Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

ÇOCUKLUK; ŞAFAK VE ALACAKARANLIK

Cengiz Aytmatov, çocukluğunu anlatırken her zaman iki çelişkiye dikkat çekmiştir. Şafak ve alacakaranlık… Aytmatov, anne ve babası ve onlarla birlikte küçük kardeşi İlgiz ve kızkardeşleri Lutsiya ve Rozaliya ile birlikte geçirdiği ilk çocukluk dönemlerini sık sık ve sevgiyle hatırlamıştır. Dönemin şartlarına göre ve babasının statüsüne göre iyi denilebilecek şartlarda yaşamışlardır. Babası Moskova’da öğrenim gördüğü sıralarda aileye şehrin merkezinde Vorovskiy caddesinde (günümüzde Povarskiy) bir daire tahsis edilmişti. Cengiz ilköğrenimine Moskova’da başlamış, anne ve babasıyla şehirde gezintiler yapmış, küçük yaşında şehrin güzelliklerini bizzat görmüştür. Gerçi bir seferlik bu mutluluk sekteye uğramış büyük yazar Maksim Gorki vefat etmiş, babası cenaze merasimine giderken oğlu Aytmatov’u da yanına almıştır.

Hiçbir şekilde gölgelenmemiş bir saadet içinde yaşamasına rağmen Aytmatov duygusal ve kalbi buruk yetişmiştir. Yıllar sonra Alman çevirmen Friedrich Hitser ile ettiği sohbetlerde (Hitser bu sohbetlere dayanarak “Çocukluk” adında bir kitap kaleme almıştır.) Aytmatov iki anısına dikkat çekmiştir. Moskova’dayken anne ve babası onu bir gün “Solovey-Solovuşka” adında bir filme götürürler. Filmde kahramanların yaşadığı sıkıntılar karşısında çocuk Aytmatov ağlamaya başlar, bunun sadece bir film olduğunu söylese de babası bir türlü onu sakinleştiremez. Eve döndüklerinde babası annesine oğullarının çok duygusal ve sulu gözlü yetiştiği hususunda dert yanar. Bu haliyle büyüdüğünde hayatta ne yapacak?! Zira gelecekte yaşayacağı muhtemel trajediler küçük çocuğun kalbini paramparça edebilir… der.

İkinci anısı ise Parfenovka köyünde iki sarhoş birbiriyle kavga etmekte, biri diğerini fena hâlde dövmektedir. Çocuk Cengiz ağlayarak babasına koşup kavga edenleri ayırmasını, dayak yiyene yardım etmesini rica eder.

“Babam gerçekten çok rahatsız olmuştu bu durumdan. Benden gerçek bir erkek olmayacağını düşünüyordu.

-Nagima, bu çocuk nasıl büyüyor böyle? Sarhoşlar kendi aralarında kavga ediyorlar, başka ne yapacaklardı ki, onlar sarhoş zaten. Ama bu çocuk bağırarak, ağlayarak onları ayırmamı istiyor. Büyüyünce nasıl olacak, bu çocuk ne yapacak?

Annem bu sefer bana arka çıkıp küçük çocuklar bu konularda hassas olurlar, büyüyünce o da herkes gibi olur, demişti.” 6

Maaselef, mutlu çocukluk günleri birdenbire sona erer. Törökul Aytmatov’u daha Moskova’dayken tutuklarlar. Sonra da Frunze’ye gönderirler. Endişe verici kuşkular Törökul’a epeydir ıstırap çektirmekteydi. İşin ilginci Kırgızistan’ın tüm önde gelen insanları o günlerde sorguya çekiliyor ve akıl almaz suçlamalarla gözaltına alınıyordu. Endişelerini eşi Nagima’yla paylaşıyor, zamanının azaldığı hissediyordu. Ancak onu ne ile suçlayabilirlerdi ki? Törökul her ihtimale karşılık çocukları alelacele eve, Frunze’ye bile değil, doğruca Talas’a akrabalarının yanına gönderme kararı alır. İçindeki endişeyi çocuklara hissettirmeden onları trene bindirir, ancak ailesi ortada garip bir şeylerin olduğunu, yakında telafisi imkânsız felaketlerin başlarına geleceğini hisseder gibidir.

Törökul eşini ve çocuklarını Kurski istasyonunda trene bindirir, tren hareket edince onlara bir süre eşlik eder, ardından sanki onlara yetişip onlarla beraber gitmek istercesine trenin arkasından uzun süre koşar. Bu epizot yazarın bazı eserlerinde canlandırılmıştır. “İlk Öğretmen” adlı eserde öğretmen Düyşön çok sevdiği öğrencisi Altınay’ı uğurlarken trenin arkasından, sanki son anda çok önemli bir şey söylemek istercesine, tüm gücüyle koşar.

Bundan daha da trajik ayrılık Kırgızistan’daki Maymak istasyonunda yaşanır. “Yüz Yüze” adlı eserinde şu epizot bulunur:

“Kara-Dağ boğazında gece karanlıktı. Boğazın kuytusundaki istasyonda daha karanlıktı. Arada sırada bir trenin ışığı ve gürültüsü karanlığı deliyordu. Trenler yoluna devam ediyor, istasyon o ıssız karanlığa tekrar gömülüyordu.

Nöbetçi, boynunu uzattı, kapıda dikilip karanlığı gözetleyerek etrafı dinliyordu. Boğazda, her zaman olduğu gibi, sert bir rüzgâr esiyordu. Aşağıdaki evlerden istasyona uzanan yolun ardındaki dereden taşkın suyun sesi geliyordu. Nöbetçinin yüzüne, titrek bir el gibi, soğuk bir kavak yaprağı çarptı. Nöbetçi yine vagonun içine baktı. Sonra tekrar baktı. Issızlık, rüzgâr, karanlık…”

Böylece Aytmatovların hayatının trajik dönemi başlamış olur. En korkunç olanı ise Törökul Aytmatov’un tutuklanıp 1938 yılında “Burjuva Milliyetçisi” suçlamasıyla kurşuna dizildikten sonra tüm ailenin de “Halk Düşmanı” olarak damgalanması ve Aytmatov’un bu trajediyi çocukluk ve gençlik dönemlerinde oldukça derinden yaşamak zorunda kalışıdır.

Aytmatov, bu kara günleri 1950’li yılların sonundan itibaren kazandığı parlak şöhrete rağmen ömrü boyunca unutamamıştır. 1990 yılında Bişkek yakınlarındaki Çon Taş bölgesinde babasının ve diğer Stalin kurbanlarının toplu mezarı bulunduğunda Aytmatovların kaderleri ve sanat yolu da keskin bir şekilde aydınlanmış olur.

Savaş başladığında Cengiz henüz 14’üne bile girmemişti ve cepheye gidebilmek için yanıp tutuşuyordu. Galiba çocuksu bir kahramanlık peşindeydi. Genç Cengiz, Törökul Aytmatov’un oğlunun ne kadar cesur olduğunu herkese göstermek istiyordu. Hatıralarında “Biz o zaman babam için çok üzülüyorduk, sürekli yazılıp çiziliyordu. Ben o sıralar keşif erleriyle ilgili yazılmış kitaplar okuyordum ve gizli gizli bir casusu yakalamayı hayal ediyordum. Casusu yakalama sırasında şehit olup babamın Sovyet iktidarı huzurunda suçsuz olduğunu kanıtlamak istiyordum.7 demektedir.

Roza Aytmatova’nın ifadelerine göre Cengiz birkaç defa arkadaşlarıyla birlikte savaşa gönüllü katılmak için dilekçe yazmış, ama yaşı çok küçük olduğundan kabul edilmemiştir.

Hiç şüphesiz onu cepheye çağıran vatanseverlik duyguları ve düşmana olan öfkeydi. Bununla beraber savaş yıllarında ülkenin hemen her yerinde “Sen askere yazıldın mı?” pankartlarının da etkisi olmalı.

Mutlaka cephede kahramanca hayatını kaybetmek üzerindeki ‘halk düşmanı’ damgasından kurtulmanın en iyi yolu olarak görünüyordu. Bu bir çeşitahlâkî psikolojik kompleksti, ağır bir yüktü. Babasının hak ettiğini değeri bir gün almasını sağlayabilmek onun evlatlık borcuydu. Bu ağır yükü Cengiz Aytmatov hayatı boyunca omuzlarında taşıdı. Babasını kaybedişi, zorluklar içinde geçen çocukluk günleri, savaş yılları, Aytmatov için en zengin hayat kaynakları oldu ve dünyaca tanınan büyük bir yazar olmasına katkı sağladı, bunlar onu tüm Sovyet imparatorluğunun en önemli figürlerinden biri yaptı.

Şaşırtıcı olan Stalinizmin milyonlarca kurbanının sorumlusu olarak Cengiz de yakınları da Stalin politikalarını değil, onu alçakça kandıran çevresindeki insanları görüyorlardı. Cengiz’in bu düşüncesine kanıt 1952 yılında Sovyetskaya Kirgiziya adlı gazetede yayımlanan ilk hikâyelerinden Gazeteci Zudo adlı hikâyesidir. Aytmatov Tokyo sokaklarında gazete satan Japon bir çocuğun ağzından Stalin’i övdüğü bu hikâyesi sonradan onu mahcup etmiştir. Bu sebeple olsa gerek, Aytmatov külliyatlarının hiçbirine bu hikâye alınmamıştır. Zaten bu hikâyenin hiçbir edebi değeri ve kalitesi yoktur, sadece genç yazarın ilk kalem denemelerinden biridir. Yazar bu hikâyesinde sadece aktüel politik meseleleri amatörce ele almak istemiştir.

Bitmek tükenmek bilmeyen “halk düşmanı” suçlaması ve yetimliğine dönelim. Yazarın kızkardeşi Rozaliya’nın hatıralarında da bahsedildiği üzere yazar o günleri şöyle dile getiriyor:

“1937 yılında babam, parti çalışanı, Moskova’daki kızıl enstitü mezunu biri olarak katledildi. Ailemiz köye dönmüştü. Benim için işte o zaman asıl hayat okulu tüm zorluklarıyla başlamış oldu. O müşkül günlerde babamın ablası Karakız halamız bize sahip çıktı. İyi ki o bizim hayatımızda vardı. Büyükannemin yerini tutuyordu benim için. Tıpkı kendi annesi gibi, becerikli, iyi bir masal anlatıcısı, en eski türküleri bile bilen biriydi ve köyde itibar sahibiydi. Annem köye döndüğümüzde çok hastaydı ve bu hastalığı hayatı boyunca sürdü. Biz dört çocuktuk, en büyükleri bendim. Durumumuz çok kötüydü, ancakKarakız hala bizim gözümüzü açtı. İnsan ne kadar kötü duruma düşerse düşsün halkın arasında yaşadığı sürece tekrar ayağa kalkabilir fikrini aşıladı bize. Sadece hemşerilerimiz Şekerliler değil bizi hiç tanımayan insanlar bile her zaman bize destek olmaya çalıştılar, hiç sırt çevirmediler. Neleri var neleri yok bizimle paylaştılar; ekmek, su, yakacak, patates ve hatta elbise… Bir seferinde biz kardeşim İlgizle (artık o bir bilimadamı ve Fizik-Mekanik Enstitüsü Müdürü) tarlada yakmak için çalı çırpı topluyorduk. İyi giyinimli bir atlı bizi görüp yanımıza geldi.

-Kimin oğullarısınız siz? diye sordu. Karakız halamız bizi öğütlemişti, bu durumlarda, hiç başınızı eğmeden gurur ve onurla insanların yüzüne bakarak babamızın ismini söylememizi istemişti. Biz o zaman babam hakkında yazılıp çizilenlerden ötürü çok endişeleniyorduk, Karakız hala ise bizim bu durumumuzdan hiç rahatsız olmuyordu. Bir şekilde, bu doğru dürüst okuma yazma bilmeyen kadın çok iyi anlıyordu babamın suçsuz olduğunu, ancak bu kanaatini açıklayamıyordu.

İşte, böylece o adam kim olduğumuzu sordu. Bu çok acı vericiydi, ancak gözlerimi aşağı indirmeden soyadımızı söyledim.

 

-O elindeki kitap nedir, diye sordu atlı. Yanımda okul kitabı vardı, şimdi hatırlıyorum, kemerimde taşıdığım coğrafya kitabıydı. O kitaba bakıp şöyle dedi:

-Okulda okumak istiyor musunuz?

– Hem de nasıl! Ağlamamak için dudaklarımızı ısırarak başımızı salladık.

-Peki o zaman, okuyacaksınız! dedi ve uzaklaştı adam.” 8

Bu şekilde iki kardeş okula başladılar tıpkı diğer çocuklar gibi.

Bütün çocuklar babalarını severler, ancak Cengiz’in hayatında babasının çok özel bir yeri vardı. Babası tutuklandıktan ve katledildikten sonra uzun süre babasının bu hayatta artık olmadığına inanamadı ve yıllarca onu bekledi, ümidini hiç kesmedi ve bir gün kapıyı çalıp eve geleceğini hayal etti.

Savaş yıllarında zor hayat şartları içerisinde tanıştığı insanlar Cengiz’in hatırasında unutulmaz izler bırakmışlardır. Savaş yıllarında okuyordu, sonrasında 1950’li yıllarda Moskova’daki yüksek edebiyat kursuna katıldı. Okumayı çok seviyordu, onun için savaş yılları asıl hayat üniversitesi olmuştur.

Savaş yıllarında da Aytmatov ailesi zorluklar yaşadı. Çeşitli mercilere iş başvurusu yapan Nagima, birçok aşağılamaya maruz kaldıktan sonra, nihayet Kirov köyünde muhasebeci yardımcısı olarak işe başladı. Cengiz de tekrar okula başladı, yalnız bu sefer Rus okuluna. 1942 yılında okulunu tekrar bırakmak zorunda kaldı, zira annesine yardımcı olması gerekiyordu. Bir süre sonra Şeker köyüne döndü ve orada muhtarlıkta kendisine sekreterlik işi verildi. Bu sırada on beş yaşındaydı. Okuryazar insan yetersizliğinden savaş yıllarında yeni yetişmekte olan gençleri devlet görevlerine özendiriyorlardı. Sonrasında Aytmatov vergi memuru ve cepheden gelen mektupları dağıtan postacı olarak çalıştı. Postacı olarak çalıştığında halk arasında sık sık kara zarf olarak adlandırılan (cephede şehit olanların haberi “kara haber celbi” ile ailelerine bildiriliyordu) geliyordu. Yazarın sonradan hatıralarında belirttiği üzere, köylerde aileler onu veya kardeşi İlgiz’i gördüklerinde yine kara haber celbini getiriyor diye korkuyorlardı.

Aile yarı aç yarı tok hayatına devam ediyordu. Ailesini besleyen tek inekleri de çalınmıştı. Cengiz hatıralarında o hırsızı eline bir geçirse alnından vurmaya hazır olduğunu söylüyor. Elinde tüfeğiyle öfkeden beti benzi atmış bir şekilde hırsızı arayan Cengiz’i bir ihtiyar durdurur ve ne olduğunu sorar. Cengiz tüm aileyi besleyen biricik ineğini çalan hırsızı aradığını, bulduğu yerde onu alnından vuracağını söyler.

İhtiyar, babacan bir tavırla Cengiz’i sakinleştirir, acele etmemesini, önce iyice bir düşünmesini salık verir. Hiç kimse bilmiyor o ihtiyarın kim olduğunu, hatta öyle bir ihtiyarın yaşayıp yaşamadığını da. Belki de onu Kırgız ihtiyar kılığına giren Hz. Hızır onu durdurmuştur. Bu tesadüfi buluşmayı Cengiz hep hatırlamış ve o ihtiyarın sözlerini dinlediğini belirtmiştir.

“Çocukken hayatı poetik ve aydınlık tarafıyla tanımışken, savaş yıllarında, bu hayat tüm hüzün ve kahramanlıklarıyla karşıma dikilmişti. Halkımı vatanın tehlikeye düştüğü günlerde farklı bir durumda görüyordum. Ben bunu görmek zorundaydım, köydeki her ailenin haline yakından şahit oluyordum, her ailenin her ferdini bizzat tanıyordum. Hayatı artık her haliyle ve her yönüyle gözlemleyebiliyordum.” 9

Muhtarlıkta kâtiplik yaptığı zamanlarda farklı farklı işler yapıyordu, hatta halktan vergi toplama işi onun vazifesiydi. O, yıllar içinde değil, aylar içinde büyüyüverdi. Elbette o günlerde yaşadıkları, şahit oldukları ve başına gelenlerin günün birinde kendi edebî eserleri için bir kaynak olacağını henüz bilmiyordu.

“Bu görev benim için adeta bir işkenceydi, bir yıl sonra 1944 Ağustosunda görevi bıraktım ve bu yüzden az daha mahkemeye veriliyordum. Traktör ekibinin muhasebe yardımcılığı görevine başladım. Savaş devam ediyordu ve hayat bana her gün bana halk hayatının yeni sayfalarını açıp gösteriyordu. O günlerde gözlemlediğim birçok şey “Yüz Yüze”, “Toprak Ana”, “Cemile”, “Selvi Boylum Al Yazmalım” gibi eserlerime yansımıştır. 1946 yılında 8. sınıftan sonra Cambıl Veteriner Enstitüsünü kazandım. Stajımın tamamını 1947-1948 yıllarında köyümüzde yaptım, bununla beraber savaş sonrası halkımın günlük hayatını da gözlemleme fırsatı buldum. Enstitüden başarıyla mezun olduktan sonra Kırgız Ziraat Fakültesini kazandım. Burayı da başarıyla bitirdim.” 10

Yazarın çocukluk ve gençlik dönemleri bu şekilde geçti. Karakteri, iktidara olan sevgisi ve nefreti böyle şekillendi.

Aytmatov’un fantastik hayat girdabına şöyle bir göz attığımızda inanılmaz olaylarla dopdolu olduğunu, hayatının yaşadığı dönemin adeta bir aynası olduğunu görürüz. Peki, kimlerle güzel dostluklar kurdu Aytmatov?… Muhtar Avezov ile çok sıkı bir dostluk ilişkisi vardı, aynı şekilde Luis Aragon, Dmitriy Şostakoviç ve Aleksandr Tvardovski, yetenekli rejisör Sergey Urusevski. Nikita KKruşçev ile görüşme, Leonid Brejnev ve Mihail Gorbaçov ile son güne kadar süren dostluk, tüm bu biyografi Aytmatov’a aittir.

GENÇLİK: AŞKIN ORTAYA ÇIKIŞI…

1937-1938 katliamları ve II. Dünya Savaşının getirdiği yıkım yazarın çocukluk ve gençlik yıllarına denk gelmiştir. O günlerde yazar birçok hainliği ve kahramanlığı kendi gözleriyle görmüş, birçok insanın yakınlarını kaybetmesine bizzat şahit olmuştur. Hayatın en zor, en çetin şartlarını yakından müşahede etmiştir. O yıllarda insanî ve ahlâkî değerleri, erdemleri sonsuza kadar yaşatacak gücün halkın kendisi olduğunu görür.

Cengiz Aytmatov çok küçük yaşlarda haksızlığın ne demek olduğunu bizzat hissetmiş, çocukluğunu mahveden, gençliğini çalan iktidarın acımasız yüzünü görmüştür. Aynı şekilde insanın başarılı olmak için kendisine hedefler belirlemesi gerektiğini de anlamıştır. Tam da bu zor hayat şartları içerisindeyken ilk defa ilham perisi onu ziyaret eder. Kendi halkının sözlü kültürünün derinliklerine iner, sonrasında büyük Kırgız destanı Manas’ı okur, kendi kendini yetiştirmeye çalışır. O yıllarda Kırgız hayatının tam içindedir, halkın manevîyatının ve millî kültürün temellerini keşfetmektedir.

Aytmatov’un hayat tecrübeleri gösteriyor ki hayat çok ilginç ve çok yönlü. Savaş yıllarında bile insan kendisine hedefler belirleyebiliyor ve en nazik en derin hislere yer açabiliyor. Aytmatov da aynen bunları yaşamıştır savaş yıllarında.

Babasının ve ailesinin ‘halk düşmanı’ olarak damgalanmasının yetim Aytmatov’un ruhunda derin izler bıraktığını belirtmiştik, ancak böylesi zor şartlarda geçen çocukluk döneminde dahi Aytmatov’un mutlulukları ve aydın günleri olmuştur. Hatta savaş yıllarında Aytmatov ilk aşk duygusunu hissetmiştir. Âşık olduğu kişi bir peri değildi, ondan yaşça biraz daha büyük ve ona erkek kardeşi gibi davranan genç bir kadındı. Savaş yıllarında ortaya çıkan ve Mırzagul Biykeç ile bağlantılı olan bu hayat tablosu “Cemile” ve “Erken Gelen Turnalar” adlı eserlerine de yansımıştır.

Hayat kâğıt üzerinde yazılanlar gibi değildir. Yaşadıkları, başına gelenler onu tüm bunları insanlarla paylaşmaya iter. Kahramanlıkları, trajedileri, hüzünleri…

“Ben insanlarla fikirlerimi paylaşmak istiyorum, çünkü zorundayım.”

“Pencereyi sonuna kadar açıyorum, içeri temiz hava giriyor. Parlamakta olan yarı karanlık mavilikte kendi manzaramı çiziyorum. Onlar o kadar çok ki, ben defalarca kez tekrar tekrar başladım. Ancak bütün manzarayı çizmek için henüz erken.... Henüz ruhumun derinliklerinde belirli belirsiz çıkan sesin kaynağını bulamadım. Şafak öncesi sessizlikte sağa sola geziniyorum, düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum… Henüz bitmemiş şeyler hakkında en yakın arkadaşlarımı bile haberdar etmek istemiyorum. Ancak bu sefer kurallarımı çiğneyip henüz bitirmediğim tablo hakkında konuşmak istiyorum insanlarla. Bu geçici bir arzu değil. Başka türlü davranamam, çünkü hissediyorum, tek başıma bunun üstesinden gelemem. Ruhumu harekete geçiren ve elime fırçayı aldıran tarih o kadar büyük ki ben hepsini kucaklayamam. Bir çuval inciri berbat etmekten korkuyorum. Ben insanların bana öğütleriyle katkı sağlamasını benimle birlikte olmalarını, benim için endişelenmelerini istiyorum. Korkmayınız, daha yakınıma geliniz, ben bütün bu tarihi anlatmak zorundayım.”

Cengiz Aytmatov’un edebî yolunun ilk on beş yılında sadece ruhuna bir türlü huzur vermeyen yaşanmışlıkları kâğıda döktüğüne şahit oluyoruz.

Aytmatov kendini bir şeyler yapmak zorunda hissediyordu, çünkü en zor hayat şartlarının yaşandığı günlerde en sıradan insanların halet-i ruhiyesini anlatmak istiyordu. “Toprak Ana”, “Yüz Yüze”, “İlk Öğretmen” gibi eserleri bu bağlamda gün yüzüne çıktı. Bu hikâyelerde yazar bizzat görüp gezdiği yerleri anlatıyordu. Yazar ilk eserlerinde hayatın tüm yönlerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Ancak o dönemlerde henüz edebî tecrübesi yeterli değildi. O dönemleri sanatçının bir yol arayışı içinde olduğu dönemler olarak niteleyebiliriz. Çocukluğunun ve gençliğinin hayat şartları onun edebî eserlerinin fitilini yakmıştı. Daha sonra ise ruhunun sönmez ateşini başka bir şey daha yaktı, aşk! Biz Aytmatov okurları Tanrıya şükretmemiz gerekir. Tam da en çetin şartların yaşandığı savaş yıllarında Aytmatov’un kalbi aşk ateşiyle de tutuşmuş oldu. Dünya onun için başka bir yere dönüştü. Onun örselenmiş ruhu aşk ateşiyle canlandı ve içindeki sanatçı ruh ortaya çıktı.

Bu aşkı şahitleri de dile getiriyorlar, yakın akrabaları da. Ancak bu aşkın en büyük şahidi “Cemile” adlı eseridir. Gençliğinde onun kendi “Cemile”si vardı. Bu aslında bir nevi çocukluk aşkıydı. Peki, bunun ne önemi var? Biz buna delil göstermek için resmi evrak arayışı içinde olmayacağız. Önemli olan, bu hissiyatın Aytmatov’un gönlünde, ruhunun derinliklerinde var olan sanatçı ruhu uyandırmış olmasıdır.

Böylece, iki önemli durum Aytmatov’un sanatçı ruhunu uyandırmıştır, diyebiliriz. Babasını kaybedip ardından çok çetin hayat şartları altında yaşaması, ikincisi ise çocukluk aşkı da diyebileceğimiz (kader daha sonra ona başka mutluluklar da hazırladı) aşk hissiyle karşılaşmasıdır.

Cengiz’in aşkıyla karşılaşması da ilginçtir. Sevdiği fonda sarı buğday tarlasının olduğu Talas’taki Manas Ata dağı eteklerinde, savaş yıllarında, karşısına çıkmıştır. Aytmatov’un ‘Cemile’si şen şakrak, neşeli, ince ruhlu ve ak yazmalı bir Kırgız kızıdır. Ancak kız başka birini sevmektedir, Cengiz’i değil. Cengiz ise saf duygularla kıskançlık nedir bilmeden, çocukluk ruhuyla o kıza âşık olmuştur.

“Sürekli, benimle konuşmasını, onu neyin üzüp neyin sevindirdiğini söylemesini bekledim. Ama o bana hiçbir şey söylemedi. Her zaman başımı dizlerine koyup saçlarımı okşayarak uzaklara bakardı. Ben ona aşağıdan bakar, hüzünlü ve endişeli yüzünü seyrederdim. Bir şeyler onu boğuyor gibiydi ve bu onu çok korkutuyordu. O ızdırapla istiyor aynı zamanda ızdırapla istemiyordu kendisine bunu itiraf etmeyi, âşık olduğunu, tıpkı benim istemediğim gibi, Daniyar’ı sevmek istemiyordu. Ne de olsa o bizim gelinimizdi, o ağabeyimin eşiydi…”

Genç Aytmatov için bu durum, ilk aşkın ortaya çıkışıydı. Bu aşkın şahitleri de bunu tasdik etmektedir. Âşıkların köyden kaçısı, tıpkı Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten kovulması gibiydi. Ancak birkaç yıl sonra kız yalnız başına köyüne döndü. Ancak o artık o iyi bildikleri Cemile değildi. Aile hayatı başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Kız köye döndükten sonra köylüler ona artık eskisi gibi davranmamışlardı.

Bu aşk tabi ki Aytmatov’un kalbinde hep kalmıştır. Cemile ve onun silueti yazarın hatırasında hep “Ebedî Nişanlı” olarak kalmıştır. Aytmatov son romanı “Dağlar Devrildiğinde”de tekrar aşk konusuna döner. Gerçi bu romandaki aşk mutsuz bir aşktır. Bu seferki aşk romanın başkahramanı, gazeteci ve rejisör, Gorbaçov’un arkadaşı, 1980’li yıllarında ortasında uygulanan ‘Açıklık’ politikasının mimarlarından olan Arsen Samançin’in Aydana’ya olan aşkı olarak çıkar karşısına okurun.

 

Dikkatli bir Aytmatov okuru onun âşık olduğu kadınların birbirlerine ne kadar benzediğini hemen farkedebilir. Bütün bu sevgililer Semen Çuykov’un fırçasından çıkan “Sovyet Kırgızistan’ın Kızı”nı hatırlatıyor. “Toprak Ana”daki Tolgonay, “İlk Öğretmen”deki Altınay, “Cemile”, “Gün Olur Asra Bedel”deki Zaripa ve son romanındaki Aydana… Bütün bu kadınların birbirine çok benzediği farkedilmektedir.

Aytmatov ilk aşklarından fazla söz etmese de “Cemile”deki Seyit ile yazar arasında çok sıkı bir benzerlik olduğu ortadadır. “Cemile” sadece bir aşk hikâyesi değil, yazarın ustalığını ispatladığı çok önemli bir eserdir aynı zamanda.

Bu aşk hikâyesi Aytmatov’un ruh âlemini de değiştirmiştir. Fransızlar aşk konusundaki atasözlerinde haklı imiş: “Aşkla şaka olmaz!” Aynı şekilde Fransızların “Nerede aşk, orada uçurum.” şeklindeki sözü de, bu bağlamda, çok doğrudur.

6Чингиз Айтматов. Детство. Бишкек, 2011, 44 стр.
7Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. – М., Изд-во АПН, 1988, 30 с.
8Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. 30 стр.
9Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. стр. 25
10там же, 31 с.