Devlet

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

İKNCİ KİTAP

Thrasymakhos yatışmıştır ama gözü pek Glaukon tartışmaya devam etmek için ısrar eder. Önceki kitabın sonunda Sokrates’in “adaletlinin mi adaletsizin mi daha mutlu olduğu” sorusundan kurtulma biçimiyle tatmin olmamıştır. Doğruluğu üç sınıfa ayırmakla başlar: Birinci, kendiliğinden istenilen doğruluk; ikincisi, hem kendiliğinden hem de sonuçlardan dolayı istenilen doğruluk; üçüncüsü, yalnızca getirdiği sonuçlar sebebiyle istenilen doğruluk. Daha sonra Sokrates’e adaleti bu gruplardan hangisine sokabileceğini sorar. Sokrates ikinciye olabileceğini söyler; hem kendi özlerinden hem faydalarından dolayı olan doğruluklara. “Öyleyse genel olarak dünyadaki herkes seninle aynı fikirde değil. Çünkü adaletin, sadece sonuçları için istenen doğruluk sınıfına ait olduğunu söylerler.” Sokrates bunun Thrasymakhos’un bir prensibi olduğunu ve kendisinin bunu reddettiğini söyler. Glaukon Thrasymakhos’un, sihirbazın sesini dinlemeye çok hazır olduğunu düşünür ve adaleti ile haksızlığın doğalarını, bütün dünyanın kulağına tekrarlayıp durduğu sonuçları ve getirilerinden ayrı olarak incelemeyi teklif eder. İlk olarak adaletin doğası ve aslından, ikinci olarak insanların onu bir doğruluktan ziyade bir ihtiyaç olarak görmesi durumundan bahsedecektir ve üçüncü olarak görüşünün makullüğünü kanıtlayacaktır.

Haksızlık yapmanın doğru olduğu söylendi, haksızlıktan dolayı acı çekmenin de kötü. Kötülük; daha iyi olma arzusundan dolayı ortaya çıktığı için aynı zamanda fail olamayan mağdurlar5, her ikisine de sahip olamayacaklarının taahhüdünü verirler ve bu taahhüde veya orta yola adalet denir ama aslında tam olarak haksızlık yapmanın imkânsızlığıdır. Hiç kimse zorunda olmasa böyle bir taahhüt vermez. Diyelim ki adaletli kişi ve adaletsizin, herkesin bildiği hikâyedeki Gyges gibi, onları görünmez yapabilen yüzükleri var. O zaman bu ikisinin arasında bir fark kalmaz çünkü ikisinin de koşullar uygun olduğu zaman kötülük yapma ihtimali vardır. Ayrıca bundan kaçınan kişi, dünyadaki herkes tarafından bu çabası yüzünden bir ahmak olarak değerlendirilir. İnsanlar onu, kendileri için korktuklarından dolayı herkesin içinde övebilir ama içlerinden hep ona güleceklerdir. (Gorgias.)

Ve şimdi de adaletli ve adaletsizin örneklerini tasarlayalım. Adaletsiz adam zanaatının ustası olsun, çok nadiren hatası çıkan ve bunları kolayca düzeltebilen biri. Para, hitabet ve güç gibi Tanrı vergilerine sahip; en büyük kötü adamdan en üst huylar fışkırıyor yani. Yanına da bütün asaleti ve sadeliğiyle adil kişiyi koyalım. Sadece görünüşle kalmayıp özünde de -yani bir şöhret ve ödül olmadan- saf adaletiyle giyinmiş, en kötüsü olduğu düşünülse de aslında bütün insanların en iyisi. Ve yaşadığı gibi de ölsün. Gerisini haksızlığı övenlerin ağzına bırakmayı tercih etsem de adil adamın kamçılanacağını, acılar içinde kıvranacağını, esir tutulacağını, gözlerinin oyulacağını ve sonunda işkence edileceğini (hatta tam olarak kazığa oturtulacağını) ekleyebilirim. Hem de bütün bunların hepsi, özünde iyi olmayı, dıştan iyi görünmeye tercih ettiği için oluyor. Görünüşte asıl gerçek oymuş gibi sadık kalan adaletsiz adamın durumu ne kadar da farklı! Yüce şahsiyeti onu bir efendi yapıyor, istediği yerde evlenebiliyor, ticaret yapabiliyor, arkadaşlarına yardımcı olup düşmanlara zarar veriyor. Sahtekârlıkla elde ettiği servetinin sayesinde tanrılara daha çok dua edebiliyor ve böylece adil adamdan daha çok seviliyor.

Adeimantos, haksız dövüşe dâhil olduğunda ben ne cevap vereceğimi düşünüyordum. Bütün bunların en önemli noktasının çıkarıldığını düşündü: İnsanlara sadece mükâfat için adaletli olmak öğretiliyor. Anne-babalar ve vasiler erdemlere teşvik eden kişiler olarak itibar kazanıyorlar. Ayrıca, varlıklı bir evlilik ve yüksek sınıflar gibi daha esaslı başka faydaların da sözleri veriliyor. Homeros ve Hesiodos’ta bu hayatta adil bir adam için besili bir koyun ve ağır postun, bereketli mısır tarlalarının ve meyvelerinden dolayı devrilecek gibi duran ağaçlar tasvir edilir. Orfeus tarzındaki ozanlar buna benzer bir tasvir daha eklerler. Musaeus ve Eumolpos’un, başlarında çelenklerle erdemlerin ödüllerinin tadını çıkararak bir festivalde, ölümsüz bir sarhoşluğun cennetinde koltuklarda uzanırlar. Bazıları daha ileri gider ve üçüncü, hatta dördüncü nesillerde de dürüst bir soydan bahseder. Fakat kötü huylu olanı bir bataklığa gömerler ve ona bir elekle su taşıtırlar. Bu hayatta onlar, Glaukon’un adaletsiz görünüp adil olanların yaşayacağını öngördüğü rezilliği, onlara atfederler.

Hem şiirde hem düzyazıda geçen bir başka görüşü ele alalım: Hesiodos’un dediği gibi “Erdem, yücedir ama zorludur. Ahlaksızlık kolaydır ve kazançlıdır.” Çoğu zaman kötü huylu olanı büyük bir refah içinde, düzgün olanın da Tanrı’nın isteği doğrultusunda dert çektiğini görürüz. Dilenen kâhinler, kendilerinin ya da babalarının günahlarını kolay bir şekilde kurbanlarla, şenlik oyunlarıyla, tılsım ve muskalarla telafi etme vaadiyle zengin kimselerin kapısını çalar ve ilahi bir yardımla iyi veya kötü bütün düşmanlardan kurtaracaklarını vadederler, hem de küçük bir masrafla. Musaeus ve Orfeus’un yazdığını iddia ettikleri kitaplara başvururlar. Bütün şehirleri peşlerinden sürüklerler ve “ruhlarını araftan kurtaracaklarını” garanti ederler. Onları dinlemeyi reddedersek başımıza kim bilir ne gelir.

Keskin zekâlı temiz kalpli bir genç bütün bunları duyduğunda varacağı sonuç ne olabilir? Pindar’ın deyimiyle “Adaleti yükseltecek mi yoksa kendini eğri düzenbazlığı ile güçlendirecek mi?” Adalet, dışarıdan adalet şeklinde gözükmüyorsa sefalet ve mahvoluştur, diye dile getiriyor. Adaletsizlik, harikulade bir yaşam vadeder. Görünüş, gerçeğin efendisi ve mutluluğun sahibidir. Görünüşe döneceğim: Erdem oyununu sahneleyeceğim ve arkamdan da Arhilohos’un tilkisini sürükleyeceğim. Bazılarının şöyle dediğini duyabiliyorum, “Kötülük kolay kolay gizlenemez.” Onlara şöyle cevap veriyorum: Büyük şeyler kolay değildir. Birlik, kuvvet ve hitabetin çok faydası olacak. İnsanlar tanrıları yenemediklerini söylerlerse tanrıların varlığını nereden bilebiliriz? Yalnızca ozanlardan öğrenebiliriz çünkü onlar kurban kesilmesiyle tanrıların bastırılabildiklerini kabul ederler. Öyleyse neden önce günah işleyip sonra affedilmek için ödeme yapmayalım ki? Yani, doğrucular sadece cezasız kalıyorlar, bundan öte bir ödül olmuyor ama kötülük yapanlar hem cezasız kalabiliyor hem de günah işlemenin zevkine varabiliyorlar. Peki ya aşağıdaki dünya? Hayır, der bu argüman. Tanrıların evlatları olan ozanların söylediği gibi bu olayı düzeltip telafi edecek güçler vardır ve bu da devlet yönetimi tarafından onaylanmıştır.

Adaletsizliği savunan bu görüşlere karşı nasıl direnebiliriz? Adabı elden bırakmayız ve bilgenin söylediği gibi iki dünya için de elimizden geleni yapmaya çalışmalıyız. Acınası bir alçak olmayan kim adalet hakkında söylenen iyi şeylere gülmeyi bırakacak! Bir kişi, ileride kazanacağı şeyleri bilse de diğerlerine kızmaz. Çünkü insani erdemlerin, bir insanı kurtarmaya yetmeyeceğini bilir ve sadece adaletsizliği hiç yapmamış olan adaleti metheder.

Kötülüğün kökeni; zamanın başlangıcından beri bütün insanların, kahramanların, ozanların, gençliği eğiten kişilerin hep “geçici muafiyeti”, saygınlığı ve adaletin getirdiği kazançları öne sürmesidir. Eğer bize adalet ve adaletsizliğin insanın ruhunda bulunduğu ve ne bir insan gözünün ne de ilahi bir gözün göremeyeceğini küçük yaşlarda öğretselerdi başka insanların bize bekçilik yapmasına gerek kalmazdı ve herkes kendi hareketlerini gözetirdi. Sana göstermek istediğim bu, Sokrates: Diğer insanlar, Thrasymakhos’un savunduğu “güçlü olan haklıdır”ı desteklemeye meyillidir. Fakat ben senden, daha iyi bir şeyler bekliyorum. Ve lütfen, Glaukon’un söylediği gibi itibarı bunun dışında tutmak için adaletli insanın adaletsiz, adaletsizin de adaletli olduğunu düşün, o zaman bize hâlâ adaletin üstünlüğünü mü savunursun?..

Glaukon’un, tartışmanın yararına sürdürdüğü bu iddia, Thrasymakhos’un iddiası olan üçlü olanın çıkarı değil zayıf olanın ihtiyacı olmasının aksidir. Aynı önermeden başlayarak toplumun çözümlemesini yapar bir adım geriden: Güçlü olan hâlâ doğrudur ama güç, azınlığın gücüne karşı toplanan çoğunluğun güçsüzlüğüdür.

Glaukon’un yorumlarına aile benzerliği olan bazı teoriler hem modern zamanda hem de eski zamanlarda ortaya çıkmıştır. Örneğin; doğrunun dayanağı güçtür, bir hükümdarın iyi ya da kötü yönetmek için kutsal bir hakkı vardır, erdem kendini ya da gücü sevmektir, insan sürekli bir savaş hâlindedir, kişinin kusurları halkın faydalarıdır. Bunun gibi teoriler deneyimle kısmi de olsa uyuştuğu için bir inandırıcılığa sahiptir. Çünkü insan doğası iyi ve kötü arasında sarkaç gibi gidip gelir ve davranışların sebepleri ile geleneklerin kökenleri belirli bir dereceye kadar, belirli bir kişinin bakış açısına ya da kişiliğine göre açıklanabilir. Bütün koşullar altında ve bazen de sorgulanabilir araçlarla hâkimiyet sağlanması ihtiyacı fazlasıyla hissedilmektedir ve medenileşmiş insanda neredeyse bir tür içgüdü hâline gelmiştir. Kralların ilahi doğruları ya da daha genel olarak hükûmetlerin doğruları, bu doğal hissin ifade edilme biçimlerinden biridir. İçinde bir miktar iyilik ya da keyif olmayan bir kötülük yoktur, biraz kötülük alaşımı olmayan bir iyilik de. Asil ve cömert düşüncelerin karanlık taraflarında kişisel çıkar ya da kendini beğenme yer alır. Bütün insan davranışlarının kusurlu olduğunu biliyoruz fakat onlara daha kötü dürtüleri veya ilkeleri değil iyi olanları atfediyoruz. Böyle bir felsefe, akıllı bir dolandırıcının herkesi kendi gibi sanmasına benzer şekilde hem ahmakça hem de yanlıştır. Bu tür teoriler, kanunlar tarafından (her ne kadar çarpıklığa da meyilli olsa) sürekli düzeltilen ve genişletilen “doğru” tanımına bağlı Devletin, gerçek doğasını temsil etmez. İnsanların kötülük teorisiyle basitçe açıklanamayan ortalama karakterini de yansıtmaz çünkü yanında onu önlemeye çalışan iyilik parçaları vardır. İnsanın iyiliği ilerledikçe bu tür teoriler ona daha da uydurma gelir çünkü kendisinin aldırışsız olduğunun farkına varır. Az tecrübe insanın herkesi çıkarcı sanmasına, fazla olunca kendisi ve diğer insanlara daha gerçekçi bakmasına yol açabilir.

 

İki kardeş Sokrates’ten, adil kişiden mutluluğun normalde bağlı olduğu şeyler alındığında mutlu olduğunu kanıtlamasını istediler. (1) Bir fikri koşullardan ayrı şekilde şekillendirmenin saçma olduğunu değil. Çünkü sıradan insan hayatıyla kıyaslandığında ideal olan her zaman bir çelişki içerisinde olacaktır. Stoisizmin ve Hristiyanlığın idealleri tam olarak bir gerçek sayılamaz ama eğitim için bir temel oluşturabilir ve onu yükseltmede etkili olabilir. Hiçbir idealin gerçekleşmeyeceği “keşfi”, idealleri kötüleştirmez. Diğerlerinden daha yüksek seviyede yetiştirilmiş birkaç istisnai kişi için mutluluk ideali ölüm ve sefaletle gerçekleşebilir. Bu, aklın bilinçli bir şekilde onayladığı ve faydacılarla birlikte diğer ahlak kuramcılarının belirli hâllerde tercih etmek zorunda kaldıkları durumdur. Ve yine, (2) kardeşlerin kastettiği bakış açısına genel olarak katılsa da Platon’un kendi nihai sonucunu ifade etmek yerine ahlaki doğrunun bir kısmını dramatize etmenin yolunu aradığını unutmamalıyız. Fikrini bir dizi görüş veya durum hâlinde aşama aşama geliştirmekte. İlk kez Sokrates’in Sokratik bir sorgulamaya maruz kaldığını gösterir. Son olarak, (3) “mutluluk” kelimesi bir miktar kafa karışıklığı içermektedir çünkü çağdaş felsefe dilinde, ikisi de insan zihninde eşit şekilde var olmayan bilinçli haz ve tatmin ile ilişkilendirilmiştir.

Glaukon, IX. kitapta geçen zalimin çektiği sefalete paralel ve bir cevap niteliğinde olduğu bir resim çizer: Bu resimde adil adamın sefaleti ve adaletsizin mutluluğu görülür. Adaletsizin hâlâ adil görünmesi gerekir ki bu, “ahlaksızlığın erdeme göstermesi gereken saygı”dır. Fakat şimdi Adeimantos, Glaukon’un zaten ortaya atmış olduğu fikri alarak insanlara göre adaletin sadece ödül için takdir edildiğini göstermeye çalışır, Thrasymakhos ve Glaukon’un fikirlerine, insanlığın geleneksel ahlakı tarafından sunulan avantaja dikkat çeker. “Tanrı’nın yöntemlerini insanlara savunma”nın zorluğunu hissediyor gibidir. İki kardeş de davranışların ahlaklılığının sonuçlara bağlı olup olmadığı sorusuna değinir ve ikisi de adaletin yalnızca kendiliğinden değil hem kendi hem sonuçlarından dolayı istendiği görüşünde Sokrates’ten daha ileri giderler. Adaletin içsel bir ilke olduğunu gösterme çabalarında ve ozanları kınamalarında ondan önce davranırlar. Yunanistan’ın ortak yaşamı onlar için yeterli değildir; her şeyin doğasını daha derinden kavramalıdırlar.

Glaukon ve Adeimantos tarafından adaletin dürüstlük olduğuna itiraz edildi fakat Sokrates tarafından ise tamamen bir erdem olduğu çıkarımı yapıldı. Öyleyse eskiden kalma adalet fikrinin Sokrates tarafından genişletildiğini, ilk olarak Devlet için ve daha sonra birey için, evrensel düzene ya da refaha eşdeğer olduğunu hakikaten söyleyebilir miyiz? Eski sorusuna (Proag.) yeni bir cevap bulmuştur; “Erdemler tek midir birden çok mudur?” Yani bu soru diğer üçünü düzenleyen kaynaktır. Adaletin salt içsel doğasını kanıtlama çabasında insanın sosyal bir varlık olduğu gerçeğiyle karşılaşır ve mümkün olduğu kadar diğer karşıt tezleri bağdaştırmaya çalışır. Şu an bu konudaki tutarsızlık, onun çağında ve ülkesinde kaçınılmaz olduğundan daha fazla değildir. Bu yüzden modern felsefenin bir başka bakış açısıyla eşit şekilde tutarsız görünen spot ışıklarını ona çevirmenin bir yararı yoktur.

Devlet’in kalan kısmı, Aristo’nun oğullarının sorusundan ortaya çıkmaktadır. Şu üç konuya dikkat çekmek gerekiyor: İlk olarak, Sokrates’in verdiği yanıtın baştan sona dolaylı oluşu. Mutluluğun adalet fikrinin düşünülmesiyle oluştuğunu söylemiyor ve dahası, adil kimsenin sıkıntı içindeyken mutlu olabileceği paradoksunu onaylamaya yanaşacak gibi. Fakat ilk olarak problemin zorluğunun üstünde durur ve soruyu cevaplamadan önce, insanı doğal hâline geri getirmekte ısrar eder. O da bir ideal tasarlar fakat onun ideali sadece soyut adaleti değil insanla bütün ilişkisini de kapsar. Büyük harflerin hayalî resminin altında, adaleti sadece toplumda arayabileceğini ve devletten bireye geçeceğini ima eder. Özet olarak cevabı şu anlama gelir; uygun koşullar altında, mesela mükemmel devlette, adalet ve mutluluk birbirine denk düşer, adalet bir kez bulunduğunda mutluluk kendi başının çaresine bakabilir. Mükemmel devlette var olanları bıraktığı için, onuncu kitapta adaletin saygınlığından ve ödüllerinden kurtulduğunu iddia ettiğinde birazcık tutarsızlığa düşer. Ve ona göre, “bir duvara sığınarak emekli olan” bir filozofa hemen hemen hiç saygı duyulmaz, en azından bu dünyada. Ahlaki eylemlerin gerçek hâllerini hâlâ sürdürür. Eğer bir kişi, sonunda mutlu olup olmayacağına bakmadan ilk olarak ona verilen görevi yaparsa sonucunda mutluluk mutlaka onu bulacaktır. “Siz öncelikle onun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin, o zaman size bütün bunlar da verilecektir.”6

İkinci olarak, Platon’un başlangıçta Devlette ve sonra da bireyde özgün Yunan niteliklerini muhafaza ettiği fark edilebilir. Önce ahlak kuralları, sonra siyaset bilimi; bu bize göre fikirlerin sıralamasıdır. Tam tersi de tarihin sırasıdır. Sadece birkaç düşünce mücadelesinden sonra birey ahlaki bir varlık olduğundan emin olur. İlk çağlarda insan bir birey değil, kendinden önce var olmuş devletin vatandaşlarından yalnızca biridir ve ülkesinin kanunlarıyla kilisenin öğretileri dışında iyi ya da kötü fikri yoktur. Ve adetlerin etkisi, bir partiye bağlılık veya geçmiş hatıralar çok güçlü geldiğinde bu duruma devamlı olarak geri dönmeye çalışır.

Üçüncü olarak, Yunanların ilk fikirlerini kaplayan ve modern zamanlarda da hatrı sayılır derecede etkisi devam eden bir devlet-birey tanımı ya da karışıklığı gözlemleyebiliriz. İlk düşünürler insanlığın kolektif ve bireysel davranışları arasındaki belirsiz farkı terk etmiş görünüyor ve biz de siyaseti ahlaka yükselttiğimizde veya ahlakı siyasetin seviyesine indirdiğimizde kimi zaman insanların toplu hâldeki davranışlarının koşullarını unutma tehlikesi yaşıyoruz. İyi insan ve iyi vatandaş yalnızca kusursuz devlette birbirine denk düşer ve bu kusursuzluğa, onları dıştan yasalara uygun hareket ettirmekle değil içlerinden eğiterek erişilebilir.

Sokrates, Aristo’nun oğullarını över; melankolik şairin dediği gibi, “şanlı kahramanın yaratıcı oğlu”. Fakat kişiliklerine bakıldığında kendi görüşlerinden etkilenmedikleri görülmesine rağmen nasıl adaletsizliği bu kadar ikna edici şekilde savunabildiklerini anlayamaz. Zor zamanda adaleti bırakmaktan korksa da onlara nasıl cevap vereceğini bilemez. Bu yüzden bir durum sunar: Güçsüz gözleri olduğu için önce büyük harfler, sonra küçük yazılmış harfleri okumasına izin verilmelidir. Bu, devletin adaletinde olması gereken ilk şeydir. Daha sonrasında bireye geçer. Bu doğrultuda devleti resmetmeye başlar.

Toplum, insanın eksiklerinden doğar. İlk eksik yiyecektir, ikincisi bir ev, üçüncüsü ise bir giysi. Bu ihtiyaçların mantığı ve bunları takasla çözme ihtiyacı, bireyleri aynı noktada bir araya getirir ve bu, her ne kadar mucidi insanların eksikleri olsa da bizim icat etmeye cüret ettiğimiz devletin başlangıcıdır. Önce bir çiftçi olmalıdır, ikinci olarak bir yapı ustası, üçüncü de bir dokumacı. Belki listeye bir de dikişçi eklenebilir. Bir şehir oluşturmak için en az dört ya da beş kişi gereklidir. Şimdi, insanların farklı tabiatları vardır ve bir adam bir işi diğerlerinden daha iyi yapabilir. Ayrıca, iş kimseyi beklemez. Bu yüzden iş gruplarının birbirinden ayrılması gerekir; toptan ve perakende ticaret, işçiler ve onların aletlerini yapanlar, çobanlar ve çiftçiler. Bütün bu iş gruplarını içeren bir şehir çoktan dört-beş kişi sınırını geçmiş demektir ama çok da büyük değildir. Fakat sonra yine ithalat gerekecektir, ithalat da ihracatı beraberinde getirecektir. İhracatta alıcıları, yani tüccarları ve gemileri, çekmek için ürün çeşitliliği olması gerekmektedir. Şehirde bir satış yeri, para ve perakendecilik de olmalıdır yoksa alıcılar ile satıcılar yüz yüze gelemezler ve üreticilerin kıymetli vakitleri takasla boşa geçer. Hizmetlileri de eklediğimizde devlet tamam olur ve vatandaşların birbirleriyle olan ilişkilerinde bir yerlerde adalet ve adaletsizlik baş gösterir.

Burada, hoyrat bir hayat bizi karşılar. Günlerini, kendileri için inşa ettikleri evlerinde geçirirler, kendi kıyafetlerini kendileri yaparlar ve kendi ekinleri ile kendi şaraplarını üretirler. Ana besinleri un ile ettir ve ölçülü içerler. Birbirleriyle oldukça iyi geçinirler ve fazla çocuk yapmamaya özen gösterirler. “Ama…” dedi Glaukon. “Farklı tatlar da almaları gerekmez mi?” diye itiraz etti. “Kesinlikle; tuzları, zeytinleri ve peynirleri de var. Ayrıca sebze-meyveleri ve ateşte pişirmek için kestaneleri var. Bu bir domuz şehri, Sokrates.” Neden, diye yanıtladım, daha ne istiyorsun? Hayatın yalnızca rahatlıkları var; koltuklar, masalar, soslar ve tatlılar. Görüyorum, senin istediğin sıradan bir devlet değil, şaşaalı bir devlet. Daha karışık bir yapıda adaleti ve adaletsizliği bulmamız yakındır. Sonrasında güzel sanatlar işin içine girecek; akla gelebilecek bütün enstrümanlar ve lüks hayatın süsleri istenecek. Dansçılar, ressamlar, heykeltıraşlar, müzisyenler, aşçılar, berberler, kostümcüler, hemşireler, sanatçılar, hayvanlar için domuz ve sığır çobanları, lüks hayatın getirdiği hastalıkları tedavi etmek için hekimler olacak. Bütün bu gereksiz ağızları doyurmak için komşumuzun toprağından bir parça, aynı şekilde komşumuza da bizim toprağımızdan bir parça gerekecek. Diğer siyasi kötülükler gibi bu da bir savaş sebebidir. Şehrimizin böylece bir ordugâha ihtiyacı olacak ve vatandaşlar da askere döndürülecekler. Fakat deminki “işlerin bölümü” kuramımız unutulmamalıdır. Savaş sanatı bir günde öğrenilemez ve askerî görevler için doğuştan yetenek olması gerekir. Bu yeteneğe sahip olanlar için savaşı andıran tabiatlar olacak; kokuya düşkün, hızlı koşan ve bacakları kuvvetli köpekler. Cesaretin temeli ruh olduğu için insan ya da hayvan olmak üzere bu türler, ruh dolu olacaklar. Fakat bu ruh dolu yaratıklar ısırmaya ve birbirlerini parçalayıp yutmaya meyillidir. Yani, arkadaşlara nezaket ve düşmanlara sertlik biraz imkânsız görünüyor. Bu yüzden devletin yöneticisi olacak kişide bunların ikisinin de olması gerekir. Peki kim olabilir bu yönetici? Köpek misali buna bir cevap taşıyor. Köpekler dostlarına yumuşak ve nazik, yabancılara karşı acımasız oldukları için. Sizin köpeğiniz de bilmek ve bilmemek prensibine göre yargılayan bir filozoftur ve felsefe bir insanda da canavarda da olsa kibarlığın atasıdır. İnsan bekçi köpekleri de onları nazik yapabilmek için filozof ya da öğrenme tutkunları olmalıdır. Eğitim olmazsa bunlar nasıl öğrenilir?

Peki ya eğitimleri nasıl olmalıdır? Müzik ve jimnastik denen eski yöntemden daha iyisi bulunabilir mi? Müzik edebiyatı kapsar ve edebiyat iki çeşittir: Doğru ve yanlış. “Ne demek istiyorsun?” dedi. Demek istediğim, çocuklar jimnastik öğrenmeden önce hikâyeler dinlerler ve bu hikâyeler ya gerçek dışıdır ya da bir yığın yanlışlığın içinde ufak bir gerçeklik payı vardır. Yaşamın ilk dönemleri pek hassastır ve çocukların büyüdüklerinde unutmaları gerekecek şeyleri öğrenmemeleri gerekir. Bu yüzden çocuk hikâyelerine bir denetim getirmeliyiz; bazılarını yasaklamalı, bazılarına izin verebiliriz. Bazıları gerçekten açık seçiktir ki bunların örnekleri; basit yalanlar değil gerçekten kötü yalanlar söyleyen Homer ve Hesiodos’ta, edepsiz olduğu kadar yanlış da olan Uranüs ve Satürn hakkındaki hikâyelerde görülür, bunlardan küçük çocuklara gerçekten hiç bahsedilmemelidir. Yapılacaksa da bir kurbandan sonra, bir Elefsis domuzundan değil, kolay bulunmaz bir hayvandan üstü kapalı olarak bahsedilebilir. Gençlerimiz Zeus’u örnek alıp babalarına karşı mı gelsinler ya da vatandaşlarımız tanrılar arasındaki mücadeleleri duyup kavgaya mı teşvik edilsinler? Annesini bağlayıp alıkoyan Hephaistos’un ve onu bitkin annesine yardıma gönderen Zeus öyküsünü mü dinlesinler? Böyle masalların muhtemelen gizemli bir açıklamaları vardır fakat gençler bu kinayeyi anlayacak kabiliyete sahip değildirler. Hangi masallara izin verileceğini soran olursa bizim kitapçı değil kanun yapıcı olduğumuz cevabını veririz. Biz sadece hangi kitapların yazılacağıyla ilgili ilkeleri ortaya koyarız, onları yazmak başkalarının görevidir.

 

İlk ilkemiz de Tanrı’nın olduğu gibi gösterilmesidir. Yani, her şeyi değil, sadece iyiyi yazan kişi. Onun iyiyi ve kötüyü idare ettiğini söylemeleri için şairlere katlanmak durumunda değiliz, elinde kaderlerle dolu iki varil olduğunu, Athena ve Zeus’un Pandaros’u anlaşmayı bozması için dürttüğünü, Niobe ve Pelops’un ızdıraplarına ve Truva Savaşı’na neden olduğunu, onlara zarar vermek istediğinde insanlara günah işlettiğini. Ya bunların birine bile tanrılar neden olmamıştı ya da Tanrı adaletliydi ve insanların cezalandırılması onların hayrınaydı. Ama eylem kötüydü ve onun yazarı olan Tanrı ne gençlerin ne yaşlıların söylemesine izin verdiğimiz, intihara yol açan bir kurgudur. Bu, bizim birinci ve en önemli ilkemizdir: Tanrı yalnızca iyi olan şeyleri yazmıştır.

İkinci ilke de buna benzerdir: Tanrı’da değişkenlik veya şekil değişikliği yoktur. Akıl bize bunu öğretir; eğer Tanrı’da bir değişim olduğunu varsayarsak onu başka birinin ya da kendisinin değiştirmiş olması gerekir. Başka birisi? -Ama doğanın ve sanatın en iyi eserleri, zihnin en asil nitelikleri, dıştan bir güçle değişmeye en az derecede meyillidirler. Peki ya kendisi?– Ama kendini iyileştiremez ancak kendini kötüleştirebilir. Kendi fikrine göre sonsuza kadar en iyisi ve en doğrusu kalır. Bu yüzden bize buradan, geceleri değişik kılıklarla sessizce dolaşan bir rahibenin ya da başka bir tanrısal varlığın tasviriyle ve çocukların içlerindeki yiğitliği bastırmak için annelerin kullandığı dine küfreden saçmalıkları yakaran ozanları dinlemeyi reddediyoruz. Fakat bazıları, değişmez olan Tanrı’nın, bizimle ilişkili bir şekil alabileceğini söyler. Neden bunu yapsın ki? Çünkü tanrılar da insanlar gibi ruhun yalanlarından ve sahtelik köklerinden nefret eder. Ayrıca diğer yalan türleri bir amaç için kullanıldığı ve bazı istisnai durumlarda masum sayılması da bir neden olabilir. Tanrıların buna neden ihtiyacı vardır? Çünkü onlar ne ozanlar gibi eski zamanlar hakkında bilgisizdir ve ne düşmanlarından ne de deli arkadaşlarından korkuları vardır. Öyleyse Tanrı dürüsttür, mutlak surette dürüsttür. Ne gece ne gündüz, ne sözde ne davranışta değişir veya kandırır. Bu, bizim ikinci büyük ilkemizdir: Tanrı dürüsttür. Homeros’taki Agamemnon’un yalan söyleyen rüyasından ve Thetis’in Eshilos’ta Apollon’a ettiği ithamdan uzaktır…

Devlet tasvirini netleştirmek için Platon, dört beş kişiyle kurduğu hayalî topluluktaki ortak ihtiyaçları ve iş bölümünü anlatmaya geçer. Aşamalı olarak bu topluluk büyür, iş bölümü ülkelere yayılır, ithalat ihracatı gerektirir, değiştirilen malın değerini ölçmek için bir araç gerekir ve üreticilere zaman kazandırmak için satıcılar satış yerlerinde bulunur. Bunlar, Platon’un ilk ve ilkel devleti kurma aşamalarıdır. Siyasal ekonomiyi bu şekilde gösterir. İkinci olarak daha uygar bir devleti tasvir edeceği için önce basit olandan başlamıştır. Rousseau gibi ilkel bir yaşam tasvirinden keyif alır ki bu tasvirin, insanlığın hayal gücü üzerinde hep gerçekten güçlü bir etkisi olmuştur. Fakat o, birinin diğerinden daha iyi olduğunu dile getirmez (Devlet Adamı). Ya da Aristo’nun siyasette yaptığı gibi ilk devlet tanımının ikinciden alındığı çıkarımına varılmaz. Platon’un diyaloğunu bir şiirden ya da bir kıssadan daha kelimesi kelimesine veya gerçekçi bir şekilde yorumlamamalıyız. Öte yandan, Platon’un hayat dolu düşüncesini felsefedeki çağdaş tezlerin kurumuş soyutlamalarıyla kıyasladığımızda, Protagoras’la şunu söylemeye mecbur oluruz: “Mythus daha ilgi çekicidir.” (Protag.)

Modern zamanların Siyasi Ekonomi üzerine tezlerinin yer aldığı bazı ilgi çekici görüşler, Platon’un yazılarının içlerine serpiştirilmiştir: Özellikle Yasalar, Nüfus, Serbest Ticaret, Kandırma, Vasiyet ve Bağış, (Platon’un olmasa da) Eryxias, Değer ve Talep, İşlerin Bölünümü. Son konu, aynı zamanda perakendeciliğin de kökeni, Devlet’in ikinci kitabında takdire şayan bir açıklıkla ele alınmaktadır. Fakat Platon ekonomiyle ilgili fikirlerini hiç düzenli bir sistem olarak bir araya getirmedi ve ticaretin devletteki ve bütün dünyadaki en büyük tahrik güçlerinden biri olduğunu hiçbir zaman fark etmedi. “Sadece her yerden en iyi adamlarla en iyi kadınların bir süre tavernaları ya da perakende ticareti devam ettirme zorunluluğu olsaydı, bütün o şeylerin ne kadar hoş ve makul olduğunu bilirdik.” “Yasalar” şeklinde yeterince acayip bir şekilde belirtmesine rağmen, Perakendecileri sadece alt sınıf vatandaşlar olarak gösterirdi. (Devlet, Yasalar)

Glaukon’un, “domuzlar şehri”ne olan hayal kırıklığı, daha safi devletteki lüks bakanlarının gülünç tasvirleri, sonradan eklenen doktor ihtiyacı, köpekten alınan koruyucu yapısının örneklemesi, kirli gizemler kutlandığında neredeyse bulunamayan kurbanın sunulmasının albenisi, Zeus’un babasına ve Hephaistos’un annesine olan davranışı; ciddi anlamı da olan birer mizah dokunuşlarıdır. Eğitimden bahsederken Platon bizi, bir çocuğun önce yalanlarla ve sonra gerçeklerle eğitilmesi gerektiğini söyleyerek biraz ürkütür. Bu, çocukların hem hayal gücü hem mantıkla eğitilmesi gerektiğini, zihinlerinin zamanla gelişeceğini, anlamadan öğrenmeleri gereken şeyler olduğunu söylemekten çok da farklı değildir. Çağdaş ahlak yazarlarından, doğru ve yanlış konularında farklı bir çizgi çizdiğinin kabul edilmesi gerekse de bu aynı zamanda Platon’un görüşünün özüdür. Bize göre ekonomiler veya düzenler, insan duyuları için gerekli ya da bilginin basit, cahil insanlara iletimine gerekli olmadıkça hoş görülmez. Şunun üzerinde durmalıyız ki söz, niyetten ayrılamaz ve mesela doğru olanın aleyhine yanlış şekilde hareket etmek veya söz söylemekteki gibi “sahte doğru” olmamalıyız. Fakat Platon kurguların kullanımını yalnızca iyi bir ahlaki etkisi olması gereğine ve yalancılık gibi böyle tehlikeli bir silahın sadece yöneticiler tarafından büyük amaçlar için kullanılmasıyla kısıtlardı.

Platon zamanında bir Yunan, dininin sadece tarihi bir olgu olup olmadığı sorusuna hiç önem vermezdi. Geçmişin bir tarihi olduğunu yeni yeni fark etmeye başlamıştı fakat Homeros ve Hesiodos’un ötesinde hiçbir şeyi göremezdi. Anlatılarının doğru ya da yanlış olması, Yunanistan’ın siyasi, sosyal yaşamını ciddi ölçüde etkilemezdi. Ahlaka aykırı olduklarını fark ettiklerinde insanlar, onların kurgu olduklarından şüphe etmeye başladılar. Ve dinlerde de böyledir: Önce ahlaka uygunlukları değerlendirilir, sonra kaydedildikleri belgelerin doğrulukları veya onlarla anlatılan doğal ve doğaüstü olaylar. Ama modern zamanlarda ve Protestan ülkelerde, belki Katoliklerde olduğundan daha fazla, tarihsel olayları ahlakla açıklamaya fazla yatkındık ve bazıları, belgelerin her tarafında insanüstü bir kesinlik görmedikçe dine inanmayı reddettiler. Eski veya dinî bir geçmişin olayları, bütün olayların en önemlilerindendir ama genelde şüphelilerdir ve onlardan çıkarılabilecek doğru dersi yalnızca kendimizi onların üstünde gördüğümüzde ediniriz. Bu fikirler, önemsiz olmasa da Platon’la bizim aramızdaki farkın ilk bakıştaki kadar önemli olmadığını gösterir. Çünkü ahlaki doğruyu dinî olandan önde tutmakta ve genellikle, bütün dinlerin ilk zamanlarında ortaya çıkan bu hataları ya da yanlış ifadelere aldırmamakta onunla aynı fikirde olmalıyız. Aynı zamanda, bir ülkedeki geleneklerdeki değişimlerin bir günde gerçekleşmediğini, bu yüzden bilim ve eleştirinin kınayacağı çoğu şeye hoşgörülü olduğunu biliyoruz.

Laf arasında, Hristiyanlıktan önce Reggio Calabrialı Thea-genes tarafından altıncı yüzyıl gibi ortaya atıldığı söylenen, mitolojinin kinayeli izahının aslında Platon döneminde kurulmuş olduğunu ve burada, farklı bir nedenden dolayı olsa da tıpkı Phaidros’taki gibi Platon tarafından reddedildiğini de ekliyoruz. Bu dinî veya hukuki kronolojik hatalar, insanlar medeniyetin bir başka aşamasına eriştiğinde evrensel tecrübeye uygun şekilde kurgular tarafından ortadan kaldırılmalıdır. Anlamlandırma sanatı harikadır ve bir kez keşfedildiğinde daima devam eden doğal sürece göre değiştirilemeyen şey açıklanarak önemi azaltılmıştır. Elle tutulur bir tutarsızlık olmaksızın iki tür din yan yana var olmuştur. Bir yanda tapınağın geleneksel ibadetinden gelen ve ozanların uydurduğu veya onlara miras kalmış bir gelenek. Diğer yanda, fikirler cennetinde yaşayan ama Asklepios’a bir horoz vermeyi ya da güneşin doğuşunda onun dualarını söylerken görünmeyi reddetmeyen filozofların dinleri vardı. Nihayetinde popüler din ile felsefi din arasındaki düşmanlık, -Yunanlar arasında bizim zamanımızdaki kadar yaygın olmasa da- ortadan kayboldu. Sadece aramızdaki okumuş ve okumamış insanların dinî olarak farkları hissedilmeye devam etti. Homeros ve Hesiodos’un Zeus’u kolayca Platon’un “asil zihni”ne girmiş oldu; dev Herakles insanlığın gezgin şövalyesi ve hayırseverine dönüştü. Bu ve bunun gibi muhteşem dönüşümler, Hristiyanlıktan iki üç yüzyıl öncesi ve sonrasında Stoacılar ve neo-Platoncuların maharetlerinden kolaylıkla etkilenmiştir. Yunan ve Roma dinlerinin içine, eski anlamlarını kaybederek yavaş yavaş felsefe ruhu işliyordu. Şiire ve ahlaka ayrılıyordu, dünyadaki etkileri azalırken muhtemelen hiçbir zaman çürüme zamanlarından daha saf değillerdi.

5Yani daha iyisine sahip olmak isteyen kötü insanlar. (ç.n.)
6Matta 6/33. (ç.n.)

Inne książki tego autora