Dorian Gray’in Portresi

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

“Verdiğin sözlerde durman onu daha memnun etmeyecektir. O kendi verdiği sözlerde hiç durmaz. Gitmeni istemiyorum.”

Dorian Gray güldü ve başını salladı.

“Sana yalvarıyorum!”

Delikanlı tereddüde düştü ve gayet memnun bir gülümsemeyle onları izlemekte olan Lord Henry’ye doğru baktı.

“Gitmeliyim Basil.” diye karşılık verdi.

“Peki öyleyse.” dedi Hallward ve gidip bardağını tepsinin üzerine koydu. “Çok geç oldu ve giyinmeniz de gerektiğinden artık zaman kaybetmeseniz iyi olur. Hoşça kal Harry. Hoşça kal Dorian. Yakın zamanda ziyaretime gel. Yarın uğra.”

“Kesinlikle.”

“Unutmazsın değil mi?”

“Hayır, tabii ki unutmam.” diye çıkıştı Dorian.

“Ve… Harry!”

“Evet Basil?”

“Bu sabah bahçedeyken senden istediğim şeyi hatırından çıkarma.”

“Unuttum ben onu.”

“Sana güveniyorum.”

Lord Henry gülerek “Keşke ben de kendime güvenebilseydim.” dedi. “Gelin Bay Gray, faytonum dışarıda, sizi evinize bırakabilirim. Elveda Basil. Çok enteresan bir akşamdı.”

Kapı arkalarından kapandığında ressam kendini bir kanepeye attı ve yüzünü acı dolu bir ifade kapladı.

3. BÖLÜM

Sonraki gün saat on ikide Lord Henry Wotton, biraz kaba üslubuna rağmen, neşeli ve yaşlı bir bekâr olan, kendisinden özellikle bir fayda görmeyen dış dünyanın bencil diye nitelediği, ancak kendisini eğlendiren kişileri doyurması nedeniyle sosyete nazarında cömert biri olarak görülen amcası Lord Fermor’u ziyaret etmek için Curzon Sokağı’ndan geçip Albany Oteli’nin yolunu tuttu. Babası Madrid elçisi olarak görev yaptığı sırada, Isabella küçük bir prensesti ve General Prim’in adı bile duyulmamıştı ancak Paris büyükelçiliğine getirilmemesinden kaynaklanan, bir anlık öfkeyle diplomatik görevinde ayrılmıştı; hem kökenleri, tembel mizacı, raporlarında İngilizceyi iyi kullanışı ve ileri derecedeki haz düşkünlüğü sebebiyle bu görevi hak ettiğini düşünmüştü.

Kendisine sekreterlik yapan oğlu ise onunla birlikte istifa etti. O zamanlar bunun biraz aptalca bir hareket olduğu düşünülmüştü ama birkaç ay içerisinde lord unvanını elde edince aristokrasinin o muhteşem sanatı üzerinde ciddi bir çalışmaya adadı kendini; yani -tam anlamıyla- hiçbir şey yapmamaya. Şehirde iki büyük evi olmasına rağmen, daha az külfetli olduğunu düşündüğü otel odalarında kalırdı ve çoğu zaman yemeklerini kulübünde yerdi. Midland bölgesindeki kendine ait kömür madenlerinin işletmesiyle ilgilenirdi, bu pespaye sektörde bulunmak için kendini inandırdığı bahane ise kömür sahibi olmanın bir beyefendiye kendi şöminesinde odun yakma imkânı sağlıyor olmasıydı. Siyasette ise muhafazakârların tarafındaydı; yalnız muhafazakârlar iktidar olduğunda, onları bir avuç radikal olmakla suçlayıp ağzına geleni söylemekten çekinmezdi. Zorbalık ettiği uşağının gözünde bir kahraman ve yine zorbalık etmekten çekinmediği neredeyse tüm akrabaları için ise şeytanın ta kendisiydi. Onun gibi birini yalnızca İngiltere yetiştirebilirdi; ülkenin itin kopuğun eline geçeceğini söyler dururdu. Prensiplerinin taş devrinden kaldığı iddia edilebilirdi ancak ön yargıları hakkında söylenebilecek söz yoktu.

Lord Henry odaya girdiğinde amcasını üzerinde kalın av ceketiyle, elinde ince bir puro, The Times gazetesine söylenirken buldu. “Evet, Harry!” dedi yaşlı beyefendi. “Bu kadar erken gelmenin sebebi nedir? Senin gibilerin saat ikiden önce yataktan kalkmadığını ve saat beşten önce de insan içine çıkmadığını sanırdım.”

“Seni temin ederim, yalnızca akraba sevgisi George amca. Senden bir şey almaya geldim.”

Lord Fermor yüzünü buruşturarak “Tahminimce para.” dedi. “Peki, otur ve anlat bakalım. Gençler bugünlerde her şeyin paradan ibaret olduğunu zannediyor.”

Paltosunun düğmesini çözerken “Evet.” diye mırıldandı Lord Henry. “Ve yaşlandıklarında bunun gerçek olduğunu öğreniyorlar. Fakat ben paranı istemiyorum. Sadece faturalarını ödeyen insanlar para ister George amca ve ben faturalarımı hiç ödemem. Borç, küçük oğulların sermayesidir, insan borç üstünde gül gibi yaşar gider. Ayrıca, ben daima Dartmoor’lu tüccarlarla iş yaparım, hâliyle onlar da beni asla rahatsız etmezler. Benim istediğim şey bilgi. Faydalı bilgi değil, işe yaramayan bilgiler istiyorum.

“O zaman sana, parlamento raporlarında yazan her şeyi anlatabilirim Harry. Her ne kadar bu adamlar son zamanlarda bir sürü saçmalık yazsa da. Ben diplomaside görevdeyken her şey çok daha düzgündü. Ancak duyduğuma göre artık sınavla işe alıyorlarmış. Ne beklersin? Sınavlar, bayım, baştan aşağı şarlatanlıktır. Bir adam şayet bir beyefendi ise zaten yeterince bilgilidir, ama bir beyefendi olamamışsa bildikleri onun zararındadır.”

Lord Henry “Bay Dorian Gray, parlamento raporlarında yer almıyor George amca.” dedi gülerek.

Kaşları çatılmış bir şekilde, “Bay Dorian Gray mi? O kim?” diye sordu Lord Fermor.

“Ben de bunu öğrenmek için gelmiştim George amca. Şöyle söyleyeyim: O, Lord Kelso’nun torunu. Annesi Devereux ailesinden, Leydi Margaret Devereux. Bana annesi hakkında bildiklerini anlatmanı istiyorum. Nasıl birisiydi? Kiminle evlendi? Dönemindeki neredeyse herkesi tanırsın sen, onu da tanıyor olma ihtimalin var. Bay Gray ziyadesiyle ilgimi çekiyor şu aralar. Daha yeni tanıdım kendisini.”

Yaşlı adam “Kelso’nun torunu!” diye tekrarladı. “Kelso’nun torunu!.. Tabii ya!.. Annesini çok yakından tanırdım. Sanırım onun vaftiz törenine gitmiştim. Margaret Devereux çok güzel bir kızdı ve beş parası olmayan genç bir adamla kaçtığında tüm erkekleri şaşkına çevirmişti; adam tam bir hiçti, önemsiz bir alayda astsubay veya onun gibi bir şeydi. Ciddiyim. Tüm olanları sanki dünmüş gibi hatırlıyorum. Zavallı adam, evlendikten birkaç ay sonra Spa’da bir düelloda öldürüldü. Olayla ilgili berbat bir hikâye anlatılırdı. Damadına insan içinde hakaret etmesi için Kelso’nun aşağılık bir serseri olan Belçikalı bir caniye para verdiğini söylediler. Para vermiş bayım, bunu yapması için para vermiş ve bu adam da onu bir hayvan gibi şişlemiş. Tüm mesele örtbas edildi ama ah Tanrı’m, Kelso bir süre sonra kulüpte yemeklerini tek başına yemeye başladı. Duyduğuma göre, kızını yanına geri getirtmişti ama kız onunla bir daha hiç konuşmamış. Ah evet, çok berbat bir olaydı. Kızcağız da bir sene sonra öldü. Ardında bir erkek evlat bırakmış öyle mi? Bunu hatırlamıyorum. Nasıl bir delikanlı? Eğer annesine çektiyse çok yakışıklı bir genç adamdır.”

Lord Henry “Ziyadesiyle yakışıklı.” diye tasdik etti.

“Umarım doğru kişilerin himayesine girer.” diye devam etti yaşlı adam. “Eğer Kelso çocuk için doğru olanı yaptıysa eline yüklü miktarda para geçmiş olması lazım. Annesinin de parası vardı. Dedesi üzerinden, Selby’lerin tüm mal varlığı ona geçmişti. Dedesi Kelso’dan nefret ederdi, onun itin teki olduğunu düşünürdü. Gerçi o da çok farklı biri değildi. Bir seferinde ben oradayken Madrid’e gelmişti. Aman Tanrı’m, ondan resmen utanmıştım. Kraliçe eskiden bana tarifeleri yüzünden sürekli arabacılara çatan İngiliz’in kim olduğunu sorardı. Bu mevzudan epeyce hikâye çıkardılar. Bir ay boyunca hanedanlık makamına çıkmaya cesaret edemedim. Umarım torununa, arabacılara davrandığından daha iyi davranmıştır.”

Lord Henry “Bilmiyorum.” diye cevap verdi. “Çocuğun yüklü bir servete kavuşacağından şüphem yok. Henüz reşit değil. Selby Şatosu’nda oturuyor. Bana söylemişti. Ayrıca… Annesi çok mu güzeldi?”

“Margaret Devereux gördüğüm en güzel kadınlardan birisiydi Harry. Şu evlilik işine neyin sebep olduğunu hiçbir zaman anlayamadım. Kimle istese evlenebilirdi. Carlington onun için kafayı yedi. Romantik bir kadındı aslında. O ailedeki tüm kadınlar öyleydi. Ne var ki, ailenin erkekleri katır kadar çirkindi. Ah Tanrı’m, ne muhteşem kadınlardı! Carlington onun ayaklarına kapanmış. Bana bunu kendisi söylemişti. Kız da onunla alay etmiş; ama o zamanlarda Londra’da o adamın peşinden koşmayan bir tek kadın yoktu. Bu arada Harry, uygunsuz evliliklerden bahsetmişken, babanın bana söylediği, Dartmoor’un bir Amerikalıyla evlenmek istediğiyle ilgili şu saçmalık neyin nesi? İngiliz kızları ona yetmiyor mu?”

“Bu aralar Amerikalılarla evlenmek oldukça revaçta George amca.”

Lord Fermor masaya yumruğunu vurarak “İngiliz kadınlarını tüm dünyaya karşı savunurum Harry!” dedi.

“Bahisler Amerikalıların üzerinde.”

“Çok fazla tutunamazlar, bana söylenen bu.” diye homurdandı amcası.

“Uzun süren nişanlılık onları bitap düşürür ama engelli koşularda onların üstüne yoktur. Üstünlük sağlamayı biliyorlar. Dartmoor’un pek şansı olduğunu düşünmüyorum.”

Yaşlı adam “Peki hangi aileden geliyor?” diye homurdandı. “Bir ailesi var mı bu arada?”

Lord Henry başını salladı. Ayrılmak için ayağa kalkarken “Amerikalı kızlar ailelerini gizlemek konusunda, İngiliz kadınlarının geçmişlerini gizlemeleri kadar başarılılar.” dedi.

“Domuz kasabı olmasınlar?”

“Dartmoor’un iyiliği için umarım öyledirler George amca. Duyduğuma göre domuz konserveciliği Amerika’daki en kazançlı mesleklerden birisiymiş, tabii siyasetten sonra.”

“Kız güzel mi?”

“Güzelmiş gibi davranıyor. Amerikalı kadınların çoğu böyle davranır. Cazibelerinin sırrı bunda yatıyor.”

“Bu Amerikalı kadınlar neden kendi ülkelerinde kalmıyorlar? Bize her zaman, orasının kadınların cenneti olduğundan bahsederler.”

“Öyle zaten. Bu yüzden, tıpkı Havva gibi, oradan çıkmaya can atıyorlar.” dedi Lord Henry. “Hoşça kal George amca. Biraz daha kalırsam öğle yemeğine gecikeceğim. İstediğim bilgileri paylaştığın için teşekkür ederim. Daima yeni arkadaşlarım hakkındaki her şeyi öğrenmek hevesindeyken eski dostlarım hakkında hiçbir şeyi bilmek istemem.”

“Öğle yemeğini nerede yiyeceksin Harry?”

“Agatha teyzemlerde. Kendimi ve Bay Gray’i yemeğe davet ettirdim. Kendisi teyzemin son gözdesi.”

“Hıh! Agatha teyzene söyle, beni artık şu bağış talepleriyle rahatsız etmesin. Bıktım artık. Bu nazik hanım, onun saçma hevesleri için çekler yazmaktan başka işim olmadığı fikrine nereden kapıldıysa!”

 

“Peki George amca, ona söylerim, ama bir tesirim olacağını sanmıyorum. Hayırsever kişiler, insan mantığından mahrumdur. Onların ayırt edici özelliği bu.”

İhtiyar beyefendi onaylar biçimde homurtular çıkardı ve uşağını çağırmak için zili çaldı. Lord Henry alçak kemerin altından geçip Berkeley Meydanı’na doğru yürümeye başladı.

Demek Dorian Gray’in aile geçmişi böyleydi. Üstünkörü anlatılan bu hikâye, içinde gizlediği tuhaf ve modern sayılabilecek romantizmiyle onu etkilemişti. Delice bir tutku için her şeyini riske atan, güzel bir kadın. Çirkin, hain bir günahla son bulan, mutluluk taşan, deli dolu haftalar. Izdırapla geçen ayların ardından acılara gözünü açan bir bebek. Ölümün alıp götürdüğü bir anne, yalnızlığa ve sevgisiz, bunak bir dedenin zulmüne mahkûm edilmiş bir çocuk. Evet, enteresan bir geçmişti. Çocuğu şekillendirmiş, mükemmelliğe taşımıştı. Tüm kusursuz şeylerde olduğu gibi, bu vakanın da arka planında bir parça trajedi vardı. En sefil tohumun bile çiçek açabilmesi için yeryüzünün doğum sancıları çekmesi gerekir. Dün geceki yemekte, harika yüzüne daha da dolgun bir pembelik veren mum ışığı eşliğinde, hayret dolu bir keyifle açık kalmış ağzı ve ürkek gözleriyle kulüpte karşısında otururken ne kadar da büyüleyiciydi. Onunla konuşmak, şahane bir kemanı elinize alıp çalmak gibi bir şeydi. Yaydaki her dokunuşa ve titreşime karşılık veriyordu. Yarattığı etkide inanılmaz bir cazibe vardı. Benzeri bir etkiye daha önce hiç şahit olmamıştı. İnsanın ruhunu zarif bir surete yansıtması ve o surette bir anlığına asılı kalmasını sağlaması, kendi düşüncelerinin tutku ve gençlik melodileri eşliğinde yaptığı yankıları dinlemesi, kendi sıcaklığını sanki gizli bir sıvı veya tuhaf bir parfümmüş gibi başka birisine aktarması, hakiki bir hazdı; içinde bulunduğumuz bu denli bayağı ve kısıtlı çağda, zevklerin kabaca şehvetli ve hedeflerin bir o kadar alelade olduğu çağımızda, belki de bize kalan en tatminkâr haz… Tuhaf bir tesadüf sonucunda Basil’in atölyesinde tanıştığı bu çocuk müthiş bir karakterdi veya en azından müthiş bir karaktere evrilebilirdi. Zarafet sahibiydi ve delikanlılığın bahşettiği bir saflığı vardı, mermerden Yunan heykellerinin bizim için muhafaza ettikleri türden de bir güzelliği. İnsanın onunla birlikte yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Bir titan da olabilirdi, bir oyuncak da. Böyle bir güzelliğin solacak olması ne kadar üzücüydü!.. Ya Basil?.. Psikolojik açıdan çok ilginç bir adamdı! Sanatın yeni üslubu, hayata yönelik daha önce görülmemiş bir bakış açısı, oldukça tuhaf bir biçimde fazlasıyla mütevazı bir varlığa sahip ve hayattan bihaber bir adam tarafından ortaya atılmıştı; loş bir ormandan açık araziye gözlere değmeden yürüyüp geçen bu sessiz hayalet bir anda, orman perisi misali korkusuzca kendini göstermişti, çünkü o sessiz hayaleti arayan adamın ruhunda yalnızca mucizelerde görülebilen, olağanüstü bir imgelem can bulmuştu; nesnenin sade şekilleri ve kalıpları, deyim yerindeyse, sanki farklı ve daha mükemmel bir biçimin kalıplarıymışçasına, saf bir hâle bürünüyor ve bir çeşit sembolik anlam kazanıyorlardı, bu farklı ve mükemmel biçimlerin gölgelerini hakikate taşıyorlardı: Tüm bunlar ne kadar da tuhaftı! Tarihte buna benzer bir vaka hatırladı. Bunları ilk analiz eden kişi, düşünce sanatkârı Platon değil miydi? Bir sone dizisinin renkli mermerlerine işleyen Buonarotti4 değil miydi? Fakat içinde bulunduğumuz çağda bu çok tuhaftı… Evet, onun haberi olmaksızın, o muhteşem portreye şekil veren ressamın nazarında bu delikanlı ne anlam taşıyorsa kendisi de Dorian Gray’in için aynı anlamı taşıyacaktı. Ona hâkim olmanın yolunu bulacaktı ki, bu yolu hâlihazırda yarılamıştı zaten. O muhteşem ruha sahip olacaktı. Bu aşkın ve ölümün çocuğunda büyüleyici bir şeyler vardı.

Birden durdu ve başını kaldırıp evlere baktı. Teyzesinin evinden biraz uzaklaştığını fark etti ve kendi kendine gülümseyerek geri döndü. Kasvetli bir havası olan hole girdiğinde uşak evdekilerin yemeğe geçtiklerini söyledi. Uşaklardan birine şapkasını ve bastonunu verdikten sonra yemek odasına geçti.

Teyzesi başını sallayarak, “Her zamanki gibi geciktin Harry!” diye bağırdı.

Sudan bir bahane uydurdu ve teyzesinin yanındaki boş sandalyeye oturup yemekte kimlerin olduğuna baktı. Masanın ucunda oturan Dorian, yanaklarında memnuniyetten oluşan bir allıkla, utangaç bir şekilde onu başıyla selamladı. Karşısında Harley düşesi oturuyordu; kendisini tanıyan herkesçe sevilen ve günümüz tarihçileri tarafından düşes sıfatına malik olmayan kadınlar söz konusu olduğunda şişmanlık olarak tasvir edilen, heybetli bir yapıya sahip, iyi huylu, sevecen bir kadındı. Onun yanında, sağ tarafında, kamusal yaşamında önderinin izinden giden, özel hayatında ise en iyi aşçıları takip eden, iyi bilinen ve akılcı kabul edilen bir düstur doğrultusunda muhafazakârlarla yemek yiyip, liberallerle birlikte düşünen, radikal parlamenter Sir Thomas Burdon oturuyordu. Düşesin solundaki sandalyeyi hatırı sayılır bir cazibeye ve kültüre sahip olan, ne var ki, bir zamanlar Leydi Agatha’ya anlattığı üzere, otuz yaşına gelmeden söylenecek her şeyi söylediği için suskunluk gibi kötü bir alışkanlığın pençense düşen Treadley’den Bay Erskine işgal ediyordu. Lord Henry’nin yanında ise teyzesinin en eski dostlarından biri olan Bayan Vandeleur vardı; kadınlar arasındaki en kusursuz azize olmasına rağmen, öylesine rüküş bir hanımefendiydi ki, kötü ciltlenmiş ilahi kitaplarını hatırlatıyordu. Neyse ki kadının diğer tarafında Lord Faudel oturuyordu; bu adam oldukça zeki, orta yaşlarda, tam bir sıradanlık abidesiydi, Avam Kamarasındaki bakan sözleri kadar cüretkâr bir kafası vardı. Kadın onunla oldukça samimi bir şekilde konuşuyordu, bu yapılabilecek en büyük hataydı; nitekim bu hata, adamın bir defasında bizzat ifade ettiği gibi tüm iyi insanların kapıldığı ve hiçbirinin kendini kurtaramadığı bir hataydı.

Hoş bir ifadeyle masanın karşısından başını sallayan düşes, “Biz de zavallı Dartmoor’dan bahsediyorduk Lord Henry.” dedi. “Sence gerçekten bu muhteşem gençle evlenecek mi?”

“Sanıyorum, kadın ona evlilik teklif etmeyi kafasına koymuş düşes.”

“Bu korkunç bir şey!” dedi Leydi Agatha. “Gerçekten, birinin buna mâni olması lazım.”

Sir Thomas Burdon kibirli bir ifadeyle, “Güvenilir kaynaklardan öğrendiğime göre kadının babası bir Amerikan manifatura dükkânı işletiyormuş.” dedi.

“Amcam domuz konservecisi olduklarını söylemişti, Sir Thomas.”

Düşes “Manifaturacı demek!” dedi. Şaşkınlıkla ellerini havaya kaldırıp cümlenin yüklemini özellikle vurgulayarak “Amerikan manifaturası nedir ki?” diye sordu.

Kendisine bıldırcın eti alırken “Amerikan romanları.” diye cevap verdi Lord Henry.

Düşesin kafası karışmıştı.

Leydi Agatha “Ona aldırma canım.” diye fısıldadı. “Laf olsun diye konuşuyor.”

Radikal parlamento üyesi “Amerika keşfedildiğinde…” diye söze başlayıp birtakım sıkıcı bilgiler paylaşmaya başladı. Bir bahsin cılkını çıkarmaya çalışan her insan gibi o da dinleyicilerini bitap düşürüyordu.

Düşes iç geçirdi ve söze karışma ayrıcalığını kullandı. “Keşke hiç keşfedilmemiş olsaydı!” diye bağırdı. “Doğrusu, kızlarımız bugünlerde çok kısmetsiz. Bu tam anlamıyla haksızlık.”

Bay Eskine, “Her şeye rağmen, Amerika belki de hiç keşfedilmemiştir.” dedi. “Bana kalırsa sadece yeri belli oldu.”

Düşes belli belirsiz, “Ah, ama ben oraya yerleşen tiplerden bazılarını gözlerimle gördüm.” diye cevapladı. “İtiraf etmeliyim ki, çoğu oldukça sevimli. Ayrıca çok da hoş giyiniyorlar. Kıyafetlerini hep Paris’ten alıyorlar. Keşke benim maddi gücüm de buna yetseydi.”

Humour’s’un bir kenara attığı kıyafetlerden müteşekkil koca bir gardıroba sahip olan Sir Thomas “İyi Amerikalılar öldüklerinde Paris’e gider, diye bir söz var.” diyerek güldü.

“Gerçekten mi?! Peki kötü Amerikalılar öldüklerinde nereye giderler?” diye sordu düşes.

Lord Henry “Onlar da Amerika’ya giderler.” diye homurdandı.

Sir Thomas’ın kaşları çatıldı. Leydi Agatha’ya hitaben “Korkarım yeğeniniz bu muhteşem ülkeye karşı ön yargılar besliyor.” dedi. “O ülkenin dört bir tarafını, mevzubahis konularda fazlasıyla medeni diyebileceğimiz idareciler tarafından bana tahsis edilen araçlarla gezdim. Sizi temin ederim, o ülkeyi ziyaret etmek insana çok şey öğretiyor.”

Bay Erskine, hâlinden hiç de memnun olmayan bir ifadeyle “Peki bilgimizi ve görgümüzü artırmak için Chicago’yu da görmemiz gerekiyor mu gerçekten?” diye sordu. “Böyle bir seyahati kaldıracağımı sanmıyorum.”

Sir Thomas elini şöyle bir sallayıp “Treadley’den Bay Erskine dünyayı kitap raflarında tutuyor. Benim gibi icraat adamları ise var olanlar hakkında yazılanları okumaktan ziyade, onları gözümüzle görmeyi yeğleriz. Amerikalılar oldukça ilginç insanlardır. Gayet mantıklılar. Bana kalırsa bu onların ayırt edici özelliği. Evet, Bay Erskine, onlar gerçekte de çok mantıklı insanlar. Sizi temin ederim, saçma atfedebileceğiniz hiçbir nitelikleri yok.”

Lord Henry “Bu çok korkunç!” diye haykırdı. “Kaba kuvvet katlanabileceğim bir şeydir, fakat kaba ve ham bir mantığa katlanamam. Kaba mantığa başvurmak yanlıştır. Zekâya yapılan bir hakarettir.”

Sir Thomas kızararak “Sizi anlamıyorum.” dedi.

Bay Erskine yüzünde bir gülümsemeyle “Ben anlıyorum Lord Henry.” diye mırıldandı.

Baronet “Paradokslar kendi içlerinde pekâlâ tutarlıdır.” diye cevabı yapıştırdı.

Bay Erskine, “Bu bir paradoks muydu?” diye sordu. “Hiç sanmıyorum. Belki de öyledir. Sonuçta, paradoksların yolu, gerçeğin yoludur. Gerçeği sınamak için onu gerilmiş ip üstünde yürürken görmeliyiz. Şayet hakikatler ip üzerinde cambazlık yapabiliyorsa onları yargılamamız mümkün olabilir.”

“Aman Tanrı’m!” dedi Leydi Agatha. “Siz erkekler nasıl tartışıyorsunuz öyle! Sizin nelerden bahsettiğinizi asla anlayamayacağım. Ah! Harry, sana çok gücendim. Neden Doğu Yakası’dan ayrılması için sevgili Bay Dorian Gray’in aklını çelmeye çalışıyorsun? Emin ol ki, orada el üstünde tutulacaktır. Piyano çalışına hayran olacaklardır.”

Lord Henry gülümseyerek, “Onun benim için çalmasını istiyorum!” diye bağırıp, masanın diğer ucuna baktı ve cümlesine karşılık olarak parıltılı bir bakış yakaladı.

Leydi Agatha “Fakat Whitechapel’dakiler5 çok mutsuz insanlar.” diye devam etti.

Lord Henry omuzlarını silkerek, “Izdırap hariç her şeye sempati duyarım.” dedi. “Acıya yakınlık duymam. Çok tatsız, korkunç ve can sıkıcı bir şey. Çağımızdaki ızdıraba duyulan yakınlığın son derece hastalıklı bir tarafı var. İnsan renklere, güzelliklere, hayatın neşesine sempati beslemeli. Hayattaki cefalardan ne kadar az bahsedersek o kadar iyi.”

Vakur bir baş hareketiyle “Yine de Doğu Yakası sorunu çok mühim bir konu.” diyerek görüşünü paylaştı Sir Thomas.

“Kesinlikle öyle.” diye cevapladı genç lord. “Bu bir kölelik sorunudur ve bu sorunu köleleri eğlendirerek çözmeye çalışıyoruz.”

Siyasetçi adam ona sert bir bakış attı ve “Ne gibi bir değişim öneriyorsun o hâlde?” diye sordu.

Lord Henry güldü. “İngiltere’nin ikliminden başka hiçbir şeyini değiştirmeye niyetim yok.” diye cevap verdi. “Felsefi düşünceden gayet memnunum. Ancak on dokuzuncu yüzyıl aşırı sempati kurmamız yüzünden sıfırı tükettiğinden içinde bulunduğumuz durumu düzeltmek için bilime başvurmamız gerektiğini düşünüyorum. Duyguların üstünlüğü bizi yoldan çıkarmalarıdır ve bilimin üstünlüğü ise duygusal olmayışıdır.”

Bayan Vandeleur çekingen bir girişimde bulunarak “Ama çok ciddi sorumluluklarımız var.” dedi.

Leydi Agatha “Hem de çok ciddi.” diye tekrarladı.

Lord Henry Bay Erskine’e bakarak “İnsanlık kendini gereğinden fazla ciddiye alıyor. Bu insanların ilk günahı. Eğer mağara adamları gülmeyi bilselerdi, tarih farklı yazılmış olurdu.” dedi.

Düşes titrek sesiyle “Beni gerçekten rahatlatıyorsunuz.” dedi. “Doğu Yakası sorununa ilgi göstermediğim için teyzenizi her ziyaret edişimde kendimi çok suçlu hissediyordum. Bundan sonra, yüzüm kızarmadan onun yüzüne bakabileceğim.”

Lord Henry “Yüzümüzün kızarması çok çekicidir düşes.” dedi.

Kadın “Eğer gençseniz öyledir.” diye cevapladı. “Şayet benim gibi yaşlı bir hanımefendinin yüzü kızarıyorsa bu kötüye işarettir. Ah! Lord Henry, keşke yeniden genç olmanın bir yolunu gösterseniz.”

 

Lord bir an düşündü. Masanın karşısında oturan kadına bakarak “Geçmişinizde yaptığınız büyük bir hatayı hatırlayabiliyor musunuz düşes?” diye sordu.

“Korkarım, bir sürü!” diye haykırdı.

“O hâlde onları tekrar edin.” dedi ciddi bir ifadeyle. “İnsan yeniden genç olmak için sadece vaktiyle yaptığı ahmaklıkları tekrar etmelidir.”

Kadın “Ne muhteşem bir teori!” diye bağırdı. “Bunu mutlaka uygulamalıyım.”

Sir Thomas’ın gergin dudaklarından “Tehlikeli bir teori!” cümlesi döküldü. Leydi Agatha kafasını sağa sola sallıyordu fakat söylenenlerden duyduğu keyfe engel olamıyordu. Bay Erskine dinlemekle yetindi.

“Evet…” diye devam etti Lord Henry. “bu, hayatın muhteşem sırlarından birisi. Günümüzde çoğu insan, yerlerde sürünen sağduyu uğruna ölüp gidiyor ve ancak iş işten geçtiğinde asla pişman olmadığı yegâne şeyin yaptığı hatalar olduğunu idrak ediyor.”

Masadaki herkes güldü.

Lord Henry ortaya attığı fikirle istediği gibi oynuyor; onu evirip çeviriyor, havaya atıp tutuyor, şekilden şekile sokuyordu. Süsleyip parlattığı fikrine paradokslardan kanat takıyordu. O devam ettikçe, ahmaklığa övgü yükselerek bir felsefeye dönüşüyor; hazzın çılgın melodilerini yakalayıp, kolayca hayal edilebileceği gibi, üzeri şarap lekeleriyle dolu cübbesi ve başında sarmaşıktan tacıyla, şarap tanrısı Bacchus’un sarhoş rahibeleri misali hayatın kırlarında dans ediyor; kendisine ayak uyduramayan akıl hocası Silenus’u ayık olmakla itham edip onunla alay ediyordu. Gerçekler, onun karşısında korkmuş orman yaratıkları gibi kaçıştı. Beyaz ayakları, bilge Ömer Hayyam’ın yanındaki muazzam fıçının içindeki üzümleri ezdi; ta ki kaynayan üzüm suları yükselip, mor köpük dalgaları hâlinde çıplak bacaklarına erişene veya fıçının damlatan, sızdıran siyah kenarlarında kırmızı köpüklere dönüşene kadar. Olağanüstü bir doğaçlamaydı. Dorian Gray’in gözleri kendisine sabitlenmiş gibi hissediyordu ve dinleyicileri arasında tabiatını etkilemeyi umduğu birisinin olduğunu bilmek, nüktedan zekâsını ortaya çıkarıyor ve hayal gücüne renk katıyordu sanki. Zekiydi, sıra dışıydı ve mesuliyetlerden sıyrılmıştı. Dinleyicilerini büyüleyip kendilerinden kurtarmıştı ve onlar da güle oynaya onun kavalının peşinden gitmişti. Dorian Gray bakışlarını ondan alamamıştı, sanki bir büyünün tesirindeymiş gibi orada öylece oturmuştu, dudaklarında gülücükler birbirini izlemiş ve merak duygusu gittikçe kararan gözlerinde kara delik açmıştı sanki.

Sonunda, gerçeklik çağın üniformasına bürünmüş olarak, düşese arabasının geldiğini bildirmek için bir uşak kılığında odadan içeri girdi. Kadın alaycı bir acınma ifadesiyle ellerini ovuşturdu. “Ne fena!” diye bağırdı. “Gitmek zorundayım. Eşimi kulüpten alıp Willis’s Rooms’ta başkanlık edeceği saçma sapan bir toplantıya götürmem gerekiyor. Gecikirsem kesinlikle çok kızacak ve başımdaki bu şapkayla olay çıkarmak istemiyorum. Ziyadesiyle hassastır. Ağır bir kelam onu mahvedebilir. Hayır, gitmeliyim sevgili Agatha. Hoşça kalın Lord Henry. Çok tatlısınız ve insanı gerçekten baştan çıkarıyorsunuz. Fikirleriniz hakkında ne söyleyeceğimi gerçekten bilemiyorum. Bir akşam mutlaka bize yemeğe gelmelisiniz. Salı uygun mudur? Salı günü yapacağınız bir iş var mı?”

Lord Henry eğilerek “Sizin için herkesi ekebilirim düşes.” dedi.

“Ah! Çok hoşsunuz ve de çok kötüsünüz!” diye bağırdı. “Mutlaka bekliyorum.” dedi ve Leydi Agatha ile odadaki diğer hanımefendiler eşliğinde odadan çıktı.

Lord Henry tekrar yerine oturduğunda Bay Erskine dolanıp ona yakın bir sandalyeye oturdu ve elini lordun koluna attı.

“Sürekli kitaplardan bahsediyorsunuz.” dedi. “Neden bir kitap yazmıyorsunuz?”

“Kitap okumayı o kadar çok seviyorum ki Bay Erskine, kitap yazmaya kıyamıyorum. Kesinlikle bir roman yazmalıyım, bir Acem halısı kadar güzel ve hayalî bir kitap. Fakat İngiltere’de gazeteler, küçük el kitapları ve ansiklopedilerden başka bir şey okuyacak bir edebiyat kitlesi mevcut değil. Dünyadaki tüm halklar arasında İngilizler, güzel edebiyat algısından en yoksun olanıdır.”

“Korkarım haklısınız.” diye karşılık verdi Bay Erskine. “Geçmişte edebî hırslar beslerdim doğrusu, ama uzun süre önce bunlardan vazgeçtim. Şimdi ise sevgili genç dostum, sana böyle hitap etmemde bir sakınca yok umarım, sana yemekte söylediklerinde ciddi olup olmadığını sorabilir miyim?”

Lord Henry “Söylediklerimi tamamen unuttum.” diye güldü. “Çok kötü şeyler mi söyledim?”

“Gerçekten de çok kötü şeyler. Açıkçası sizin çok tehlikeli birisi olduğunuza kanaat getirdim ve sevgili düşesimize bir şey olursa baş sorumlu olarak hepimiz sizi göreceğiz. Fakat sizinle hayat hakkında konuşmayı çok isterim. Benim neslim sıkıcı bir nesildi. Bir gün, olur da Londra’dan bıkarsanız Treadley’ye gelin ve şans eseri elime geçen muhteşem Burgundy şarabı eşliğinde bana haz felsefenizi açıklayın.”

“Çok memnun olurum. Treadley ziyareti benim için bir ayrıcalıktır. Kusursuz bir misafirperverlik ve mükemmel bir kütüphaneye sahip bir yer.”

Yaşlı beyefendi nazik bir şekilde eğilerek “Sizinle birlikte tamam olacak bir yer.” diye karşılık verdi. “Artık çok değerli teyzenize veda etmeliyim. Athenaeum Oteli’nde beni bekliyorlar. Orada şu an uyku saatimiz.”

“Hepinizin de mi Bay Erskine?”

“Kırkımızın da, kırk sandalyede. Bir İngiliz edebiyat akademisi için prova yapıyoruz.”

Lord Henry güldü ve ayağa kalktı. “Ben parka gidiyorum!” diye bağırdı.

Kapıdan çıkarken, Dorian Gray onun koluna dokundu. “Sizinle gelmeme müsaade edin.” diye fısıldadı.

Lord Henry “Ama sizin Basil Hallward’a onu görmeye gideceğinize söz verdiğinizi sanıyordum.” diye karşılık verdi.

“Sizinle gelmeyi yeğlerim; evet, sizinle gelmem gerektiğine inanıyorum. Müsaade edin. Ayrıca yol boyunca benimle konuşacağınıza söz verin. Kimse sizin kadar güzel konuşmuyor.”

Lord Henry gülerek “Ah! Bugün için yeterince konuştum.” dedi. “Şimdi tek istediğim hayatı seyretmektir. Siz de gelip benimle birlikte seyredebilirsiniz, eğer dilerseniz.”

4Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni. Rönesans’ın ünlü sanatçısı Michelangelo. (ç.n.)
519 yüzyılda Londra’nın ayaktakımının yaşadığı ve Karındeşen Jack’in cinayetleriyle adı duyulan semt. (ç.n.)
To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?