Kılıç Ayini

Tekst
Z serii: Felsefe Yüzüğü #7
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

DOKUZUNCU BÖLÜM

Andronicus kampından fırtına gibi geçti ve fevri bir öfke krizi içinde, uzun pençeleriyle uzanıp, büyük talihsizlik eseri, yakında durmakta olan genç askerin kafasını kopardı. Yürürken Andronicus peş peşe askerlerin kafalarını koparıyordu, nihayet adamları niyetini anlayıp ondan uzakta durmak için kaçtılar.  Böyle bir ruh halindeyken yakınında durmayacak kadar onu iyi tanımış olmaları gerekirdi.

Andronicus on binlercesinin bulunduğu kampta fırtına estirirken askerlerin hepsi arada sağlıklı bir mesafe bırakacak şekilde uzaklaştılar. Generalleri bile emniyet içinde uzakta kalıp onu arkadan izlediler. Asabı bozuk olduğu zaman onun yakınında olmamak gerektiğini biliyorlardı.

Yenilgi bir şeydi. Fakat böyle bir yenilgi—bunun İmparatorluğun tarihinde emsali yoktu. Andronicus daha önce hiç yenilgi tatmamıştı. Hayatı her biri diğerinden daha gaddar ve tatmin edici uzun bir dizi zaferle geçmişti. Yenilginin nasıl bir his olduğunu bilmiyordu. Şimdi artık öğrenmişti. Ve bundan hoşlanmamıştı.

Andronicus tekrar tekrar olanları aklından geçiriyor, işlerin nasıl bu kadar ters gittiğini düşünüyordu. Oysa daha dün zafer tamammış, Halka kendisininmiş gibi görünüyordu.  Kraliyet Sarayı’nı imha etmiş ve Silesia’yı fethetmişti; bütün MacGillere boyun eğdirmiş ve liderleri Gwendolyn’i küçük düşürmüştü; en büyük askerlerini çarmıha gerip işkence etmiş, Kolk’u çoktan öldürmüştü ve Kendrick ve diğerlerini infaz etmek üzere bulunmaktaydı. Argon onun işine karışmış, Gwendolyn’i onu öldürmesinden önce elinden alıp kaçırmış ve Andronicus bunu düzeltmek, onu geri alıp bütün diğerleriyle birlikte infaz etmek üzere harekete geçmişti. Tam zafer ve büyüklükten sadece bir gün uzakta bulunduğu bir noktaya gelmişti.

Sonra, her şey süratle, kötüye giderek değişmişti. Thor ve şu ejderha kötü bir alamet gibi ufukta görünmüş, bir bulut gibi yere inmiş ve büyük alev dalgaları ve Kader Kılıcı ile askerlerinin koca tümenlerini ortadan kaldırmayı becermişti. Andronicus hepsine güvenli bir mesafeden tanık olmuştu; iyi bir savaş sezisiyle buraya, Highlands’in öte tarafına geri çekilmiş, bu arada kendi keşif kolları gün boyunca Thor ve ejderhanın verdiği zarar hakkında ona raporlar getirmeye devam etmişlerdi. Güneyde,  Savaria yakınında, bütün bir tabur ortadan kaldırılmıştı; Kraliyet Sarayı’nda ve Silesia’da da durum aynı ölçüde kötüydü. Şimdi bir zamanlar kendi kontrolünde olan Halka’nın bütün Batı Krallığı kurtarılmıştı. Bu inanılır şey değildi.

Kader Kılıcı’nı düşünürken endişeleniyordu. Onu Halka’dan uzağa götürmek için ne kadar zahmete katlanmıştı ve şimdi Kılıç buraya dönmüştü ve onunla birlikte Kalkan tekrar yukarı kalkmıştı. Bu yanındaki adamlarla birlikte burada tuzağa düştüğü anlamına geliyordu; buradan ayrılabilirdi, tabii, fakat içeri artık başka takviye sokamazdı. Burada, Highlands’in bu tarafında, hala yarım milyon askerinin bulunduğunu tahmin ediyordu, MacGillere sayısal üstünlük sağlamak için bu yeter de artardı bile; fakat Thor’a, Kader Kılıcı’na ve şu ejderhaya karşı sayılar artık fark etmiyordu. Artık koşullar, ironik biçimde, kendisine karşıydı. Bu daha önce hiç bulunmadığı bir pozisyondu.

Sanki işler daha da kötüye gidemezmiş gibi, casusları kendi yurdunda, İmparatorluk başkentinden huzursuzluk ve karışıklık haberleri getirmişlerdi, Romulus tahtını ele geçirmek için arkasından gizlice iş çevirmekteydi.

Andronicus kampından fırtına gibi geçerken öfkeyle kükredi, seçeneklerini tartışıyor, her kim olursa olsun, suçlayacak birini arıyordu. Bir komutan olarak taktik açıdan yapılacak en akıllı şeyin geri çekilmek ve Thor ve ejderhası onları bulmadan, şimdilik Halka’yı bırakmak, ne kuvveti kaldıysa onları kurtarmak için gemilere binmek ve itibarını kaybetmiş şekilde İmparatorluğa yelken açmak ve tahtını muhafaza etmeye çalışmak olduğunu biliyordu.  Netice itibariyle, Halka İmparatorluğun muazzam genişliği içinde bir lekeden ibaretti ve her büyük komutanın en azından bir yenilgi hakkı vardı. Kendisi hala dünyanın yüzde doksan dokuzunu idare ediyor olacaktı ve bununla fazlasıyla tatmin olması gerekirdi.

Fakat Büyük Andronicus’un tarzı bu değildi. Andronicus ihtiyatlı davranacak veya bulduğuyla yetinecek biri değildi. Daima ihtiraslarının peşinden koşmuştu ve riskli olduğunu bilmesine rağmen, bu yerden ayrılmaya, yenilgiyi kabul etmeye, Halka’nın elinden kayıp gitmesine izin vermeye hazır değildi. Bütün İmparatorluğunu feda etmesi gerekse dahi, bu yeri ezip parçalamanın ve hükmetmenin bir yolunu bulacaktı. Ne pahasına olursa olsun.

Andronicus ejderhayı veya Kader Kılıcı’nı kontrol edemezdi. Fakat Thorgrin. . .bu farklı bir meseleydi. Kendi oğlu.

Andronicus durdu ve bu düşünceye iç çekti. Ne kadar tuhaftı: Öz oğlu, dünyaya hükmetmesinin önünde kalan son engeldi. Bir şekilde, bu uygun ve yerinde görünüyordu. Hatta kaçınılmaz. Biliyordu ki, insanı en çok incitenler daima kendisinin en yakınındakiler olurdu.

Kehaneti hatırladı. Oğlunun yaşamasına izin vermek, tabii ki, bir hata olmuştu. Kendisinin hayattaki büyük yanlışı. Fakat kehanetin kendi ölümüne yol açabileceğini söylemesine rağmen ona zaafı vardı. Thor’un yaşamasına müsaade etmişti ve şimdi bunun bedeline katlanma zamanı gelmişti.

Andronicus generalleri peşinde, kampını kasıp kavurmaya devam etti, ta ki kampın çevresine ulaşıp orada diğerlerinden daha ufak bir çadıra rastlayıncaya kadar, siyah ve altın rengi içindeki tek bordo çadır. Değişik renkte bir çadıra sahip olmaya cüret edebilecek tek bir kişi vardı, adamlarının korktuğu tek kişi.

Rafi.

Andronicus’un kişisel büyücüsü, hayatta karşılaştığı en meşum yaratık. Rafi yolun her adımında Andronicus’a danışmanlık yapmış, kötü kalpli ve hain enerjisiyle onu korumuş, başka herhangi birinden daha çok onun yükselişinden sorumlu olmuştu. Andronicus şimdi tekrar ona dönmekten, ona ne kadar ihtiyacı olduğunu itiraf etmekten nefret ediyordu. Fakat bu dünyaya ait olmayan bir engelle, büyü ile ilgili bir şeyle karşılaştığı zaman, döndüğü kişi daima Rafi olurdu.

Andronicus çadıra yaklaşırken, bordo cübbelerinin içine gizlenmiş, uzun ve ince iki kötü yaratık başlıklarının arkasından ışıldayan patlak sarı gözleriyle ona baktılar. Bunlar bütün bu kampta onun önünde başlarını eğmemeye cesaret edebilen yegâne yaratıklardı.

Andronicus, “Rafi’yi çağırıyorum,” diye açıkladı.

İki yaratık, geri dönmeden, her biri tek elle uzanıp çadırın kanatlarını geri çektiler.

Onlar bunu yaparlarken, korkunç bir koku Andronicus’a ulaştı ve irkilmesine yol açtı.

Uzun bir bekleyiş oldu. Bütün generaller Andronicus’un arkasında durdular ve hepsi olacakları görmek için o tarafa dönen bütün kamp gibi merakla izlediler. Kampın üstüne ağır bir sessizlik çöktü.

Nihayet, bordo çadırdan dışarıya uzun boylu ve zayıf bir yaratık çıktı. Andronicus’tan iki misli uzun, bir zeytin ağacı dalı kadar zayıftı. Üzerinde bordo cübbelerin en koyusu vardı ve yüzü başlığının gerisindeki karanlığın içinde bir yerde gizlenmiş, görünmez olmuştu.

Rafi orada durdu ve ona geri baktı. Andronicus sadece onun soluk etine gömülmüş, hiç kırpılmadan kendisine bakan sarı gözlerini görebiliyordu.

Gergin bir sessizlik oldu.

Nihayet, Andronicus öne çıktı.

“Thorgrin’in ölmesini istiyorum,” dedi.

Uzun bir sessizlikten sonra, Rafi kıkırdadı. Bu derin, rahatsız edici bir sesti.

“Babalar ve oğullar,” dedi. “Her zaman aynı.”

Andronicus’un sabırsızlıkla içi yanıyordu.

“Yardım edebilir misin?” diye bastırdı.

Rafi uzun bir zaman orada öyle sessizce durdu, Andronicus’un onu öldürmeyi düşünmesine yetecek kadar uzun. Fakat bunun anlamsız olacağını biliyordu. Bir kez, öfke içinde, Andronicus onu el çabukluğuyla hançerlemeye çalışmıştı ve kılıç daha havadayken elinde erimişti. Kabzası da elini yakmış, ağrısının geçmesi aylar almıştı.

Onun için Andronicus dişini gıcırdatıp sessizliğe katlanarak orada öylece durdu.

Nihayet Rafi, pelerin başlığının altından mırıldandı.

“Oğlanı çevreleyen enerjiler çok güçlü,” dedi ağır ağır. “Fakat herkesin bir zayıf tarafı vardır. O büyü ile yüceltilmiş biri. Yine büyü ile dize getirilebilir.”

Merakı uyanan Andronicus, bir adım öne çıktı.

“Sen hangi büyüden bahsediyorsun?”

Rafi durakladı.

“Senin hiç karşılaşmadığın bir türden,” diye cevap verdi. “Sadece Thor gibi bir insan için  yapılan. O senin soyundan, ama bundan da fazlası. Senden bile daha güçlü. Eğer o günü görecek kadar yaşarsa.”

Andronicus köpürdü.

“Onu nasıl ele geçireceğimi bana söyle,” diye talepte bulundu.

Rafi kafasını salladı.

“Bu her zaman senin zayıflığın oldu,”dedi. “Onu öldürmeyi değil, ele geçirmeyi tercih ediyorsun.”

“Önce onu ele geçireceğim,” diye karşılık verdi Andronicus. “Sonra onu öldüreceğim. Bir yol var mı, yoksa yok mu?”

Başka bir uzun sessizlik oldu.

“Güçlerini elinden almanın bir yolu var, evet,” dedi Rafi. “Kıymetli kılıcı gidince ve ejderhası gidince, aynen herhangi bir genç oğlan gibi olacak.”

Andronicus, “Nasıl yapılacağını bana göster,” diye talep etti.

Uzun bir sessizlik oldu.

“Bir ücret karşılığında,” dedi Rafi nihayet.

“Ne istersen,” dedi Andronicus. “Ne istersen veririm.”

Uzun, karanlık bir kıkırdama geldi.

Rafi, “Sanırım bir gün bundan pişmanlık duyacaksın,” diye cevap verdi. “Hem de çok.”

ONUNCU BÖLÜM

Romulus altın tuğlalarla titizlikle döşenmiş, İmparatorluk başkenti Volusia’ya giden yoldan aşağı yürürken, en iyi üniformaları içinde nöbet bekleyen askerler hazır ola geçtiler. Romulus ordusundan geri kalanların önünde yürüyordu. Sayıları bir kaç yüze inmiş olan askerler ejderhalarla karşılaşmalarından yenilmiş olarak ve keyifsiz biçimde dönüyorlardı.

Romulus öfkesinden kuduruyordu. Bu bir utanç yürüyüşüydü aslında. Bütün hayatı boyunca daima muzaffer olarak dönmüş, bir kahraman olarak geçit törenine katılmıştı; şimdi kendisini karşılayan sessizliğe, bir mahcubiyet ve sıkıntı ortamına dönüyor, peşinden de ganimetler ve esirler yerine yenilmiş askerleri getiriyordu.

 

Bu içini yakıyordu. Kılıç’ın peşinden bu kadar uzağa gitmek, ejderhalarla savaşa girişmeye cüret etmek kendisi için aptalca olmuştu. Egosu onu çekip sürüklemişti; bunun böyle olmayacağını bilmesi gerekirdi. Kendisi kaçıp kurtulabildiği için şanslı sayılırdı, ama adamlarının pek azı çatışmadan sağ salim çıkabilmişti. Hala onların çığlıklarını duyabiliyor, hala yanan etlerinin kokusunu alabiliyordu.

Adamları disiplinli hareket etmişler ve cesaretle savaşmışlar, onun emriyle ölümlerine gitmişlerdi. Fakat gözlerinin önünde askerlerinin binlercesi bir kaç yüze düşünce, ne zaman kaçmak gerektiğini biliyordu. Acil bir geri çekilme emretmiş ve kuvvetlerinin arta kalanları tünellerin içine girerek ejderhaların alev saçan nefeslerinden kurtulmuşlardı. Usun süre yeraltında kalmışlar ve başkente dönerken bütün yolu yürüyerek gelmişlerdi.

Şimdi oradaydılar işte; yüz ayak göğe yükselen şehir kapılarından geçiyorlardı. Onlar tamamen altından yapılmış bu efsanevi şehre girerken,  binlerce İmparatorluk askeri kıtalar halinde her yönde yürüyerek,  sokaklar boyunca diziliyor, o geçerken hazır olda duruyorlardı.  Ne de olsa,  Andronicus’un yokluğunda Romulus İmparatorluğun de facto lideri ve bütün savaşçıların en saygınıydı. Daha doğrusu, o gün verdiği kayıplara kadar. Şimdi,  yenilgilerinden sonra, insanların ona hangi gözle bakacağını bilmiyordu.

Yenilgi daha kötü bir zamanda gelmiş olamazdı. Bu Romulus’un bir darbe hazırlamakta olduğu, iktidarı ele geçirip Andronicus’u yönetimden uzaklaştırmaya hazırlandığı bir zamandı.  Her yanda hizmetkârların ve kölelerin bulunduğu bu özenli şehirde çeşmelerin yanından geçerek ilerler, titizlikle döşenmiş bahçe yollarında yürürken, hayal ettiği gibi Kader Kılıcı elinde, şimdiye kadar sahip olduğundan çok daha büyük bir güçle dönmek yerine, zayıf bir pozisyona dönmekte olmasına şaşıyordu. Şimdi, kendisinin hakkı olan iktidara el koymak yerine, Konsey’in önünde özür dilemesi ve pozisyonunu kaybetmemeyi ümit etmesi gerekiyordu.

Büyük Konsey. Bunun düşüncesi bile içini burktu. Romulus kimseye hesap verecek adam değildi, hele hayatlarında eline hiç kılıç almamış vatandaşlardan oluşan bir konseye. İmparatorluğun on iki vilayetinin her biri iki temsilci göndermişlerdi. İmparatorluğun her köşesinden iki düzine lider. Teknik olara, İmparatorluğu onlar yönetiyorlardı, ama gerçekte, Andronicus istediği gibi yönetiyor ve Konsey onun söylediğini yapıyordu.

Fakat Andronicus Halka’ya gitmek için ayrıldığı zaman, Konsey’e şimdiye kadar sahip olduklarından daha fazla yetki vermişti; Romulus Andronicus’un bunu kendisini korumak ve Romulus’u kontrol altında tutmak, tahtının bıraktığı yerde duracağından emin olmak için yaptığını varsayıyordu.  Bu hareket Konsey’i cesaretlendirmişti; şimdi Romulus üzerinde gerçek yetkileri varmış gibi davranıyorlardı. Ve Romulus, şimdilik, bu insanlara hesap vermek gibi onur kırıcı bir harekete katlanmak zorundaydı. Bunların hepsi Andronicus’un tek tek seçilmiş yardakçısı, Andronicus’un kendi tahtının hiç bir zaman tehlikeye düşmeyeceğinden emin olmak için yerleştirdiği insanlardı. Konsey Andronicus’u güçlendirmek ve ona karşı herhangi bir tehdidi – özellikle Romulus’u zayıflatmak için sürekli bahane arıyordu. Romulus’un yenilgisi onlara mükemmel bir fırsat vermekteydi.

Romulus ışıldayan kongre binasına kadar bütün yolu yürüdü. Gökyüzüne yükselen muazzam siyah, yuvarlak bina, altın renkli sütunlarla çevriliydi ve ışıldayan altın bir kubbesi vardı. Üstünde İmparatorluk bayrağı dalgalanıyordu ve kapısının üstüne ağzında bir kartal olan altın bir aslan imajı işlenmişti.

Romulus binanın yüz adet altın merdiven basamağını çıkarken, adamları meydanda beklediler. O kongrenin kapısına çıkan basamakları bir kerede üç basamak birden atlayarak yalnız başına yürüdü. İlerlerken silahları zırhına çarpıp ses çıkartıyordu.

Basamakların üstündeki, her biri elli ayak yükseklikteki ağır kapıları açmak için bir düzine hizmetkâr gerekiyordu. Kapılar üstünde siyah başlı çiviler olan parlak altından yapılmış, her biri İmparatorluk mührü ile bezenmişti. Hizmetkârlar kapıları sonuna kadar açtılar ve Romulus karanlık iç mekâna girerken soğuk esintinin derisindeki tüyleri diken diken ederek dışarı çıktığını hissetti. Koca kapılar arkasından kapandı ve bu binaya her girişinde olduğu gibi, kendisini sanki mezara sokuluyormuş gibi hissetti.

Romulus mermer zemin üzerinde çizmeleri yankılanarak çalımla yürüdü. Çenesi kenetlenmiş, biran önce bu toplantıyla işini bitirmek ve daha önemli işlerle meşgul olmak isteyen bir havadaydı. Buraya gelmeden önce harika bir silahla ilgili bir söylenti duymuştu ve bunun gerçek olup olmadığını bilmek istiyordu. Eğer doğruysa, bu her şeyi değiştirir, dengeyi tamamen onun lehine çevirebilirdi. Eğer bu gerçekten mevcutsa, o zaman bütün bunlar—Andronicus, Konsey—artık onun için bir anlam ifade etmeyecekti. Aslında, bütün İmparatorluk en sonunda kendisinin olacaktı. Bu silahı düşünmek, bir dizi basamaktan daha yukarı çıkar ve başka bir kocaman kapıdan geçer ve nihayet Büyük Konsey’in bulunduğu yuvarlak odaya girerken Romulus’un kendinden emin ve güven içinde görünmesini sağlayan tek şeydi.

Bu muazzam odanın içinde ortası boş ve bir insanın oraya girebilmesi sağlayan dar bir geçit bulunan siyah yuvarlak bir masa bulunuyordu. Masanın etrafında Konsey, yirmi dört siyah cübbe içinde ciddi bir görüntüyle oturmaktaydı. Hepsi grileşen boynuzları ve fazlaca ilerlemiş yaşları nedeniyle akan kırmızı yaşlı adamlardı. Romulus için onların karşısına çıkmak, dar girişten masanın ortasına yürümek zorunda kalmak ve hitap etmesi gereken insanlarla çevrili olmak küçük düşürücüydü. Onlara hitap etmek için oraya buraya dönmek zorunda kalmak ta küçük düşürücüydü.  Bu odasının bütün tasarımı, bu masa, sadece Andronicus’un göz korkutma taktiklerinden biriydi.

Romulus ne kadar uzun sürdüğünü bilmediği bir zaman için, içi yanarak orada odanın ortasında sessizlik içinde durdu. İçinden çıkıp gitmek geliyordu, fakat kendisini kontrol etmek zorundaydı. Konsey üyelerinden biri, “Oktakin Lejyonundan Romulus,” diye resmi biçimde anons yaptı.

Romulus döndü ve zayıf, yanakları içe göçmüş daha yaşlı Konsey üyelerinden birinin kırmızı gözlerle kendisine baktığını gördü.  Bu adam Andronicus’un yardakçılarından biriydi ve Romulus bunun Andronicus’un gözüne girmek için her şeyi söyleyebileceğini biliyordu.

Yaşlı adam boğazını temizledi.

“Volusia’ya yenilgiyle döndün. Küçük düşerek. Buraya gelecek kadar cüretkârsın.”

“Tedbirsiz ve aceleci bir komutan haline geldin,” dedi bir başka Konsey üyesi.

Romulus döndüğünde dairenin öbür tarafından kendisine bakan alaycı, küçümseyen gözleri gördü.

“Kılıç için sonuçsuz arayışında, ejderhalarla pervasız çatışmanla binlerce adamını kaybetmiş bulunuyorsun.  Andronicus’u ve İmparatorluğu hüsrana uğrattın.  Kendin için ne söyleyeceksin?”

Romulus meydan okurcasına geri baktı.

“Hiç bir şey için özür dilemiyorum,” dedi. “Kılıç’ın geri alınması İmparatorluk için önem taşıyordu.”

Başka bir yaşlı adam öne eğildi.

“Fakat onu geri alamadın, değil mi?”

Romulus kızardı. Eğer yapabilirse bu adamı öldürecekti.

“Neredeyse alıyordum,” diye cevap verdi sonunda.

“Neredeyse hiç bir anlam taşımaz.”

“Beklenmedik engellerle karşılaştık.”

“Ejderhalar mı?” dedi başka bir Konsey üyesi.

Romulus yüzüne bakmak için ona döndü.

“Daha ne kadar çılgın olabilirsin?” dedi Konsey üyesi. “Gerçekten kazanacağını mı sandın?”

Öfkesi yükselirken Romulus boğazını temizledi.

“Sanmadım. Amacım ejderhaları öldürmek değildi. Kılıcı geri almaktı.”

“Fakat yine, bunu yapamadın.”

“Daha bile kötü,” dedi bir başkası, “şimdi ejderhaları bize karşı saldın. Bütün İmparatorluktan onların saldırıları hakkında raporlar geliyor.  Bizim kazanamayacağımız bir savaş başlattın. Bu İmparatorluk için büyük bir kayıp.”

Romulus karşılık vermeyi kesti; bunun sadece daha fazla suçlamaya yol açacağını biliyordu. Ne de olsa, bunlar Andronicus’un adamlarıydı ve hepsinin bir gündemi vardı.

“Senin haddini bildirmek için Büyük Andronicus’un burada olmaması talihsizlik,” dedi diğer bir Konsey üyesi. “Eminim ki senin bu günü canlı çıkarmana izin vermezdi.”

Adam boğazını temizledi ve arkasına yaslandı.

“Fakat onun yokluğunda, geri dönmesini beklemeliyiz. Şimdilik, Halka’da Büyük Andronicus’u takviye etmek üzere lejyonlar dolusu gemiler göndermek için orduya komuta edeceksiniz. Size gelince, rütbeniz indirilecek, silahlarınızdan ve rütbenizden arındırılacaksınız.  Garnizonda kalın ve bizden gelecek yeni emirleri bekleyin.”

Romulus duyduklarına inanamayarak ona bakakaldı.

“Seni derhal infaz etmediğimiz için memnun olman gerekir. Şimdi bizi yalnız bırak,” dedi başka bir Konsey üyesi.

Yüzü mosmor olurken Romulus yumruklarını sıktı ve Konsey üyelerinin her birine tek tek baktı.  Onların her birini ve hepsini öldürmeye ahdetti.  Fakat kendi kendine şimdi bunun zamanı olmadığını söyleyerek, kendisini bundan kaçınmaya zorladı. Onları şimdi öldürmekten bir nebze tatmin elde edebilirdi, fakat bu nihai amacına hizmet etmezdi.

Romulus döndü ve çizmeleri yankılanarak öfkeyle odayı terk etti, hizmetkârların açtığı ve peşinden çarpıp kapattıkları kapıdan geçerek oradan ayrıldı.

Romulus yüz altın basamaktan aşağı inerek kongre binasından dışarı yürüdü ve kendisini bekleyen adamlarına katıldı. Komutan yardımcısına seslendi.

“Efendim,” dedi general, başını iyice aşağıya eğerek, “emriniz nedir?”

Romulus düşünerek ona baktı. Tabii Konsey’in emirlerine itaat edemezdi; aksine, şimdi bunlara karşı çıkma zamanıydı.

“Konsey’in emri halen denizde olan bütün İmparatorluk gemilerinin derhal kıyılarımıza dönmeleridir.”

General’in gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Fakat efendim, bu Büyük Andronicus’u eve dönüş yolu olmadan Halka’nın içinde mahsur bırakır.”

Romulus dönüp ona baktı, gözleri donuklaşarak.

Sesi çelik gibi, “Asla beni sorgulama,” diye yanıtladı.

General başını eğdi.

“Tabii, efendim. Affedersiniz.”

Komutanı döndü ve aceleyle oradan ayrıldı ve Romulus onun emirlerini yerine getireceğini anladı. O sadık bir askerdi.

Romulus içinden kendi kendine gülümsedi. Konsey onlara saygı göstereceğini, emirlerini yerine getireceğini sanmakla ne kadar aptalca davranmıştı. Onu çok fena şekilde küçümsemişlerdi. Neticede, rütbesinin tenzil edilmesini zorla uygulayacak kimseleri yoktu ve onlar bunu kestirecek noktaya gelinceye kadar Romulus, güç kendi elindeyken, onların kendi üstünde güç kazanmalarını önlemeye yetecek kadar emir icra edecekti. Andronicus büyüktü, fakat Romulus daha büyüktü.

Plazanın kenarında yeşil bir cübbe giymiş bir adam duruyordu. Başlığı dört gözlü düz bir sarı suratını ortaya çıkaracak şekilde aşağı çekilmişti. Adamın, parmakları Romulus’un kolu kadar uzun, zayıf elleri vardı ve sabırla orada duruyordu. O bir Wokable idi. Romulus bu ırkla iş yapmaktan hoşlanmıyordu, fakat belirli koşullarda buna mecburdu—ve bu o zamanlardan biriydi.

Romulus yaratık dört gözüyle ona bakarken, bir kaç adım öteden onun tüyler ürperten niteliğini hissederek Wokable’ın yanına gitti. Uzun parmaklarından biriyle uzandı ve onun göğsüne dokundu.  Romulus yapışkan parmağın temasıyla dondu kaldı.

“Bizi aramaya gönderdiğin şeyi bulduk,” dedi yaratık. Wokable boğazının gerisinde garip bir gargara sesi çıkardı. “Fakat bu size pahalıya mal olacak.”

“Ne istersen ödeyeceğim,” dedi Romulus.

Yaratık durakladı, sanki karar veriyormuş gibi.

“Yalnız gelmen lazım.”

Romulus düşündü.

“Yalan söylemediğini nereden bileceğim?” diye sordu Romulus.

Yaratık öne eğildi ve bir gülümsemeye en yakın ifadeyi takındı. Romulus keşke öyle yapmasaydı diye düşündü. Yaratık bunu yapınca,  dikdörtgen çenesinde yüzlerce keskin ve ufak diş ortaya çıkmıştı.

“Bilmeyeceksin,” dedi.

Romulus onun bütün gözlerine baktı.  Bu yaratığa güvenmemesi gerektiğini biliyordu. Fakat denemek zorundaydı. Elinde salladığı ödül ihmal edilemeyecek kadar büyüktü. Bu Romulus’un bütün hayatı boyunca aradığı bir ödüldü: efsaneye göre Kalkanı aşağı indirebilecek ve Kanyon’u geçmesine imkân verecek efsanevi silah.

Yaratık sırtını döndü ve yürüyüp gitmeye başladı ve Romulus onu izleyerek orada durdu.

Nihayet, onun peşinden gitti.

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?