduğu evrensel adalet fikri gibi değildir. Evrensel adalet fikri ya da ilk eğitim ve insanın ahlaki yapısında düzen sağlamak için, ikinci eğitimde hâlâ daha evrensel olan iyi kavramına ve spekülatif bilgi alanına erişildiği görülmektedir. İkisi de “yasa”, “düzen” ve “uyum” kelimeleriyle tanımlanabilir ama iyi kanısı “bütün zamanları ve bütün varlıkları” kucaklarken adalet fikri insandan öteye gitmez.

… Sokrates şimdi bireyi ve devleti tanımlar. Fakat önce bireyin ruhunun üç parçası olduğunu kanıtlamalıdır. Argümanı şöyledir: Nicelik nitelikte fark yaratmaz. “Adil” kelimesi, bireye de devlete de uygulandığında, aynı anlama gelir. Ve “adalet” kelimesi, devletteki ve bireydeki aynı üç prensibin kendi işini yaptığını gösterir. Peki gerçekten üç taneler mi yoksa tek mi? Soru zordur, şu an kullandığımız yöntemlerle çözülmesi de zordur ama doğru ve uzun yol çok zamanımızı alırdı. “Kısa olan bana yeter.” Öyleyse devletlerin özelliklerinin onları oluşturan insanların da özellikleri olduğunu kabul ediyorsun? İskitler ve Traklar hırslıdır, bizim ırkımız entelektüeldir ve Mısırlılar ile Fenikeliler açgözlüdür çünkü her birindeki bireylerin filanca karakterleri vardır. Zor olan şey; birkaç prensibin bir mi üç mü olduğuna karar vermek; yani, yapımızın bir kısmıyla mantık yürütüp bir kısmıyla arzu duyup diğer kısmıyla da öfkelenip öfkelenmediğimizi ya da bütün davranışlarda ruhun bütününün etkili olup olmadığını. Bu soruşturma, kelimelerin çok kesin tanımlarını gerektirir. Aynı bağıntıda aynı şey iki zıt yönden etkilenemez. Yani bir insanın hem sabit durup hem kollarını kıpırdatmasının ya da eksende yuvarlanan bir noktanın üstünde olmasının mümkünatı yoktur. Bütün mümkün istisnalardan bahsetmenin gereği yoktur. Zıt kutupların aynı bağıntıda var olamayacağını geçici olarak kabul edelim. Zıtlar sınıfına; alçalan ve yükselen, arzu ve kaçınma girer. Arzunun bir türü olan susuzluk ve açlıktır. Burada yeni bir anlam çıkar; susuzluk, suya duyulan susuzluktur, açlık da yiyeceğe duyulan açlıktır. Sıcak bir içeceğe veya belirli bir yemeğe duyulmaz yani. Tabii bunun tek istisnası, arzuladığımız her şeyin iyi olduğu gerçeğidir. Bağlantılı terimlerin ayırt edici özellikleri olmadığında bağlantılı olduklarının da olmaz. Olduğunda da bağlantılı olduklarının da olur. Örneğin, “büyük” kelimesi basitçe “az” ile bağlantılıdır ve bilgi, bir bilgi alanından bahseder. Öte yandan, belirli bir bilgi, belirli bir konuya aittir. Her bilimin, bir amaçla tanımlanan bir ayırt edici özelliği vardır. Tıp, mesela, sağlıkla şaşkına dönmemesine rağmen sağlık bilimidir. Buraya kadarki fikirlerimizi netleştirdiğimize göre, kesin bir amacı olan asıl susuzluk örneğimize geri dönelim: İçmek. Susamış ruh iki farklı dürtü hissedebilir: Hayvani olanı “İç.” derken mantıklı olanı “İçme.” der. Bu iki dürtü karşıttır ve böylece onların, ruhtaki farklı prensiplerden kaynaklandığını düşünebiliriz. Fakat tutku üçüncü bir prensip midir ya da arzu ile bağlantılı mıdır? Leontius’un bu soruya ışık tutan belirli bir hikâyesi vardır. Kuzey duvarının dışından, Pire’den geliyordur ve cellat tarafından öldürülmüş cesetlerin olduğu bir yerden geçer. Onları görmeye büyük bir arzu duyarken aynı zamanda bir tiksinti de hisseder. İlk önce arkasını dönüp gözlerini kapatır ama onları hızla açar ve “Doyun güzel manzaraya, sizi sefiller.” der. Şimdi burada, arzuya karşı mantığa yardıma gelen ama asla mantığa karşı arzuya yardım etmeyen üçüncü bir prensip yok mudur? Bu, şunu varsayarak kendimizi ikna ettiğimiz ayrı bir tutku ya da ruhtur. Bir insan adil şekilde acı çekerse ve cömert özelliği varsa katlandığı güçlüklere dargın olmaz. Ama adaletsizce acı çekerse dargınlığı en büyük yardımcısıdır. Açlık ve susuzluk onu uysallaştıramaz. İçindeki ruh ya uysallaşmalı ya da ölmelidir, çobanın köpeğine havlamamasını emrettiği mantığa ait sesini içinde duyana kadar. Bu, tutkunun mantığın dostu olduğunu gösterir. Öyleyse tutku mantıkla aynı şey midir? Hayır, tutku çocuklar ile zalimlerde bulunur ve Homeros, “Göğsüne vurdu ve böylece ruhunu azarladı.” dediğinde aralarındaki farka bir kanıt göstermiş olur.

 

Ve şimdi nihayet, sağlam bir zemine vardık ve devletin erdemleriyle birey erdemlerinin aynı olduğu çıkarımını yapabiliyoruz. Çünkü devlette bilgelik, cesaret ve adalet ancak devleti oluşturan bireylerdeki bilgelik, cesaret ve adaletle sağlanabilir. Üç sınıfın her biri devlette kendi sınıfının işini yapacaktır ve bireyin ruhunun her bir parçası; mantık, üstün olan tutku, alt olan da müzik ve jimnastiğin etkisiyle birbirine uyum sağlayacaktır. Diplomat ve savaşçı, baş ve kol Mansoul’da birlikte hareket edecektir ve arzulara boyun eğdirecektir. Savaşçının cesareti, zevkler ve acılar yerine tehlikelerle ilgili doğru bir fikri koruma özelliğidir. Diplomatın bilgeliği, ruhun yetkisi ve mantığı olan küçük bir parçasıdır. Ölçülülük prensibi, hem bireyde hem devlette yönetimin ve yönetilenin dostluğudur. Adaletten zaten bahsettik ve onun hakkında söylenen fikir, sıradan örneklerle doğrulanabilir. Adil devlet ya da adil birey hırsızlık yapar mı? Yalan söyler mi? Eşini aldatır mı? Ya da insanlara ve tanrılara saygısızlık yapar mı? “Hayır.” Bunun sebebi, devlette veya bireyde olan birkaç özelliğin kendi işini yapması değil midir? Ve adalet, insanları ve devletleri adil yapan özelliktir. Dahası, bir iş için bir adam olması gerektiğini savunan önceki iş bölümümüz, devamında gelecek olan için bir hayal ya da beklentiydi ve bu hayal şimdi, ruhun üç akorunu birleştirip hayatın her alanında uyumlu hareket ettiren adaletle gerçekleştirildi. Ve ruhun içindeki unsurların itaatsizlik ve başkaldırısı olan adaletsizlik, adaletin zıddıdır ve ruhun hastalığıdır çünkü ruhta da bedendeki gibi iyi ve kötü davranışlar iyi ve kötü alışkanlıklar yapar, ayrıca adaletsizlik uyumsuz ve yapaydır. Erdem; ruhun sağlığı, güzelliği ve refahıdır. Ahlak bozukluğu; ruhun hastalığı, güçsüzlüğü ve sakatlığıdır.

Yine eski sorumuz bize geri döner: Adalet mi adaletsizlik mi daha kazançlıdır? Soru gülünç bir hâl almıştır. Çünkü adaletsizlik, amansız hastalıklar gibi, hayatı yaşanmaya değer kılmaz. Benimle şehrin tepesindeki zirveye gel ve erdemin tek bir türüne, ahlaksızlıkların, aralarında hem devlette hem bireyde olan özel dört tanesi olan sonsuz türlerine bak. Bir tür erdeme karşılık gelen devlet, işte bizim tanımladığımızdır. Orada mantık iki addan biriyle hükmeder: Monarşi ve aristokrasi. Böylece hem devletlerde hem ruhlarda beş tür bulunur…

Ruhun üç tane becerisi olduğunu kanıtlama çabası ile Platon, bu üç beceriyi farklı kılanı anlatma çabasına girer. Sunduğu fark, becerilerin çalışmasındadır. Aynı beceri zıt etkiler yaratamaz. Fakat ilk mantıklı düşünen kimselerin yolu zorlu karışıklıklarla kuşatılmıştır ve zemini temizlemeden bir adım bile ilerleyemez. Bu onu, çelişkinin doğasını açıklamaya niyetlenen yorucu bir ara söze iter. Önce, çelişki aynı zamanda ve aynı bağıntıda olmalı. İkinci olarak, çelişkili cümlenin ifade edildiği sözlerin hiçbirinde konu dışı sözcükler kullanılmamalıdır. Örneğin; susuzluk içecekle ilgilidir, sıcak bir içecekle değil. Söylemediği ama ima ettiği şudur; eğer mantığın tavsiyesiyle ya da öfkenin dürtüsüyle bir adam içmekten geri tutulursa bu, susuzluk ya da onu içeren arzunun öfke ve mantıktan farklı olduğu anlamına gelir. Fakat varsayalım ki “susuzluk” veya “arzu” kelimelerinin değiştirilmesine izin veriyoruz ve bir “öfkeli susuzluk”tan ya da “intikamcı bir arzu”dan bahsediyoruz. O zaman, arzu ve öfkenin iki tabakası üst üste biner ve kafa karıştırır. Öyleyse bu durum hariç bırakılmalıdır. Ve arzunun amacında işaret edilen “iyi” kelimesinin kullanımında bir istisna kalır. Bunlar mantık çağından önce çıkan tartışmalardır ve onlar tarafından çok yorulmuş birisi şunu unutmamalıdır ki bunlar, ilk insan becerilerinin gelişimindeki fikirleri düzene koymak için gereklidirler.

Platon’un psikolojisi, ruhun -ilk onun ortaya attığını ve Aristo ile sonrasındaki ahlak yazarlarının devam ettirdiğini düşündüğümüz- mantıklı, çabuk öfkelenen ve şehvet düşkünü unsurlarından öteye gitmez. Zihnin bu ilk analizindeki başlıca zorluk, çabuk öfkelenen kısmının (Yunan) tam yerini tanımlamaktadır ki orası, doğrucu öfke, ruh ve tutku kelimeleriyle çeşitli şekillerde betimlenmiştir. O, Platon’da dürüst cesarette geçen cesaretin dayanağıdır; acıya katlanma, düşünsel zorlukları aşma ve savaşta tehlikeyle yüzleşme cesareti. Mantıksız olsa da mantıklı olanı destekleme eğilimi gösterir. Adil şekilde doğduğunda ceza ile meydana çıkmaz. Kimi zaman da insanlara büyük faaliyetlerde güç veren bir heves şeklini alır. Mantığın antlaşma yaptığı “aslan yürek”tir. Öte yandan olumludan ziyade olumsuzdur. Yanlışta ve yalancılığa içerlemiştir fakat Sempozyum ve Phaidros’taki aşk gibi, hakikat ya da iyi görüntüsünü amaçlamaz. Onur hükûmetinde hüküm süren askerî inatçı ruhtur. Öfkeden (Yunan) farklıdır çünkü öfkede hiçbir ilave doğrucu kızgınlık fikri yoktur. Aristo sözcüğü sürdürse de “tutku”nun (Yunan) mantıklıya olan yakınlığını kaybettiğini ve “öfke”den (Yunan) ayırt edilmesi olanaksız hâle geldiğini gözlemleyebiliriz. Ve bu yerel dille yazılan kullanıma Platon’un kendisi Yasalar’da sürekli olmasa da yeniden değinir. Modern felsefede de sıradan konuşmalarımızda olduğu gibi öfke ve tutku kelimeleri neredeyse sadece olumsuz anlamda kullanılır. Onların, adil veya makul bir sebepten çıktığını gösteren neredeyse hiçbir ima yoktur. “Doğrucu öfke” hissi, onu ayrı bir erdem ya da alışkanlık olarak görmemiz için çok eksik ve rastlantısaldır. Platon’un, bir kabahatlinin ne kadar adilce mahkûm edilse de cezasının adil olduğunu fark edeceğini sanarak ne kadar haklı olduğundan şüphe duymaya da meyilliyiz. Çünkü bu, bir suçlunun değil bir filozofun ya da bir şehidin maneviyatıdır.

Inne książki tego autora