Binbir Gece Masalları

Tekst
Autor:
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

BERBERİN ALTINCI KARDEŞİNİN HİKÂYESİ

“Altıncı kardeşimin adı El-Şakaşık’tır yüce kumandanım. Kendisinin iki dudağı da kesiktir. Bir zamanlar zengin olan kardeşim, servetini kaybetti ve hayatını dilenerek kazanmaya başladı. Bir gün aylak aylak gezerken birden gözüne güzel bir malikâne ilişmiş dediğine göre. Evin yanında yüksek bir girişi olan bir tane daha bina varmış. Burada birkaç muhafız kapıda bekliyormuş. Kardeşim bir tanesine o evde kimin yaşadığını sormuş. Adam ona şöyle cevap vermiş:

‘Saray, Balmakilerden birinin oğluna aittir.’

Kardeşim onlardan sadaka istemiş; adamlar, ‘Büyük kapıdan içeri gir. Vezir Efendimiz sana istediğini verir.’ demişler.

Böylece kardeşim içeri girmiş ve uzun bir koridordan geçerek muhteşem güzellikte, mermer kaplı, zarif perdelerle döşeli, ortasında şahane bir bahçesi olan malikaneye varmış. Hangi yöne döneceğini bilemeden bir süre ayakta durmuş. Sonra ileride bir oda görmüş. Oraya doğru yürümüş ve içeride yakışıklı bir adam görmüş. Adam kardeşimi gördüğünde ayağa kalkmış ve ona: ‘Hoş geldin!’ demiş, ardından hâlini hatırını sormuş. Kardeşim yoksul ve sadakaya muhtaç olduğunu söylemiş. Bu sözleri duyan asil adam kardeşimle ilgilenmiş ve ‘Ne yani, benim olduğum bir şehirde sen aç mısın? Böyle bir rezilliğe tahammülüm yok benim!’ demiş.

Sonra ona birçok güzel yiyecek vadederek şöyle demiş:

‘Benimle kalıp yemek yemekten başka çaren yok.’

‘Ah efendim!’ demiş kardeşim. ‘Daha fazla bekleyemem. Gerçekten de çok açım!’

Bunun üzerine adam, ‘Haydi gel de elini yıka dostum.’ demiş.

Kardeşim elini yıkamak üzere ayağa kalkmış fakat ibrik ya da leğen görememiş. Ev sahibiyse elini görünmez sabunla ve görünmez suyla yıkamaya başlamış, sonra da şöyle demiş:

‘Masayı getirin!’

Fakat kardeşim yine hiçbir şey görmemiş.

Ev sahibi, ‘Bu eti yiyerek beni onurlandır ve lütfen utanma.’ demiş.

Sanki yemek yercesine elini sağa sola oynatmış ve kardeşime ‘Görüyorum ki çok az yiyorsun. Lütfen çekinme. Biliyorum ki açsın.’ demiş.

Kardeşim yer gibi yapmaya devam etmiş. Bu arada ev sahibi, ‘Şu ekmeğin güzelliğine ve beyazlığına bir bak!’ demiş.

Fakat kardeşim hâlâ hiçbir şey görmüyormuş. Sonra kendi kendine şöyle demiş:

Bu adam insanlarla alay etmeye pek meraklı.

Adama cevap vermiş: ‘Ah efendim, ben hayatım boyunca bu ekmekten daha güzel, daha beyaz, daha lezzetli bir ekmek görmedim!’ Ev sahibi, ‘Bu ekmek, beş yüz dinar karşılığında aldığım bir hizmetçi tarafından pişirildi.’ demiş. Sonra bağırmış: ‘Bize biraz daha et getirin, bol yağlı olsun!’

Kardeşime dönerek devam etmiş: ‘Allah aşkına söyle dostum. Hayatında bu etten daha lezzetlisini yedin mi? Lütfen hatırım için ye ve sakın utanma.’ Ardından tekrar bağırmış:

‘Bize hindi güveci getirin!’

Ve yine ‘Lütfen ye, sen açsın ve benim misafirimsin.’ demiş.

Kardeşimse yemek yer gibi çenesini oynatmaya devam etmiş. Bu arada ev sahibi sürekli farklı türlerde yemek getirmelerini söyleyip duruyormuş fakat ortada yiyecek hiçbir şey yokmuş.

Sonra tekrar bağırmış: ‘Bize fıstıkla doldurulmuş tavuk getirin!’

‘Lütfen ye, çekinme. Bu tavukları fıstıkla doldurttum. Hayatında böyle bir şey yememişsindir!’

‘Ah efendim, gerçekten de her şey çok leziz…’ demiş kardeşim.

Sonra ev sahibi, kardeşime yemek yedirir gibi elini oynatmış ve çeşitli yemekler getirmelerini emredip kardeşimin açlığının daha da artmasına sebep olmuş. Zavallı kardeşim bir parça ekmeğin bile hasretini çeker olmuş.

Ev sahibi, ‘Bu yemeklerden daha lezzetlisini yedin mi hiç?’ demiş.

‘Hayır efendim.’

‘Lütfen ye ve utanma.’

‘Gerçekten de karnımı doldurdum.’

Bunun üzerine ev sahibi tekrar bağırmış: ‘Bunları götürün ve bize tatlı getirin!’

‘Bu badem tatlısını ye. Gerçekten de çok güzeldir. Bu ballı gözlemelerse bir acayip. Lütfen ye. Hatırım için!’

‘Merak etmeyin yiyorum efendim.’ diye cevaplamış aç kardeşim ve tatlının içinde neler olduğunu sormuş.

‘Bu benim özel tarifimdir.’ diye cevap vermiş adam. ‘İçine bir miktar misk, bir miktar da esmer amber koydurttum.’

Bütün bu süre boyunca kardeşim, yemek yer gibi çenesini oynatıyormuş; ta ki evin efendisi ‘Bize biraz da kuruyemiş getirin!’ deyinceye kadar.

Adam sonra şöyle demiş:

‘Bu bademlerden, cevizlerden, fıstıklardan ye ve sakın utanma!’

‘Efendim, gerçekten de doydum. Daha fazla yiyemeyeceğim.’

‘Ah benim kıymetli misafirim…’ demiş adam. ‘Yiyeceklerde gözün kaldıysa ye. Aç durma!’

Kardeşim de ‘Ah efendim, bu kadar yemeği yiyip de aç kalmak mümkün mü?’ diye cevap vermiş ve kendi kendine şöyle demiş:

Bu eşek şakasından utanmasını sağlayacağım!

Ev sahibi: ‘Bize şarap getirin!’ demiş.

Âdeta kendisine şarap koyuyorlarmış gibi ellerini havada oynatıyormuş. Kardeşime bir kadeh vermiş ve ‘Bu kadehteki şarabı iç. Eğer beğenirsen bana söyle.’ demiş.

‘Ah efendim! Kokusu güzel ama ben en az yirmi yıllık olan şarapları içmeye alışkınım.’

‘Bunu bir dene sen. Emin ol ki hayatında bundan daha lezzetlisini içmemişsindir.’

‘Çok kibarsınız.’ demiş kardeşim ve elini içiyormuş gibi oynatmış.

‘Sağlığınıza!..’ demiş ev sahibi ve bir kadeh daha doldurur gibi yapmış.

Kardeşim, ev sahibine fark ettirmeden kolunu kaldırmış. Adamın ensesine öyle bir tokat indirmiş ki ev inlemiş. Sonra adama bir tane daha indirmiş. Ev sahibi bağırmış:

‘Ne yapıyorsun be adam!?’

‘Ah efendim…’ diye cevaplamış kardeşim. ‘Ben kölenize o kadar kibarlık gösterdiniz, evinizde ağırladınız, yiyecek bir şeyler verip sarhoş oluncaya kadar şarap içirdiniz ama ümit ederim ki bu cahilliğimi ve kabalığımı bağışlarsınız.’

Adam, kardeşimin sözlerini duyduğunda kahkahalarla gülmüş ve şöyle demiş:

‘Uzun zamandır insanlarla alay eder, kafa bulurum ama bütün bu eğlencelerime sabırla katlanan senin gibi birine daha hiç denk gelmedim. Seni affediyorum. Bundan sonra benim içki arkadaşım olacak, yanımdan hiç ayrılmayacaksın.’

Sonra hizmetçilerine sofrayı donatmalarını söylemiş ve alay ederken bahsettiği bütün yemeklerden getirtmiş. O ve kardeşim karınlarını doyuruncaya kadar yemişler. Yemekler bitince de içki salonuna geçmişler. Orada onları ay parçası gibi güzel genç kızlar bekliyormuş. Şarkılar söyleyip çalgılar çalarak kardeşimi ve yeni dostunu eğlendirmişler. İkisi de iyiden iyiye sarhoş olmuş. O kadar ki ev sahibi, kardeşime kırk yıllık arkadaşı gibi davranmaya başlamış. Böylece biraderime kardeş muamelesi yapıp ona bir siropa hediye etmiş ve onu kanı kaynamış.

Ertesi gün, ikisi de yiyip içip eğlenmeye devam etmiş. Böyle böyle yirmi seneyi beraber geçirmişler. Sonunda ev sahibi ölmüş. Sultan da adamın bütün mal varlığına el koymuş, kardeşimin elinde de ne var ne yoksa almış. Sonunda zavallı, beş parasız bir hâlde sokakta kalmış. Nihayet şehirden ayrılmış ve canı nereye gitmek isterse oraya gitmiş. Bir gün iki şehir arasında bir yolda yürürken vahşi Araplar onu yakalayıp bağladıktan sonra kamplarına götürmüşler. Orada ona işkence ederek ‘Canını kurtarmak istiyorsan paranı ver, yoksa seni öldüreceğiz.’ demişler.

Kardeşim ağlayarak ‘Allah biliyor ya ne gümüşüm ne de altınım var. Sizin esirinizim, ne istiyorsanız onu yapın.’ demiş.

Sonra liderleri olan bedevi, bir bıçak çekmiş. Öyle geniş, öyle iyi bilenmiş bir bıçakmış ki bir devenin boğazını rahatça kesermiş. Bu bıçakla kardeşimin dudaklarını kesmiş ve para istemeye devam etmiş.

Bu bedevinin güzel mi güzel bir karısı varmış ve kocasının yokluğunda kardeşimle beraber olmak istermiş fakat kardeşim ondan uzak dururmuş. Bir gün kadın, yine kardeşimi baştan çıkarmaya çalışmış ve kucağına oturmuş. Bir anda bedevi ortaya çıkmış. Onları bu hâlde görünce bağırmış: ‘Yazıklar olsun sana! Lanet herif! Benim karımı baştan çıkartırsın ha!’

Bir bıçak çıkarıp kardeşime saplamış. Sonra da onu bir deveye bindirip dağa götürerek orada bırakmış. Nihayet onu görüp tanıyan biri, kendisine yiyecek götürmüş ve bana haber göndermeye karar vermiş. Ben de gidip onu Bağdat’a geri getirdim ve hayatını idame ettirecek kadar para verdim.

İşte yüce kumandanım, altı kardeşimin hikâyesi böyle. Size bunları anlatmazsam benim onlar gibi olduğumu düşünürsünüz diye korktum. Şimdi biliyorsunuz ki altı kardeşime birden bakıyorum ve onlardan daha düzgün biriyim.”

Halifeye kardeşlerimin hikâyesini anlattığımda güldü ve bana şöyle dedi:

“Gerçekten de doğruyu söylüyorsun. Sen de ukalalık ya da küstahlıktan eser yok. Şimdi bu şehirden çık ve başka bir yere git!” Böylece beni şehirden kovdu.

Ben de Bağdat’tan ayrıldım ve halifenin ölüp de yerine yeni birinin geldiğini duyuncaya kadar gezdim durdum. Şehre geldiğimde bütün kardeşlerimin öldüğünü öğrendim Size denk gelinceye kadar bir sürü ülke gezdim.

Ve Şehrazat, güneşin doğduğunu görüp hikâyesini bitirmiş. Dünyazat şöyle demiş:

“Ah kardeşim… Gerçekten de hikâyen çok ilginç, çok değişik ve çok güzel!”

Şehrazat: “Fakat bu hikâye, eğer canımı bağışlarsanız size anlatacağım ‘Büyülenmiş Atın Masalı’ndan daha ilginç değil.” demiş Şehriyar’a.

Şah Şehriyar kendi kendine şöyle demiş:

Allah biliyor ya masalını duymadan onu öldürmeyeceğim. Bu anlattığı gerçekten de çok ilginçti.

Büyülenmiş Atın Masalı

Ertesi gün Şehrazat devam etmiş: “Derler ki şahım…”

Bir zamanlar büyük ve güçlü bir Pers hükümdarı yaşarmış. Sabur adındaki bu hükümdar, zenginlikte, zekâda ve bilgelikte bütün hükümdarları geçermiş. Cömert, eli açık ve yardımsever bir adammış. Kendisinden isteyenlere verir, kendisine sığınanları geri çevirmezmiş. Kırık kalpleri onarır, muhtaçları gözetirmiş. Dahası, fakirleri sever, yolunu kaybetmişleri misafir eder, mazlumun ahını yerde bırakmazmış. Ay gibi parlak, çiçek gibi güzel üç kızı, yiğit de bir oğlu varmış. Her sene Nevruz’da ve Mihrgan’da (bahar başlangıcı) şölen düzenlemek âdetiymiş. Bu şölenler için saraylarını süsletir, halka hediyeler dağıtır, şehirdeki herkesin güvende olduğundan emin olmak için de en iyi adamlarını görevlendirirmiş. Halkı da onu selamlar ve hükümdarlarına hediyeler getirirmiş.

 

Hükümdar, ilme ve geometriye meraklıymış. Bir şölen gününde tahtında otururken üç bilge adam -marifetli, her türlü sanatta usta, insanın aklını başından alan nadir ve ilginç şeyler yapma konusunda becerikli, büyü ve gizem konusunda tecrübeli üç dahi adam- huzuruna gelmiş. Adamların üçü de farklı ülkelerden geliyor, farklı dilleri konuşuyormuş. Birincisi Hintli, ikincisi Rum, üçüncüsü İranlıymış.

Hintli, Hükümdar Sabur’un huzuruna gelip yeri öpmüş, festivalin neşeli geçmesini dilemiş ve hükümdarın büyüklüğüne layık bir hediye sunmuş. Çeşitli altınlar ve mücevherlerden oluşan bir hediye… Bu arada elinde de altından bir davul tutuyormuş. Sabur bunu gördüğünde sormuş:

“Ey bilge, bunun hikmeti nedir?”

Hintli cevaplamış: “Efendim, eğer bu alet şehrin kapısında durursa şehrinizi korur. Olur da düşman gelirse yüksek sesle çalmaya başlar. Bu sesi duyan düşmana aniden inme iner ve oracıkta ölür.”

Hayretler içinde kalan hükümdar bağırmış: “Allah şahidimdir ki eğer doğruyu söylüyorsan istediğin şey senindir!”

Sonra Rum, hükümdarın huzuruna gelmiş ve yeri öptükten sonra ona, etrafı yirmi dört tane altın civcivle çevrilmiş, üzerinde altından bir tavus kuşu olan gümüş bir leğen hediye etmiş. Sabur hediyeye bakmış ve Rum’a dönerek:

“Ey bilge, bu tavus kuşunun hikmeti nedir?” diye sormuş.

“Yüce hükümdarım! Her saat başı bir civcivi gagalar, ağlatır ve kanatlarını çırpmasına sebep olur. Yirmi dört saat tamamlanıncaya kadar bu böyle devam eder. Bir ay tamamlandığında ise ağzını açar ve gırtlağının dibinden yeni ayın hilali görünür.”

Hükümdar, “Eğer dediklerin doğruysa dile benden ne dilersen!” demiş.

Sonra İranlı, hükümdarın huzuruna gelmiş ve yeri öpüp ona abanoz ağacından yapılma, altın ve elmaslarla süslü, hükümdarlara layık bir koşum takımına ve eyere sahip bir tahta at hediye etmiş. Hükümdar Sabur bunu gördüğünde çok şaşırıp güzelliği ve orijinalliği karşısında büyülenerek sormuş:

“Bu tahta atın özellikleri nelerdir? Ondaki hikmet nedir?”

İranlı cevap vermiş: “Bu atın hikmeti şudur ki üzerine bineni istediği yere götürür, binicisiyle birlikte göklerde uçar ve bir yıllık mesafeyi bir günde aşar.”

Bu üç gizemli eşya, aynı gün içinde gördüğü bu inanılmaz şeyler, hükümdarı hayretler içinde bırakmış. Bilgeye dönüp şöyle demiş:

“Her şeye gücü yeten yüce Rabb’ime yemin olsun ki eğer sözlerin doğruysa ve dediklerin gerçeklerşirse dile benden ne dilersen!”

Hükümdar, bilgeleri üç gün daha ağırlamış ki hediyelerini deneyebilsin. Adamlar sundukları eşyaların gizemini hükümdara göstermişler. Davul çalmış; tavus kuşu civcivleri gagalamış; İranlı bilge abanozdan yapılma ata binmiş. At süzülerek havalandıktan sonra aşağı inmiş. Bunları gören Hükümdar Sabur ise iyice şaşırmış ve kafası karışmış, sevincinden âdeta havalarda uçuyormuş.

“Şimdi sözlerinizin doğruluğuna ikna oldum. Bana düşense sözümü yerine getirmektir. Şimdi sizlere soruyorum: Gerçekleştirmemi istediğiniz şey nedir?”

Hükümdarın kızlarının methini duyan bilgeler şöyle cevap vermiş:

“Eğer hükümdarımız bizden razıysa ve hediyelerimizi kabul ettiyse kendisinden ricamız bizleri kızlarıyla evlendirmesidir. Hükümdarımızın sözlerine ne kadar bağlı olduğu herkesçe bilinir.”

Hükümdar: “Dileğinizi gerçekleştireceğim.” demiş ve derhâl kâtibi huzuruna çağırtmış ki kızlarının bilgelerle evlenebilmesi için gerekli hazırlıklara başlansın.

Talih bu ya prensesler perdenin ardından bütün konuşulanları dinlemekteymiş. En genç olan prenses, müstakbel kocasının; yüz yaşında, saçları dökülmüş, kaşları pis, kulakları yarık, saçı sakalı boyalı, pörtlek gözlü, yanakları çökmüş, burnu patlıcan gibi, yüzü köseleye benzeyen, dişleri çarpık çurpuk, dudakları sarkık bir adam, kısacası görenleri korkutan bir canavar gibi olduğunu görmüş. Dünyanın en iğrenç, en çirkin görünüşlü adamıymış ve bu hâliyle, insanları korkutan bir cine benziyormuş. Prenses ise güzeller güzeli, ceylan kadar zarif, ay gibi parlak, narin bir kadınmış ve diğer kız kardeşlerinden daha güzelmiş. Evleneceği adamı görünce odasına gidip saçını başını yolmaya, kıyafetlerini parçalamaya ve dövünerek ağlamaya başlamış.

Kızın abisi, Kamer El-Akmar (Ayların efendisi), seyahatten yeni dönmüş ve kardeşinin feryat figan ağladığını duyup hemen yanına gitmiş -prens en çok bu kardeşini severmiş- ve ona sormuş:

“Seni üzen nedir? Ne oldu söyle bana. Benden saklama.”

Kız haykırarak “Ah sevgili ağabeyim, saklayacak bir şey yok! Eğer saray babama dar geliyorsa giderim. Eğer böylesine korkunç bir şeye karar verdiyse buralarda durmaz giderim. Nasıl olsa Allah bana yardım eder.”

Kamer: “Bana ne demek istediğini söyle, seni böylesine üzen ve sıkıntıya sokan şey nedir?” diye sormuş.

“Ah ağabeyim…” demiş prenses. “Biliyor musun babam beni kendisine tahtadan yapılmış bir at hediye eden korkunç bir sihirbazla evlendirmeye karar verdi. Adam korkunç güçleriyle babama büyü yaptı. Bana gelince; kesinlikle o adamla evlenmek istemiyorum. Bu dünyaya gelmez olaydım!”

Ağabeyi, kardeşini teselli edip sakinleştirdikten sonra babasının yanına gitmiş ve “En küçük kardeşimi evlendireceğin bu sihirbaz da kim? Sana ne hediye getirdi de kardeşimi üzüntüden öldürecek bir karar aldın? Bu yaptığın doğru değil!” demiş.

Prens bunları söylerken İranlı, hükümdarın yanındaymış, bir yandan kendini küçük düşmüş hissediyor, diğer yandan öfkeden kuduruyormuş.

Hükümdar, “Oğlum, atı bir görsen senin de aklın karışır ve hayranlık duyarsın.” demiş.

Sonra kölelere atı getirmelerini emretmiş. Prens atı çok beğenmiş. Usta bir şövalye olarak ata binmiş ve kırbaçlamış ama at yerinden kıpırdamamış. Hükümdar da bilgeye şöyle demiş:

“Git ve oğluma atın nasıl hareket ettiğini göster, o da senin dileğinin gerçekleşmesine yardım etsin.”

Bilge, prense, kardeşini kendisine layık görmediği için kin besliyormuş. Prense atın sağ tarafındaki yükselme düğmesini göstermiş ve “Düğmeyi çevir!” demiş.

Prens de düğmeyi çevirmiş ve birden havalanmış. Âdeta bir kuş gibi, atla birlikte havada süzülmüş ve gözden kaybolmuş. Bunu gören hükümdarın kafası karışmış ve endişelenmeye başlamış. İranlıya şöyle demiş:

“Ey bilge, onu nasıl aşağı indireceksin?”

Adam, “Efendim, yapabileceğim bir şey yok. Onu kıyamet gününe dek bir daha asla göremeyeceksiniz çünkü kibrinden ve cehaletinden bana nasıl alçalacağını sormadı. Ben de söylemeyi unuttum.” demiş.

Bunu duyan hükümdar, büyük bir öfkeye kapılmış ve büyücünün dövülerek hapse atılmasını emretmiş. Bu arada kederinden dövünürken tacını bile yere düşürmüş. Dahası, sarayının kapılarını kapattırıp oğlunun ardından gözyaşı dökmeye başlamış. Karısı, kızları ve halkı da acıyla kahrolmuş. Tüm neşeleri öfkeye dönüşmüş. Mutlulukları ise yerini büyük bir kedere bırakmış.

Prense gelince… Genç adam, at ile havada uçmaya devam etmiş; ta ki güneşe yaklaşıncaya kadar. Kendini meçhule bırakmış ve bu göklerde başına gelebilecek korkunç ölümü düşünmüş. İçinde bulunduğu durum, prensin kafasını çok karıştırmış. Ata bindiğine bineceğine pişman olmuş ve kendi kendine şöyle demiş: Belli ki bu, kardeşimi kendisine uygun bulmadığım için bilgenin beni mahvetmek üzere oynadığı bir oyun ama tek galip Allah’tır ve her şeyin en doğrusunu o bilir. Onun yardımı olmadan ben bir hiçim. Acaba yükselme düğmesi koyan alçalma düğmesi de koymuş mudur?

Prens akıllı ve zeki bir adam olduğundan atın sağını solunu yoklamaya başlamış. Fakat horoz kafasına benzeyen vidalardan başka bir şey görmemiş. İçinden şöyle demiş:

Düğmeye benzeyen bu şeylerden başka bir şey görmüyorum.

Sağ taraftaki düğmeyi çevirmiş ve at büyük bir hızla göklere doğru yükselmeye başlamış. Daha sonra sol taraftaki düğmeye dokunmasıyla yaratığın yükselişi durmuş ve yavaş yavaş alçalmış. Bu arada genç adam, hayatı için endişe etmeyi bırakmış. Artık atı nasıl kullanacağını öğrendiğinden içine bir ferahlık gelmiş ve mutlu olmuş. Yüce Allah’a kendisini bu sıkıntıdan kurtardığı için şükretmiş.

Sonra at ile gönlünün istediği gibi gezmeye, kafasına estiği gibi yükselip alçalmaya başlamış. Böyle böyle atı sürme konusunda ustalaşmış. At gökyüzünde çok fazla yükseldiği için yeniden yere inebilmek oldukça vaktini almış. Yeryüzüne yaklaşırken prens, daha önce hayatında hiç görmediği şehirleri ve ülkeleri görme fırsatı bulmuş. Bu şehirlerin arasında, güzel, yeşil bir alana kurulmuş, ağaçlar ve ırmaklarla çevrelenmiş, ceylanların zarafetle dolaştığı bir yer gözüne çarpmış. Bu ihtişam karşısında büyülenen prens, kendi kendine:

Keşke bu şehrin adını ve nerede olduğunu bilseydim… demiş ve şehrin erafında dolaşıp güzelliğini incelemeye devam etmiş.

Bu arada akşam vakti yaklaşmış, güneş batmaya başlamış. Prens ise şunları düşünüyormuş:

Geceyi geçirmek için bu şehirden daha iyi bir yer bulamam. Sabaha kadar burada kalır, sonra dostlarıma, aileme ve krallığıma dönerim. Sonra da babama ve aileme başımdan geçenleri ve şahit olduğum ilginç şeyleri anlatırım.

Prens, bu düşüncelere dalmışken atıyla birlikte güvenle konaklayabileceği bir yer bulmak için etrafı araştırmaya başlamış. Öyle bir yer ki kimse kendisini görmesin ve rahatsız etmesin. Nihayetinde, yüksek duvarlarında uzun mazgalları olan, zırhlı ve silahlı kırk siyah köle tarafından korunan bir saray görmüş. Saray tam da şehrin ortasına kurulmuş. Prens kendi kendine, Burası güzel bir yer, demiş.

Sonra alçalma düğmesini çevirmiş ve at, yorgun bir kuş gibi süzülüp çatıya inmiş. Prens de atından inerek elhamdülillah deyip atı incelemeye başlamış. Kendi kendine şöyle demiş:

Allah biliyor ya seni yapan usta oldukça becerikli ve zeki biri. Eğer yüce Allah izin verir de ülkeme ve aileme sağ salim ulaşır, babamla yeniden bir araya gelirsem seni yapan ustaya cömert davranacak, ona istediği her şeyi vereceğim.

Bu arada gece olmuş ve prens, herkesin uykuya daldığından emin oluncaya dek çatıda kalmış. Babasının yanından ayrıldığından beri aç ve susuz kaldığından bitap düşmüş. Şöyle düşünmüş:

Muhakkak ki bu sarayda yiyecek bir şeyler vardır.

Ve atı bırakıp yiyecek bir şeyler aramak üzere merdivenlerden aşağı inip büyük bir salona ulaşmış. Yerleri mermer ve kaymak taşıyla döşenmiş bu salon, âdeta ay gibi parlıyormuş. Prens ince bir zevkle döşendiği belli olan bu yer karşısında hayranlık duymuş. Konuşan ya da yaşayan herhangi birine dair bir iz olmadığını görmüş ve şaşırmış. Hangi yöne döneceğini bilmeden sağa sola bakınmaya başlamış. Kendi kendine şöyle demiş:

“En iyisi atı bıraktığım yere döneyim, sabah olur olmaz da yola çıkarım.”

Kendi kendine konuşurken saraydan gelen ışık gözüne çarpmış. Işığın, harem kapısının önünde duran -Hazreti Süleyman’ın ifritlerinden birine benzeyen- bir muhafızın kafasının üstündeki mumdan geldiğini fark etmiş. Bu adam öyle iri yarı bir adammış ki boyu göklere uzanıyor, eni genişçe bir yer kaplıyormuş. Yerde yatan muhafızın kılıcı, mum ışığında parlıyormuş. Granit bir sütunda asılı deri bir çanta da yukarıdan sarkıyormuş. Prens bu yaratığı gördüğünde korkmuş ve kendi kendine, Ey yüce Rabb’im, beni daha önceki büyük sıkıntıdan kurtardığın gibi bu sarayın dehşetinden de kurtar. demiş.

Ardından deri çantayı almış ve içinde bir sürü lezzetli yiyecek olduğunu görmüş. Karnını iyice doyurmuş, susuzluğunu gidermiş. Daha sonra çantayı yerine asmış ve uyuyan kölenin kılıcını almış. Tabii bu arada adamın dünyadan haberi yokmuş. Prens, saray içinde gezinmeye devam etmiş; ta ki önünde perde asılı olan ikinci bir kapının önüne gelinceye dek. Genç adam perdeyi kaldırmış. İçeride, beyaz fil dişinden yapılma, inci ve envaiçeşit mücevherlerle süslenmiş bir koltuk varmış. Dört tane köle kız, koltuğun etrafında uyuyormuş. Prens ne olduğunu iyice anlayabilmek için yaklaşmış ve genç bir kadının koltukta uyuduğunu görmüş. Öylesine etkileyici bir kadınmış ki âdeta ay ışığı gibi parlıyormuş. Işıltılı saçları, kırmızı yanakları ve yüzüne bambaşka bir güzellik katan beniyle zarif bir kırlangıca benziyormuş. Genç prens, gördüğü güzelliğe hayran kalmış ve artık ölümden bile korkmaz olmuş.

Prens, bütün hücreleriyle titreyerek ve zevkten kendinden geçerek kadının yanına gitmiş ve onu sağ yanağından öpmüş. Bunun üzerine kadın derhâl uyanmış ve baş ucunda duran prense, “Sen kimsin ve nereden geldin?” diye sormuş.

Prens, “Ben senin sadık kölen ve âşığınım.” demiş.

“Seni buraya kim getirdi?”

“Yüce Rabb’im ve talihim…”

Sonra Şems El-Nahar -kadının adı buymuş- şöyle demiş:

“Demek ki sen dün beni babamdan isteyen adamsın. Babam senin pisliğin teki olduğunu iddia ederek reddetmişti ama yalan söylediği çok belli; çünkü sen çok güzelsin…”

 

Meğer Hint kralının oğlu, genç kadınla evlenmek istemiş fakat babası, çirkin olduğu gerekçesiyle kızını o adama vermemiş. Kadın, prensin o adam olduğunu düşünüyormuş. Prenses, prensin yakışıklılığını ve inceliğini gördüğünde ona âşık olmuş ve yüreği bu aşkın ateşiyle yanmaya başlamış. İki genç oturup sohbet etmeye başlamışlar fakat bir zaman sonra kadının hizmetçilerinden biri uyanmış ve hanımının prensle birlikte olduğunu görüp “Hanımım, bu adam da kim?” diye sormuş.

“Bilmiyorum, uyandığımda onu yanımda buldum. Umarım benimle evlenmek isteyen adam odur.”

Hizmetçi kız, “Ah hanımım… Bu sizinle evlenmek isteyen adam değil. O adam gerçekten çok çirkindi. Bu beyefendi ise oldukça yakışıklı ve hoş biri. Aslına bakarsanız o, bu beyin kölesi olmaya bile layık değil…” demiş.

Daha sonra hizmetçiler, muhafızın yanına gidip onu uykusundan uyandırmışlar. Adam paniklemiş. Kadınlar, “Sen bu sarayı ne biçim koruyorsun? Uykumuzda yanımıza bir adam geldi. Buna nasıl izin verirsin?” diye çıkışmışlar.

Bunları duyan zenci, ayağa kalkmış ve kılıcına davranmış; fakat kılıcı bulamayınca korkudan titremeye başlamış. Sonra şaşkın bir vaziyette hanımının yanına koşmuş. Orada prensi görünce sormuş:

“Aman Allah’ım… Sen insan mısın yoksa cin mi?”

Öfkeden deliye dönen prens bağırmış: “Sen ne cüretle soylu Hüsrev’in oğlunu imansız şeytanlarla bir tutarsın?” Sonra kılıcını eline almış ve köleye, “Ben hükümdarınızın damadıyım. Beni kızıyla evlendirdi ve bu gece onun yanında kalmamı emretti.” demiş.

Bu sözleri duyan muhafız şöyle cevap vermiş:

“Efendim, eğer iddia ettiğiniz kişiyseniz onun için sizden iyisi olamaz. Ona herkesten çok siz layıksınız.”

Bunu söyler söylemez köle, feryat figan hükümdarın huzuruna çıkmış. Üstünü başını parçalayıp dövünmeye başlamış. Onun bu hâlini gören hükümdar şöyle demiş:

“Ne oldu sana? Çabuk konuş ve bana ne olduğunu anlat. Yüreğimi ağzıma getirdin!”

Muhafız, “Ah efendim, kızınıza yardım edin. Prens kılığına girmiş bir cin onu ele geçirdi. Acele edin!” diye cevap vermiş.

Bunu duyan hükümdar, onu öldürmeyi düşünmüş ve “Nasıl bu kadar dikkatsiz olup bu şeytanın kızıma yaklaşmasına izin verirsin?” demiş. Sonra prensesin yanına gitmiş ve köle kızların kendisini beklediğini görmüş.

Hükümdar, “Kızımın yanına gelen kim?” demiş.

“Ah kralım!” diye cevap vermişler. “Farkında olmadan uyuyakalmışız. Uyandığımızda ay yüzlü genç bir adamın kızınızın yanında oturup onunla konuştuğunu gördük. Onun kadar güzelini daha önce hiç görmemiştik. Ne yaptığını sorduk. O da bize kızınızı evlendirmek üzere kendisine verdiğinizi söyledi. Bildiklerimiz bu kadar. Onun insan mı cin mi olduğunu bilmiyoruz ama oldukça mütevazı ve iyi biri. Herhangi bir fenalığına da şahit olmadık.”

Bu sözleri duyan hükümdarın öfkesi yatışmış. Perdeyi yavaşça kaldırmış ve güzel yüzlü genç prensin, kızıyla konuştuğunu görmüş. Ancak kendine hâkim olamamış ve kızının onuru için endişe ederek kılıcını çekmiş. Öfkeden âdeta kuduruyormuş. Bunu gören prens, prensese sormuş:

“Bu adam senin baban mı?”

“Evet.”

Sonra prens ayağa kalkmış, hükümdara öyle bir bağırmış ki adam şaşırmış. Prense kılıçla saldırabilirmiş; fakat genç adamın kendisinden daha cesur olduğunu görünce kılıcını kınına sokmuş ve bir süre beklemiş. Prens, yanına gelince sormuş:

“Genç adam, sen cin misin yoksa insan mı?”

Prens cevap vermiş: “Size ya da kızınıza bir saygısızlık mı ettim? Şuracıkta öldürürüm sizi! Beni, istese krallığınızı darmadağın edip bütün servetinize el koyacak asil Hüsrev’in oğlunu, nasıl şeytanlarla bir tutarsınız?”

Bu sözleri duyan hükümdar dehşete kapılmış ve şöyle cevap vermiş:

“Eğer iddia ettiğin gibi asil bir soydan geliyorsan sarayıma neden izinsiz girdin ve kızımın kocasıymışsın gibi davranıp onuruma leke sürdün? Sen bilmezsin, ben ne hükümdarların oğlunu öldürdüm kızımla evlenmek isteyen. Peki şimdi seni benim elimden kim kurtaracak? Eğer adamlarımı çağırır ve seni öldürmelerini emredersem bundan nasıl kurtulacaksın? Seni benim elimden kim alacak?”

Hükümdarın bu sözlerini duyan prens cevap vermiş:

“Gerçekten de aklınız ne kadar kıt! Kızınıza benden daha yakışıklı bir adam bulabilecek misiniz? Hayatınızda benden daha yürekli, daha güçlü, daha zengin birini gördünüz mü?”

“Hayır, görmedim. Keşke kızımı soylulara yakışır bir şekilde şahitler önünde benden isteseydin. O zaman seni onunla evlendirirdim fakat şimdi seni onunla gizlice evlendirecek olsam bile bu, senin bana saygısızlık ettiğin gerçeğini değiştirmez.”

Prens, “Doğru söylüyorsun hükümdarım; ama olur da dediğin gibi beni öldürtürsen bu senin zararına olur. Kendi halkını ikiye bölersin çünkü halkının bir kısmı seni haklı bulurken diğer bir kısmı haksız olduğunu düşünür. Bu fikirden vazgeç ki sana ilginç bir teklifte bulunayım.”

“Söyle bakalım neymiş teklifin?”

“Benimle düello yapın. Rakibini yenen daha güçlü ve daha büyük ilan edilsin ya da bu gecenin sabahında piyadelerinizi, süvarilerinizi ve kölelerinizi karşıma çıkarın. Fakat önce bana kaç kişi olduklarını söyleyin.”

“Kölelerim ve askerlerim kırk bin tane, bir o kadar da süvari var.”

“Şafak söktüğünde ordunuzu toplayın ve onlara: ‘Bu adam kızıma talip, onunla evlenebilmesinin şartı tek başına sizinle savaşıp galip gelmek. Çünkü bunu yapabileceğini iddia ediyor. İşin aslı şu ki bunu yapabilir.’ deyin. Sonra onlarla savaşayım. Olur da beni yenerlerse onurunuz temizlenir ve şanınız yücelir. Eğer onları bozguna uğratırsam beni damadınız olarak kabul edersiniz.”

Hükümdar, prensin teklifini kabul etmiş ve genç adamın cesareti karşısında dehşete düşmüş. İçten içe prens karşısında mağlup olacağını hissediyormuş. Bu sebepten onurusuzlukla itham edilmeden önce bu işten kurtulmak istemiş. Bunun için muhafıza derhâl vezirini çağırmasını emretmiş. Vezir de hükümdarın emriyle bütün orduyu toplamış ve savaşa hazırlamış.

Vezir, bölgedeki bütün kuvvetli ve gözü pek askerlerle birlikte savaş alanına gitmiş. Hükümdara gelince, o da bir süre genç prensle konuşmaya devam etmiş. Prensin konuşmalarından ne kadar aklı başında ve iyi yetişmiş bir beyefendi olduğunu anlayan hükümdar, bu duruma memnun olmuş. Gün doğduğunda sarayına dönmüş ve tahtına oturduktan sonra ülkesindeki en iyi, en asil atları prense getirmelerini emretmiş fakat genç adam:

“Hükümdarım, savaş alanına gelinceye kadar ata binmek istemiyorum.” demiş.

“Nasıl istersen.” diye cevap vermiş hükümdar.

Sonra ikisi birlikte askerlerin konuşlandığı alana gitmiş, genç prens onlara bakmış ve sayıca ne kadar fazla olduklarını görmüş. Sonra hükümdar, askerlere seslenmiş:

“Bu genç, kızımla evlenmeye talip, kendisi oldukça iyi huylu, cesur ve güçlü bir adam ve şimdi, burada sizleri tek başına bozguna uğratabileceğini düşünüyor. Siz ki yüz bin kişilik bir ordusunuz fakat o bunu çok da önemsemiyor. Size saldırdığı anda mızraklarınız ve kılıçlarınızla ona karşılık verin. Gerçekten de başına büyük bir iş aldı.”

Sonra prense: “Hadi oğlum, göster bakalım hünerini!” demiş.

“Hükümdarım, böyle bir mücadele adil değil. Onlar at üstündeyken ben onlarla nasıl savaşabilirim?”

“Ben sana ata binmeni teklif ettim fakat sen reddettin. Ama madem öyle istediğin atı seçebilirsin.”

“Bu atlardan hiçbirini istemiyorum. Kendi atımdan başka hiçbir ata binmem.”

“Peki senin atın nerede?”

“Sarayın en üstünde.”

“Neresinde?”

“Çatıda.”

Bu sözleri duyan hükümdar bağırmış:

“Senin aklın başında mı? Bu söylediklerin deli olduğunun en büyük işareti. Bir at nasıl çatıda olabilir? Ama önce bir görelim bakalım doğru mu söylüyorsun yoksa yalan mı!”

Sonra kumandanına dönmüş ve “Saraya dön ve çatıda ne bulursan bana getir!” demiş.

Orada bulunan herkes, prensin sözlerine şaşırmış. Birbirlerine şöyle diyorlarmış:

“Bir atın merdivenlerden inmesi mümkün mü? Hayatımda böyle bir şey duymadım.”

Bu arada hükümdarın görevlendirdiği kumandan, sarayın çatısına çıkmış. Orada daha önce hiç görmediği güzellikte bir at görmüş. Yaklaşıp incelemeye başladığında atın, abanoz ve fil dişinden yapıldığını fark etmiş. Kumandanın yanında bulunan diğer askerler ata bakıp gülmeye başlamışlar. Birbirlerine: