İnsanın Macerası

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Ancak don Gregor’un keşfi tam tersini kanıtlıyordu.

Doğal çevre modellenmez, doğuştan olmayıp sonradan edinilen özellikler transfer edilemez, binlerce yıl köpeklerin kulakları kesilse de kulakları olmayan bir köpek doğması imkânsızdır. Lamarck nesiller boyu zavallı tavukları suya beyhude atıp durdu. Ayakları perdeli olmadı. Herkese atalarından kalma valizlerini veren baskın ve çekinik miraslar vardır. En güçlü bireylerin seçimi türlerin değişmesine neden olmaz, onları korur.

Nadir görülen ani değişiklikler çevresel etkilerden değil kromozomal bir değişiklikten kaynaklanmaktadır.

Hayat bize ne kör ne de mekanik gelir, hayat yaratma gücü ve planlarla doludur. Amaçlar tarafından öne atıldığı kadar sebeplerle arkadan itilmez. Bu nedenle geleceği tanır. Bu nedenle de bir kadının rahmine bir hücre yerleştirip bir insanı oradan dışarı çıkarabilir.

Ana rahminde uyuduğumuz iki yüz seksen gün boyunca, uykumuzun etrafında baskın ve çekingen mirasları ile yalnızca atalarımız bulunmaz. Arkalarında insani olmayan başka çığlıklar da seçilir.

Biz yalnızca şimdiki zamanın ve geçmişin insanları ile ilgili değiliz, aynı zamanda tüm canlı varlıklarla da bir bağımız var. Kimse yalnız doğmaz. Maymunlarla ortak olarak ellere ve gözyaşlarına sahibiz, diğer memeliler ile ortak olarak dudaklarımız var ve ilk hatıra olarak anne kıçına sahibiz, omurgalılar ile ortak bir kalp atımımız vardır; tüm hayvanlarla birlikte ortak korku, sevgi, yorgunluk ve acı çekeriz.

Genellikle içimizde bizi bitkilerle benzeştiren, uykulu bir bitkisel yaşam ortaya çıkar, bu yaşam bitkilerle bizi eşit derecede hücresel bir yapı, benzer bir protoplazma ile birbirimize bağlar, ağaçlarda beyaz ve sessiz hâlde, karanlık köklerden güneşte titreyen yapraklara kadar kesintisiz yükselen sıvı bizde kırmızı ve sıcak bir hâlde tüm bedeni dolaşır. İçimizde, kemiklerde biriken mineral mirası bile vardır: kalsiyum, tuzlar, çimento. Dilsiz ve ağır iskeletimiz taşı andırır.

İnsan evrensel bir vâristir. Bir kadının rahmine düşen her canlı her defasında dünya macerasına sıfırdan başlamak zorundadır.

BAŞKALAŞIM

İçeride ve dışarıda, bizler mütemadiyen değişim geçiririz. Ruhumuzun kararsız bir doğası vardır: Duygular yanardönerdir, birbirlerini kovalarlar ve bizi şaşkınlıktan neşeye, öfkeden yalnızlığa, aşktan sıkıntıya ve melankoliye sürüklerler.

Zihnimiz de asla sabit değildir, aksine uçsuz bucaksız düşünce nehirleri içinden akar durur: Basmakalıp ya da basmakalıp olmayan fikirler, okunan ya da dinlenilen fikirler, kaba fikirler, tuhaf fikirler, yeni fikirler, gri ya da renkli fikirler, bizi oyalayan yavaş fikirler, haberdar olmanın yettiği anlık ve titrek fikirler, neredeyse çıplak, bir kelime giysisi bile olmayan fikirler.

Durağan ve sapasağlam görünen vücudumuz bile mütemadiyen bir değişim içindedir. Bir iki ay bir arkadaşımızı görmediğimizde onu şişmanlamış ya da zayıflamış, saçları ağarmış ya da kelleşmiş, daha canlı ya da solgun bulmamız mümkündür, hatta kimi tanıdıklar o kadar değişir ki onları nereden çıkardığımızı düşünmek zorunda kalırız.

Ancak gerçekte yaşadığımız başkalaşımların en önemlisi ana rahminde geçirdiğimiz dokuz aylık dönemde gerçekleşir. Çocukluğumuzda daha aktif sonrasında sönmüş bir enerjiye dönüşen ve kumları devirmeye çalışan yorgun dalgalar gibi daha az dinamik hâle gelen yaşam boyu sahip olduğumuz tüm başkalaşımların bu dönemde geçirdiğimiz başkalaşımların bir sonucu olduğunu söyleyeyebiliriz.

Bu dokuz ayda insanlığımızı hak etmek için belirli yaşam formlarına ulaşmamız gerekliymiş gibi kristallerden protozoaya, balıklara, maymunlara kadar tüm embriyonik yaşam formlarına geçici olarak büründük.

Bizler var olmaya yaşamın başladığı yerde başladık. Peki yaşam nerede başladı? On dokuzuncu yüzyıl, kolay bir yüzyıldı, bilim insanları atomlardan oluşan, asal bir maddenin varlığından emindi ve atom sağlam, yıkılmaz, son ve sonsuzdu. Yirminci yüzyıl nispeten daha zor bir yüzyıldı, bilim insanları atomu incelediler ve onun iki kutuplu bir enerjide çözüldüğünü gördüler: Protonu oluşturan pozitif elektrik, elektronu oluşturan negatif elektrik. Elektron ve protonlar dalga mı yoksa partikül mü? Bazen dalgalar hâlinde bazen partiküller hâlinde görünürler, belki tamamen farklıdırlar belki de fotonlardan, yani ışık tanelerinden oluşurlar. Biz de embriyonik kökenimizde iki kutuplu bir elektrik pıhtısıydık. Ancak hemen sonra kesinlikle canlı olan kristallerin yolunda yürüdük. Kristallerin canlı varlıklar olduğunu ilk anlayan Napoli’de patolojik anatomi profesörü olan bir doktordu.

Büyük kâşiflerin diğer disiplinler ile iç içe olması gelenekseldir: Mikrobiyolojinin babası Antonie van Leeuwenhoek Hollanda’da bir belediyede muhasebeciydi, her türlü bilimsel altyapıdan yoksundu, oksijen ile azotu birbirinden ilk ayıran Joseph Priestley, Presbiteryen bir papazdı ve kendisi sodanın patentini almıştır; enfeksiyonların kökenini ortaya çıkaran Agostino Bassi borcu gırtlağında Lodili bir tüccardı, genetik bilimi Don Gregor Mendel isimli bir teolog tarafından kuruldu. Bu bihredler her türlü alışkanlıktan uzak kalarak büyük problemlere odaklandılar ve onları çözdüler. Geometrik yaratıklar olarak kristal yaşamın tümünü ortaya çıkaran da Doktor Otto von Schrön’dü.

Hof’ta doğup Münih’ten mezun olan Otto von Schrön kristallerle ilk olarak Torino’da karşılaştı: Quintino Sella’nın ünlü kristalografi derslerini yayınladığı esnada bu üniversiteye çağırılmıştı. Ancak asıl büyük ve nihai karşılaşma yirmi bir yıl sonra Napoli’de gerçekleşti.

Otto von Schrön artık ünlü bir doktor ve saygın bir profesördü, öğrencileri arasında Cardarelli, D’Antona, Tizzoni gibi isimler vardı. Kristalize edici maddenin salgılanmasını fark ettiğinde Tüberküloz basilini inceliyordu. Yüzyıl sona erdi ve 1900’lü yıllar başladı.

Kristallerden oldukça etkilenen Otto on sekiz yıl boyunca onlar üzerinde çalışmayı sürdürdü. Yüz bin deney yaptı, on iki bin mikrograf çekti. İşe bir hazneyi tuzlu suyla doldurarak başladı ve oluşturduğu çözeltiyi mikroskop altında inceledi: Granül içermiyordu, dört yüz bin çap genişlemiş olsa bile kusursuz bir biçimde tek tipti. Daha sonra kristalleri doğurmak için haznenin etrafındaki sıcaklığı düşürdü. Gerçekten de çözeltinin içinde küçük bir küre oluştu: bir hücre. Von Schrön bu hücrenin içinde yavaş yavaş minik kürenin yüzeyinde beliren iki karanlık noktanın döner bir hareketle ortaya çıktığını gördü; onlar ana hücreden tomurcuklanan iki yeni kristal hücresiydi. Böylece, hazne hücreden hücreye çiçeklenerek kristallerle doldu. Von Schrön bitki ve hayvan protoplazmasına benzeyen bu kristal dokuya petroplazma demişti.

Kristaller arasında çok büyük olanları ya da mikroskobik olanları da vardır, küçük ve büyük kristaller bir araya gelerek neredeyse tüm katı cisimlerin omurgasını oluştururlar. Her gaz sıvıya dönüşebilir ve her sıvı da katı olabilir. Madde katılaştığında kristalleşir, yani belirli bir formda yaşama kavuşur.

Kristal yalnızca genişlemekle ya da çoğalmakla kalmaz, aynı zamanda iyileştirici gücü de vardır. Eğer büyüdükçe kırılırsa, kristal hemen kendi yarasını iyileştirir ve ancak ondan sonra genişlemeye düzenli şekilde devam eder. Kısacası, canlı bir doku gibi davranır. Büyümekte olan iki kristal buluştuğunda, hayatta kalabilmek için mücadele ederler ve büyük olan diğerini geriye hiçbir iz bırakmadan emer. Kristallerin çocukluğu, gençliği, yetişkinliği, yaşlılığı ve sonunda fosile dönüştükleri ölümleri vardır. Tüm mineraller yaşayan ya da yaşamış olan varlıkların kolonileridir. Kristallerin oluşumunun arkasında mükemmel geometrik bir bilgelik bulunur, basit kaya tuzu küpünden karmaşık pirit dodekahedrona kadar bu varlıkların biçiminde her zaman inanılmaz harmoni yatar.

Otto von Schrön Napoli’de petroplazmanın yaşamını fotoğraflarken, 1900 yılında Paris’te büyük bir uluslararası fizik kongresi gerçekleşti. Katılımcılar arasında Hindistan’dan gelen Jagadish Chandra Bose isimli bir profesör de vardı. Neredeyse hiç kimse onu tanımıyordu. Yalnızca Cambridge’den mezun olduğu ve on beş yıldır Kalkütadaki Başkanlık Kolejinde fizik öğretmenliği yaptığı biliniyordu. Onun varlığı yalnızca kongrede Asya Kıtası’ndan da bir temsilin olduğunu göstermek içindi. Ancak Profesör Bose öyle bir makale okudu ki etkisi bugün bile devam eden bir yaygara koptu: Metal Tepkileri.

O zamanlarda herkes inert bir madde ve canlı bir maddenin varlığını kabul etmekte hemfikirdi. İkincisi heyecan vericiydi çünkü uyaranlar ile reaksiyona girebilme yeteneğine sahipti. Canlı varlıklar (deniyordu) her uyarana ( belki basit bir çimdik) özel bir cihazla ölçülebilen bir elektrik darbesi ile tepki verirler. Eğer çimdik elektriksel tepki yaratmaz ise bitkisel ya da hayvansal doku artık yaşamıyordur, şüphesiz ölmüştür.

Kalkütalı Proseför Bose metalleri çimdiklemeye başlamıştı ve onların da canlı dokular gibi uyaranlara cevap verdiğini gösterdi. Eğer bitki ve hayvan lifleri sıklıkla uyaranlara maruz kalırsa sonunda enerjiyi kaybederler ve elektriksel tepkileri kaybolur. Aynı şey yorulan metallerde de meydana gelir ancak ılık bir banyodan sonra tekrar güç kazanırlar.

Meclis sersemlemiş hâlde kıpır kıpır olurken bilim insanı raporunu sakin bir üslupla okuyordu. 1900’lü yıllarda tanınmayan Jagadish Chandra Bose hemen sonrasında Kalküta’dan dünyayı şaşırtan araştırması sayesinde meşhur olacaktı. Hatta Hint milliyetçiliğine karşı tam mücadelede olan İngiltere kralından alkışı koparmayı bile başardı, dahası kral söz konusu kahverengi tenli dehanın önünde eğilmek istedi, ona baronet unvanını verdi.

Paris Kongresi’nde Sir Jagadish Chandra Bose tıpkı canlı dokular gibi metaller içinde toksik ve antitoksik maddeler olduğunu ortaya çıkardı. Bir metal de zehirlenebiliyordu: Akut elektrik spazmı aşamasından sonra, artık uyaranlara cevap vermiyor, atıl hâle geliyor ve neredeyse ölüyordu. Ancak eğer panzehir zamanında gelirse metal yavaş yavaş iyileşene kadar kendini kurtarmayı başarıyordu.

 

Metal nedir? Bir kristal kümesidir. Kristallerden bir tür yaşam formu oluşur, bu evrensel bir yaşamdır çünkü evrendeki tüm katı cisimler, en uzak gezegenlere kadar kristallerden oluşur.

Başkalaşımlarımız da biz kendini kopyalayıp çoğalan, görünmez bir hücreyken başladı, tıpkı kristaller de aynı muntazamlıkla sadece tekrarlama ihtiyacı ile hareket ederek, kendi aralarında birbirleri ile özdeşleşirler.

Bu esnada amipler gibi protozoalara benzeriz, belirli bir boyuta ulaşırız sonra ikiye, dörde, sekize ayrılırız. Böylece çok hücreli küçük bir varlık hâlini alırız, bu hâlimizle de deniz hidralarının embriyosuna sonra da kimi balıklara benzeriz hatta onlar gibi solungaçlarımız vardır.

Bu başkalaşım girdapları ile geçen bir aydan sonra sekiz milimetreye ulaşırız ve etrafımızı ceviz büyüklüğünde bir yumurta sarar. İçimizde taşemengillere benzeyen geçici böbrekler oluşur.

Ancak ertesi ay başkalaşımlar bizi bir su canlısından karasal olana dönüştürür ve geçici olarak bazı amfibilerin embriyosuna benzeyip onlar gibi kuyruklanırız. İkinci ayın sonunda tıpkı tavuk gibi büyük bir yumurtanın içine gireriz, o hâlimizle bazı insan özellikleri olan yumuşak küçük bir canavar gibi görünürüz. Dördüncü ayda kalbimizin nabzı belirginleşir ancak bu önce sürüngenlerinkine sonra da kuşlarınkine benzeyen kusurlu bir kalptir. Boyumuz yirmi bir santimetreye ulaşır ve kilomuz ise yarım kilodur. Vücudumuz tüm omurgalıların embriyolarına paralel olarak büyür. Cinsiyetimiz ise çoktan bellidir: Erkek ya da kız.

O andan itibaren kapalı olduğumuz sıcak sıvı içinde bir civciv gibi hareket etmeye başlarız. İlk duyu olarak önce dokunma hissini hemen sonra da tat alma hissini elde ederiz. Ancak, suya batırılmış hâlde olduğumuzdan doğru düzgün ne koku alabilir, ne tam duyabilir ne de tam görebiliriz. Altıncı aydan itibaren yutmaya ve işemeye başlarız. Bizi çevreleyen sıvı ile güzel bir ziyafet çeker sonra saatler boyunca bir hıçkırığa tutuluruz. Amacımız, anne kıçıyla tanıştığımız gün emmeye hazır olmaktır.

Yedinci aya doğru memeliler ve özellikle maymunlara benzer hâlde tutarlı bir şekilde büyürüz, zayıf ve buruşuk hâlimiz yaşlı amcalara benzer. Vücudumuz küçük bir şempanze ile karıştırılmaya yetecek kadar tüylerle kaplanmıştır. Sekizinci aydan hemen sonra kıllarımız dökülür ve bununla birlikte yaşadığımız pek çok insanlık dışı özellik geride kalır. Nihayet artık bir bebek gibi görünürüz.

Başkalaşımlarımızın birçok mucizesi arasında en büyüğü kesinlikle doğum arifesinde sahip olduğumuz kocaman, karmaşık, ağır olan beynimizdir, bununla birlikte evrenle ilk zihinsel temasımıza beynimiz izin verir.

Şayet hayat kristaller ve protoplazma ile (Proteinler, yağlar, tuzlar ve sudan meydana gelmiş, nabzı olan daha da doğrusu canlı olan beyaz yumurta akları; bitkisel ve hayvansal olduklarında neredeyse özdeş görünen tuhaf yumurta akı, oysa bir solucan ile bir meşe düşünüldüğünde fark devasa olmalıdır.) başlıyorsa, eğer hayat yosun ve infüzyonla başlıyorsa, zihin ne zaman başlar? Bazen köpeğimizin bile düşündüğünü fark ederiz, maymun da düşünür, düşünürler ve seçerler. Ancak bazen de düşünmez, deneyim kazanırlar, amipler o kadar küçük su yosunlarını seçerler ki başka bir yosun olan pandorina onu yer. Bu deneyimden sonra, minik amipler zararlı boyaları yutmayı bırakır. Sadece beyinden değil aynı zamanda duyu organları, ağız ve sindirim sisteminden de yoksun olan deniz anemonu diğer balıkları yakalasın diye kendisine doğru iten dost canlısı balıkları ayırt edebilir ve ona saygı gösterebilir.

İnsanlarda duyarlılık beyne o kadar bağlıdır ki zihin sinir sisteminin bir etkisi gibi görünür.

Oysa tam tersidir. Sinir sistemi olmadan bile duyarlı olabilirsiniz, küstüm çiçeği kendisine dokunulduğunda anında geri çekilir.

Zihin ne beyinden ne onun şeklinden, ne özünden, büyüklüğünden ne de kıvrımlarından meydana gelir. Arı küçük ve basit bir beyne sahiptir. Oysa bu küçük beyin işçi bir arı için yeterlidir çünkü gözleri sadece şekilleri görmekle kalmaz ultraviyole dâhil tüm renkleri de görür çünkü yalnızca kulak zarlarıyla duymazlar aynı zamanda ultrasonu duyabilecek kadar hassas tüyleriyle de duyarlar çünkü keskin kokular gamını heyecanla hissederler, yüksek dokunsal hassasiyete sahiplerdir; tatlı, acı, ekşi, tuzlu olanı sadece ağzıyla değil aynı zamanda ayaklarıyla da tadarlar.

Peygamberdevesinin beyni minimaldir ancak bizim karmaşık elektronik beyinlerimizden daha hızlı çalışır. Mikrosaniyenin bir kısmında peygamberdevesi hızı, rotayı, pozisyonu hesaplar ve yanılmaz bir şekilde etrafına yanıp sönen böceği ortalayarak vurur. Uçaksavar elektronik beyinleri bunu çok daha uzun zaman alarak yapar.

Zihin beyinden meydana gelmez ancak beyin zihinden meydana gelir: Zihin her zaman vardır, madde içinde kış uykusuna yatar ve madde ölü değildir, uyanmakta olan uykuda bir şeydir.

Bazılarına evrenin geri planında ve her canlının, arıların, hatta peygamberdevesinin bile arkasında bir bilgeliğin var olduğunu kabul etmek itici gelir. Diğerlerine göre böyle bir bilgelik öylesine açıktır ki onun varlığını inkâr etmek güneşin varlığını inkâr etmekten daha kötüdür. Onu bilgelik diye anmak istemeyen ona hayat der çünkü hayat bilgeliktir. Kristelleri düzenleyen bilgelik amipleri hareket ettirir, arıları yönetir, peygamberdevelerine rehberlik eder. İnsanda ise bilgeliğin ışığı belirli bir ölçüde beynin gri maddesi aracılığı ile süzülüyor gibi görünür, böylece bilincimiz aydınlanır ve zekâ alev alır, insana hata yapmaya izin veren bir tür özgürlük doğar.

Bizim hatalarımızın aracı ansefaldir. Doğmak üzereyken, kocaman bir kafamız vardır, vücudun dörtte biri ve yarısı ağırlığındadır. Yalnızca beyin tek başına yarım kiloyu aşar ve bizi aşağı iterek rahimde baş aşağı durmaya zorlar. Beden hareket etmeye çalışır ancak yuvarlak beyin balasına bağlı olduğu için nafile uğraşır.

Bu ağırlıkta, bu gri membranlarda, sinir köprülerinde, bu ventriküllerde, bu hemisferlerde, sarmallarda, beyin zarında insanın büyüklüğü saklı olsa da başkalaşımlarımızın sürdüğü iki yüz seksen gün boyunca, hiçbir düşünce beynimize uğramaz. Ağır serebrumubuz hareketsiz akciğerlerimiz gibi sessiz bekler.

Ancak işte nihayet zamanın gizemli yüzüne özellikle bir tarih damgasını vurdu. Annemiz işaretimizi anladı: Böbreklerinden başlayarak tüm göbeğini saran sancı çanları çaldırdı. Bu ilk doğum sancısı su altındaki huzurlu hayatımızı da heyecanlandırdı.

Doğma zamanı geldi, bu muazzam bir maceradır. Yeni bir bebek için doğma zamanı geldi; bu umutların başlangıcıdır. Dokuz ay içinde evrensel deneyimi özetleyen ve şimdi insan deneyimini özetlemeye hazırlanan bir çocuk için doğma zamanı geldi.

AĞLAYANIN DRAMASI

Doğum vakti geldiği zaman, acı çekme vakti de gelmiştir. Dokuz ay boyunca annemiz tüm ağırlığımızı taşıdı ve bizim için türlü acılar çekti: bulantı, bitkinlik, sarhoşluk, bol melankoli. Ancak artık güneş saatinin akrep ve yelkovanı şimdi bizim saatimizi vuruyor: doğma ve acı çekme zamanı.

Doğum ağrıları hakkında konuşurken, her zaman annenin acılarından bahsederiz, oysa çocuğun acıları çok daha büyüktür. Tamamen masum olan bebeğin başına gelenler işkence odası acılarıdır. Ancak kimse onu umursamaz; genel dikkat anneye, onun huzursuzluğuna ve yakarışlarına yönelir. Çocuk visteral dünyada kapalı bir organ gibi görünür.

Oysa bu dramanın başkahramanı bizzat bebektir, bizzat kendisidir. Geri kalanların tümü ikinci plandadır: nefes nefese bir anne, çabalayan bir ebe, uzak ve unutulmuş bir baba.

Ancak bu kötü yazılmış ve acımasız bir dramadır. Başaktör her zaman arka plandadır. Nihayet sahneye geldiğinde perde düşer ve her şey biter. Ebe ellerini yıkamak için ortadan kaybolur.

Kahramanın sadece perde arkasında olduğu yetmezmiş gibi üstüne bir de ağzı da kapanmış, sesi bile gelmez. Gizlice işkence görür ve bağırmasına izin verilmez.

Yine de bazı nadir durumlar ve özel koşullarda işkence içindeki, görünmeyen ve henüz tam doğmamış bu bebeğin yüzüne doğru bir parça açık hava vurur. Bu küçük havayla feryat figan acılarını ifade etmeye çalışır; bu membranlar açıldıktan sonra rahim içinden gelen fetus ağlamasıdır ancak öyle zayıf, korkunç, karanlık, insani olmayan, doğum öncesi bir dünyadan gelen, o dünyadan bizimkine ulaşan acı verici bir sestir ki onu kim duysa tir tir titrer. Anne özlemini durdurur, ebe ilgisizliğini kaybeder. İki kadın doğmadan önce ağlayan bir bebek duyunca dehşet içinde birbirlerine bakarlar.

Kimse doğum saatini aniden belirleyen sebepler üzerine düşünmez. Böylesi bir şiddet olayını tetikleyen sebeplerin gerçekten güçlü sebepler olması gerekir. Plasentanın kendi döngüsüne sahip olduğu ve nihayetinde ömrünün tükeneceği bilinir. Ancak plasenta ölüme tek başına gider, kırk hafta boyunca beslediği, büyüttüğü bebeğin hayatına karşı kurban edilmiştir.

Plasenta ölmek üzeredir ve yeni canlı doğmaya hazırdır. Sonra bir hormon patlaması yaşanır, bir dakika öncesine kadar rahimle ilgilenmezken aniden sayıca artarak güç elde ederler. Peki hormonal bezleri daha fazla salgılamaya teşvik eden kim?

Güneş saati doğumumuzun zamanını işaretlediğinde birisinin bir emir verdiği anlaşılır: Mekanizma karşı konulmaz bir biçimde çalışmaya başlar. Bu doğum için en doğru andır. İnsanlığın büyük çoğunluğu iki yüz seksen günde yani doğru anda doğar. Daha önce olsa bebek olgunlaşmazdı ve hatta neredeyse yaşayamazdı, daha geç olsa bükülme ve boğulma riskini arttıracak kadar büyük olurdu. Komut, nadir durumlar dışında, en iyi anda verilir ancak bu durumlarda bile ilerlemeyi veya gecikmeyi haklı kılan sebepler vardır.

Nereye bakarsanız bakın hayatın akıllıca davrandığını görürsünüz. Sayısız sırrı bilir, sayısız varlığın merkezindedir, her birini yol boyunca destekler. Zamanın sonsuzluğunda çalıştığı için acelesi yoktur, onun için hiçbir şey çok küçük ve hiçbir şey çok büyük değildir, hiçbir şey işe yaramaz değildir, doğmak yaşamak ölmek gibi her şey önemlidir. Yine de bizi ana rahmine yerleştiren, herhangi bir tehlikeye karşı koruyan, mükemmel bir huzur içinde saklayan, sessiz, karanlık, sıcak bildiğimiz bu şefkatli yaşam birdenbire yüzünü değiştirir. Gülümseme çocuklara işkence eden bir cadı sırıtışına dönüşür. Böylece ilk sancı ile karşılaşırız.

İki devasa el kaba bir şekilde ve şiddetle bizi arkaya doğru eğerek ve başımızla topuk kemiğimize dokunup dansçılar gibi omurgamızı kıvırarak bir kafamızdan bir bacaklarımızdan bizi yakalamış gibiydi. İliklerimizde, omurlarımızda ve sinirlerimizde şiddetli bir spazm hissettik.

Bu acıydı, ne olduğu tam bilinmeyen korkunç bir duyguydu, henüz tam doğmamışken hayatımızın ilk acısı ile karşılaşmıştık. Acı çektik ve dehşete düştük. Ağzımızı ardına kadar açarken küçük kalbimiz hızlı bir tempoyla çarpmaya başladı ancak etrafımızı saran sıvı yüzünden çığlıklarımız duyulmuyordu.

Doktorlar doğmamış bebeğin kalbini steteskop ile dinleyerek ilk acı bittiğinde bebeğin yavaş yavaş sakinleştiğini söylerler ancak takip eden her doğum sancısı ile birlikte bebeğin de nabzı korkudan tekrar yükselmeye başlar. Artık doğum mekanizması çalışmaya başladı ve hiçbir şey onu yolundan alıkoyamaz. Doğum ortalama on iki saat, genellikle yirmi dört saat, bazen de daha uzun sürer. Bebek artık işkence odasına girmiştir.

Bazıları doğumun her bebek için bir işkence olduğunu öğrenince çok şaşırır, hatta en başta inanmazlar, sonra bu fikirden rahatsız olurlar ve en sonunda sinirlenirler. Bizi suçlu ilan ederek “Böyle şeyleri yazmak yasaklanmalı!” diye beyanatta bulunurlar.

Yasak olsun ya da olmasın söylendiği gibi bebekler dünyaya el bebek gül bebek gelmezler, melekler gibi de doğmazlar. Onlar dünyaya kana bulanmış hâlde gelirler.

İlk işkence devrilmedir. Vücudumuz doğum öncesi pek çok başkalaşım geçirmiş olmasına rağmen daha önce hiç geriye doğru, tersine çevrilmiş bir şekilde dikilmemiştir. Baş aşağı, sırtımız öne doğru eğik, dizlerimiz alnımıza dayanmış şekilde bir şebek gibi dururuz. Her sancıda iki devasa el yalnızca omurları geriye doğru büker, hemen sonra ilkel duruşumuza geri dönmemize izin verip sonra tekrar bizi yay şekline sokmaya çalışırlar: On kez, elli kez, yüz kez tekrarlayan şiddetli omurga spazmı yaşarız. Bazıları omurganın bir sapması sebebiyle lordoz ile doğarlar.

İkinci işkence boğulmadır.

Nefes alamasak da oksijene ihtiyacımız var ve bunu göbek kordonu aracılığıyla anne kanından alırız. Ancak her sancıda, kordon tamamen kapanana kadar sıkıştırılır ve tıpkı suda boğulanlar gibi nefes alamaz duruma geliriz ve yalnızca bronşları ve mideyi işgal eden suyla ağzımızı doldurabilmeyi başararak yine boğulanlar gibi nafile ağzımızı ardına kadar açar, göğsümüzü genişletiriz. Otuz saniye sonra, bazen altmış, bazen yüz saniye sonra, sancılar kesilir, acıdan uzaklaşarak oksijenli kana tekrar kavuşuruz. Ancak ara kısa sürer. Sancı tekrar başlar ve boğulma hissi geri gelir, on kez, elli kez, yüz kez tekrarlayan ölüm kalım çizgisinde gidip geliriz. Çoğunluğumuz asfiksiden, balgamdan ve sudan tıkanan solunum yolları ile doğarız.

 

Üçüncü işkence kasların kasılması ve sıkışmasıdır. Üç kilogramın biraz üzerinde olan küçük, henüz doğmamış bedenimiz korkunç kasılmaların merkezindedir. İlk sancıdan son sancıya kadar geçen on iki saat içinde beş kentallik toplam ağırlığa ulaşan kuvvetler tarafından dövülür, ezilir, itilir, ele geçiriliriz. Tufan şimdiye kadar huzur içinde yaşadığımız o yerden bizi koparır ve boynumuzu bükerek, uzuvlarımızı gererek, göğsümüzü ve karnımızı sıkarak, yüzlerimizi korkunç bir şekilde şişirerek geçilmez geçitlere girene kadar bize baskı yapar. Zorlu isyan kendini on kez, elli kez, yüz kez tekrarlar. Bazıları iç organların sıkışmasına direnmez ve doğmadan ölür.

Dördüncü işkence en korkunç olanıdır, Orta Çağ cellatları buna demir haç derlerdi. O zamanlarda kurbanın başına, alnını ve kafasının arkasını bir vida ile kademeli olarak sıkacak metal bir bant yerleştirilirdi. Kranial kemikleri dayanılmaz bir acı vermek için üç milimetre, deliliğe neden olmak için beş milimetre ve ölüme neden olmak için yedi milimetre sıkmak yeterliydi. Doğumda her bebeğin başı on ila yirmi milimetre arasında sıkıştırılır. Şayet bu sebepten çok fazla ölüm olmuyorsa bu yalnızca kemiklerinin olağanüstü plastisitesi olduğu içindir. Ancak korkunç sıkıştırma nedeniyle neredeyse her zaman her bebeğin kafasında doğum sırasında bir şekil bozukluğu olur: Beyin-omurilik sıvısı omur gövdesine boşaldığında kafa derisinde su ve kan şişmesi belirir. Üstelik bu tek bir sıkışma değildir, sıkışma zavallı bebek kafatasının ilerisinde ve gerisinde dar bir silindirik kanala zorlanarak art arda pek çok kez olur: on kez, elli kez, yüz kez. Serum ve kan beyin zarlarına sızdığı için bazıları hidrosefali ile doğar.

Beşinci ve son işkence için ızdırap demek doğru olur çünkü tamamen ruhun çektiği acıya aittir. Daha yeni dört ağır işkenceye maruz kalmış bedenin acılarına çocuksu ruhun eklenmesi ızdırabı meydana getirir.

Doğmamış çocuğun henüz dünya ile tam tanışmamış özel bir ruhu vardır. Bu duygusallıktan ve düşünceden arınmış bir ruhtur ve serebral korteksi sessiz ve ıssız olarak bırakarak beynin (talamus ve striatuma kadar) yalnızca bir kısmını ele geçirir. Bununla birlikte ne kadar düşünceden yoksun da olsa artık acı çekmiş ve hassaslaşmıştır. Doğum öncesi yaşamın son günlerinde çocuk herhangi bir nedenle bir şok yaşarsa bu hemen nabzını yükseltir ve eğer sersemleme devam ederse doğmamış çocuk mesane spazmı nedeniyle çok acı çeker. Gecenin karanlığında uyanan korkudan çarşaflarını ıslatmış bir çocuk gibi. Bu kırılgan canlı doğum ile bir felakete uğramıştır. Küçük dehşete düşmüş ruhu on iki bitmez tükenmez saat boyunca on kez, elli kez, yüz kez tekrarlanan korkunç bir ızdırap istilası ile tanışır. Yenidoğanların çoğunda muhtemelen yaşadıkları dehşetten kaynaklanan sarılık olur. Aslında sarılık yarı asfiksi ve zahmetli doğumdan yorgun düşmüş bebeklerde daha sık görünür. Üzerinden yıllar geçse de insan doğum öncesi yaşadığı acıyı asla unutamaz çünkü bu acı kendini çocuklukta, ergenlikte, yetişkinlikte ve yaşlılıkta tekrar eder. Tüm yaşamımız boyunca bu ızdırap zaman zaman boğulma, baskı, belirsizlik ve nerede olduğumuzu ve neden olduğunu bilmeden bizi sürükleyen mantıksız bir his ile karışarak bizi yakalar. Bu doğmamış çocuğun acısı, bu insanın acısıdır.

İnsanlar dünyaya eşit olarak gelmezler, eşit şekilde de gelmezler. Doğma şeklimizin tüm yaşamımız üzerinde yakın ve uzak etkileri olacaktır. Nero makat gelişli doğmuştur, yani doğması gereken pozisyonun tam tersi şeklinde.

Doğmamış yüz çocuktan doksan beşi kafatasının üstü öne doğru, baş aşağı durur. Ancak kimisinin yüzü, bir diğerinin alnı rahme dönüktür, bazısı makat gelişli doğar ya da çok azı diz ve ayaklarıyla çıkmaya çalışır. Sonunda bir tanesi ölüm oranı yüksek bir pozisyon olarak omuzdan gelişle doğmaya kalkışır.

Yüz bebekten doksan beşi iyi durumda doğar ve bu oldukça yüksek bir orandır, hayatın daima tetikte olduğunu gösterir. Bu nedenle büyük çoğunluk annenin iyi bir şekilde uyması şartıyla, kendiliğinden, yardıma ihtiyaç duymadan rahmi terk eder. Doğarken daima ölmek riski vardır ancak bu doksan beşi için risk minimal, neredeyse yok denecek kadar azdır. Oysa Oksiput Posterior pozisyonda gelen doksan altıncı bebek için yaşam belirsiz, risk ise ciddidir. Burada uzun saatler boyunca harcanan emek, korkunç bir acı, boğulmalar ve bazı istatistiklerde yüzde otuza ulaşan mortalite ile karşılaşılır. Yüz gelişi ile doğan doksan yedinci için de durum belirsizdir. Vakaların yüzde on beşi ölümle sonuçlanır, diğerleri omurga manevrası kolaylığı ile kurtulur. Bebekler genellikle yüzlerinde anomali ile doğarlar, buna Etiyopya karanlık yüzü denirdi: kan dökülmelerinden kızaran gözlerin etrafında morarmalar, kabarmış dudaklar ve dil, şişmiş yanaklar, trakea düzleşmesi, bundan dolayı kısık ve boğuk ağlama. Yenidoğan gösterilmeden önce doğum uzmanı anne ve aile üyelerini bebeğin bir canavar olduğunu sanmamaları için uyarmalıdır.

Doksan sekizinci ve doksan dokuzuncu makat geliş doğar ve bu üzücü bir alamet taşır. Bu şekilde tersten doğan kişilerin insanlığın büyük belalarından biri olacağına dair bir inanış vardır: sadece Nero değil, Attila, Napolyon ve Hitler. Makat geliş doğan bebekler bazen de anomali ayaklarla doğarlar, ayakları çarpıktır: Bazen doğumsal kalça çıkığı bazen uyluk kemiği ya da alt çene kemiği kırığı ya da omurilik yaralanması veya yüz felci yaşarlar. Bazı durumlarda, onları boğan kendi göbek kordonlarıdır.

Yüzünün sonuncusu omuzdan gelişle doğmaya çalışan tek bebektir, tümünün içinde en uğursuz doğum pozisyonudur. Doğuma doğru bebeğin rahim içinde dik konuma geldiği bir an vardır. Yüz seferde bir kez genellikle bazı maternal kusurlardan dolayı da bebek dik değil yan yatmış hâlde durur bu durum bebeğin hayatını kaybetmesine neden olabilir. Üstelik eğer durumu değiştirmek için müdahalede bulunulmazsa yalnızca bebek ölmez anne de kaybedilir. Doğal güçlere bırakılmış omuzdan gelişli doğum nihayete ermez ve yarım kalır: Anne kurtarılamadan bebeği tarafından öldürülerek can verir. Eski zamanlarda ölü kadının rahmini açma ve hâlâ canlı olan bebeği çıkarma girişimleri yapılırdı. Hatta bazen anne ölümünden bir buçuk saat sonra bile rahmi açtıklarında başarılı oldukları olurdu, böylece sağ bebek ne yazık ki annesiz doğardı. Bugün ise doktorlar hem annenin ve hem de çocuğun hayatını kurtarabiliyorlar. Ancak yine de Avrupa’nın pek çok kırsalında, Hindistan ve Çin ovalarında, Amerika ve Avustralya topraklarında, Afrika ormanlarında, her gün yüzlerce anne, uzun yoldan getirdikleri ve doğamamış çocuklarıyla birlikte korkunç ortak bir acı içinde hayatlarını kaybediyor.

İnsan sevinmek için uygun olan doğasının bu temel kuralını ihlal ederse acıyı reddeder. İlk insan Âdem’den bu yana insanlar kalplerini sıkıştıran acıdan kurtulmak için dualar ettiler, Havva’dan beri insanlar yaralarının üzerine otlar koydular ve böylece uzuvlarının acısının azaldığını gördüler, insanlık o zamandan bu zamana acıyla savaşır durur.

Bin yıl boyunca süren bu savaş iki büyük cephede gerçekleşti: ruhun acılarının yaşandığı Asya’da birincisi; fiziksel sancıların yaşandığı Avrupa’da ikincisi. Asya’da (pozitif bilimler ve ilahiyat biliminin ana vatanı) büyük bir lider vardı: İsmi Gotama Buda’ydı. Bundan yirmi altı yüzyıl önce bir akşam Benares yakınındaki Neranjara Nehri kıyısında bir incir ağacının altında meditasyon yapmak için oturdu. Yirmi yaşındaydı. Avrupa’da ise (doğa ve mekanik bilimlerinin ana vatanı) 1798’de Londra’da bir akşam korkunç bir diş ağrısı çeken Humphry Davy adında bir öncü vardı. O da yirmi yaşındaydı.