Binbir Gece Masalları

Tekst
Autor:
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Vezir onu dikkatlice uyardıktan sonra, sultanın yanına dönmüş. Sultan da balıkçıya dört yüz altın verilmesini emretmiş. Adam altınları almış, koşa koşa evine varmış. Yaşadıklarının hepsinin bir rüya olduğunu zannetmiş. Sonunda ailesine istedikleri her şeyi alacak paraya sahipmiş. Sevinçle karısının yanına gitmiş.

Köle kıza gelince; balıkları almış, temizlemiş, tavaya koymuş ve yağlayıp çevirmiş. Ancak birden mutfak duvarı yarılmış. İçinden güzel, zarif, gözleri sürmeli genç bir kadın çıkmış. Püskülleri olan mavi renkli ipek bir elbise giyiyormuş. Kulaklarında küpeler, kollarında bilezikler, parmaklarında çok değerli taşlardan yapılmış yüzükler varmış. Elinde Hint kamışından uzun bir sopa tutuyormuş. Sopayı tavaya vurmuş ve şöyle demiş:

“Balıklar, yemininize sadık mısınız?”

Kadını gören köle kız, bayılmış. Genç kadın sözlerini bir kez daha tekrarlamış. Sonra balıklar kafalarını kaldırmış ve şöyle demişler:

“Evet, evet!” Ardından hep birlikte şarkı söylemişler: “Gel ki ben de geleyim, inan çünkü ben de inanıyorum. Eğer ki vazgeçersen, seni ağlatırım.”

Bunun üzerine genç kadın tavayı devirmiş, geldiği yerden geri dönüp duvarı kapatmış. Köle kız ayıldığında dört balığın kömür gibi karardığını görmüş ve:

“İlk işimde her şeyi mahvettim; ben şimdi sultanımıza ne diyeceğim!” diyerek başlamış ağlamaya… Sonra tekrar bayılmış ve yere düşmüş. O bu hâldeyken vezir, balıklar için dönmüş ve kızın kendini bilmeyerek yerde yattığını görmüş. Kızı ayağıyla dürterek ve şöyle demiş:

“Balıkları sultana götür!”

Ayılan kız, ağlamış ve başına gelenleri vezire anlatmış.

Büyük bir hayrete düşen vezir: “Bu oldukça ilginç bir olay.” demiş ve balıkçının yanına gitmiş:

“Bize bu balıklardan biraz daha getir.” demiş.

Bunun üzerine adam, dağdaki yola koyulmuş, ağını atmış ve tıpkı ilk seferde olduğu gibi dört balık daha yakalamış. Bunları vezire götürmüş. Vezir de balıkları köle kıza verdikten sonra: “Bunları benim yanımda pişir ki ne olduğunu ben de görebileyim!” demiş.

Köle kız balıkları temizlemiş ve tavaya yerleştirip ateşe koymuş. Çok geçmeden duvar ikiye ayrılmış ve genç kadın aynı kıyafetlerle ve elindeki sopayla ortaya çıkmış. Sonra sopasıyla tavaya vurmuş ve şöyle demiş…

Sabah olduğundan Şehrazat masalını burada kesmiş. Masalı sonuna kadar dinlemeye kararlı olan hükümdar o gün de Şehrazat’ın canına kıymamış ve Şehrazat ertesi gece masalı anlatmaya devam etmiş:

“Balıklar, yemininize sadık mısınız?” Bunu der demez balıklar kafalarını kaldırıp:

“Gel ki ben de geleyim, inan çünkü ben de inanıyorum. Eğer ki vazgeçersen, seni ağlatırım.” demişler.

Balıkların konuşmaları üzerine genç kadın tavayı devirmiş ve geldiği yerden geri dönmüş, duvar da onun ardından kapanmış.

Vezir yüksek sesle “Böyle bir olayı sultandan saklamamalıyız.” demiş ve sultanın yanına gitmiş, olanları anlatmış.

Sultan: “Bunu kendi gözlerimle görmeliyim.” demiş.

Sonra balıkçıya, üç adamın şahitliğinde, diğerleri gibi dört balık daha getirmesini emretmiş. Balıkçı balıkları getirmiş, sultan da ona dört yüz altın verilmesini emretmiş. Vezirine dönüp: “Bu balıkları benim huzurumda pişirin.” diye emretmiş.

Vezir: “Başüstüne!” demiş.

Vezir tavayı getirtmiş, temizlenmiş balıkları tavaya yerleştirip ateşe koymuş. Bunun üzerine duvar yarılmış ve iri yarı bir zenci çıkmış. Elinde bir ağaç dalı tutuyormuş. Yüksek ve korkunç bir ses tonuyla:

“Balıklar! Yemininize sadık mısınız?” diye sormuş ve balıklar aynı sözleri tekrar etmişler:

“Gel ki ben de geleyim, inan çünkü ben de inanıyorum. Eğer ki vazgeçersen, seni ağlatırım.”

Sonra koca zenci tavaya yaklaşmış ve elindeki dalla onu ters çevirdikten sonra geldiği yerden geri dönmüş. Adam gözden kaybolduğunda sultan, balıkları incelemiş ve hepsinin kömür gibi karardığını görmüş. Büsbütün şaşırmış ve vezire:

“Gerçekten de bu meseleye kayıtsız kalmak çok zor. Belli ki balıklarla ilgili büyük bir gizem var.” demiş.

Sonra balıkçının getirilmesini emretmiş ve ona sormuş:

“Yazıklar olsun sana! Bu balıklar nereden geldi?”

“Şehirden de görülebilecek dört tepeli bir dağın üzerindeki gölden.”

“Kaç günlük mesafede?”

“Sultanım, sadece bir saatlik mesafede.”

Meraklanan sultan, adamlarına atlarına binip yola çıkmalarını emretmiş. Balıkçıyı da rehberleri olarak görevlendirmiş. Bu arada balıkçı, içinden cine lanetler okuyormuş. Dağa tırmanıp hayatları boyunca görmedikleri büyük alana ulaşıncaya dek yola devam etmişler. Sultan ve şen şakrak adamları, dört dağın arasında gördükleri bozkır karşısında hayretler içinde kalmışlar. Göl ve farklı renklerdeki balıklar karşısında da şaşkınlıklarını gizleyememişler. Sultan, merak içinde askerlerine sormuş:

“İçinizden herhangi biri daha önce böyle bir şey gördü mü?”

Askerler: “Ey sultanımız, bizler hayatımız boyunca böyle bir şey görmedik!” demişler. Dahası, bölgenin en eski sakinlerini, uzun yıllar boyunca orada yaşamış insanları da sorgulamışlar. Fakat hepsi:

“Buralarda küçük bir göl görmedik.” diye cevap vermiş.

Sultan: “Allah adına yemin ederim ki bu göl ve içindeki balıklar hakkındaki gerçeği öğreninceye kadar ne şehrime döneceğim ne de tahtıma oturacağım.” demiş.

Sonra adamlarına atlarından inmelerini ve dağın etrafında ordugâh kurmalarını emretmiş. Vezirini, yani tecrübeli, akıllı, zeki ve bilge adamını çağırtmış. Ona: “Yapmam gereken bir şey var ve sana bunu anlatmak istiyorum. Kalbim bana bu gece yola çıkıp bu gizemi -balıkların ve gölün gizemini- çözmemi söylüyor. Çadırımın önünde durup emirlere, vezirlere ve yüksek rütbeli subaylara: ‘Sultan hasta, içeri kimseyi kabul etmememi emretti.’ de ve dikkatli ol, kimseye ne yaptığımdan bahsetme!” demiş.

Vezir, sultanın emrini yerine getirmiş.

Bunun üzerine sultan kıyafetlerini değiştirmiş, kılıcını omzuna almış ve dağlara uzanan yolda gecenin geri kalanı boyunca yürümüş; ta ki sabah oluncaya kadar. Uzaktan bir karaltı görünce sevinmiş. Kendi kendine şöyle demiş:

Umarım burada biri bana gölün ve balıkların gizemi hakkında bilgi verir.

Oraya yaklaşırken o karaltının aslında, siyah taşlarla yapılmış, kapısı aralık bir saray olduğunu anlamış. Kapının önünde durmak onu heyecanlandırmış. Sonra sultan, kapıya hafifçe vurmuş. Kimse kendisine cevap vermemiş. Bunun üzerine iki defa daha vurmuş. Fakat yine bir cevap alamamış. Daha sonra kapıya kuvvetle vurmuş ancak sonuç yine aynı olunca kendi kendine şöyle demiş: Demek ki saray boş.

Sonra oldukça cesur bir hareketle kapıdan geçip büyük salona varmış. Yüksek sesle: “Hey, ahali… Ben yolunu kaybetmiş bir yolcuyum. Yok mu bana yemek verecek kimse?” demiş.

Bu haykırışını ikinci ve üçüncü kez de tekrar etmiş fakat hiçbirinde bir cevap alamamış. Cesaretini toplamış ve sarayın girişini geçip geniş bir avluya varmış. Fakat orada da kimseyi bulamamış. Sarayın ipek eşyalarla ve altınlarla süslendiğini görmüş. Tüm kapılar da açıkmış. Girdiği avlu, dört ayrı salona açılıyormuş. O salonlar da başka salonlara… Avluda bir koltuk ve dört köşesinde ağızlarından mücevher kadar berrak su fışkırtan dört aslan heykelinin olduğu bir süs havuzu varmış. Etrafında çeşit çeşit kuşlar serbestçe uçuşuyormuş. Bu kuşların uçup gitmemesi için avlunun üst tarafına bir ağ geriliymiş. Bunları gören sultan çok şaşırmış. Kimsenin kendisine, virane, göl, balıklar, dağ ve saray hakkında bilgi vermeyecek olması kendisini üzmüş. Oturup derin düşüncelere dalarken bir ağlama sesi ile birlikte yürek paralayan acı dolu şu sözleri duymuş:

 
Aşkımı saklamadım, sevdam oldu aşikâr
Uyku kaçtı gözümden, ağlarım fecre kadar
Öyle bir derde düştüm ki devası bulunmaz
Tahammülüm kalmadı ne kara talihim var!
 

Bu kederli sözleri duyan sultan, derhâl harekete geçmiş, sesi izlemiş ve kapısında perde asılı olan bir odaya kadar gelmiş. Perdeyi araladığında bir tahtta oturan güzel yüzlü, güzel vücutlu, billur gibi bir sese sahip, beyaz alınlı, gül yanaklı, yanağında âdeta esmer bir amber çiçeğini andıran bir beni olan genç bir adam varmış. Şairin de dediği gibi:

 
Ey ince belli güzel
Karanlık dünya oldu aydınlık
Senden daha güzeli yok
Gözler senin kadar nadir olanını görmedi
Yanağında kahverengi bir ben, dudakları gül kırmızısı…
 

Sultan neşeyle genç adamı selamlamış. Mısır altınlarıyla ve çeşitli mücevherlerle bezenmiş ipek kaftan giyen genç adam oturmaya devam etmiş. Yüzünde kederin izlerini taşıyormuş. Sultanın selamına nezaketle karşılık vermiş:

“Ah efendim, büyüklüğünüz ayağa kalkmamı icap ettirir ama maalesef bunu yapamam. Umarım kusuruma bakmazsınız.”

“Ne kusuru genç adam? Beni bir şey sormak üzere yanına gelmiş bir misafir olarak kabul et ve lütfen bana gölden, balıklardan, saraydan ve de feryat figan ağlamana sebep olan bu kederinden bahset.”

Bu sözleri duyan genç adam, acıyla ağlamaya devam etmiş. Öyle ki göğsü gözyaşlarından sırılsıklam olmuş. Sonra şu dizeleri okumuş:

 
Kader değişirken umarsızca uyuyana söyle
Daha ne kadar zulüm görecek bu dünya böyle
Senin gözlerin mühürlü olsa da
Yüce Allah görür gizleneni de aşikârı da
Kim hayatın adil olduğunu düşünüyor ki zaten
 

Uzunca bir iç çektikten sonra devam etmiş.

 
Allah’a güven, sıkıntılarını ona emanet et
Derdi tasayı bırak, karıştırma kafanı
Geçmişi bırak
Kader belirler ne olacağımızı
Sen ona bak!
 

Hayretler içinde kalan sultan yine sormuş:

“Seni ağlatan nedir genç adam?”

“Bu hâlime nasıl ağlamayayım?”

Bunu söyledikten sonra elbisesini kaldırmış. Meğer vücudunun göbeğinden aşağı kısmı taşmış. Bunu görüp kederlenen sultan, şefkatle şöyle demiş:

“Vah, vah… Senin acın, benim acımdır. Sana balıkların gizemini sormaya gelmiştim. Ama şimdi senin hikâyeni daha çok merak ediyorum. Allah büyüktür. Şimdi bana hikâyeni anlat.”

 

“O hâlde bana kulak verin ve anlatacaklarımı dinleyin.”

“Tabii ki!”

Sonra genç adam anlatmaya başlamış.

“Benim hikâyem de oldukça ilginç, tıpkı balıklarınki gibi. Benimki insanlara ibret olacak türden bir hikâye…”

“Peki, nasıl?” diye sormuş sultan.

Ve genç adam anlatmaya başlamış:

BÜYÜLENEN SULTAN’IN HİKÂYESİ

“Anlatayım öyleyse efendim. Bir zamanlar benim babam bu şehrin hükümdarıydı. Hükümdar Mahmut… Babam siyah adaların ve dört dağın sahibiydi. Uzun yıllar boyunca hükümdarlık yaptı. Hakk’ın rahmetine kavuştuktan sonra idareyi ben devraldım ve sultan oldum. Amcamın kızıyla evlendim. Beni o kadar büyük bir aşkla severdi ki yanında olmadığım zamanlar yemeden içmeden kesilirdi. Bu mutlu hayatımız beş yıl sürdü. Bir gün hamamdan döndükten sonra akşam yemeğimizi hazırlamaları için acele etmelerini emrettim. Ardından alışkanlık edindiğim üzere iki genç hizmetçiye beni uyurken yellemelerini söyledim ki ferahlayabileyim. Fakat sıkıntıda olduğumdan ve karımın yokluğunda uykusuz kalıp yorgun düştüğümden uyuyamadım. Gözlerim kapalı olmasına rağmen uyanıktım.

Sonra ayak ucumdaki kızın, baş ucumdakine şöyle dediğini duydum:

‘Ah Mesude! Efendimize yazık oldu, gençliği ziyan oldu. Ona ihanet eden hanımımıza yazıklar olsun. Adi kahpe!’

Diğeri cevap verdi: ‘Efendimiz aptal mı ya da hiçbir şeyden şüphelenmiyor mu da ona hiçbir şey sormuyor?’

‘Ayıp, ayıp! Efendimiz onun yaptıklarını biliyor mu ki onu sorgulasın? Her gece ona içirdiği şarabın içinde kenevir olduğunu bilmiyor musun? O şey sayesinde uyumasını sağlıyor ve efendimizin, karısının ne yaptığından haberi olmuyor; ama biz biliyoruz ki ona ilaçlı şarabı verdikten ve en güzel kıyafetlerini giyip en muhteşem kokuları sürdükten sonra gün doğuncaya kadar ortadan kayboluyor. Sonra efendimizin yanına gelip ona yanmış pastil koklatarak ağır uykusundan uyandırıyor.’

Köle kızın bu sözlerini duyduğumda gözlerim karardı ve her şeyi gözümle görmek istedim. Sonra amcamın kızı banyodan döndü. Bizim için kurulmuş sofrada yemeklerimizi yedik ve her zamanki gibi yarım saat birlikte oturup kahvelerimizi içtik. Sonra bana uyumadan önce her zaman içirttiği şaraptan getirdi ve kadehi uzattı. Ben de içermiş gibi yapıp şarabı gömleğimden içeri döktüm, uyuduğumu düşünsün diye yatağa uzandım.

Uyuduğumu zanneden karım birden öfkeyle bana bağırdı: ‘Gece boyunca uyu ve hiç uyanma. Senden, vücudundan, her şeyinden nefret ediyorum! Seninle birlikte yaşamaktan iğreniyorum! İnşallah Allah’ın canını alacağı günü de görürüm!’

Böyle söyleyip ayağa kalktı, en şık kıyafetlerini giyip en güzel kokuları süründükten sonra benim kılıcımı omzuna aldı ve sarayın kapısından çıkıp gitti.

Sarayı terk edince onu takip etmeye başladım. Caddeleri geçip şehrin kapısına vardı. Anlamadığım sözler söyledi ve asma kilitler kırılırcasına düştü. O da yoluna devam etti. Tabii ben de onu izlemeye… Uzaklarda bir tepede çatısı çamur tuğlalardan yapılmış, kamış çitlerle çevrili bir kulübeye geldi. Çatıya tırmandım ve karımı bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iğrenç bir zenciyle birlikte gördüm. Adam cüzzamlı ve felçliydi. Şeker kamışı çöpüyle kaplı bir yerde yatıyordu. Eski bir battaniyeye sarılmıştı ve paçavralar içindeydi. Karım, adamın önünde yeri öptü. Adam da onu görmek için kafasını kaldırdı ve şöyle dedi:

‘Yazıklar olsun sana! Neden bu kadar zamandır gelmedin? Burada benimle birlikte kalıp içki içen kardeşlerim var. Hepsi de hanım arkadaşlarıyla birlikte. Bense içkimi içemedim çünkü sen yanımda değildin!’

Sonra o: ‘Ah efendim, gözümün nuru, kalbimin biricik aşkı! Bilmiyor musun ki vücudundan ve görünüşünden tiksindiğim amcamın oğluyla evliyim. Onunlayken kendimden nefret ediyorum. Eğer senin hatırın olmasa şehrini harabeye çevirmeden ve içindeki mahlukatı helak edip Kafdağı’nın ardına göndermeden bir saniye bile durmazdım.’ dedi.

Zenci: ‘Yalan söylüyorsun! Lanet olsun sana! Şimdi sana zenci bir adamın yiğitliği ve şerefi üzerine yemin ediyorum ki -bizim adamlığımız zavallı beyaz adamınkiyle karşılaştırılamaz bile- bugün itibarıyla eğer bu saate kadar benden uzak kalırsan bir daha seninle sevgili olmayacağım, seninle sevişmeyeceğim. Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Seni zavallı yaratık! Senin alçakça arzularını tatmin edeceğimi mi düşünüyorsun? Alçak sürtük! Beyazların en adisi!’ diye cevap verdi.

Bu sözleri duyduğumda ve bu iki sefilin yaşadıklarına bizzat şahit olduğumda dünyam karardı ve bir süre nerede olduğumu bile anlayamadım. Karımsa alçak gönüllülükle ayağa kalktı ve tatlı sözlerle köleye yalvarmaya başladı:

‘Ah sevgilim, gözümün nuru…’

Adam onunla barışmaya tenezzül edinceye dek de ağlamayı kesmedi. Sonra ayağa kalktı, iç çamaşırları hariç bütün kıyafetlerini çıkardı ve şöyle dedi:

‘Ah efendim, bu hizmetkârının yiyebileceği bir şey var mı?’

‘Dolabı aç!’ diye homurdandı zenci. ‘En altta bizim de yediğimiz pişmiş fare kemikleri bulacaksın. Sonra şuradaki kabı al, içinde yarım bıraktığımız içki var.’

O, yiyip içtikten sonra elini yıkadı ve kölenin yanına gidip şeker kamışı çöpünün üzerine uzandı. Çırılçıplak soyundu, sonra paçavralardan yapılma yatak örtüsünün altında zencinin yanına kadar süründü.

Karımı bu hâlde görünce aklımı kaybettim. Çatıdan aşağı indim, karımın getirdiği kılıcımı aldım. İkisini de öldürmeye kararlıydım. İlk önce kölenin boynunu vurdum.”

Şehrazat sabahın yaklaştığını görünce masalını burada kesmiş. Ertesi gece hükümdarın müsaadesiyle masalına devam etmiş:

“Kafasını kesme niyetiyle kılıcımı zencinin boynuna vurduğumda onu öldürdüğümden emindim fakat o, yüksek bir sesle inlemeye başladı. O zaman sadece derisini ve boynundaki iki damarı kestiğimi anladım. Bunun üzerine amcamın kızı irkildi. Onun beni görmesine fırsat vermeden kılıcı kınına sokup şehre doğru yola koyuldum. Saraya gidip yatağıma uzandım ve karım beni uyandırıncaya kadar (yani ertesi sabaha kadar) uyudum. Uyandığımda karımın saçlarını kestiğini ve yas kıyafetleri giydiğini gördüm.

Bana şöyle dedi: ‘Ah, amcamın oğlu, yaptığım şey için beni suçlama! Annemin öldüğü, babamın kutsal savaşta şehit düştüğü, ağabeylerimden birini yılanın ısırdığı, diğerinin vurulup can verdiği haberini aldım. Ağlamaktan ve feryat etmekten kendimi alamıyorum.’

Bu sözleri duyunca kendimi zor zapt ederek şunları söyledim: ‘İstediğini yapabilirsin. Kesinlikle sana karşı gelmeyeceğim.’

Ağlamaya, kederlenmeye, yas tutmaya bir yıl daha devam etti. Bir gün bana gelip: ‘Üzerinde kubbe olan bir türbe inşa etmek istiyorum. Orada yas tutacağım ve adını Ağlama Evi koyacağım.’ dedi.

Ben: ‘İstediğini yap.’ dedim.

Sonra kendine yas tutabileceği bir türbe yaptırdı. Tam ortasında bir kubbe vardı. Oraya âşığını yerleştirdi. Zenci, yarasından dolayı oldukça zayıftı, onunla beraber olamıyordu. Sadece şarap içebiliyordu. Üstelik yarasının verdiği acıdan konuşamıyordu da. Fakat zamanı gelmediğinden olacak ki hâlâ yaşıyordu. Her gün, akşam ve sabah, karım onun yanına gidiyor, feryat figan ağlıyor ve ona şarap ile birlikte kuvvetli ilaçlar veriyordu. Sonraki yıl da bunları yaptı. Bense sabrediyor ve onun yaptıklarına dikkat etmiyor gibi görünüyordum.

Bir gün ona fark ettirmeden yanına gittim ve onun ağlayıp dövünerek şunları söylediğini duydum:

‘Neden yanımda değilsin? Ah kalbimin neşesi… Konuş benimle. Hayatım, sevgilim…’

Sonra şu şiiri okudu:

 
Senden uzak kalalı yıprandı deli gönül
Her zaman seni sevdi, ah yandı deli gönül
Şu yanan vücudumu ne olur yanına al
Mezarda da benim ol, orda da benimle kal
Baş ucumda durup da kulak verirsen bana
Ruhumun iniltisi seslenecektir sana…
 

Ve daha fazla ağlayarak devam etti:

 
Sana yakın olduğum gün yaşadığım günlerin en güzeliydi
Gittiğin günse kahrolduğum
Ölüm korkusuyla titriyorum geceleri
Ama seni gördüğümde geçiyor bütün kederim…
 

Bir tane daha şiir okudu:

 
Sabahları mutlulukla uyanabilirim
Dünya benim olur ve kendimi sultan gibi hissedebilirim
Bana göre onlar bir sineğin kanatları kadar kıymetli
Seni görmediğimde olur mu hiç değerleri
 

Sözlerini bitirdiğinde ve ağlamayı kestiğinde ona: ‘Ah, bu kadar gözyaşı yeter! Ağlamanın sana bir faydası yok!’ dedim.

‘Bana karışma!’ diye cevap verdi. ‘Bunu yapmazsam kendime zarar vereceğim.’

Bense sükûnetimi muhafaza ettim ve onu kendi hâline bıraktım. O da ağlamaya ve kederlenmeye bir yıl daha devam etti. Üçüncü yılın sonunda fazlasıyla uzun süren bu matemden sıkıldım ve bir gün beni rahatsız eden bir meseleden dolayı sinirle türbeye girdim. Orada karımı şunları söylerken buldum: ‘Ah benim efendim! Bana bir daha bir tek söz bile lütfedemeyeceksin. Bana neden cevap vermiyorsun?’ Sonra şu şiiri okudu:

 
Ah mezar, ah mezar… Onun güzelliğini nasıl gölgelersin
Güneş gibi parlak bir güzelliği nasıl karartırsın?
Ah mezar ah mezar… Bana dar cennet de dünya da
Sen ki birleştirdin güneşimi de ayımı da…
 

Bu sözleri duyunca öfkeden deliye döndüm ve bağırdım: ‘Seni kadınların en adisi, fahişelerin en iğrenci! Sen ki bir zenciyle kırıştırdın. Aslına bakarsan çok iyi bir şey yapmışım!’ Sonra onu öldürmek amacıyla kılıcımı çektim fakat o, sözlerimi ve kendisini öldürme niyetimi alaya alarak haykırdı:

‘Alçak adam! Seni köpek! Yazıklar olsun seninle geçirdiğim dönüşü olmayan zamana… Sen bana bunu yaptın ya, Allah da seni benim elime düşürdü. Bana öyle bir kötülük ettin ki yüreğim yandı. İçime hiçbir zaman sönmeyecek bir ateş düşürdün!’


Bu sözlerin ardından ayağa kalktı, anlaşılmaz şeyler mırıldandı ve şöyle dedi: ‘Sihrimin gücüyle yarı insan yarı taş ol!’ ”

“Sonrasını zaten biliyorsun; ayağa kalkamıyorum. Ölü ya da diri değilim. Bununla da kalmadı ve bütün şehri büyüledi. Bütün caddeleri ve sokakları… Yaptığı sihirle dört adayı da dört dağa dönüştürdü. Senin bana sorduğun gölün etrafındaki dağlar var ya işte onlar… Şehir halkı dört farklı dine mensup insanlardan oluşuyordu. Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve Mecusi… Büyü yoluyla insanları da değiştirdi. Müslümanları beyaz, Mecusileri kırmızı, Hristiyanları mavi ve Yahudileri sarı renkli balıklara çevirdi. Bana her gün yüz kırbaç vurdu ve çeşitli işkenceler etti. Her bir kırbaç darbesi vücudumdan sel gibi kan akıttı. Dahası vücudumun üst kısmına kıldan yapılma bir elbise giydirdi; üzerime işte bu cübbeyi sardı.”

Sonra sultan ağlayarak şu şiiri okumaya başlamış:

 
Sabırla, katlanıyorum Tanrı’m, kaderime
Ne olursa olsun tahammül edeceğim senden gelene
Bana baskı yaptılar, hayatımı zindana çevirdiler, gördüm işkence
Ama cennet mutluluğu unutturur acılarımı
Evet acılar ve nefret kısıtladı hayatımı
Ama Mustafa ve Murtaza açacak bana cennetin kapılarını…
 

Bunun üzerine sultan, genç adama dönerek şunları söylemiş:

“Ah genç adam, bir acın tükenmeden yenisi başlamış. Fakat şimdi o kadın nerede? Yaralı zencinin yattığı türbe ne tarafta?”

“Zenci, şu taraftaki kubbenin altında yatıyor.” demiş genç adam. “Kadınsa şuradaki odada. Her gün güneşin doğmasıyla birlikte yanıma gelir. Önce kıyafetlerimi çıkarır, bana deri kırbaçla yüz defa vurur ve ben çığlık çığlığa kalır, ağlarım. Fakat vücudumun alt kısmını hareket ettiremediğimden onu kendimden uzak tutamam. Bana işkence etmeyi bitirdikten sonra kölenin yanına gider. Ona içki ve haşlanmış et götürür. Bu her gün böyle devam eder.”

“Allah’ın rızasını kazanmak için genç adam, sana bir iyilik yapacağım. Öyle bir iyilik ki ben öldükten sonra bile hatırlanacak.”

Sonra sultan, genç adamın yanına oturmuş ve gece oluncaya dek onunla sohbet etmiş. Konuşmaları bittiğinde ise uzanıp uykuya dalmış. Şafak söker sökmez kıyafetlerini çıkarmış. Kılıcını bilemiş ve aceleyle zencinin yattığı yere gitmiş. Adam, mumların, lambaların, güzel kokulu parfümlerin, envai çeşit merhemin olduğu bir kubbenin altında yatıyormuş. Sultan, tek bir bıçak darbesiyle adamı oracıkta öldürüp saraydaki bir kuyunun içine atmış. Sonra zencinin yattığı yere tekrar dönüp onun kıyafetlerini giymiş ve kılıcını yanına alarak adamın yattığı yere uzanmış.

Bir saat kadar sonra melun cadı gelmiş. İlk önce kocasının yanına gidip kıyafetlerini soyduktan sonra onu kırbaçlamaya, zalimce dövmeye başlamış.

Adam “Şu çektiğim yeter! Bana merhamet et amca kızı…” diye ağlamış.

Kadın: “Çok sevdiğim tek aşkımın hayatını mahvederken sen bana acıdın mı?” demiş.

 

Sonra yapağıdan yapılma kıyafeti adamın çıplak ve kanayan bedenine giydirmiş. Cübbesini de sardıktan sonra bir kadeh şarap ve bir tas haşlanmış et ile kölenin yanına doğru yola koyulmuş. Feryat figan ağlayarak kubbenin altına gitmiş.

“Ah, ah!..” demiş ağlayarak. “Ah efendim, konuş benimle. Bir şey söyle!”

Sonra şu şiiri okumuş.

 
Bu acımasızlığa, bu sevgisizliğe ne kadar dayanırım
Yetmedi mi bu kadar gözyaşım?
Bizi kasten mi ayırıyorsun birbirimizden
Sevinecek misin düşmanımı mutlu edersen?
 

Sonra ağlayarak devam etmiş: “Efendim konuş benimle, konuş…”

Sultan, sesini değiştirerek zenciler gibi konuşmuş:

“Ah, ah, Allah’tan başka sığınılacak hiç kimse yoktur. Göklerin ve yerin sahibi odur.”

Kadının bu sözleri duymasıyla sevinçten bayılması bir olmuş. Kendine geldiğinde sormuş:

“Efendim, konuşma kabiliyetinizi kazandığınız doğru mu?”

Sultan sesini değiştirerek cevap vermiş:

“Lanet kadın! Seninle konuşmamı hak ediyor musun ki?” “Peki neden?”

“Sebebi şu ki; gün boyunca kocana eziyet edip duruyorsun, o da yardım dilemek için gece gündüz demeden göklere sesleniyor. Acısından lanet okuyup küfürler ederek gürültü yapıp bana uykuyu haram ediyor. Eğer böyle olmasaydı sağlığıma çoktan kavuşur, seninle yeniden konuşabilirdim.”

Bunun üzerine kadın: “Senin rahatın için ona yaptığım büyüyü bozarım. Yeter ki sen huzurlu ol!” diye cevap vermiş.

“Onu serbest bırak ki biraz olsun dinlenebileyim.”

“Emrin başım üstüne!” demiş kadın ve oradan ayrılıp saraya gitmiş.

Sabah olduğundan Şehrazat masalına burada ara vermiş; ertesi akşam da hükümdarın isteği üzerine devamını anlatmaya başlamış:

Kadın metal bir kâse alıp içine su doldurduktan sonra suya bir şeyler okuyup üflemiş. Bunun üzerine su, ateşin altına konulmuşçasına kaynayıp fokurdamaya başlamış. Kadın, suyu kocasının üzerine serpiştirerek şöyle demiş:

“Şayet benim yaptığım kara büyü seni bu hâle getirdiyse eski hâline geri dön!”

Aniden titreyip sarsılan genç adam, ayağa kalkmış. Kurtuluşuna sevinerek yüksek sesle: “Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed onun kulu ve elçisidir.” demiş.

Sonra kadın çığlık çığlığa:

“Yoluna git ve sakın buralara dönme! Eğer dönersen şuna emin ol ki seni öldürürüm!” diye bağırmış.

Böylece adam, kadının elinden kurtulmuş. Kadınsa türbenin olduğu yere dönmüş, kubbeye yaklaşmış ve:

“Ah benim efendim… Bana yaklaş da sana bakabileyim, güzelliğini seyredebileyim…” demiş.

Sultan, donuk ve alçak bir sesle cevap vermiş: “Sen ne yaptın? Sadece daldan kurtuldun. Kökten değil.”

“Ah sevgilim, benim güzel sevgilim! Ne demek istiyorsun?”

“Yazıklar olsun sana lanet kadın! Dört adanın ve bu şehrin insanları her gece kafalarını sudan kaldırıp göklere yalvarıyor. Hani şu senin balığa çevirdiğin insanlar… Sana ve bana lanet okuyup duruyorlar. İşte bu sebepten vücudum sağlığına bir türlü kavuşamıyor. Git ve onları özgür bırak. Sonra gel ve elimi tutup beni ayağa kaldır. Şimdiden bir parça güçlendim.”

Kadın, sevgilisi olduğunu düşündüğü sultanın sözlerini duyduğunda sevinçle haykırmış:

“Ah efendim… Her şeyimle senin emrindeyim. Bismillah…”

Büyük bir keyif ve memnuniyet duyarak ayağa kalkmış. Göle koşup avucuna biraz su almış, üzerine anlaşılmayan sözler okuyup üflemiş.

Balıklar kafalarını kaldırmışlar ve bir anda insana dönüşüvermişler çünkü artık büyünün etkisi altında değillermiş.

Gölün olduğu yer ise yeniden kalabalık bir şehre dönüşmüş. Pazarlar alışveriş yapan halkla dolmuş ve herkes tıpkı eskisi gibi işleriyle meşgul olmaya başlamış.

Dört tepeye gelince; orası da eskiden olduğu gibi dört adaya dönüşmüş.

Sonra genç kadın, yani kötü yürekli büyücü, zenci sevgilisi sandığı sultanın yanına gitmiş, ona:

“Ah sevgilim, o güzel elini bana uzat ki kalkmana yardım edeyim.” demiş.

“Yanıma yaklaş!” demiş sultan zenciyi taklit ettiği sesiyle.

Kadın onu kucaklamak üzere yanına yaklaştığında adam kılıcını çekmiş ve kadının göğsüne bir darbe indirmiş. Öyle bir darbe ki kadını delip geçmiş. Sonra ona ikinci bir kez daha vurmuş kılıçla. Bu seferse kadın ikiye bölünüp yere yığılmış.

Bunun üzerine sultan, yola çıkıp genç adamı bulmuş. Büyüden kurtulmanın verdiği sevinç ve mutlulukla genç sultan, onun elini öpmüş ve sonsuz teşekkürlerini sunmuş.

Sultan, genç adama:

“Bu şehirde mi kalacaksın, yoksa benim şehrime mi geleceksin?” diye sormuş.

Genç adam da:

“Ey sultanım, kendi şehrinle bu şehir arasındaki mesafeden haberin yok mu?” diye cevap vermiş.

“İki buçuk gün.” demiş sultan.

“Uykuda mısın sultanım? Senin şehrinle burası arasında bir yıllık yürüme mesafesi var. Sen bu şehre sandığın gibi iki buçuk günde gelmedin ve bilmeni isterim ki sultanım senin yanından bir an bile ayrılmayacağım.”

Genç adamın sözlerine sevinen sultan, şunları söylemiş:

“Seni bana bağışlayan Allah’a şükürler olsun! Bu andan itibaren sen benim bir tanecik oğlumsun. Hayatım boyunca hiç sahip olamadığım oğlum…”

Bunun üzerine ikisi büyük bir sevinçle kucaklaşmış ve saraya gitmişler. Uzun bir süre boyunca büyünün etkisi altında kalan genç sultan, generallerine ve üst düzey idarecilerine kutsal topraklara hac ziyaretinde bulunacağını bildirip yolculuk için gereken her şeyi temin etmelerini emretmiş.

On gün süren hazırlıkların ardından memleket hasreti çeken sultanla birlikte yola çıkmışlar. Bir sürü değerli hediye ile birlikte memluk askerlerin eşliğinde gece gündüz demeden yol almışlar.

Hiç ara vermeden devam ettikleri bir yıllık yolculuk sonunda şehrin sınırına ulaşmışlar ve elçiler gönderip yaklaştıklarını haber vermişler.

Sultandan ümidi kesmiş olan vezir ve ordu, gelişlerini sevinçle karşılamış, önünde yeri öpmüş ve ona sıhhat dilemişler. Sultan tahtına yerleşmiş ve vezirine genç sultanın başına gelenleri anlatmış. Vezir de sıkıntısından kurtulmayı başaran sultanı tebrik etmiş. Hükümdarlığının başına yeniden geçen sultan, halkına değerli hediyeler dağıtmış ve adamlarına emretmiş:

“Balıkları getiren adamı huzuruma çağırın!”

Sultan, halkın büyüden kurtulmasını sağlayan adamı huzuruna çağırtmış. Ona birçok değerli şey hediye etmiş ve hâlini hatırını sorup çocukları olup olmadığını öğrenmek istemiş.

Balıkçı iki kızı bir oğlu olduğunu söylemiş. Sultan kızlardan birini kendine, diğerini genç sultana eş olarak almış. Oğlanıysa hazinedar yapmış. Dahası, vezirini eskiden genç sultana ait olan ülkenin sultanı yapmış ve yanına elli asker katıp üst düzey görevlilerini emrine vermiş.

Vezir de sultanın ellerini öpmüş ve yola çıkmış. Sultan ve genç adam da sarayda kalıp hayatın tadını çıkarmaya devam etmişler. Balıkçı zamanının en zengin adamı olmuş. Kızları da ölünceye kadar bu iki sultanın eşi olmuş.

“Fakat şahım…” demiş Şehrazat. “Bu masal berberin hikâyesinden daha ilginç değil…”