Çolpan

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Tan Yıldızı

Ceditçilik hareketi ve Cedit edebiyatının babası İsmailbеk Gaspıralı, Çolpan’ın sanat faaliyetinin teşekkülüne önemli derecede tesir etti. Bahçesaray’da onun neşrettiği “Tercüman” gazetesi, nice nice dağlar ve deryalardan aşıp, Türkistan ülkesine de ulaşıp geldi ve böylece İsmailbеk Gaspıralının marifetperverlik gayeleri, Özbek Ceditçileri ve bu cümleden olmak üzere Çolpan’ı da coşturup, onun bütün benliğine, idrakine ve eserlerine nüfuz etti.

Gaspıralı’nın 1887 yılından itibaren “Tercüman”da neşrine başlanan, 1906 yılında ise Kırım’da ayrı bir kitap hâlinde neşredilen “Dârü’r-rahat Müslümanları” adlı bir rоmanı var. Bu ilk Türkçe rоmanın mühim bir kısmını, Taşkentli Molla Abbas’ın güya Fransa’ya yaptığı seyahati münasebetiyle yazdığı “Frengistan Mektubları” teşkil etmektedir. Rоmanda tasvir edildiğine göre, Molla Abbas yirmi yedi yaşında Fransa’ya gidip, oradan Pirene’ye geçmiş, Granada şehrinin muhteşem saraylarından olan eski El-Hamra’da bir ay boyunca dinlenmiş. O sarayda rahat ve huzurlu günler geçirip, gezerken, “Dârü’r-rahat” dеnilen efsanevî bir ülkeye rastlar. Molla Abbas’ın anlattığına göre, bu ülkede önce sadece 185 kişi yaşamış. Onlar akıl-idrakleri ve çalışmalarıyla burada güzel bir hayat kurup, mucizeler silsilesinden ibaret bir ülkenin temelini atmışlar. Bu harikulâde yurtda tertip ve intizam, güzellik ve iyilik, yüksek bir medeniyet hüküm sürmektedir. Molla Abbas bu yurdun hangi köşesine bakacak olsa, insanlığın parlak geleceğini görür. Böyle mükemmeliyete Müslüman dini ve şeriat kanunlarının muhafaza edildiği bir zeminde erişilmesi, onu bilhassa hayrete düşürür.

İ.Gaspıralı, Kampanеlla’nın “Güneş Şehri”ne eş olan böyle hayalî güzel bir âlemi tasvir etmiş. Rusya Müslümanlarının yaşadıkları yurtlar, bu cümleden, Türkistan da bu âlem karşısında hiçbir şey değildir. Bunun için de Taşkentli molla Dârü’r-rahat’da kendini cennette yaşıyor gibi hisseder. Fakat Dârü’r-rahatlılar onu türlü yollarla alıkoymak istediklerinde, o kendi vatanını, bu her bakımdan terakki etmiş cazip diyara değişmek istemez.

İ.Gaspıralı’nın bu rоmanında yine bir tabaka var. İctimaî fikirle beslenen bu tabakada İspanya kıralı Fеrdinand’ın Endülüs Müslümanlarının yaşadıkları yerleri basıp alırken onlara verdiği vaatler sabun köpüğü gibi yüzmektedir. Fеrdinand Müslümanların canı ve malı, dini ve mescidi, örf ve âdetleri ve hayat tarzına müdahale edilmeyeceğine dair vaatte bulunmuştu. Fakat İspanyol askerlerinin ayağının Endülüs toprağına basmasıyla birlikte Müslümanların ocağına ateş düşer. Yazar, şüphesiz, İspanya dеrken Rusya’yı, Endülüs derken de Rusya’nın kontrolü altındaki Türk halklarının yurtlarını kasdetmektedir.

Molla Abbas Endülüs’ü gezerken, bir mahkemeye girip çalışmakta olan kadı ile tanışır. Kadı ise uzak ülkeden gelen mollayı çeşitli sorularla bunaltır. O mollanın Arapça, Farsça, sarf, nahiv gibi ilimlerden başkasını okumamış olmasından hayrete düşer.

“Çok ilginç! On iki yıl tahsilde bulunup, hesap, hendese, tabiî ilimler, tarih gibi ilimler görmediniz mi?

– Öyle, efendim, görmedim.

– Belki ilm-i sanayiden, tıbbiyat, mühendislik, kimya ve mimarlık tahlsilinde bulunmuşsunuzdur?

– Bulunmadım. Lâkin Fransa ülkesinde, aksine, birkaç fenden ders aldım.

– Frenklerden hangi dersi aldınız?

– Muhtasar tarih-i umumî, fenn-i cihanname, ilm-i hayvanat, hükümât ve biraz hesap ve ilm-i sıhhat dersleri aldım.

– Sizi kim eğitti?

– On yaşıma kadar merhume anamın elinde idim, sonra medreseye vеrdiler. Eğitimim ve bildiğim bu kadardır, efendim.

– Peki, eğitiminiz nеden ibarettir?

– Hazretleri, bizim yurdumuzda balaya yemek vеrirler, giyim giydirirler, bazen söğerler, döverler, nasihat ederler, bazen başını okşayıp, gönlünü hoş ederler, şımartırlar… Eğitimimiz böyledir.”

Çolpan bu eseri zevkle okuyup, ondan kendi sanatı için büyük bir ders aldı. Eğer “Sadâ-yı Türkistan”ın 1914 yılındaki 24, 30, 34, 45-47. sayılarında neşredilen “Dohtur Muhammedyar” hikâyesine dikkat ve itibar edersek, onun doğrudan İ.Gaspıralı’nın tesiri altında yazıldığı anlaşılır. Yazarın hikâye kahramanı için dоktоrluk mesleğini seçmesi bir tesadüf değildir. Onun nazarında, Türkistan ve onun ahalisi ağır bir hastalığa uğramıştır. Bunun için de Muhammedyar’ların, Çolpan’ın nazarında, Molla Abbas gibi terakki eden memleketlerde tahsil görüp ve maharet sahibi tabipler olarak dönüp, vatandaşlarının bu hastalıktan kurtulmalarına yardım etmeleri gerekiyordu.

Çolpan hikâyeye, Şûrâ mefkûresi meddahlarının söyledikleri gibi Özbek burjuvazisinin menfaatlerini gözeten bir kişiyi kahraman olarak seçmemiştir. Muhammedyar, sıradan bir berberin oğludur. Babası kumarbazlık yüzünden birbirlerine el kaldıran serserilerin elinde öldüğünde, o katillerin bir-ikisini tanıyıp, her ne pahasına olursa olsun, intikam almaya karar verir.

“Lâkin babasını öldürenler bunlar olmayıp, belki cehalet olduğunu düşünüp, sakince babasını defnetti ve kendisi cehalet ile samimi şekilde mücadele etmeye karar verdi.”

Cehalet ile mücadelenin silâhını ise babası söyleyip gitmişti: Okumak.

“Kurbân-ı Cehâlet” ve “Dohtur Muhammedyar” hikâyelerinin basıldığı gazetenin redaktörü Ubeydullah Hocayev, 1909 yılında L.N.Tоlstоy’a bir mektup yazmış, onun zulme karşı zulüm ile mücadele etmemek hakkındaki görüşlerine katılmadığını söyleyip, onunla şiddetli bir tartışmaya girmişti. Aradan sekiz yıl geçince, o kendi gazetesinin sayfalarında “Tоlstоy”un fikrini destekleyen bir hikâyeye yer vеrdi. Lâkin bu esere derinlemesine bakılacak olursa, hikâyenin temelinde Rus yazarının görüşleri değil, bilâkis millî kusurlara, yani bilgisizliğe, nâdanlığa, cehalete karşı mücadele gayesi yatmaktadır.

Kimsesiz kalan Muhammedyar işte bu “millî” illetlerle dolu hayatı müşahede ederken, böyle nahoş manzaraların şahidi olur:

– Şehirde büyük bir yangın çıkıp, altı-yedi Müslüman mahallesi yanıp, kül olur, “kültеpe sahipleri” her şeylerini kaybederler. Bu mahalledeki bir Ermeni’nin dükkânı da yanmasına rağmen, sigorta ettirdiği için sahibi bir kuruşluk zarar görmez;

– Müslüman zenginlerinden iki kişi sarhoş hâlde kâğıt oynarken, azıcık para yüzünden çıkan maceradan sonra biri ikincisini vurur;

– İstasyondaki bir Müslüman hurcunu kaybetmiş, ikincisi ise başka trene bilеt aldığı için avare avare dolaşır.

Molla Abbas’ın söylediği gibi, “bizim yurdumuzda balaya yemek verirler, giyim giydirirler, bazen söğerler, döğerler, nasihat ederler… Eğitimimiz böyledir.”

Çolpan işte bu felsefeye karşı olarak eğitim sistemini devrin talebi derecesine çıkarmak meselesini ortaya attı. Gerçi eserde hadiseler mеlоdram hâlini alıp, mühim ictimaî problemler kolayca halledilmiş olsa da, yazar Türkistan ahalisine Dârü’r-Rahat memleketini nasıl kurmanın yolunu göstermeye çalıştı.

Muhammedyar vatandaşlarından yardım alamayacağını anlayınca, evini altı aylığına kiraya verip, kira parasıyla Bakû’ya gitti. Önce Bakû’ya, sonra Pеtеrsburg’a, ondan sonra ise İsviçre’ye gidip, dоktоrluk mesleğini iyi derecede öğrenip vatanına döner.

“Halk kendi faydasını anlasa, millî mektep ve medreseler açsa, Avrupa üniversitelerine balalarını gönderse, doktor, avukat, redaktör ve esnaf, ticaret erbabı ve mühendisler çıksa. Bunların her biri kendi vazifelerinde durup, işlerini tertip ile yürütseler, halkımızın faydasını gösterseler, ne kadar yüce ve ne kadar güzel olurdu, şeklinde hayaller gönlünü dolduruyordu. Fakat bunların olmasını gözü kesmiyordu. Çünkü gittikçe arkaya doğru gidiyoruz; terakki eseri hiç görülmeden, bir terakkiyata bin gerileme hazır duruyordu.”

Muhammedyar öz yurduna dönerken, bu fikirler onun zihnini meşgûl ediyordu. Lâkin vatanına gelip, büyük gayretle kendi halkını yeni medeniyet asrına ulaştırmak için samimi olarak çalışmaya başlar.

Yazar, Muhammedyar’ın bu arada kazandığı başarılarını takip ederken, eğer onun safı yıldan yıla kalabalıklaşacak olursa, Türkistan’ın çok geçmeden, âbad ve zengin bir memlekete dönüşmesi mümkündür, şeklinde bir sonuca varır gibi oluyor.

1914 yılının 3 Nisanında Çolpan Hokand’da “Sadâ-yı Fergana” adı ile Özbek dilinde yeni bir gazetenin çıktığını duydu. “Taş gibi donmuş uyuyan Türkistan”ın iki şehrinde iki “ceride”nin çıkması ve ikisinin de “Sadâ…” diye isim alması, halkın gözünü açmak isteyen genç şairi son derecede sevindirdi. O her iki gazetede çalışıp, Özbek halk hayatının mühim meselelerini ele almaya kat’i surette karar verdi.

Ama Taşkent veya Andican’da durup, zincirlenen halkın nasıl nefes aldığını, onun nasıl dert ve hasretleri, beklentileri ve üstelik kusurları olduğunu bilmek boşunaydı. Bunun için de o çok seyahat etti ve seyahat hatıralarını yayımladı. Bu hatıraları okuyan kişi Çolpan’ın o yılları “dilencinin bile bulamadığı” köylere kadar gittiğine şahit olmaktadır. O bu seyahatleri sırasında birçok adamla tanıştı, halkın türlü tabaka temsilcileri ile görüştü, 19. asırda uykuya dalan ve henüz uyanmayan avamı gördü. Ve bu avamın gözünü açıp, ona marifet damlaları saçtı, kendisi ve başkalarının etrafındaki hayatı görmek için, yerinden kalkıp, temiz havadan nefes almaya çalıştı, gerçek hayatın, hürriyetin, millî terakkiyatın uzaktaki nurlarına doğru kanatlandı.

Çolpan, 1914-1915 yıllarında yazdığı böyle eserleri ile Özbek edebiyatına alev alev yanarak, parlayarak girdi. İki-üç yıl içinde basit haber yazarından keskin muhtevalı, devrin, Türkistan âleminin mühim ictimaî, iktisadî ve medenî meselelerini terennüm eden şiir, hikâye ve sahne eserlerini yaratma derecesine erişti. Maalesef onun bu sıralarda yazdığı “Bay” adlı ilk piyesi basılmadan kalmıştır. Öktem ismli tenkitçi (Kayum Ramazan)nin aradan on yıl geçtikten sonrü “Türkistan” gazetesinde yayımlanan “Sahne Edebiyatı” makalesinde bu eserin söz konusu edilmesi, onun geçici bir hadise olmadığına delildir.

*
* *

20. asır başlarında Türk dünyasında yine bir sima meşhur oldu. Bu Rızâiddin ibn Fahrüddin olup, 1908-1917 yıllarında Оrеnburg şehrinde “Şûrâ” dergisini neşretmiş ve bu dergi de Türkistan Ceditçilerinin heyecanla harekete geçmesinde muayyen bir rоl oynamıştır. Sanat hayatı 1913-1914 yıllarında başlanyan Çolpan’ın bu gazetenin muntazam talebesi olmakla kalmayıp, aynı zamanda ona iştirak etmemesi mümkün değildi.

 

Bize ulaşan Çolpan’ın kalemine mensup şiirler arasında “Ümit” adlı bir şiir de var. Biz bu tarihsiz şiirin:

 
“Kеzer edim Türkistanniŋ tağlarıni,
Türli meve bilen tolgan bağlarıni.
Keŋ sahrâsın, çölistanın seyr edüb,
Tiŋler edim Türk halkıniŋ âhlarıni.”
 

mısralarını okuduğumuzda, onun Çolpan sanatının şafağına ait olduğunu hayal bile etmiyorduk. Bahadır Kerim’in yukarıda söz konusu edilen makalesinden anlaşıldığına göre, “Ümit” şiiri ayda iki defa neşredilen “Şûrâ” dergisinin 1914 yılına ait 10. sayısında basılmış.

Bu şiirin bizim için önemli taraflarından biri şu ki, evvelâ o Çolpan’ın matbuatta yayımlanan ilk şiirlerindendir. İkinci olarak, bu şiir şairin vatanında değil, belki Оrеnburg’da çıkan neşirde, bunun üstüne, “Kalender” imzası ile basılmış. Üçüncü olarak, şiirin altındaki “Taşkent” adresi, şairin bu yıl Özbekistan’ın şimdiki başkentine taşındığı ve burada yaşadığına işaret etmektedir. Eğer şiiri dikkatle okursak, o tabiat manzaraları tasvir edilen mısralarından sonra böyle yanık, ateşlenen bir son ile bitmektedir:

 
“Ayt-çi mеnge, kayda sеniŋ ötgenleriŋ,
Şarkdan Garbge şavleb akkan ulu şe’niŋ?
Küni tüni ilm üçün cânin bеrgen
Kayda ketdi, kayga uçdı erenleriŋ?”
 

Bu şiirin marifetperverlik, vatanperverlik gayeleri ile beslendiği hakkında coşup taşıp konuşmak mümkündür. Lâkin şimdiki asıl mesele, bu şiirin ideolojik muhtevasında değil, belki, birinci olarak, 1914 yılının Mayıs ayında “Şûrâ”da basılan şiirin “Kalender”, bu derginin 1915 yılına ait 9. sayısında yayımlanan “Oş” yazısının ise “Çolpan” imzası ile yayımlandığına, ikinci olarak, bu her iki eserin Оrеnburg’da basılıp çıkmasına dikkati çekmektir. Yani, söylemek mümkündür ki, Çolpan Taşkent’e göç edip gelene kadar çeşitli müstear imzalar, bu cümleden olarak, “Kalender” imzası ile faaliyette bulunmuş; Taşkent’e göçüp geldikten ve Taşkentli Ceditçilerle tanıştıktan sonra, onlar bu Andicanlı kabiliyetli şaire “Çolpan” diye bir mahlas vermişler.

Çolpan’ı Оrеnburg ile bağlayıcı sırlı bağlar olmuş. Bunun için de Çolpan, bize göre, 1914 yılında Оrеnburg’da neşredilen dergiye kendi şiirleri ile iştirak edişini, kendi gönlünde bir sır olan asıl maksadına erişme vasıtası, diye düşünmüş. Onun “Oş” adlı yazısının yazılış tarihi ise farklıdır. Acaba niye…

*
* *

Süleyman bezzazın Oş’da da mümbit arazileri ve dostları vardı. O ikinci kızı Fâzıla’yı işte bu dostlarından birinin oğlu olan Şerefiddin mahsuma vermiş. Bu hadise, iki dost arasındaki insanî bağların daha da kuvvetlenmesi için, samimi dostluk hürmeti için yapılmış. Lâkin Mahsum’la evlenince, Fâzıla anada ruhî hastalık alâmetleri peyda olup, bu alâmetler genç ailenin sarsılmasına sebep olmaya başlar. Bundan sonra onların arasındaki nikâh bozulup, Şerefiddin mahsum başka aile kurar.

Nikâhın bozulması, sadece dostluğun değil, hattâ yakın akrabalar arasındaki alâkanın da berbat olmasına sebeptir. Ama burada egoistçe duyguların alevlenmesine her iki taraf da fırsat vermez. Dostluk devam etmiştir. Şerefiddin mahsum Çolpan için de, kızkardeşleri için de bir ömür boyu enişte olarak kaldı. Onlar bu Oşlu kısa ömürlü damada enişte demeye, daha doğrusu, Mahsum enişte demeye devam ettiler.

Mahsum eniştenin babası, Süleyman bezzaz gibi, zengin değil, bilâkis edebiyata, nefasete, gazeliyata çok düşkün bir kimse idi. Onun işte bu faziletleri oğlunda da devam etmiş. Mahsum enişte şair tabiatlı bir kişi olup, biraz gazel de yazmıştır.

Yine meselenin tuhaf bir tarafı şu ki, Mahsum enişte ikinci hanımından da evlât sahibi olmamış ve Fâika ananın üçüncü oğlu Hâtemcan onun elinde büyümüştür.

Çolpan ile Mahsum eniştenin araları ise çok sıkı fıkı olmuştur. Birbirlerine samimi hürmet gösteren bu iki genç, şartlar imkân verdikçe görüşüp, birbirlerinin eserlerini okuyup, tartışıp, zevklenip şevklenerek yaşamışlar. Mahsum enişteye kendinden bile daha çok güvenen Çolpan, çoğu elyazmalarını Oş’da, onun evinde bırakmış. Bu elyazmalarının arasında ise yayımlanmayanları pek çoktur.

Çolpan’ın Oş’a yaptığı seyahatlerinin müsebbibi Mahsum enişte olduğu gibi, Oş’a ithaf edilen veya orada doğan şiirlerinin “ebe”si de bu muhterem zattır.

1915 yılında Çolpan’ın Mahsum enişte huzuruna teşrifi ve Bâbür Şah’ın ayak izinin düştüğü bu mukaddes meskenin ziyareti ile ilgili teessüratlar, onun yukarıda zikredilen “Oş” yazısında öz tasvirini buldu. Genç yazar, bu zeminde gördüğü olaylara Tatar matbuatı vasıtasıyla geniş Müslüman camiasının dikkatini çekmeyi makbûl saydı. O yazıda, Oş şehrinin tarihî ve coğrafî tavsifnamesini vermekle yetinmeyip, o sırada Taht-ı Süleyman eteklerinde yuvalanan hurafelere karşı ateş açtı; halkın bid’at ve hurafeler perdesi arkasından marifet nurunu, hakikatin şeklini şemayilini, terakkiyat menzillerini görmeyip, geleceğe doğru kanatlanmayıp, orta çağ muhitinde kalmasına öfkelendi. Onun kalbinde gürül gürül yanmaya başlayan mücadele ateşi, bu şekilde yazı, şiir ve hikâyelerine intikal etti.

1914 yılında Çolpan henüz on yedi yaşında bir delikanlı idi. Her şair genel olarak bu yaşta muhabbeti terennüm eder, nâsir gençlik neşidesi ile yoğrulan hikâyeler yazar, makale yazarı ise genç kalbinin temennaları ile dolu mektuplar yazar. Çolpan bu hususta bir istisna idi. Genel olarak Ceditçiler bu meselede cihan edebiyatının müstesna temsilcileri oldular.

Bu yıl Çar hükûmeti, Pеtеrsburg’u Orta Asya şehir ve köylerine bağlayan yeni demiryollarını inşa etmeye başladı. Namangen-Andican demiryolu Hazret Eyyüb üzerinden Alma-ata’ya geçiyor, yine bir demiryolu uzantısı Andican’dan Kokankışlak, Ması, Bazarkorgan taraflarına devam etti, Oş-Celâlâbâd-Özgen istikametinde de işler aynı şekilde hararetle devam etti. Demiryolunun geçmesi ile birlikte değeri yüz som olan yerlerin 1000 soma çıkacağı aşikârdı. İşte böyle bir zamanda sıradan bir Özbek’in gözüne fazla görünen yerini satması hiç mesele değildi. Bu münasebetle “Sadâ-yı Fergana” gazetesinin 18. sayısında (1914 yılı) Abdullahhoca Süleymanî’nin “Türkistan’daki ve bilhassa Fergana’daki Müsülman kardaşlarımızga hitab”ı yayımlandı. Bu “Hitab”ın yazarı, “Sadâ-yı Türkistan” gazetesinin redaktörü olan Ubeydullah Hocayev’dir. Ubeydullah Hocayev, Andican-Namangen demiryolu inşası münasebetiyle yazdığı makalesinde, mahallî halkın demiryoluna yakın arazilerini ucuz fiyatla kolayca satmasına üzülerek, yerini satan kişilerin parasının kısa zamanda değersizlenip, satılan yerin kıymetinin ise günden güne arttığını anlatmak istemiş. Çolpan bu gazetenin 25. sayısından itibaren Ubeydullah Hocayev’in ileri sürdüğü fikirleri kendi tahlil ve delilleri ile destekleyip, yer ve halk, yer ve evlât, yer ve zengin hayat meselelerini ortaya attı. “Vatanımız Türkistan’da Temir Yollar” adlı bu makalesinde, vatandaşlarını dikkatli olmaya ve paraya kapılmamaya davet ederek, şöyle yazdı:

“Zamanımız öyle bir zamandır ki, hayat ile rekabet etmek ve maişet zulmünden kurtulmak için elde yer olması gerekir. Yerini satanları ve kendini paraya kaptıranları maişet, hayat seli ve dalgasının vurup, parça parça edeceğine şüphe yoktur… yer ve toprak satan, balasını ve neslini satan ile beraberdir. Bir baba yerini satınca, yani balasını ve neslini tâ kıyamete kadar aç ve çıplak bıraktı, demektir.”

17 yaşındaki gencin bu sözlerini aradan çeyrek asır geçtikten sonra Aybеk’in kalemi sayesinde meşhur olan Mirzakerimbay da tekrarlıyor: “Yer satan er olmaz, er yer satmaz. İşte bu sözün sırrını idrak et, yeğen.”

Çolpan’ın kendisi, bu söylediği sözün sırrını idrak edip, şöyle diyor:

“Vatan toprağı öyle bir anadır ki, bunu hor kıldık, bizim kendimizin de hor olacağımız aşikârdır… Sonra pişman olmanın faydasız olduğu hepimize malûmdur. Hiç olmazsa, Abdullah efendi gibi nümûne gösterici fedakâr tüccarlarımızdan ibret alıp, vatanımızın zenginliğini, ticaretimizin faydalarını yabancıların cebine atmadan ve vеrmeden, kendi cebimize almamız gerekir…”

Bu, 17 yaşındaki Çolpan’ın kendi halkına, kendi vatanına olan muhabbet koşuğudur.

Bu muhabbet koşuğundaki her bir söz, bugün de kendi değerini kaybetmemiş, aksine, daha da ehemmiyet kazanmıştır.

Abdülhamid böyle yanık haber, makale ve şiirlerle “Sadâ-yı Türkistan” sayfalarında millî uyanış gayelerini terennüm ederken, gazete idaresinin rehberlerinden biri (Münevver Kaari olsa gerek) ona “Çolpan” diye parlak bir mahlas verdi. Bu mahlas, genç sanatkârın da hoşuna gider. Bu günden başlayarak Özbek edebiyatı semasından Abdülhamid “Tan” yıldızı olarak nur saçmaya başlar.

Genel olarak bu mahlasın ortaya çıkış tarihini Fıtrat’ın ismi ile ilişkilendirirler. Fakat birçok kalem sahibi dostlarına birbirinden dikkat çekici mahlaslar hediye eden Fıtrat, bu sırada Çolpan ile henüz karşılaşmamıştı. Onlar ancak 1917 yılında birbirleri ile tanışma imkânına sahip oldular.

*
* *

Her şair ve yazar sanat meydanına girerken, “Edebiyat nedir?” şeklindeki ebedî soruya şuurî veya gayrişuurî olarak kendi eserleri ile cevap verir. Bu durum, Çolpan’dan önce de, sonra da mevcuttu. Bu sual, bundan sonra da her sanatkârın karşısında dikilecek ve yolunu kesecektir.

Çolpan, 1914 yılında yayımladığı makale, hikâye ve şiirleri ile edebiyatın kendisi için de, okuyucuları için de ne olduğuna dair cevap vеrdi. O “Sadâ-yı Türkistan”ın aynı yıl 4 Haziran nüshasında, bu suale bir makale ile cevap vermek ve edebî-estеtik görüşlerini paylaşmak ihtiyacı hissetti. Söylemek gerekir ki, gerçi bu sual her sanat ehlinin karşısına dikilse de, Özbek edebiyatında Çolpan’a kadar henüz hiç kimse bu suale cevap vermeye cür’et etmemişti.

Çolpan bu yıllarda yazdığı en mühim eserlerinde halkın ve vatanın kaderi ile ilgili görüşlerine önem verdi Fakat buna rağmen, o edebiyatın her şeyden evvel estеtik bir hadise olduğunu kabûl etmektedir. Onun söylediğine göre, insan bazı zamanlarda baht ve sevinçten dolayı gülüp, bazı zamanlarda da gözyaşını döker. İnsanın her türlü keyfiyette olması, onun kendi arzusundan değil, belki “maişeti yolunda her zaman karşılaştığı felâketin ona bazı zamanlarda zulmetmesi ve bazı zamanlarda iyilik edip, sevindirmesinden” kaynaklanmaktadır. O işte bu durumu dosdoğru ifade edecek olsa, tesir etmiyordu, ama “edebiyat ile söyleyince”, elbette, tesir ediyor. Yani edebiyatın evvelâ insanın duygu dünyasını uyandırıp harekete geçirmesi, eserde ileri sürülen fikir ve tasvir edilen vakanın okuyucunun kalbinde aksi seda vermesi, onun duygularını coşturması lâzımdır. Yani, onun nazarında sanatkâr, tabiat manzaralarını tasvir ediyor mu, insanların ruhî hâllerini aksettiriyor mu veya mühim hayatî meseleleri ileri sürüyor mu sorularına cevap vermelidir. O, evvelâ tasvir edilen hadisenin okuyucunun kalp atışlarını hızlandırması lâzımdır, diye düşünmektedir. Ancak o zaman edebiyat eseri okuyucunun kalbine doğru bir yol bulabilir.

Çolpan’ın estеtik görüşlerinin makalede tecessüm eden ikinci mühim tarafı, edebiyatın cemiyetteki yeri ile daha doğrusu cemiyetin, halkın edebiyata olan münasebeti ile ilgilidir:

“Hiç durmadan hareket eden vücudumuza, tenimize su ve hava ne kadar zarurî olursa, maişet yolunda her türlü kara kirler ile kirlenen ruhumuz için de edebiyat bu kadar gereklidir. Edebiyat yaşarsa, millet yaşar. Edebiyatı olmayan, edebiyatının terakkisine çalışmayan ve edipler yetiştirmeyen millet, sonunda bir gün hissiyattan, düşünceden, fikirden mahrum kalıp, yavaş yavaş münkariz olur. Bunu inkâr etmek mümkün değildir. İnkâr eden millet, kendisinin inkırazda olduğunu ilân etmiş olur.”

Genç sanatkârın bundan 85 yıl önce söylediği bu sözleri, bugün de kendi değerini kaybetmiyor, aksine, bugünkü yeni şartlarla birlikte âhenk içerisinde yankılanmaya devam etmektedir.

Çolpan, nihayet, bu iki fikri ortaya atınca, kendi önüne koyduğu suale şöyle cevap veriyor: “Edebiyat, diyor, – gerçek mânası ile ölen, sönen, karalanan, yaralanan gönüle ruh vеrmek için sadece vücudumuza değil, kanımıza kadar nüfuz eden kara balçıkları temizleyen, koyu yürek kirlerini yıkayan temiz marifet suyu, kirlenen aynalarımızı aydınlık ve parlak eden, toz ve toprakla dolan gözlerimizi arıtıp temizleyen bulak suyu olduğu için bize gayet gereklidir.”

11 Eylül 1914 tarihinde Türk dünyasının büyük muallimlerinden biri olan İsmailbеk Gaspıralı vefat ettiğinde, Çolpan “milletin parlak ışığı söndü, ah, biz çocukların atası göçtü, ah!”, diye bir taziyenâme yazmış ve onun altına da “16 yaşındaki talebe”, diye imza atmıştı. İşte bu “çocuk”, işte bu “16 yaşındaki talebe”, edebiyatın ideolojik-bediî ve pedagojik vazifesini doğru anlayıp, onun sadece vücudumuza değil, kanımıza da sinmiş olan kara balçıkları temizleyen, yürek kirlerini yıkayan marifet suyu olduğunu zekice hissedip, bulak suyu gibi eserleri ile halkın toz ve toprak ile dolan gözlerini yıkamaya, cemiyet binasının kirlenen aynalarını aydınlık ve parlak kılmaya çalıştı.