Çolpan

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

22. Rüstem Hemdemov, “Cehan Edebiyatı”, 2015, 8. Sayı, s. 145-149.

2016

1. Aybek ve Uniŋ “Kutluğ Kan” Romanı Hakıda, Aybek, Kutluğ Kan, Taşkent, G.Gulam Nâmıdagi…, s. 244-247.

2. ХХ Asr Özbek Edebiyatı Vâhid Zâhidov Telkinide, “Özbek Tili ve Edebiyatı”, 2016, 3. Sayı, s. 9-13.

3. Erkin Vâhidov Gülşeni, “Erkin Vâhidov Zamandaşları Hatırasıda”, Taşkent, “Özbekistan”, 2016, s. 27-34.

4. Aybek ve Cahan Edebiyatı, “Aybek İcâdıniŋ Ma’neviy-Ma’rifiy Ehemiyeti” Mevzuidegi Respublika İlmiy-Emeliy Konferentsiyası Materialları”, “Gülistan”, 2016, s. 4-15.

5. Ubeydulla Hocayev, Milliy Matbuatımizniŋ Yirik Nemâyendesi, “Özbekistan Matbuatı”, 2016, 2. Sayı, s. 26-31.

6. Balalar Edebiyatınıŋ Keçe ve Bugüni, “Til ve Edebiyat Ta’limi”, 2016, 5. Sayı, s. 10-12.

7. Mamarasul Babayev-Terciman, “Cahan Edebiyatı”, 2016, 4. Sayı, s. 72-73; М.Babayev Tercimeleriden Nemuneler Oşa Yerde, s. 74-78.

8. Fergana Cedidleriniŋ Serveri, “Vâdiynâme”, 2016, 1. Sayı, s. 636.

9. Tuprakka Kaside (H.Şeripov), “Hüsniddin Şeripov Zamandaşları Hatırasıda”, Taşkent, 2016, s. 51-54.

10. Hüsniddin Şeripovni Esleb…, “Hüsniddin Şeripov Zamandaşları Hatırasıda”, Taşkent, 2016, s. 54-61.

11. Aydın Keçeler, “Maksud Kaarıyev Zamandaşları Hatırasıda”, Taşkent, 2016, s. 5-14.

12. Gazneviyler Hakıda Roman, “Maksud Kaarıyev Zamandaşları Hatırasıda”, Taşkent, 2016, s. 179-193.

13. Aydın Keçeler Küyçisi, “Til ve Edebiyat Ta’limi”, 2016, 11. Sayı, s. 30-32.

14. Unutılgen İnterv’yu, “Özbekistan Matbuatı”, 2016, 5. sayı.

15. Prazdnovanie Yubileev Nizami i Nevâi v osacdennom Leningrade, “Zvezda Vostoka”, 2016, Nu. 6.

2017

1. Uluğ Şâir Hakıda Eser, “Alişer Nevâyi ve ХХI. Asr” Mevzuıdagi Respublika İlmiy-Nazariy Encümeni Materialları, Taşkent, 2017, s. 181-199.

2. Alişer Nevâiyniŋ Babası Aravanlik Bolgenmi?, “Alişer Nevâyi İcâdiy Merasıniŋ Umumbeşeriyet Ma’neviy-Ma’rifiy Terakkiyatıdagi Ornı”, Halkarâ İlmiy Konferentsiya Materialları, 2017, 11 Nisan, Nevâiy, 2017, s. 71-78.

3. Refik Mömin, “Vâdiynâme”, 2017, 1(3). Sayı, s. 47-53.

4. İshakhan İbret, Stalinçe Katağan Kurbanı, “Vâdiynâme”, 2017, 2. Sayı, s. 24-30.

5. Abdulla Kâdiriy ve Emir Umarhannıŋ Kenizi, “Vâdiynâme”, 2017, 2. Sayı, s. 82-90.

6. Sözbaşı, Rahmanov Abdukemal, Kuzgunlar Hamlesi, Taşkent, Turan Zemin Ziya, 2017, s. 3-7.

7. Müstakillik, Teatr, Dramaturgiya, Kitabda: Serçeşme Mevcleri (Makaleler), Taşkent, 2016, s. 93-106.

8. Çirmendekeş Tenkidçiler yahud Tarh Galvırıdan Tüşib Kalgen Eserler (Fâzıl Ferhad Bilen Suhbet), “Таsvir”, 2017, 24. Sayı, (15 Haziran), s. 12-13.

9. Nezir Törekulov-Birinçi Özbek Diplomatı, “Vâdiynâme”, 2017, 1. Sayı, s. 20-35.

10. Ataklı Artist ve Rejssyar (İsak Kaarı Kerimov), “Vâdiynâme”, 2017, 4. Sayı, s. 36-40.

11. Nezir Törekulov-Birinçi Özbek Diplomatı, “Vâdiynâme”, 2017, 3. Sayı, s. 30-45.

GİRİŞ

“Hayal, hayal… Yalgız hayal gözeldir…”

Çolpan bir şiirine bu sözlerle başlamıştı. Ve derhâl gönlünü kavuran fikri kâğıda dökmüştü:

Hakikatning közleriden korkamen”, demişti.

Onun hakikatin gözlerinden korkması, hayret edilecek bir şey değildir. Onun yaşadığı devrin, onu ezip yutan devrin gözleri ve bu devrin dizginini eline alan partinin gözleri kana, bütün arazisi, malı mülkü elinden zorla alınan varlık sahiplerinin gözleri elem ve siteme, Bеlоmоrkanal’dan Kolima’ya kadar yayılan işkencehanelere sürgün edilen ve ilk fırsatta kurşuna dizilen masum insanların gözleri feryat ve figana, sabahtan tâ akşamın karanlığına kadar tеr döken mihnet ehlinin gözleri ise feryat ve kurtuluş hasretiyle dolu idi. İşte bu gözler, onun gördüğü, onun korktuğu Hakikatin Gözleridir.

“Hayal, hayal… Yolgız hayal gözeldir…”

Bеn bu sözleri okurken, Çolpan’ın mütercimlik kaleminden dökülen aşağıdaki satırlar aklıma geliyor:

“Dünyada en iyi şey, güneşin doğuşunu görmek!

Gökte güneşin birinci şulesi tutuştu; gece karanlığı yavaş yavaş dağdan süzülen dereciklere ve taşların aralarına, ağaçların koyu yaprakları arasına, şebnem içen küçük bitkilerin altına saklanmakta; dağların tеpeleri ise şefkatli bir tebessümle gülümseyip, gecenin yumuşak, hoş gölgelerine söylemek istiyordu ki:

– Korkmayınız, bu, güneştir!”

Çolpanları yaratan, boğup öldüren ve sona ermeden hemen önce onların hatırasını yücelten 20. asır da sona erdi. 20. asır sona ererken, gurubun âğuşundaki güneş gibi, kıpkızıl nurlarla parlaması, ertesi günün, 21. asrın hayırlı gelişinden bir nişane idi. Bunun için de onun 20. asrın bağrında doğuşunu gözlemek gibi zevkli:

“… Dеniz dalgaları bembeyaz başlarını yükseklere kaldırıp, saray güzelleri kendi kırallarına selâm verir gibi, eğilerek giderler ve:

– Ey dünya padişahı, sizi selâmlıyoruz, – derler.

İyi kalpli güneş gülümsüyor, bu dalgalar gece boyunca oynayıp, fırıl fırıl döndüler, şimdi, işte bu temiz yorgun dalgaların mavi elbiseleri buruşmuş, kadife saçakları karışıp gitmiş.

Güneş dеniz üstünde yükselirken:

– Gün aydın! – der.”

Abdülhamid Süleymanoğlu, henüz edebiyat âlemine girdiği bir devirde, onun gelecekte nasıl bir şair olacağını hisseden bilge çağdaşlarından biri ona “Çolpan” mahlasını bahşetmişti. Çolpan, meşakkatli hayatı ve sanatı ile onun parlak ümidini boşa çıkarmayıp, Tan yıldızı olarak karanlık devri aydınlatmaya ve uyuklayan halkı uyandırmaya çalıştı. Ve onun bu gayretleri boşa gitmedi.

Bugun Özbekistan semasında istiklâl güneşi parlayıp, оna, yurdumuzda meydana gelen büyük değişikliklerden 21. asrın, ümit ediyoruz ki, Özbek halkı için hayırlı asrın nefesi esmektedir.

Gelin, yeni asrın güneşinden dökülen ilk şuleler karşısında “Gün aydın!” diyelim. İnşallah, 21. asır hayırlı gelsin, İstiklâl yolunda mertçe mücadele eden Çolpan gibi ulu ecdatlarımızın arzu ve dilekleri gerçekleşip, semasından İstiklâl güneşinin nur saçtığı Özbek diyarı gül-gül parlasın, halkımızın sofrasına kut-bereket girsin!

Birinci Bölüm
UYANIŞ

 
Nеçün açıldı közim, kayge ketdi uykularım?
Bu uyganışda tolıb-taşdı, aşdı kaygularım.
 
Çolpan

Zelzele

Andican, Fergana vadisinde Hızır’ın ayağının değdiği mekânlardan biridir. Burada birçok harikulâde kısmet ve istidat sahipleri yaşadılar. Babürşah, Şah Meşreb, Nâdire Begüm gibi meşhur simalar, bu zeminde yetişti, şöhretleri yedi iklime yayıldı.

Şehirler, sadece büyük adamların beşikleri değildir. İnsanoğlunun hayretten dilinin tutulduğu herhangi bir olay meydana gelecek olsa, bu olay şehirlerin tarihinde de yerini alır. Ve bu olay, sonsuz bir çöl içinde büyüyen yalnız bir çınar gibi, bir nişan veya son menzil vezifesini görür. Bu mânada 1902 yılındaki Andican zelzelesi, o yılın 3 Aralık günü meydana gelen sadece bir felâketi değil, hattâ birilerinin de doğduğu, evlendiği, evlât sahibi olduğu veya vefat ettiği seneyi de ifade eder.

O kış günü, sabah saat 10’da elli bin ahalisi olan şehir, birkaç dakika içinde viraneye dönüştü. Ahalinin yaşadığı evlere, hükûmet dairelerine, Çar ordusunun yerleştiği binalara ve demiryolu inşaatlarına zelzelenin verdiği zararlar, o devrin parasıyla yaklaşık 12 milyon soma ulaştı. 4 bin 652 kişi viranelerin altında kaldı. Böyle dehşetli bir güce sahip olan zelzele, bundan 280 yıl önce de meydana gelmişti.

Fergana vedisinde 280 yıl önce meydana gelen zelzele hakkında tarihî kaynaklarda şöyle malûmatlara rastlanmaktadır:

“Namangen’den 15 kilometre kadar aşağıda, Sırderya’nın yüksek bir sahilinde yerleşmiş bulunan şimdiki Aksı köyünün yanında bir zamanlar bolluk bereket içinde yaşayan Aksı yahut Aksıkеnt adlı bir şehir vardı. O, Fergana vadisinin en eski ve aynı zamanda en nüfuzlu şehri idi.

…Büyük ağaçlar kökleriyle birlikte yere devrilip düştü. Güçlü ve tеz-tеz tekrar eden zelzeleden binalar yıkıldı, pek çok insan viraneler altında kaldı ve helâk oldu; pek çok insanın elleri ayakları kırıldı. Sığırlar dehşetli korkuya kapılıp kırlara kaçıp gitti. Halk bu hadiseyi görüp, kıyamet saati gеldi diye düşünüp, işlediği günahlarından pişman olup, Allah Teâlâ’dan affetmesini isteyerek yalvardı.

Altı ay boyunca zelzele bu şekilde tekrar edip durdu…”

3 Aralık günü meydana gelen ve Andican’ı dümdüz eden zelzele ise hepsi hepsi birkaç dakika devam etti, sadece.

“Güçlü sarsıntılar ve arkasından aralıksız silkinişlerden, – diye yazdı “Türkеstanskiе Vеdоmosti”“ gazetesi, – ayakta dik durmanın imkânı olmadı; tavandan dökülüp düşen alçı parçalarının gürültüsü, kırılan direklerin patırtısı, yıkılan duvarların yarattığı korku, tıpkı yer altından atılan top sesleri gibi dehşetli sesler, ahaliya öyle tesir etti ki, onun aklına gelen tek şey kaçmaktı. Bütün şehirliler istasyona doğru yürüdüler…

…Eski şehrin harabe hâli, daha da korkunçtu. Ramazan ayı olduğu için mahallî ahalinin çoğu geceki uykusuzluktan sonra derin bir uykudaydı. Onlar gaflette yakalanıp, viraneler altında diri diri gömüldüler…”

İşte bu dehşetli tabiî felâket meydana geldiği sırada, bu kitabımızın kahramanı, çağdaşlarının söylediklerine göre, dört yaşında idi. Eğer işte bu şifahi malûmatı esas alacak olursak, Çolpan 1898 yılında doğmuş oluyordu. Yakın zamana kadar hayatta olan kızkardeşi Fâika ananın söylediğine göre, şair o sırada dört yaşında bir baladır. O sırada tavandan düşen bir dal parçası, onun başında şişlik meydana getirmiş. 1902 yılındaki bu Andican zelzelesi, Çolpan’ın başında bu şekilde bir ömürlük bir mühür bırakmış. Yine Fâika ananın anlattığına göre, Çolpan’ın doğduğu yıl it yılıymış, yani o bu hesaba göre de 1898 yılında doğmuş olmaktadır. Bu malûmatı şairin akranı olan hamşehrisi Ülfet (İmadiddin Kâsımov) de hayattayken doğrulamıştır. Lâkin bu malûmatların tamamı şifahi bilgilerdir. Belgeler ise başka bir seneyi bize tavsiye etmektedir. Bu sene, yani 1897 yılı, şimdi ilim tarafından da kabûl edilmektedir. Çolpan hakkındaki bütün yazılı kaynaklarda ve 1937-1938 yıllarındaki sorgu tutanaklarında onun doğum senesi 1897 olarak kaydedilmiş ve şair de bu bilginin doğru olduğunu kendi imzası ile tasdik etmiştir.

 

Fakat yaşlılar iyi biliyorlar ki, paspоrt almanın âdet olduğu 1920’li yılların sonu, 1930’lu yılların başlarında insanların sadece doğduğu senesini değil, hattâ adını-soyadını yazarken de çirkin hatalar yapılmıştır. Bunun için de yaşlılar, paspоrttaki malûmata göre, it senesine daha çok itibar etmektedirler. Hakikaten, Çolpan ile “Sadâ-yı Türkistan” gazetesi arasında bir bağlantı kurulduğunda, tahminen, yazı işlerinin ricası ile genç şair kendi yaşını bildirmiştir. Yazı işleri, gazetenin 1914 yılı 18 Nisan sayısında onun “Türkistanlı Kardaşlarımızge” şiirini yayımlarken, şu sözleri müşterilerinin dikkatlerine arz etmiş:

“Dünyanın hangi köşesine bir göz atsak, her milletin saadet ve terakkisine o milletin gençleri ve genç fikirli kahramanları sebep olmaktadırlar. Onların genç gönülleri, her bir şeyden galip olup, gaflet, cehalet kalelerini zorla vurup yok etmek arzusunda olur… Böyle gençler her memlekette, az çok, kendine yaraşır şekilde vardır. Elhamdülillâh bizim Türkistan Türkleri arasında da böyle genç fikirli balalarımız görülmeye başlandı. Buna delil olarak Oşlu 12 yaşındaki M. Sancarbеk Efendi ile Andicanlı 15 yaşındaki Abdülhamid Efendiyi göstermek kâfidir…”

Bu sözlerden anlaşıldığına göre, Abdülhamid ilk şiirlerinden itibaren Ubeydullah Hocayev ve Münevver Kaari Abdürreşidov gibi meşhur marifetperver allamelerin dikkatini çekmiş, onlarda kendi geleceği hakkında büyük ümitler uyandırmıştır. İşte bu ümitler sebebiyle onlar Abdülhamid’in yaşı ile yakından ilgilenmişler.

Eğer 1914 yılında Abdülhamid 15 yaşında olursa, onun doğum senesi ya 1899 yılı, yahut 1898 yılının 21 Martına kadar çıkmaktadır. Aradan birkaç ay geçtikten sonra, o gazetenin o yılın 24 Eylül sayısında Andicanlı “16 yaşındaki talebe”nin İsmail Gaspıralı’nın vefatı münasebetiyle yazdığı şiiri neredilmiştir. Son beytteki “Hamidî” mahlası, şiirin Abdülhamid Çolpan’a ait olduğuna delâlet etmektedir. Ve bu bilgi, onun 1898 yılında doğduğunu göstermektedir.

Yeri gelmişken, yine bir hatıradan bir iktibas getirelim. Çolpan’ı iyi bilen çağdaşlarından biri olan Mömincan Muhammedcanov, “Turmuş Urinişleri” adlı hatıra-rоmanında, şair ile 1916 yılının güz aylarında gerçekleşen ilk buluşmasını tasvir ederken, “O, on yedi-on sekiz yaşları civarında… genç bir delikanlı idi”, diye yazmaktadır. Bu malûmat da “Çolpan 1898 yılında doğmuştur”, şeklindeki fikri ifade etmektedir.

Eğer baba ve dedelerden kalan eski yıl hesabı ile bu bilgileri bir sıraya koyarsak, Çolpan’ın o vakte kadar anlattığımız 1897 yılı değil, balki 1898 yılının 21 Martına kadar olan zamanda dünyaya geldiği malûm olmaktadır.

Böylece Çolpan 1898 yılında Andican şehrinin Katarterek mahallesinde, şimdiki Nevâyi sokağının kеstiği yerde doğmuş ve Andican zelzelesi olduğu sırada dört yaşındadır. Eğer bundan 280 yıl önce Fergana vadisini titreten zelzele başka bir büyük Andicanlı şair Meşreb’in adı ile beraber, 1902 yılındaki Andican zelzelesi de bahtı kara şair Çolpan’ın doğumunu biraz geç de olsa haber verir gibidir.

Çolpan Süleymankul, Molla Muhammed Yunus’un sağ kalan dört evlâdı arasında en büyüğü idi. Ondan evvel doğan bir oğul ile bir kız, bebeklik çağlarında bu dünya ile vedalaşmışlardır. Evlât arzusu içlerinde kalan ana-baba üçüncü evlâtlarını nе ümit ve ne endişe ile beklediler. Nihayet, o dünyaya geldi. Tam o dakikada onların yaşadığı avluya bir dilenci gelmiş. Sülaymankul bezzazın2 anası Tâci nine, uğurlu gelmesi temennisiyle yeni doğan bebeğin göbeğini kesmesini bu kadından istemiş. Önceki iki torununun yaşamamış olması sebebiyle, uzun ömürlü olsun diyerek çingenenin eline bir bıçak tutuşturmuş. Hülâsa, çingene çaresiz bebeği kapının eşiğine yatırıp, göbeğini bıçakla kesmiş.

Bu “merasim”den sonra babası bebeğin kulağına Abdülhamid diye ezan okumuş olsa da ailedeki kadınlar ve konu-komşular uzun süre bebeği Tеşavay diye çağırmışlardır. “Tarihî vaka”nın iştirakçisi olan çingene kadın da Abdülhamid büyüyünceye kadar “Tеşavay sağ salim büyüyor mu?” diyerek aileden nasibini alıp gidermiş.

Abdülhamid’in babası Süleymankul, Andican’ın önde gelen itibarlı ve zengin kişilerinden olup, kumaş ticareti ile meşgûl olduğu için hamşehrileri arasında “Süleyman bezzaz” adı ile meşhur idi. Annesi Ayşe ana ise Kıpçakbay’ın kızı olup, okuyup yazması olmamasına rağmen, malûmat sahibi, akı-karayı tanıyan, akıllı, feraset sahibi, birçok halk koşuklarını, atasözü ve deyimlerini bilen bir kadındı.

“Ağabeyimin, – diye hikâye etmişti Fâika ana, – baba ve ana tarafından dedeleri, Oş vilâyetine bağlı Yarkışlak’tan olup, onlar uzun, devirler boyunca bağcılık ile meşgul olmuşlar. Ağabeyim her nedense daha çok Bîdil adını diline dolayıp:

 
“Çolpan çapanı zevrak Özbekniŋ oğlıdır,
Bеdil sülâlesiden – aslı toğrıdır.”
 

beytini tekrarlar dururdu. Bеn, uzun süre bizim ecdadımız ulu Fars şairi Bîdil sülâlesinden olsa gerek, diye düşünüp dururdum. Ama daha sonra öğrendim ki, ecdadımızdan yedi kuşak önce Mirza Bîdil adlı başka bir kişi yaşamış. Ağabeyim işte bu hürmetli kişinin sülâlesine mensup olduğumuzu kendisinin bir şiirinde beyan etmiş ve az önceki beyt bu şiirden alınmış imiş.

Bizim balalık çağımızda Yarkışlak’ta bir sebepten dolayı bir kavga çıkmıştı. Başka köy ahalisi ile beraber biz de sürgüne maruz kalıp, köyden kaçmaya mecbur kaldık. Kırlara çıkıp, çerden çöpten bir barınak yapıp, çiftçilikle meşgûl olduk.”

Fâika ana, Yarkışlak’ta çıkan kavganın sebebini bilmese de onun sömürgecilik siyaseti neticesinde meydana geldiğini anlamak zor değil. Eğer “Keçe ve Kündüz” rоmanında tasvir edilen olayları gözden geçirirsek, bölge yöneticisinin Miryakub’a söylediği aşağıdaki sözleri aklımıza gelir: “Dağ tarafında halk isyan çıkarıp, bir-iki önemli kişinin evini ateşe vermiş. Ertesi gün öğleden sonra, yanıma asker alıp, çıkıp gittim. Bugün on yedi kişiyi yakalayıp getirdiler. Halk kudurmuş, dеdi.”

Bölge yöneticisinin “yanına asker alıp”, isyan çıkaran köylere çıkışı ile onlarca Yarkışlaklar kül yığınlarına döndürüldü, yerli ahali ise susuz kırlara kovulup, asırlar boyunca yaşadıkları yerlerinden sürgün edildi. Süleyman bezzazın babası Muhammed Yunus’un da atayurdunu terk ederek, Andican’a talihin peşinden gelmesinin sebebi de bu olsa gerektir.

Süleyman bezzaza baba mesleği çiftçilik ile meşgûl olmak yerine ticaretle uğraşmak, gelecek açısından daha iyi göründü. Onun aklı-idraki, zekâsı bu yönelişte daha çok semere vеrdi. Çok geçmeden, biri iki oldu. Git gide ticaret dairesini kuzeyden Оrеnburg, doğudan ise Kaşgar’a kadar genişletti. Hattâ Moskova’dan da mal alıp getirir oldu.

Fâika ananın hatırladığına göre, Süleyman bezzaz it, Ayşe ana ise sığır yılında doğmuşlar. Yani, Süleyman bezzaz 1874 yılında, annesi ise 1880 yılında dünyaya gelmişler. Onlar hepsi 14 evlât sahibi olup, bunlardan dördü sağ salim büyümüşler. Abdülhamid’den sonraki üç evlât da kız olmuş: Kâmile (1902), Fâzıla (1905) ve Fâika (1908). Sovyet devrinde her şeyleri yağma edilen ve baskı gören bu ailenin sadece son iki üyesi, ağabeyleri Çolpan’ın tekrar dirildiğini görüp, 1990’lı yılların başlarında hayattan razı olarak göçtüler.

Süleyman bezzazın bir baba ve anadan Abducabbar ve Abdurahman, üvey anadan ise Muhammed Ârif, Muhammed Eyüb ve Muhammed Osman adlı kardeşleri olmuş. Onların evleri, bugün Nevâyi sokağındaki “Yambоl” dükkânının bulunduğu yerde idi. Bu evden biraz aşağıda, Kotanarık’da ise onların geniş avlu ve bağı bulunan bir evleri varmış. Bağın ortasında bir havuz olup, havuzun aynasına çeşitli meyve ağaçları aks edermiş; erik, elma ve şeftaliler yüzermiş. Dar sokaktan girince, sol tarafta misafirhane olup, oradan bir dehliz vasıtasıyla dükkâna geçiliyormuş. Dükkânın sağ duvarındaki kapı, oturulan odaya açılıyormuş. Bu odanın yanındaki odayı Süleyman bezzaz, oğlu Abdülhamid’e vermiş, onun yanındaki sıra odalarda ise Abducabbar, Abdurahman ve Muhammed Ârif ağabeyler kalmışlar. Şartların gereği olarak Çolpan Andican’da çok yaşamadı, emanetini Tanrı’ya vakitsiz teslim etti, bezzaz ise zengin olduğu için gece gündüz işkenceye alındı. Bu şekilde görkemli aile yavaş yavaş çöküp, evlerinde Rus, Tatar ve Alman milletlerine mensup insanlar yaşamaya başladılar.

Bendeniz çeşitli arşivlerde araştırma yaparken, Süleyman bezzazın malı mülkü ile ilgili bir malûmata rastladım. Özbek tiyatrosunun ilk temsilcilerinden biri olan Lûtfihanım Sarımsakоva’nın hayat ortağı Muhammedcan Tâcizade, kendi hayat yolunu hatırlayarak, millî sanatımız tarihçilerinden birine şöyle dеmiş:

“Merdikârlığa alınıp, Dvinsk (Pеtrоgrad) vilâyetine üç ay için gönderildim. Dokuz ay olunca (Merdikârlar) işi bıraktılar. ‘Sizi vatanınıza gönderiyoruz’, diye 300 kişiden ibaret topluluğu Vitеbsk- Nikоlayеv-Оdеssa üzerinden Bеsarabya’ya gönderdiler. 1917 yılının Temmuzunda Andican’a dönüp, raboçi komitesinde kâtip olarak işe girdim.”

Tâcizade’nin bu sözlerinden anlaşıldığına göre, Dvinsk’de inkılâbî keyfiyetteki Ruslar da bulunmuşlar ve merdikârların bir kısmı, bu cümleden, onun kendisi de onların tesirinde kalmış. Bunun için Andican’a geldikten sonra, onlar bolşeviklerin değirmenine su taşımaya başlamışlar.

Tâcizade devam ederek şöyle diyor:

“Çok geçmeden, Andican’a Taşkent’ten bir bolşevikler birliği geldi ve raboçi komitesinden sоvdеp (işçi ve asker temsilcileri meclisi -N.K.) kuruldu. Osman Babişеv adlı bir Tatar, buna reis olarak tayin edilmiş, bеn ise onun huzurunda kâtip olarak kaldım. Bizim işçi partimiz, Halk Tesis meclisindeki listede ‘dördüncüler’ diye kaydedilmiş.

Andican’a gelen bolşevikler birliği, zenginleri hapishaneye alıp, SOVDEP kurulduktan sonra karşı devrimci Basmacılar kıyafetinde başkaldırdı. Zenginler, mollalar ve işanlardan yardım, dışarıdan, İngilizlerden ise silâh alan Basmacılar, asıl mücadele silâhını ‘dördüncüler’e, yani bolşeviklere çevirdiler. Göğüsleri ve bеllerine fişeklikleri, omuzlarına kısa tüfekler asmış, kuşaklarını başlarına güzelce sarık yapıp sarmış, gazâvat bеlgisi olan yeşil ipek çapan giymiş Basmacılar, köy çayhanelerinde ayağını uzatmış, dutar eşliğinde şöyle koşuklar söylüyorlardı:

 
Bay ekemler atdımi,
Törtinçi’ni tutdımi,
Haram kanı tökdimi,
Aman boleylik!”
 

Böyle bir zamanda SOVDEP’ler huzurunda merdikârlıktan dönen kişilerden ibaret partizanlar birliği kuruldu. Bеn de böyle bir birliğe gönüllü olarak yazıldım. Biz üç ay boyunca kumaş tüccarı, zengin Süleyman bezzaz (Çolpan’ın babası)a ait müsadere ettiğimiz büyük sarayda savaşa hazırlık işlerini yürüttük.”

Böylece Şubat inkılâbı ile Ekim devriminin arasında Bolşevikler, Süleyman bezzazın kumaş ve başka mal ve mülklerinin saklandığı sarayı elinden aldılar ve yavaş yavaş onun ailesini kendi vatanından sürüp çıkardılar.

*
* *

Mademki bendeniz, Çolpan’ın ilk adımları ile beraber onun doğduğu ve yaşadığı muhiti de tasvir etme vazifesini kendi üzerime aldım, şairin şeceresini atlayıp geçmem doğru olmaz. Gerçi bu mesele Andicanlı edebiyatçı âlim Hamidullah Baltabayеv’in gayreti ile araştırılmış ve yayımlanmış olsa da, onun bu kitapta de yer alması tabiîdir.

“Şairin kızkardeşi Fâika ananın hatırladığına göre, – diye yazmıştı âlim, – onların şeceresi aşağıdaki silsileden ibarettir. Çolpan’ın babası Molla Süleymankul bezzaz, onun babası Muhammed Yunus, onun babası dokumacı Abdurasul, onun babası Dostmat sofi, onun babası Receb sofi, onun babası Erke sofidir. Silsiledeki isimlerden de anlaşılıyor ki, Çolpan’ın ecdadları da esasen aydın ve zengin kişiler olarak yaşamışlar. Bu silsilenin yaşadığı yer, aslında Andican’da olup, sonra dokumacı Abdurasul, Oş yakınındaki Yarkışlak’a göç edip yerleşmiştir.”

Çolpan’ın ataları hakkında söz söylerken, “aydın ve zengin kişiler” şeklindeki tarife göre, onların din adamları, açıkçası mescidde ezan okuyan kişiler olduğunu söylemek daha doğru olur. Böyle kişiler dinî edebiyat ve halk kitaplarından az çok haberdar oldukları için onlara malûm mânada aydın dеmek mümkündür. Fakat onlar, meselâ, medrese muallimleri gibi, mükemmel İslâmî bilime sahip olmamışlardır. Çolpan’ın “Keçe ve Kündüz” rоmanında işanın eteğini tutup, ona körü körüne secde eden kahramanı sofiler arasından seçmesi boşuna değildir. Eğer böyle kişiler zengin olsalardı, sülâlenin dördüncü kuşağına mensup Abdurasul bozcu Yarkışlak’a göç etmez ve dokumacılık ile meşgûl olmazdı.

 

Böylece Çolpan’ın bizce malûm olan en büyük atası. Erke sofi, büyük atası Recep sofi, ortanca atası Dostmat sofi aslen Andicanlı olup, atalarından kalan mekânda yaşamışlardır. Küçük atası Abdurasul Dostmatoğlı ise baba mirası meslekten vaz geçmekle kalmamış, baba evini de terk edip, başını alıp Yarkışlak’a gitmiştir. Bunun sebebi, tahminen, bu sülâlenin meşhur olan aksiliğidir. Dokumacı Abdurasul, babası Dostmat sofi ile anlaşamayınca şimdiki Bulakbaşı nahiyesine göç edip gitmeye mecbur olmuştur. Onun oğlu, Çolpan’ın dokumacı Abdurasul’den sonraki dedesi Muhammed Yunus ise Yarkışlak’ta doğmuştur.

Dokumacı Abdurasul, Yarkışlak’a göç ettikten sonra başka aile kurmuştur. Torunları arasında Sarık ana diye bilinen bu hanımdan iki oğul ile bir kız doğmuştur. Eğer Muhammed Sıdık, Abdukerimbay, Müslime Bânu adlı bu çocukların, aynı şekilde, dokumacının birinci hanımı Kurban nineden doğan Muhammed Yunus, Muhammed Sâlih, Muhammed Râzık ve Saâdet ninenin adlarına dikkat edersek, sofiler sülâlesinde marifete doğru kеskin bir yönelişin başladığı ve onların sofrasına kut-bereket girmeye başladığı anlaşılır. Dostmat sofiye nispeten tedbirkâr, akıllı ve ârif olan dokumacı Abdurasul, sülâleyi işte bu şekilde yeni yola soktu.

Ama dokumacı Abdurasul’ün birinci hanımı Kurban nine beşinci evlâdı olan Hemrâ nineyi doğurduğu sırada vefat eder. Bu musibetli haberi duyan merhumenin ağabeyi Molla Halmat Ahund Yarkışlak’a geldiğinde, yeni doğan bebeğin ahırda yattığını görür ve üvey ana eline kalan yeğenlerinin acınacak hâle düşmesi ihtimalini hissedip, onları alıp, Andican’a döner.

Molla Halmat Ahund’un henüz ana göğsünden nasibini alamamış çocuğu Andican’a sağ salim alıp gelmesi lâzımdı. Bunun için de o Yarkışlak’tan çıkıp, Şehrihansay boyuna gelmesi ile birlikte emzikli bir kadın aramaya başlar. Karnı aç olan bebeğin ağlamasını işiten kadınlardan biri emzikli olduğu için çocuğu sıcak bağrına bastırıp, onu emzirmiş. Molla Halmat, o kadının oğlu ile Hemra nine o günden itibaren kardeş oldu, şeklindeki hayırlı niyetle onların kapısına bir işaret koyup, yoluna revan olmuş.

Böylece Muhammed Yunus, dayısının Katarterek mahallesindeki avlusunda büyümeye başlamış. Büyüyünce, Molla Halmat Ahund’un ağabeyi İsamiddin’in torunu Tâci nine Metkâsımkızı ile evlenmiş. Tâci ninenin çocuksuz teyzesi ise Hemra nineyi kendi terbiyesine almış.

Yıllar kervanı geçip, Hemra nine de büyüdüğünde, onu Ahrar Hacı Mevlânbayoğlı ile evlendirirler. Mevlânbay, Taşkent’in Çığatay mahallesinde doğmuş olup, Hudayarhan’a karşı isyana iştirak ettiği için Andican’a sürgün edilmiş. O dünyaya gelip akı karayı tanıdığı ve iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için, Ahrar Hacının beklenmedik ölümünden sonra, merhametli gelini Kıpçakbay’a, henüz aile kurmamış evlâdına nikâhlayıp verirler. Kıpçakbay ile Hemra nine nikâhından üç kız ile bir oğul dünyaya gelir. Bunlar Sâbire nine, Ayşe nine, Sâcide nine ve Turdıvay’dır.

Hülâsa, çarkı feleğin dönmesi ile Muhammed Yunus’un evlâdı Süleyman bezzaz, halası Hemra ninenin ikinci kızı olan Ayşe nine ile damında gelinciklerle birlikte dikenlerin de bittiği hayat binasını kurar.

Muhammed Yunus, Molla Halmat Ahund’un terbiyesi altında büyürken, bağcılıkla ile meşgûl olup, Katarterek mahallesinde çok güzel bir bağ yetiştirmiş. Dükkân açıp, kendi yetiştirdiği meyvelerden iyice bir gelir kazanmış. Aynı zamanda baba mesleğini devam ettirip, bezzazlık ile de meşgûl olmuş. Bu tarz faaliyeti sayesinde refahlı bir hayat sürüp, halkın itibarını kazanmış.

Muhammed Yunus ile Tâci ninenin nikâhından Sâliha Banu, Süleymankul, Abdurahman, Abducabbar doğmuş. Bu evlâtlar ayaklandıktan sonra Muhammed Yunus yine evlenme derdine düşüp, sonraları torunları tarafından Küçük Nine diye adlandırılan kız ile evlenmiş. Bu nikâhtan ise Muhammed Ârif, Muhammed Osman, Muhammed Eyüb, Aman nine ve Âyim Bânu isimli beş çocuk doğmuştur.

H. Baltabayеv’in Fâika anadan aldığı malûmata göre, Muhammed Yunus zelzelenin olduğu gün düşüp, aksak kalmış, ailesi ise zelzele sırasında helâk olmuştur. Kendisi ise 1905 yılında vefat etmiştir.

2Bezzaz: Kumaş satıcısı tüccar, manifaturacı.