Kaşağı

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

EZELÎ BİR ROMAN

Kısa Hikâye

Dibace

Âdem Bey büyük ıhlamur ağaçlarının altında yapayalnız geziniyordu. Ay, mavi, şeffaf bir tülle örtülmüş dargın bir güneş gibi tenha yolu aydınlatıyor, korunun karanlık gölgelerinde henüz uyuyamamış asabi bülbüllerin ağlayışları duyuluyordu. Âdem Bey donuk bir beyazlıkla parlayan büyük mermer havuzun başında birdenbire durdu. Karşıdan gayet beyaz ince bir hayalin geldiğini gördü. Yüreği hop etti.

Kendi kendine: “Bu kim?” dedi.

Uzaktaki hayal sanki kulağının içinde imiş gibi cevap verdi:

“Ben!”

“Sen kimsin?”

“Akşamdan beri aradığın…”

!!!

Birinci Fasıl

İki genç koşarak kucaklaştılar. Tenha yolda beraber yürümeye başladılar. Yere akseden gölgeleri bir taneydi. Bülbüller uyudu. Rüzgâr sustu. Ay onları görmemek için kalın bir bulutun arkasına girdi.

Havva Hanım: “Ne kadar mesudum!” dedi.

Âdem Bey: “Şimdiye kadar ne bedbaht imişim!” diye cevap verdi. Harfleri derin öpüşlerin ruhu dolduran akislerinden çıkmış lahuti kelimelerle aşka dair konuştular. Kucak kucağa gezdiler, gezdiler, gezdiler. Tekrar mermer havuzun başına geldikleri zaman fecir mor gözlerini açıyordu. Havva Hanım oradaki çim kanepeye oturdu. Âdem Bey diz çöktü. Onun beyaz narin elini öperek:

“Ölünceye kadar…” dedi.

“Hep böyle değil mi?”

“Hep böyle…”

Dudak dudağa ebedî vefa yemini ediyorlardı. Havva Hanım birdenbire:

“Ah!” diye haykırdı.

Âdem Bey sordu:

“Ne var ruhum?”

“Şuna bak…”

Büyük mermer havuzun fıskiyelerindeki çanağa bir ihtiyar ecinni oturmuş, onlara gülüyordu. Beyaz sakalı bir karış boyundan çok uzundu. Kırmızı külahının kocaman sırma püskülü sol omzuna düşüyor, kahkahası asabı yırtan bir intirakla bütün koruyu çınlatıyordu. Âdem Bey sarardı.

“Ne gülüyorsun?” diye sordu. Ecinni cüce, oturduğu istiridye şeklindeki çanaktan havuza atladı. Durgun suyun üzerinde, bir halıya basıyormuş gibi, batmadan yürüdü. Havuzun kenarına çıktı.

“Hâlinize gülüyorum!” dedi.

“Hâlimizde ne var?”

“Yalan söylüyorsunuz. Birbirinizi aldatıyorsunuz!”

Havva Hanım: “Bizim birbirimizi ebedî bir aşkla sevdiğimize inanmıyor musun?” diye sordu. Cüce tekrar ebedî bir kahkaha çınlattı.

“Fâni hayat içinde ebedî bir aşk ha?..”

“Evet!”

“İşte en büyük yalan!”

Âdem Bey: “Kısa bir hayatı uzun bir aşk, derin bir vefa dolduramaz mı?” dedi.

“Dolduramaz.”

“Niçin?”

“Çünkü hayat ne kadar kısa ise dakikaları o kadar uzundur!”

Bu sözden ikisi de bir şey anlamadı. Tekrar kucaklaştılar. Cüce dizlerinin dibine yaklaştı. Kalın sesiyle: “Şimdi böyle can cana fakat sonra yan yana, en nihayet…” dedi. Sözünü tamamlamadı. Yine bir kahkaha attı. Âdem Bey fenalaşan sevgilisini bıraktı. Cüceye döndü, sordu:

“Ee, en nihayet?”

“Sen bir yana, o bir yana!”

Havva Hanım kendine geldiği zaman gün doğmuş, cüce gecenin gölgeleriyle beraber sır olup gitmişti.

İkinci Fasıl

Evlendiler. Seviştiler. Bir vücut gibi yaşadılar. Ruhları, hisleri, zevkleri, neşeleri birdi. Geceleri yataklarında yan yana yatıyorlar, sabahları can cana kalkıyorlardı. Günler, haftalar, aylar geçti.

“Hep böyle değil mi?”

“Hep böyle…”

“Ebediyen?”

“Ebediyen.”

“Can cana, değil mi ruhum?”

“Can cana! Ebediyen…”

Yatak odalarının pencerelerine konan kumrular onların muhabbetini kıskanıyor, aşkın ahengini ağlayan “gu gu”larıyla sanki:

“Ah biz de böyle, biz de bu kadar sevişebilsek…” demek istiyorlardı.

Üçüncü Fasıl

Sonbaharın nihayetlerine doğru Âdem Bey rahatsızlanmıştı. Gittikçe benzi sararıyor, tesellisi bulunmaz, müphem bir elem ruhunu sıkıyordu. Her gece Havva Hanım’ın sorduğu:

“Hep böyle, can cana?”

“Değil mi?” sualini bir gün işitmedi. Aklında başka bir şey, başka bir şeyler vardı! Havva Hanım cevapsız kalınca uyumadı. Kolları gevşeyen, dudakları solan, alnı çizgilenen kocasına baktı. Baktı. Baktı. Hayaline ilkbaharın mavi gecesi doğdu. Havuzun fıskiye çanağından atlayan cüceyi hatırladı.

“Demek şimdi yan yana.” diye içini çekti. Horuldayan kocasının yanına uzandı.

Hatime

Soğuk bir kış gecesi Âdem Bey karısına:

“Sen açılıyorsun! Ben de üşüyorum!” dedi. Bu sözde “azarlama”yı artıran gizli bir kabalık vardı.

Havva Hanım: “Uyurken… Haberim olmadan, ruhum, darılma…” diyecek oldu.

Kocası: “Yatak geniş… Yorganlarımızı ayıralım. Ben bir yana çekileyim. Rahat rahat uyuyalım!” cevabını verdi. Havva Hanım gülümsedi:

“Ben de bir yana, pekâlâ!”

Büyük ela gözleri yaşardı. Kalbinden taşan bir hıçkırığı tutmak için başını yukarı kaldırdı. Birdenbire buğulanmış camın arkasında, geçen ilkbahar gecesinin ak sakallı ecinnisini gördü. Koştu. Pencereyi kaldırdı. Sabahki tipinin camla panjurun arasına biriktirdiği karlardan başka bir şey bulamadı. Bu beyaz, soğuk yığını, hararetten tutuşan elleriyle sanki cücenin sakalı imiş gibi okşadı.

“Ah yalanmış! Yalanmış!” diye inledi.

Âdem Bey gözünü kapar kapamaz rahat uykusuna dalmıştı. Karısının bütün gece devam eden hıçkırıklarını duymadı…

TÜRKÇE REÇETE

Kısa Hikâye

Belkıs, geniş yatağında, mavi ipek kaplı yorganının altında sıkılmış bir yumruk gibi yusyumru yatıyordu. Sabahleyin vurdumduymaz kocasıyla yine bir fasıl gürültü etmişti. Şimdi sinirleri çekiliyor, kalbi sızlıyor, başı çatlayacak gibi ağrıyordu.

Kendi kendine: “Ölüyor muyum?” dedi. Bağırmak, geceliğini parçalamak, yerlere atılmak istiyordu. Fakat ağır bir kâbusun hareketsizliğiyle bir şey yapamıyor, dişlerini sıkıyor, zangır zangır titriyor, inim inim inliyordu. Onun feryatlarını, Eleni ta aşağıdan işitti. İmdadına koştu.

“Hanımcığım, ne oluyorsunuz?” diye yorganı kaldırdı.

“Ölüyorum, kız…”

“Ah Panayi… Susunuz!”

Belkıs feryadını yine tekrarladı:

“Ölüyorum. Bu sefer ölüyorum…”

“Susunuz, kale…”

“Ölüyorum, Eleni…”

“Kolonya ile bari göğsünüzü ovsam…”

“Hayır, hayır…”

“Yüzünüze su serpsem…”

“Hayır, hayır… Telefona koş! Doktor Şerif’i çağır… ‘Hanım son nefesini veriyor!’ de. Araba mı bulur, at mı, otomobil mi? Kuş olsun, uçsun gelsin! Bir dakika geç kalırsa cenazemi görür. Böyle söyle işte…”

“Peki hanımcığım!”

“Haydi koş diyorum!”

Hizmetçi kız aynalı dolabı, kapalı pencereleri zangırdatan bir çabuklukla kapıdan fırladı. Belkıs iyice yumrulaştı. Daha keskin, daha acı inlemeye başladı.

***

Doktor Şerif onun biraz akrabasıydı. Şimdiye kadar hiç kendisini göstermemişti. Ama herkesten methini işitiyordu. “Kadın hastalıkları” mütehassısıydı. İki sene evvel mektepten çıkmış, pek büyük bir şöhret kazanmıştı. “İnsanı lafla iyi ediyor…” diyorlardı. Belkıs çok beklemedi. Yarım saat geçmeden iri yarı, şuh bir delikanlı odaya girdi. Karyolanın yanına konulan koltuğa oturdu. Belkıs hâlâ inliyordu. Teklifsizce yorganı kaldırdı.

“Neniz var, Belkıs Hanım?”

“Ah doktor, siz misiniz?”

“Evet, bendeniz…”

“Görmüyor musunuz, ölüyorum işte…”

“Görüyorum ki bir ilkbahar sabahı kadar pembe, bir dişi kaplan kadar kuvvetli, yeni açan bir gül tomurcuğu kadar sağlam yaşıyorsunuz!..”

Belkıs, azıcık doğruldu. Kaşlarını çattı.

“Rica ederim, şairliği bırakınız.” dedi, “Hastayım. Bana bir ilaç veriniz.”

Doktor güldü.

“Hah şöyle! Biraz doğrulunuz bakayım.”

“Hiçbir tarafım tutmuyor!”

“Gayret ediniz.”

“Oh, oh…”

“Ben de yardım edeyim.”

Nazik doktor, Eleni’nin şeytan bakışları altında, kollarının çıplak yerlerine dokunmamaya çalışarak hastasını doğrulttu. Arkasına, yanlarına yastıklar sıkıştırdı. Oturduğu koltuğu yatağa iyice bitiştirdi. Kendi eviymiş gibi hizmetçiye:

“Haydi kızım, sen de bize birer şekerli kahve yap!” dedi.

Sonra cebinden çıkardığı altın tabakadan yaldızlı bir sigara çıkardı. Belkıs’a uzattı:

“Şunu alınız bakayım.”

“İçmem doktor.”

“İçinize çekmezsiniz. Hele bir yakınız.”

Kendi de bir sigara yaktı. Dereden tepeden konuşmaya başladı. Daha kahve gelmeden ikinci sigaraları yakmışlardı. Belkıs açıldı. Doktor tıpkı bir kadın gibi konuşuyordu. Hep son günlerin dedikoduları… Sevenler, sevişenler… Ayrılanlar, barışanlar… İntihar teşebbüsleri… Kadınlık hukukuna dair fikirler…

Belkıs: “Biz Avrupa kadınlarından çok daha talihsiziz. Onların büyük elemlerini uyutacak birçok teselli melceleri var!” diyordu.

Doktor sordu: “Bu melce neresi?”

“Manastır! Orada, bir kadın bedbaht oldu mu kilisenin aguşunda ezelî bir teselli bulur.”

Doktor: “Bırakınız rica ederim.” diye güldü, “Böyle melce olmaz olsun. Diri diri mezara girmek!.. Bilakis bizim kadınların melcesi ne latiftir!”

“Bizim melcemiz neresi?”

“Bilmiyor musunuz?”

“Hayır.”

“İsviçre.”

Belkıs, beyaz çıplak kollarını, sık kumral saçlarını sarsan bir kahkaha ile güldü. Türkiye’de bedbaht olduktan sonra âşığıyla İsviçre’ye itikâfa çekilen bir hanımdan bahsettiler. Bir saat süren gevezelik Belkıs’a bütün ızdıraplarını unutturdu.

Doktor, “Size doyum olmaz!” diye gülerek müsaade istedi. Kalktı. Güzel hastasının elini öperken o:

“Fakat bana bir ilaç!” dedi.

“Başüstüne!” diye eğildi. Cebinden çıkardığı maroken defterden bir yaprak kopardı. Kurşun kalemi elinde, düşünüyordu.

“Aman doktor, acı bir şey olmasın?”

“Peki.” dedi.

“Hap, kâşe falan da olmasın, iğrenirim.”

“Peki…”

“Toz da olmasın, genzime kaçar gibi oluyor.”

“Peki…”

“Haricî ilaç da istemem. Kokusuna dayanamıyorum.”

“Peki… Size öyle bir ilaç vereceğim ki bir anda hiçbir ızdırabınızı bırakmayacak. Ne başınızda ağrı ne içinizde sıkıntı ne gönlünüzde üzüntü kalacak!”

 

“Ah…”

“Evet!”

***

Doktor Şerif gülümsedi. Yazmaya başladı. Belkıs yan gözle yazdığına bakıyordu:

“A!.. Doktor, Türkçe mi yazıyorsunuz?” dedi.

“Evet.”

“Türkçe reçete olur mu hiç?”

“Niçin olmasın?”

“O hâlde siz de demek mutaassıp Türkçülerdensiniz!”

“Hayır.”

“Ee, niçin Türkçe yazıyorsunuz?”

“Yapacak eczacı belki Fransızca el yazısı okuyamaz diye…”

Yavaş yavaş, düşüne düşüne yazıyordu. Belkıs uzaktan bakıyor, fakat okuyamıyordu. Gram miktarını filan gösteren rakama benzer bir şey gözüne ilişmedi. Uzun uzun satırlardı.

“Yoksa, Şerif Bey, bu bir kocakarı ilacı mı?”

“Hayır, bilakis bir genç kadın ilacı…”

Doktor yazdığı kâğıda imzasını da attıktan sonra hastasına uzattı:

Belkıs Hanım fena hâlde asabından rahatsızdır. Başındaki ağrı, midesindeki bulantı, vücudundaki kırıklığın geçmesi için behemehâl şu tedbirler ittihaz olunacak:

Her sabah soğuk su ile ellerini, yüzünü yıkamak. Moda gazetelerinde gördüğü son şekil iki tayyörü hemen terziye ısmarlamak. Ağır lutr bir manto… “Babayan”a son gelen elmaslardan, incilerden en aşağı yedi parça hemen alınacak. Her gün temiz, kiralık bir otomobil içinde iki saat kadar bir gezinti…

Bu program noktası noktasına takip edilmezse rahatsızlığın pek vahim, pek tehlikeli ihtilatlara sebep olacağını fen namına haber veririm!

Kadın Hastalıkları Mütehassısı
Şerif Zeki

….

“Nasıl?”

Belkıs güldü. Doktorun ta gözlerinin içine baktı.

“Siz doktor değilsiniz!”

“Ya neyim?”

Genç kadın az daha, “Duygulu bir koca, hisli bir erkek!..” diyecekti. Reçeteyi kırmızı, küçük dudaklarına götürdü. Hafifçe yutkundu.

“Doktordan fazla bir şey!”

“Ne?”

“Lokman! Azizim Lokman! Siz bir küçük Lokman’sınız! Sizi bütün kendim gibi hasta arkadaşlarıma tavsiye edeceğim!” dedi.

….

KESİK BIYIK

Kısa Hikâyeler

“Darwin” denilen herifin sözüne inanmalı. Evet, insanlar mutlaka maymundan türemişler! Çünkü işte, neyi görsek hemen taklit ediyoruz; oturmayı, kalkmayı, içmeyi, yürümeyi, durmayı, hasılı, hasılı her şeyi…

Nice adamlar vardır ki hiç ihtiyaçları yokken “monokl” dediğimiz tek gözlükleri takarlar. Çünkü terzide baktıkları moda albümlerindeki resimler tek gözlüklüdür.

***

Neyse… Lafı uzatmayalım. Ben de taklitçinin biriyim, her modayı yaparım. Altı yedi sene evvel, gördüm ki herkes bıyıklarını Amerikanvari kesiyor. Benim de hemen kestirdiğimi tabii tahmin edersiniz. Ah, evet ben de kestirdim. Ben de pala bıyıklarımı sırf taklitçilik gayretiyle kestirdim; hakikaten “Darwin”in istediği gibi ecdadıma benzedim.

Fakat ilk zamanlar, o kadar utandım ki size tarif edemem. Bir arkadaşa rast gelmeyeyim diye arka sokaklardan eve geldim. Kapıyı açan evlatlık beni bu hâlde görünce dehşetli bir nara attı. Kurt görmüş bir kısrak heyecanıyla haykıra haykıra kaçtı. Ben kapıyı iterek yukarı çıktım. Hınzır kız, kim bilir anneme neler söylemiş.

Odama annem geldi. Ben, dişlerim ağrıyormuş gibi ağzımı tutuyor, bıyıklarımı göstermiyordum.

“Ah hain alçak! Artık benim evladım değilsin!” dedi.

Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Zavallı kansız elleri titriyor, yüreğinin şiddetle çarpmasından derin derin geğirmeler göğsünü, başını sarsıyordu.

“Niçin anneciğim?” dedim.

“Niçin mi?” diye inledi, “Hani bıyıkların?”

“Bıyıklarımı kesmekle niçin alçak, niçin hain olayım?”

Annem daha beter ağlamaya, daha beter geğirmeye başladı.

“Beni anlamaz mı sanıyorsun?” dedi, “Bıyıklarını farmasonlar keserlermiş. Demek sen de farmasonmuşsun! Verdiğim süt sana haram olsun. Ah, demek sen de farmasonmuşsun da bizim haberimiz yokmuş…”

Ben her ne kadar bu rezaleti sırf taklitçilik yüzünden, hem âdeta haberim olmadan yaptığımı anlatmaya kalktımsa da hiç para etmedi. Annem daha beter ağladı. Laflarıma inanmıyordu. Dizlerini döverek: “Seni doğuracağıma keşke cehennem taşları doğuraydım!” diye çırpınıyordu.

***

Tam bu esnada babam da gelmez mi!.. Evlatlık kız bıyıklarımın hâlini ona da yetiştirmiş. Aralık kalan kapıdan onu kalın bastonuyla beraber yukarı çıkmış görünce titredim. Korkmadım desem yalan söylemiş olurum. Mahvolduğumu anladım. Babam hızla içeri girdi. Ben hâlâ ellerimle bıyıklarımı kapalı tutuyordum. Bastonunu havada savurarak:

“Aç bakayım ellerini…” diye haykırdı. Artık iş çatallaşmıştı. Hemen bir yalan uydurdum:

“Babacığım, bugün sigaramı yakarken kazara bıyığımın bir tarafını tutuşturdum… Onun için kestirdim.”

Ama bizim ihtiyarda hacı gözü yoktu.

“Sen bana dolma yutturamazsın.” dedi, “Sokakları dolduran züppelerin hepsinin bıyıkları kibritle mi yandı?”

Sustum. Cevap vermedim.

Babam açtı ağzını, yumdu gözünü… Öyle şeyler söyledi ki ben burada mümkün değil tekrarlayamam. Fesinin püskülünü önüne getirmek, bıyıklarını kesmek hep bir şeye delalet edermiş… Öyle pis bir şeye ki…

Babamın hiddeti karşısında ne yapacağımı şaşırıyor, “Bıyıklarımı keseceğime keşke kafamı kesseydim!” diye içimi çekiyordum. Babam son sözünü söyledi. Beni reddetti. Evden kovdu.

“Hemen çık!” dedi, “Bir daha sakın buraya geleyim deme… Çünkü artık bıyıkların çıksa bile namusun yerine gelmez…”

***

Ne yapayım? Çarnaçar çıktım. Gidecek yerim yoktu. Aklıma Topkapı’da bir arkadaşım geldi. “Bari gidip ona misafir olayım.” dedim.

Tramvay yoluna doğru yürüdüm. Köşe başında bizim sporcu arkadaşları gördüm. Bana gözleri ilişince:

“Bonjur, bonjur!” diye bağrıştılar, “İşte şimdi adama benzedin… Neydi o pala bıyıklar! Mezardan kalkmış bir yeniçeri ağası gibi…”

Ne cevap ne selam verdim. Yürüdüm. Annemin, babamın ayrı ayrı manalar verdiği felaketimi bu beyler çok muvafık, çok hoş buluyorlardı.

***

Topkapı tramvayına bindim. İçerisi tenhaydı. Kabahatli gibi bir tarafa iliştim. Geldi, yanıma abani sarıklı, kır sakallı bir hoca efendi oturdu.

Biletimi aldım.

Ara sıra dışarı bakıyordum. Gözüm hoca efendiye kaçtı. Dikkat ettim. Dik dik bana bakıyor… Yüreğim hop etti. “Sakın bu da bıyıklarım için küfrüme hükmetmesin…” diyordum. Gittikçe yüreğimin çarpması ziyadeleşti. Kalkmak, dışarı kaçmak istedim. Hazırlanıyor, kımıldanıyordum. Hoca efendi gülümsedi.

“Eksik olmayınız oğlum. Var olunuz!” dedi.

Heyecanıma şimdi hayret de karışmıştı.

“Niçin efendim?” diye sordum.

“Sizin gibi şık gençleri sünnetli görmek bizim için en büyük bir iftihardır!” dedi… Anlamadım. Hassaten bir yere bakmak istemiyormuşum gibi yavaşça gözlerimi önüme indirdim. Hayır… Evet hayır…

Tekrar sordum:

“Fakat sünnetli olduğumu nereden anladınız efendim?”

Hoca güldü:

“İşte bıyıklarınızı kestirmişsiniz ya oğlum.” dedi, “Bu sünnet-i şerif değil midir?..”

ASHAB-I KEHFİMİZ

İçtimai Roman

Bu küçük romanı beş sene evvel yazmıştım. Maksadım edebî bir eser meydana koymak değildi. Sadece münevverlerimizin garip düşünüşlerini içtimai hakikatle karşılaştırmak istiyordum. Meşrutiyet’ten sonra büyük adamlarımızın çoğuyla görüşmüştüm. Hepsinin fikri, aşağı yukarı, şu neticede toplanıyordu: “Osmanlılık, müşterek bir milliyettir. Osmanlılık ne yalnız Türklük ne de yalnız Müslümanlık demektir. Osmanlı Devleti’nin idaresinde yaşayan her fert ‘bila tefrik-i cins-ü mezhep, Osmanlı milletine mensuptur!” Hâlbuki bu fikir, gayri millî Tanzimat maarifinin yetiştirdiği dimağlarda doğmuş bir vehimden, bir ham hayalden ibaretti. Dini, lisanı, terbiyesi, tarihi, harsı, mefahiri ayrı olan fertlerin mecmusundan “müşterek bir milliyet” teşkil etmek imkânı yoktu. “Osmanlılık” hakikatte devletimizin namından başka bir şey miydi? Avusturya’da yaşayan Almanlara “Habsburg milleti, Avusturya milleti” denemezdi. Alman nereli olursa olsun, her yerde Alman’dı. Türkçe konuşan bizler de beş bin senelik bir tarihin, hatta pek eski bir esatirin sahibi olan bir millettik. Osmanlı Devleti’nin memleketinde, Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Türkistan’da, Buhara’da, Kaşgar’da, hasılı, nerede yaşarsak yaşayalım, yine halis muhlis Türk’tük… Hâlbuki “Osmanlılık” kelimesine mevhum manalar veren münevverlerin siyasi fikirleri ve içtimai gayeleri ise insanın gözlerinden yaş getirecek derecede gülünçtü.

Bu muhterem efendiler; Balkan Muharebesi’nden sonra da hakikati göremiyorlardı. İşte o vakit bu kitabı yazdım. İçindeki fikirler sırf Tanzimat ilhamları olduğu için herhangi bir zata atfederek şahsi “enmuzec”ler çizmeye çalışmamıştım. Türk köylüsü “Dili dilime uyan, dini dinime uyan…” diye milliyetin hududunu pek güzel anlarken münevver efendiler son inkılap esnasında ne dile ne dine ehemmiyet veriyorlardı. Nihayet, işte zaman onlara yaman bir ders verdi. On sene içinde her biri bir asra sığmayacak vakalar başımızdan geçti. Artık umumiyetle milliyetin kıymeti bilindi. Konuşulan tabii lisana, millî edebiyata, millî sanata, milliyet mefkûresine ehemmiyet verilmeye başlandı. Bugün ihtimal şu kitaptaki kahramanların siyasi iddiaları, budalaca hareketleri müfrit birer “mübalağa” gibi görünecek, fakat hâlâ milliyetperverliğe, Türkçülüğe aleyhtar geçinenlerin lisanda, edebiyatta, sanatta, siyasette -pek açıkça itiraf edemedikleri- gayeleri nedir? Eğer varsa hep bu boş hülyalar değil mi?

Sarıyer, 1918
Ö. S.

Bir Ermeni Gencinin Hatıraları

1
YENİ BİR DERNEK

30 Ağustos 1908, Moda…

Şimdi gezmeden geldim. İçimde tatlı bir sevinç var. Pencereme oturdum. Komşumuz Rupenyanların yeşil, iri papağanı kafesinin asılı durduğu balkondan bana bakarak:

“Hosegur, hosegur…” diye bağırıyor. Bahçenin gölgeli tarhlarında bir kedi oynuyor. Ağaçlar kuş dolu… Sanki sesleri güneşin yakıcı aydınlıklarını ürpertiyor. İçimde bir faaliyet arzusu kaynaşıyor. Kitap okuyamıyorum. Okumak; abus, güneşsiz kış günlerinin mecburi eğlencesidir. Ne yapayım? diye düşünüyorum. Bir Ermeni ne yapar? Mutlaka faydalı, kârlı bir şey! Çocukken, daha Karabetyan İdadisi’nde okurken Bağdaseryan isminde tuhaf bir coğrafya hocamız vardı.

“Dünyada en birinci zevk ruzname tutmaktır.” derdi. Ben bunu boş, manasız, pek münasebetsiz bulurdum. Kendi kendime “Ruzname tutmak, tahrirî bir gevezeliktir.” derdim. Daha pek gençken özendiğim şey “ciddi olmak”tı. Dersimi okurken, arkadaşlarımla konuşurken, yolda giderken böbreklerim sancıyormuş gibi yüzümü ekşitir, kaşlarımı çatardım. Bu âdetim yüzümde gayet derin, vakitsiz çizgiler bıraktı. “Söz gümüşse sükût altındır.” diyen ben, yazmak hususunda da perhiz ediyordum. Mektuplarım gayet kısa, gayet manalıydı. Ömrümde fazla bir şey söylemediğim gibi fazla şey de yazmadım. Bugün, ama bilemiyorum neden, hep yazmak, hatıralarımı kâğıtlara geçirmek istiyorum.

Gözlerimi ağaçların baygın yaprakları arasında dinlendirerek hayalimi on beş senelik bir maziye çeviriyorum, işte Muallim Bağdaseryan… Şişman, kumral bıyıklı, kırmızı yüzlü, masum tavırlı bir adam.

Diyor ki:

“Çocuklarım, siz her gün değişeceksiniz. Her gün siz büyürken, dimağlarınız, fikirleriniz de büyüyecek, her gün fazilete yaklaşacak, idraksiz, şuursuz geçen günleriniz için teessüfler edeceksiniz. Düşündüklerinizi, duyduklarınızı beş on dakikaya acımayıp yazınız. Yarın yazdığınızı öbür gün bilmeyeceksiniz. Bir sene evvel yazdığınızı öbür sene okurken ne kadar değiştiğinizi anlayarak hayretler içinde kalacaksınız…”

 

Üçüncü sıranın başında oturan Hayikyan, gülümsüyor. Kocaman kafasını sallayarak “Öyle boş şeylerle uğraşacağıma faydalı bir şey okur öğrenirim.” diyor.

Zavallı dostum Hayikyan! O vakit hocanın sözüne inanıp ukalalık etmeseydin bugün ömrünün, ruhunun manalı izleri elinde kalır, onların üzerinde, ne kadar feci olsa da uzaklaşıldıkça daha ziyade sevilen o muazzez maziye doğru gider, eğlenir, tatlı bir zevk bulurdun…

Şimdi işte kalem elinde, böyle düşünüyorsun!

Şimdi evet, kalem elimde, düşünüyorum. Hatıram yıpranmış, hayalim yorgun… Kan lekeleriyle, kılıç gölgeleriyle kararan çocukluğumdan beri her an fikrim değişti. Okuduğum kitaplar, bozulan itikatlarım, kartlaşan masumluklarım bugünkü şahsiyetimi doğurdu. Bugünkü gözüm dünü, hakikate en yakın renkleriyle göremez. Bedbaht oldum. Lakayıt oldum. Mesut oldum, meyus oldum. Ümitvar oldum. Muvaffak oldum. Fikirlerim gibi hislerimde de talihimde de sabitlik yok. Her şey değişiyor. Eğer hakikatin, ne olduğunu bilmeden her gün bin defa söylediğimiz bu kelimenin bir aslı varsa artık bence şüphe yok ki sabitlikte değil, değişikliktedir. Dünyada sabit ne var? Hayat bir fırtına ki bizi önüne katmış değiştirerek sürüp götürüyor. Bir dakika bir yerde, bir hâlde duramıyoruz. Olmayan şeyde hakikat mi olur? Olan mütemadi değişikliktir. Bugün elimde bir ruznamem bulunsaydı belki hakikati anlayabilecektim.

Şimdiden sonra da fikirlerim, hislerim değişecek, unutulacak. Onları hatıramın, hissimin karanlığından kurtaracağım. Mademki doğru olarak dünü yazamıyorum, bugünden itibaren yarını yazmaya başlayacağım.

On beş yirmi gün içinde ne değişiklik ya Rabbi! O kadar kardeşlerimizi Kürt cellatlarına doğratan Kırmızı Sultan’ın kuvveti, iktidarı birdenbire söndü. İstibdat bahar sabahlarında uyanan bir adamın kâbuslu rüyası gibi tuhaf, gülünecek bir hatıra bırakarak silindi gitti. Dinler barıştı. Milletler kaynaştı. Papazlar, mutaassıp hocalarla öpüştüler. Asırlarca birbirlerinin kanlarını emen, gözlerini oyan unsurlar kol kola oynadılar. Doğan hürriyet güneşini alkışladılar.

Her şeyi siyah gören bedbinler:

“Bu bir sıtmadır, geçer…” diyorlar, “Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Tanzimat hürriyetin aslı olamaz. Her millet bir millettir. Toplanıp bir millet gibi bir kanun altında, bir vatan içinde rahat rahat geçinemezler.”

Fakat vakalar onları yalana çıkarıyor. Bugün Ermeni’nin, Rum’un, Arnavut’un, Sırp’ın, Bulgar’ın, Arap’ın, Türk’ün, Kürt’ün kalbi “Hür Osmanlılık” için çarpıyor. Beyoğlu’ndaki, Tepebaşı’ndaki nümayişler Rumların ne kadar Osmanlılığa müştak, ne kadar sadık olduklarını bariz bir surette gösterdi. Lisan meselesini, sair meseleleri, açılacak Mebusan Meclisi’nde milletvekilleri adalet dâhilinde halledecekler…

İki ay evvel neler düşünüyordum; emindim ki Türkiye, bu Hasta Adam artık düştüğü ecel yatağından kalkamaz. Bu hastayı böyle süründürmektense zehirleyerek çabucak içtinabı mümkün olmayan meşum neticeye götürmek… Ermenistan’da hiç olmazsa Rus himayesinde bir muhtariyet yapmak… Kürtlerle şehirlerde oturan Türkleri bir asır içinde Ermenileştirerek eski Ermeni imparatorluğunun temelini atmak…

Vakıa idealler “olan” değil, “olması istenilen” şeylerdir. Fakat amma münasebetsiz bir hülya… Niçin her millet ayrı bir zümre, ayrı bir hükûmet yaparak yaşasın? İşte bir arada, menfaat, komşuluk bağlarıyla pekâlâ anlaşıyorlar. Amerikalılar mesut değil mi? Biz niçin Osmanlı olmayalım? Niçin bu otuz milyonluk cemiyeti yıkalım? Mantıkla menfaat bizi hülyayla mefkûrenin peşinden koşmaktan menetmez mi?

Hâlâ devam eden alkışlar, nümayişler benim mantığımda esaslı bir inkılap vücuda getirdi. Şimdi pek vazıh, pek sahih düşünebiliyorum. Osmanlı’yım. Osmanlı kalacağım.

Elveda ey eski ihtilalci Hayikyan, elveda sana…

10 Eylül 1908, Moda…

Ben tembelim! İşte kaç gündür vapurda, yolda yazacağım şeyleri düşünüyorum, kendi kendime:

“Bu akşam…” diyorum. Akşam sabaha bırakıyorum. Sabahleyin de ertesi akşama… Meşrutiyet’in, hürriyetin sarhoşlukları geçti. Şimdi hepimiz sersem gibiyiz. Memleketin dâhili karmakarışık! İşler pek öyle çabucacık düzeleceğe benzemiyor. Vakıa Meşrutiyet’i alenen istemeyen yok. Ama yıkılan eski idarenin enkazı korkunç bir dağ gibi hâlâ üzerimizde duruyor, tatsız vakalar eksik değil.

Beşiktaş’ta bir İslam bahçıvanın kızı bir Rum’a kaçıyor. Herif, karakola şikâyet ediyor. Kızla Rum’u tutuyorlar. Sonra halk karakola hücum ediyor. Kızla Rum’u o kadar dövüyorlar ki Rum ölüyor. Onun ölüsünü alan Rumlar Beyoğlu’nda gezdirdiler. Türlü türlü nümayişler yaptılar. Bu adi zabıta meselesine millî bir şekil verdiler. Ben nümayişçilerin arasındaydım. Bir gün Türklerden intikam alacaklarını haykırıyorlardı.

Patrikhaneler “Eski hukukumuz, eski imtiyazlarımız!” diye kımıldanmaya başladılar. Hâlbuki Kanun-ı Esasi bütün Osmanlılar için “bir” değil mi? Kanun-ı Esasi karşısında hususi bir hukuk, hususi bir imtiyaz kalır mı? Hem kalması makul mü? Mantıki mi? Bunun için birçok münakaşalar ettim. İtiraf ederim ki Türkler pek samimi! Tanzimat, Kanun-ı Esasi, Osmanlılık uğrunda kendi milliyetlerinden vazgeçiyorlar. Mektepte okuttukları kitaplarda, tarihlerinde, gazetelerinde hatta bir tek “Türk” kelimesi ağızlarından kaçırmıyorlar.

“Biz Osmanlılar, hepimiz kardeşiz.” diyorlar, “Camilerin, kiliselerin dışarısında hiçbir ayrımız gayrımız yoktur. Her şeyin fevkinde mukaddes, ali Osmanlılık vardır!”

Bu fikre Türklerden hiç muhalif yok. Âdeta Osmanlılık onlara mantık, münakaşa kabul etmez bir din gibi olmuş. Rumlar, Arnavutlar, Bulgarlar, bazı Ermeniler “Osmanlılık bizim milliyetlerimiz için bir tehlike teşkil eder.” diyorlar. Ben bu sözü o kadar doğru bulmuyorum, patrikhanelerin ektiği tohum… Papazlar siyasi kaynaşmanın kuvvetlerini kıracağından korkuyorlar. Meseleye onların gözüyle bakılırsa hakları da yok değil…

Lakin bugün papaz asrında mıyız… Kanun-ı Esasi olan meşruti bir memlekette “milliyet, kavmiyet” teşkilatı ne demektir?

Kânunusani 1909, Moda…

Soğuk çok… Odun, kömür fiyatı pek pahalı! Pansiyon evinde oturduğum ihtiyar kadın:

“Dünyanın sonu!” diyor. Ömründe bu kadar soğuk, bu kadar pahalılık görmemiş. Elbiseyle odun parası bütçemi sarstı. Her ay üç yüz frankçığımı ayırıp bankaya teslim edemiyorum… İşler kesat, kesat, kesat… Ticaret âlemini de terk etmeyerek siyasiyata atılmayı canım o kadar istiyor ki! Evet benim kanımda bir kurt var. Ermeni fırkalarından birine dâhil olmayı düşünüyorum. Fakat onların hiçbirini Kanun-ı Esasi’ye muvafık bulmuyorum. Zira “milliyet esaslarına müstenit siyasi fırkalar” Osmanlı Kanun-ı Esasi’sine muhaliftir. İttihat ve Terakki’yi düşünüyorum. Orası da benim için meçhul… İşitiyorum ki Avrupalılar “Genç Türk” dedikleri bu adamlara Panislamizm gibi emeller atfediyorlar. Beklemek, acele etmemek lazım… Hele bir yaz gelsin… Bakalım ne olacak?

17 Mayıs 1909, Moda…

Yazı yazmakta o kadar tembelim ki… Sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım. Nerede? İhmalci bir Türk gibi kendi kendimi “Elim değmiyor.” diye teselli ediyorum. Bugün işte işim yok, zorla masamın başına oturuyorum. Kitapların, gazetelerin altında kaybolan defterimi buluyorum. Dört aydır neler oldu, neler… Âdeta bir tarih… Düşmanımız Kırmızı Sultan devrildi. Şimdi Selanik’te mahpus… Artık irticanın, istibdadın geri gelme ihtimali yok.

İsyanın bütün safhalarında hazır bulundum, bu irtica asla yeniliğe karşı millî bir isyan değildi. İstanbul’un bütün askerleri sanki kendilerine “Hristiyan’sınız.” diyen varmış gibi Müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Şapkalılara, hususuyla ecnebilere dokunmuyorlar, hatta onlara fazla ihtiram gösteriyorlardı. Genç Türk zannetsinler diye ben de şapka giydim. Bütün dostlarım da şapka giydiler. Şapka ile ihtilalcilerin arasında serbestçe gezilebiliyordu. Ne eğlenceli günlerdi… Hükûmet falan her şey sönmüş, âdeta tebahhur etmiş, uçmuş gitmişti. Adi, küçük çavuşlar payitahta hükmediyorlardı. En meşhurları Hamdi Çavuş’tu. Bu zavallıyı astılar. Kuvvetinin, iktidarının en şaşaalı zamanında Ermenice bir gazetenin muhabiri sıfatıyla kendisiyle mülakat etmek istedim. Taşkışla’nın muhteşem bir odasında beni kabul etti. Hâlâ çavuş forması taşıyordu. Belinde palaskası asılıydı.

“Ne istiyorsun?” dedi. Muhabir olduğumu, Ermeni milletinin murahhası gibi kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Vesika falan aramadı. Fakat oturtmadı da… Ayakta konuştuk:

“Peki ne soracaksın, sor bakalım?”

“İhtilalden maksadınız nedir?”

“Şeriatı çıkarmak…”

“Şeriat ne demektir? Lütfen bana izahat verir misiniz? Bizim Ermenilerin bu hususta malumatı yok.”

“Şeriatın ne demek olduğunu ulema efendilerimizden git öğren. Benim sana öğretmek haddim değil. Belki yanlış bir şey söylerim de günaha girerim.”

“Şeriatı nasıl çıkaracaksınız?”

“Ne kadar mektepli zabit varsa hepsini öldüreceğiz. Jön Türk dedikleri dinsiz herifleri bir tane kalmayıncaya kadar mahvedeceğiz…”

Heyhat… Biz Jön Türkler’in taassubundan, İttihad-ı İslam taraftarı olduklarından nefret eder, her fırsatta kendilerine hücum ederiz. Türkler de onlara “dinsiz” derler. Öyle bir tezat ki… Ama hangisi doğru…

“Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz?”

“Hayır, Türk falan değilim…”

“Arnavut musunuz?”

“Hayır, hiçbir şey değilim…”

“Ya nesiniz?”

“Müslüman…”

Dinin başka, milliyetin başka bir şey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O gece Beyoğlu’nda kaldım. Gezdim. Bütün umumhaneler, meyhaneler ihtilalcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek derecede sarhoştu. Alüftelere sarılıyorlar:

“Şeriat isterük!” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.

Dünyada bu kadar maksatsız, bu kadar idealsiz bir ihtilal olamazdı. Hareket Ordusu gelince bir sabun köpüğü gibi isyanın ruhu söndü. Kahramanlar koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rumeli’nde askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selanik’e gönderildi. Abdülhamit’in huzurunda Kabulî Bey isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı.

Bir Türk-Osmanlı arkadaşımla asılacakları görmeye gittim. O gece Sirkeci’de otelde yattık. Sabahleyin erkenden darağaçlarının kurulduğu meydana geldik. Daha güneş doğmamıştı. Harbiye Nezareti tarafından bir gürültü koptu. Mahkûmları getiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün kuvvetleriyle tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma zabiti bize dedi ki:

“Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri usluydu.” Şimdi Derviş Vahdetî teşvik ediyor. Zannediyor ki tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak…

Son nefesinde bile halkı ihtilaken teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşımın tanıdığı zabitle beraber yanına gittik. Bu ateş yüzlü, fakat vahşi, azimli bir adamdı. Biraz sararmıştı. Hâlâ Genç Türkler’e küfürler ediyor, onların göreceklerinden filan bahsediyordu. Çok söylendirmediler. Astılar… Kafası düşünce bizim şehit olan fedakâr ihtilalcilerimizi düşündüm. Türkler ne tuhaftır. Kendi milliyetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel, ali, fedakârane olan Ermeni ihtilallerine “isyan” bile demeye tenezzül etmiyorlar, laf arasında geçerse yalnız “Ermeni gürültüsü…” diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca ihtilal… Evet, bu memlekette buna âdeta bir “gürültü” deniyordu.

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?