Ejderhaların Kaderi

Tekst
Z serii: Felsefe Yüzüğü #3
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

BEŞİNCİ BÖLÜM

Gareth, Büyük Salon’da, babasının tahtında oturuyor ve karşısındaki sahneye bakıyordu; Halka’nın her bir köşesinden gelen binlerce insan, Hanedan Kılıcı’nı kaldırıp kaldıramayacağını, onun Seçilmiş Kişi olup olmadığını görmek için odaya akın etmişti. Babasının genç olduğu zamanlarda, insanlar böyle bir şeye şahit olma şansını elde edememişti ve kimse bunu kaçırmak istemiyor gibi görünüyordu.

Gareth da büyük bir beklenti içindeydi. Oda insanlarla dolup taşmaya devam ederken, babasının danışmanlarının haklı olup olmadığını, bu işi burada yaparak odayı halka açmanın yanlış bir fikir olup olmadığını merak etti. Danışmanlar, bu işlemin Kılıç Odası’nda yapılmasını teklif etmişlerdi; eğer başarısız olursa daha az kişinin şahit olacağını gerekçe olarak göstermişlerdi. Fakat Gareth, onlara güvenmiyordu ve herkesin bu olaya şahitlik etmesini istiyordu.

Tacını takmış ve pelerinini giymiş olan Gareth, danışmanları eşliğinde elindeki asasıyla odaya girmişti. Gerçek kralın, gerçek MacGil’in, babası değil de o olduğunu herkesin bilmesini istiyordu. Tahmin ettiği gibi, burayı kendi krallığı, insanları da kendi halkı olarak hissetmesi çok da uzun sürmemişti. Halkının da bunu hissetmesini, bu güç gösterisinin görülmesini istiyordu. Bugünden itibaren, Gareth’ın tek ve gerçek kral olduğunu herkes öğrenecekti.

Ancak şimdi tahtında yalnız başına oturan Gareth, kılıcın yerleştirileceği demir çubuklara bakarken, kendinden o kadar da emin değildi. Yapmak üzere olduğu şeyin ağırlığı omuzlarına çökmüştü; bunun geri dönüşü olmayacaktı. Peki ya gerçekten başarısız olursa? Bunu aklından uzaklaştırmaya çalıştı.

Odanın büyük kapısı gıcırdayarak açıldı ve odadaki tüm insanlar heyecanlı bir sessizliğe büründü. Kalenin en güçlü askerlerinden oluşan bir düzine adam, tuttukları kılıcın ağırlığı altında sallanarak odaya girdi.

Kılıcın yaklaşmasını izleyen Gareth’ın kalbi hızlandı. Kısa bir an için, kendine olan güveni sarsıldı—şimdiye dek görmüş olduğu en iri on iki adam bile kılıcı zar zor tutabilmişken, kendisinin hiç şansı var mıydı? Ancak bu düşünceleri aklından uzaklaştırdı. Neticesinde, kılıç güçle değil, kaderle ilgiliydi. MacGiller’in ilk doğan oğlu olarak Kral olmanın kendi kaderi olduğunu hatırlamaya çalıştı. Kalabalığın içinde Argon’u aradı. Nedense aniden onu bulmak gibi bir arzuya kapılmıştı. Şuan ona en çok ihtiyaç duyduğu zamandı. Nedense başka kimseyi düşünemiyordu. Ancak elbette, Argon ortalarda yoktu.

Sonunda, kılıcı taşıyan on iki adam odanın ortasına ulaştı ve kılıcı demir çubukların üzerine yerleştirdi. Kılıç, odada yankılanan bir çınlama sesiyle yerine yerleşti ve tüm oda da sessizliğe gömüldü.

Kalabalık içgüdüsel olarak ikiye ayrıldı ve Gareth’ın ilerlemesi için yol açtı.

Gareth, tüm ilginin tadını çıkararak tahtından yavaşça kalktı. Tüm gözlerin, üzerinde olduğunu hissedebiliyordu. Yaptığı her hareketin incelenerek, büyük bir ilgiyle izlendiği böyle bir anın bir daha gelmeyeceğini biliyordu. Küçüklüğünden beri bu anı defalarca hayal etmişti ve işte şimdi o an gelmişti. Bu sürecin ağır ağır ilerlemesini istiyordu.

Her adımın keyfini çıkararak, tahtın basamaklarından indi. Ayakları altındaki yumuşacık halının üzerinde yürüyerek, kılıca biraz daha yaklaştı. Sanki bir rüyada gibiydi. Daha önce bu halının üzerinde birçok kez yürümüş ve o kılıcı milyonlarca kez kaldırmış gibi hissetti.

Nasıl olacağını zihninde canlandırdı. Cesur bir şekilde ilerleyecek, tek eliyle uzanacak ve halkı, önünde eğilirken, kılıcı başının üzerine kaldıracaktı. Herkesin soluğu kesilecek ve onu, Seçilmiş Kişi olarak, şimdiye kadar hüküm sürmüş MacGil krallarının en önemlisi olarak ilan edeceklerdi. Sevinç gözyaşları dökeceklerdi. Korkudan sineceklerdi. Bu olaya şahit edebildikleri için Tanrı’ya şükredeceklerdi. Bir tanrı gibi ona tapacaklardı.

Gareth, kılıca yaklaştı, şimdi sadece birkaç adım uzaktaydı ve içten içe titrediğini hissetti. Kılıcı daha önce birçok kez görmüş olmasına rağmen, güzelliği karşısında afalladı. Daha önce kılıca bu kadar yaklaşmasına hiç izin verilmemişti ve bu onu şaşırttı. Etkileyiciydi. Kimsenin çözemediği bir malzemeden yapılmış olan uzun parlak kılıcın kabzası ipek bir kumaşla sarılıydı ve her çeşit mücevher ve şahin armasıyla süslenmişti. Bu, Gareth’ın, o güne dek görmüş olduğu en süslü şeydi. Kılıca bir adım daha yaklaştığında, ondan yayılan güçlü enerjiyi hissetti. Zar zor nefes alıyordu. Sadece birkaç saniye içinde kılıç avuçları arasında olacaktı. Tüm dünyanın görmesi için onu yukarıya kaldıracaktı ve kılıç güneş ışığında parlayacaktı.

Uzandı ve sağ elini kabzanın üzerine yerleştirdi, parmaklarını yavaşça etrafına sardı. Üzerindeki her mücevheri, her girintiyi hissedebiliyordu. Avucundan koluna, oradan da tüm bedenine yoğun bir enerji yayıldı. Daha önce hissettiği hiçbir şeye benzemiyordu. Bu, onun anıydı.

Gareth riske girmeyecekti. Diğer eliyle de kabzayı kavradı. Gözlerini kapattı, solukları düzensizleşti.

Lütfen Tanrım, kaldırmama izin ver. Bana bir işaret ver. Benim, Kral olduğumu göster. Hükmetmek için doğduğumu göster.

Gareth, bir cevap, bir işaret ve doğru anı bekleyerek, sessizce dua etti. Ancak tüm krallık izlerken saniyeler geçti ve Gareth, hiçbir şey duymadı.

Sonra, aniden, kaşlarını çatarak kendisine bakan babasının yüzünü gördü.

Gareth, bu görüntüyü zihninden silmek isteyerek dehşet içinde gözlerini açtı. Kalbi hızla atmaya başladı ve bunun korkunç bir işaret olduğunu hissetti.

Şimdi ya da asla…

Eğildi ve tüm gücüyle kılıcı kaldırmaya çalıştı. Tüm bedeni titreyinceye kadar, tüm gücüyle mücadele etti.

Kılıç kımıldamadı bile.

Gareth, daha çok çaba harcadı. Sonunda fark edilir bir şekilde inliyor ve çığlık atıyordu.

Dakikalar sonra, yere yığıldı.

Kılıç bir milim bile oynamamıştı.

Gareth yere düşerken, insanlar şaşkınlıkla soludu. Birkaç danışmanı, iyi olup olmadığını görmek için yardımına koştu ve Gareth onları şiddetle uzaklaştırdı. Utanmış bir halde kendi kendine ayağa kalktı.

Gururu kırılan Gareth, onun için ne düşüneceklerini görmek için halkına baktı.

Çoktan arkalarını dönmüş, odadan çıkıyorlardı. Gareth, onların yüzündeki hayal kırıklığını görebiliyor, onların gözünde, sadece başka bir başarısızlık örneği olduğunu hissedebiliyordu. Şimdi her biri, Gareth’ın, gerçek bir kral olmadığını biliyordu. O, Seçilmiş olan MacGil değildi. Gareth bir hiçti. Sadece, tahta el koymuş olan bir başka prensti.

Gareth, utançtan kızardığını hissetti. Daha önce, o andaki kadar yalnız hissetmemişti. Çocukluğundan beri hayal etmiş olduğu her şey bir yalandı. Bir rüyaydı. Kendi masalına inanmıştı.

Ve bu, onu kahretmişti.

ALTINCI BÖLÜM

Gareth, kılıcı kaldırmadaki başarısızlığı yüzünden sersemlemiş bir halde odasında dolanıyordu. Uyuşmuş gibiydi. Yedi nesildir hiçbir MacGil’in kaldıramamış olduğu kılıcı, Hanedan Kılıcı’nı kaldırmaya teşebbüs etmek gibi bir aptallık yapmış olduğuna inanamıyordu. Neden atalarından daha iyi olacağını düşünmüştü ki? Neden farklı olacağını zannetmişti ki?

Bilmesi gerekirdi. Dikkatli olmalı, kendini gözünde büyütmemeliydi. Sadece babasının tahtına sahip olmakla yetinmeliydi. Neden daha fazlasını zorlamak zorundaydı ki?

Şimdi tüm insanlar, onun Seçilmiş Kişi olmadığını biliyordu; bunun yüzünden hükümdarlığı zarar görecekti; belki de babasının ölümü için ondan şüphelenmelerine zemin hazırlayacaktı. Şimdiden herkesin, sıradaki kralın gelmesine kendilerini hazırlıyorlarmış gibi, daha farklı baktığını görüyordu.

Daha da kötüsü, hayatında ilk kez, Gareth kendine güvenmiyordu. Tüm hayatı boyunca, kaderinin ne olduğunu biliyordu. Babasının yerini almak, hükmetmek ve kılıcı kullanmak için doğduğundan emindi. Ama şimdi güveni tamamen yerle bir olmuştu. Artık hiçbir şeyden emin değildi.

En kötüsü ise, kılıcı kaldırmadan hemen önce gördüğü babasının yüzünü zihninden silemiyordu. Bu onun intikamı mıydı?

“Aferin,” diyen alaycı bir ses duyuldu.

Gareth arkasını döndü ve odada başka birisinin olduğunu görünce şaşırdı. Sesi anında tanıdı; yıllar geçtikçe aşina olduğu ve hor gördüğü bir sesti. Karısının sesiydi.

Helena.

Odanın uzak bir köşesinde durmuş, afyon piposunu tüttürürken, kocasını inceliyordu. Dumanı derin bir şekilde içine çekti, ardından yavaşça üfledi. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Gareth, onun çok uzun bir süredir afyon çekmekte olduğunu görebiliyordu.

“Burada ne işin var?” diye sordu.

“Ne de olsa burası benim zifaf odamdı,” diye yanıtladı Helena. “Burada istediğim her şeyi yapabilirim. Ben senin karınım ve kraliçenim. Unutma. Ben de bu krallığa senin kadar hükmediyorum. Ve bugünkü fiyaskondan sonra, hükmetmek terimini takriben kullanacağım.”

Gareth’ın yüzü kıpkırmızı oldu. Helena, en uygunsuz anlarda küçücük bir darbeyle ona saldırmanın bir yolunu her zaman bulmuştu. Gareth, ondan hiç hoşlanmıyordu. Onunla evlenmeyi kabul etmiş olduğuna hala inanamıyordu.

“Öyle mi?” diye sataştı, öfkeyle karısına doğru yürüyerek. “Benim Kral olduğumu ve karım olsan da olmasan da krallığımdaki diğer herkes gibi seni de hapse attırabileceğimi unutma, fahişe.”

Helena, alaycı bir şekilde güldü. “Peki ya sonra? Yeni halkın cinsel faaliyetlerini merak etmez mi? Hayır, sanmıyorum. Gareth’ın entrikalarla dolu dünyasında bu olmaz. İnsanlar tarafından nasıl algılandığını herkesten çok önemseyen bir adamın zihninde olmaz.”

Karısının önünde duran Gareth, tehdidi gördü ve onunla tartışmanın hiçbir işe yaramayacağını fark etti. Bu yüzden, ellerini yumruk yaparak sessizce bekledi. “İstediğin nedir?” diye sordu yavaşça, düşüncesizce bir şey yapmamak için kendini kontrol etmeye çalışarak. “Bir şey istemediğin sürece bana gelmezsin.”

Helena, alaycı bir şekilde kahkaha attı. “İstediğim ne olursa olsun alacağım. Senden bir şey istemek için gelmedim. Sana bir şey söylemek için geldim. Tüm krallık, kılıcı kaldırmadaki başarısızlığına şahit oldu. Bu bizi nasıl bir duruma sokuyor?”

 

Biz mi?” diye sordu Gareth, Helena’nın nereye varacağını merak ederek.

“Halkın, benim her zaman bildiğim şeyi öğrendi: senin bir başarısızlık olduğunu. Senin Seçilmiş Kişi olmadığını. Tebrikler. En azından artık bu, bir resmiyet kazandı.”

Gareth kaşlarını çattı. “Babam da kılıcı kullanma konusunda başarısız olmuştu. Ama bu, Kral olarak hükmetmesine engel olmadı.”

“Ama kral olarak konumunu etkiledi,” diye çıkıştı Helena. “Her anını.”

“Eğer beceriksizliklerim yüzünden mutsuzsan,” diyerek burnundan soludu Gareth, “neden buradan gitmiyorsun? Terk et beni! Bu evlilik komedisinden vazgeç. Şimdi Kral benim. Artık sana ihtiyacım yok.”

“Bu konuyu açtığına sevindim,” dedi Helena, “çünkü buraya gelmemin sebebi tam olarak bu. Evliliğimizi resmi olarak sonlandırmanı istiyorum. Boşanmak istiyorum. Sevdiğim biri var. Gerçek bir erkek… Senin şövalyelerinden biri… O bir savaşçı. Birbirimize gerçekten aşığız. Şimdiye kadar sahip olduğum hiçbir aşka benzemiyor. Beni boşa ki bu ilişkiyi gizlilik içinde sürdürmekten kurtulabileyim. Aşkımızı herkesin öğrenmesini istiyorum. Ve onunla evlenmek istiyorum.”

Gareth, göğsüne bir hançer saplanmış gibi hissederek, şaşkınlıkla karısına baktı. Helena neden gün yüzüne çıkmak zorunda kalmıştı ki? Hem de şimdi? Bu, Gareth için çok fazlaydı.

Hiç istemese de, Helena’ya karşı derin duygular beslediğini fark ederek şaşırdı, çünkü karısının boşanmak istediğini duymak ona bir şeyler yapmıştı. Onu üzmüştü. Karısından boşanmak istemediğini fark etmesini sağlamıştı. Boşanmak isteyenin kendisi olması bir şeydi, bunu karısının istemesi ise başka bir şeydi. Karısının, istediğini bu kadar kolayca elde etmesini istemiyordu.

Hepsinden önemlisi, bir boşanmanın, konumunu nasıl etkileyeceğini merak ediyordu. Boşanmış bir Kral çok fazla soruya neden olacaktı. Gareth, bu şövalyeyi kıskandığını hissetti. Karısının, erkekliğine laf etmesi yüzünden kızmıştı. İntikam istiyordu. Her ikisinden de.

“İstediğini elde edemezsin,” diye tersledi. “Sen bana bağlısın. Sonsuza kadar karım olarak kalacaksın. Seni asla serbest bırakmayacağım. Ve eğer beni aldattığın bu şövalye ile karşılaşacak olursam, onu idam ettiririm.”

Helena öfkeyle karşılık verdi. “Ben senin karın değilim! Sen benim kocam değilsin. Bizimki kutsanmış bir birliktelik değil. Güç için düzenlenmiş olan bir ortaklık. Bundan tiksiniyorum. Gerçekten evlenebilme şansımı yitirmeme neden oldu.”

Helena soluklandı, öfkesi artıyordu. “Ya benden boşanacaksın ya da tüm krallığa senin nasıl bir adam olduğunu göstereceğim. Kararını ver.”

Gareth’a arkasını dönerek kapıya doğru yürüdü ve kapıyı arkasından kapatmaya tenezzül bile etmeden odadan çıkıp gitti.

Tüm bedeni ürperen Gareth, karısının ayak seslerinin yankısını dinleyerek, odasında tek başına durdu. Tutunabileceği sağlam bir dalı kalmış mıydı?

Karşısındaki açık kapıyı izlerken, içeri başkasının girdiğini görünce şaşırdı. Oldukça tanıdık olan bu yüzü gördüğünde, daha Helena ile yaptığı konuşmayı ve onun tehditlerini sindirmeye vakit bulamamıştı. Her zamanki gibi sekerek yürümeyen Firth’ün yüzünde suçluluk dolu bir ifade vardı.

“Gareth?” diye seslendi, güvensiz bir sesle.

Gareth, irileşmiş gözlerle kendisine bakan Firth’ün ne kadar kötü hissettiğini görebiliyordu. Kötü hissetmeli de zaten, diye düşündü. Sonuçta, kılıcı kaldırması fikrini veren, onu ikna eden ve daha büyük biri olduğuna inanmasını sağlayan kişi de Firth’tü. Onun imaları olmasa, kim bilir? Belki de Gareth kılıcı kaldırmaya asla kalkışmazdı.

Öfkeyle Firth’e doğru döndü. Nihayet tüm öfkesini yöneltecek birini bulmuştu. Sonuçta, babasını öldüren de oydu. Tüm bu karmaşanın içine girmesine neden olan kişi de yine aptal bir seyis yamağı olan Firth’tü. Şimdi Gareth, MacGil soyu için sadece başarısız mirasçılardan biri olmuştu. “Senden nefret ediyorum,” dedi öfkeyle. “Şimdi ne sözler vereceksin? Kılıcı kaldıracağıma dair verdiğin güvenceye ne oldu?”

Son derece gergin görünen Firth yutkundu. Konuşamadı. Belli ki söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. “Özür dilerim, Lordum,” dedi. “Yanılmışım.”

“Birçok şey hakkında yanıldın,” diye tersledi Gareth.

Gerçekten de, Gareth bu konuda ne kadar çok düşünürse, Firth’ün ne kadar yanılmış olduğunu daha çok fark ediyordu. Aslında, Firth olmasaydı, babası bugün hala yaşıyor olurdu ve Gareth, bu karmaşayı yaşamazdı. Krallığın tüm yükü omuzlarında olmaz, hiçbir şey yanlış gitmezdi. Gareth, Kral olmadığı, babasının hayatta olduğu o basit günlere özlem duydu. Her şeyi eski haline döndürmek için apansız bir arzu hissetti. Ama yapamazdı. Ve tüm bunlar için suçlayacağı kişi Firth’tü.

“Burada ne arıyorsun?” diye sordu tekrar.

Firth, boğazını temizledi. “Hizmetçilerin fısıldadığı bazı söylentiler duydum. Erkek ve kız kardeşinin sorular sorduğuna dair. Hizmetçilerin kaldığı yerde görülmüşler. Cinayet silahı için atık borusunu inceliyorlarmış. Babanı öldürmek için kullandığım hançer için.”

Firth’ün sözleri karşısında Gareth’ın bedeni buz kesti. Şaşkınlık ve korkudan donup kalmıştı. Bu gün daha da kötüleşebilir miydi? Boğazını temizledi. “Peki, ne bulmuşlar?”

Firth, başını salladı. “Bilmiyorum, Lordum. Tek bildiğim bir şeyden şüphelendikleri.”

Gareth, karşısındaki adamdan bir kez daha nefret etti. Eğer beceriksizce davranmasaydı, silahtan doğru düzgün kurtulmuş olsaydı, Gareth bu durumda olmazdı. Firth, onu savunmasız bırakmıştı.

“Bunu sadece bir kez söyleyeceğim,” dedi Gareth, son derece sert bir yüzle Firth’e yaklaşarak. “Seni bir daha görmek istemiyorum. Beni anlıyor musun? Huzurumdan ayrıl ve bir daha geri gelme. Seni buradan uzakta bir yere göndereceğim. Bir daha bu kalenin içine adım atacak olursan, seni tutuklatacağımdan emin olabilirsin. ŞİMDİ DEFOL.”

Gözleri dolan Firth, arkasını döndü ve odadan koşarak çıktı, ayak sesleri o gittikten çok sonra bile hala yankılanıyordu.

Gareth, başarısız girişimini düşünmeye geri döndü. Kendisi için büyük bir felakete neden olmuş gibi hissetmesine engel olamıyordu. Sanki kendisini bir uçurumdan atmış ve şu andan itibaren sadece çöküşüyle yüzleşecekmiş gibi hissediyordu.

Babasının odasındaki sessizliğin içinde, titreyerek, ne başlatmış olduğunu merak ederek, zemine kök salmış gibi öylece duruyordu. Daha önce hiç bu kadar yalnız, bu kadar güvensiz hissetmemişti.

Kral olmanın anlamı bu muydu?

*

Gareth, kalenin üstündeki siperliklere giden sarmal merdivenin basamaklarını hızla çıktı. Temiz havaya ihtiyacı vardı. Düşünmek için zamana ve yalnız olmaya ihtiyacı vardı. Hepsinin kendisine ait olduğunu hatırlamak için, sarayını ve insanlarını görebileceği bir noktada durmalıydı. Gün içinde yaşanan kabus gibi olaylara rağmen, hala kral olduğunu hatırlamak için.

Zorlukla soluyan Gareth, yardımcılarını başından atarak tüm basamakları yalnız başına hızla çıkmaya devam etti. Katların birinde durarak eğildi ve nefesini düzene sokmaya çalıştı. Yanaklarından gözyaşları akıyordu. Nereye baksa, babasının kaşlarını çatmış yüzünü görmeye devam ediyordu.

“Senden nefret ediyorum!” diye bağırdı havaya doğru.

Karşılığında alaycı bir kahkaha duyduğuna yemin edebilirdi. Babasının kahkahası.

Gareth’ın oradan uzaklaşması gerekiyordu. Zirveye ulaşıncaya kadar koşmaya devam etti. Kapıdan dışarıya fırladı ve temiz yaz havası yüzüne çarptı.

Güneşin ve ılık esintinin tadını çıkararak, derin bir nefes aldı. Pelerinini, babasının pelerinini çıkardı ve yere fırlattı. Hava çok sıcaktı ve artık o şeyi giymek istemiyordu.

Siperin kenarına koştu ve taş duvara tutunarak, aşağıya baktı. Kaleden dışarıya çıkan sonsuz kalabalığı görebiliyordu. Töreni terk ediyorlardı. Onun törenini. İnsanların hayal kırıklığını neredeyse oradan hissedebiliyordu. Çok küçük görünüyorlardı. Hepsinin, kendi kontrolü altında olmasına hayret etti.

Ama ne zamana kadar?

“Kral olmak komik şey,” dedi kadim bir ses.

Gareth arkasını döndü ve birkaç metre uzakta duran Argon’u görünce şaşırdı. Üzerinde kapüşonlu beyaz bir pelerin vardı ve asası elindeydi. Dudaklarının kenarı bir gülümsemeyle kıvrılmış olmasına rağmen, gözlerinde o gülümsemeden iz yoktu. Direk Gareth’a bakıyorlardı ve o gözler çok şey görüyordu.

Gareth’ın, Argon’a sormak istediği, söylemek istediği bir sürü şey vardı. Ama hali hazırda kılıcı kaldırmada başarısız olmuşken, aklına hiçbir şey gelmiyordu.

“Neden bana söylemedin?” diye sordu çaresiz bir sesle. “Kılıcı kaldıramayacağımı bana söyleyebilirdin. Beni, yaşadığım utançtan kurtarabilirdin.”

“Peki neden bunu yapacaktım?” diye sordu Argon.

Gareth kaşlarını çattı. “Sen gerçek bir danışman değilsin. Babama içtenlikle danışmanlık yapmış olabilirsin. Ama bana değil.”

“Belki de o bunu hak etmiştir,” diye cevapladı Argon.

Gareth’ın öfkesi derinleşti. Bu adamdan nefret ediyordu. Ve onu suçluyordu. “Seni etrafımda istemiyorum. Babamın seni neden işe aldığını bilmiyorum, ama ben, seni Kraliyet Sarayı’nda istemiyorum.”

Argon, korkutucu bir sesle kahkaha attı. “Beni baban işe almadı, aptal çocuk. Ya da onun babası. Ben buraya aittim. Aslında, onları benim işe aldığımı söyleyebilirsin.”

Argon aniden öne doğru bir adım attı ve sanki Gareth’ın içini görebiliyormuş gibi baktı. “Aynı şey senin için de söylenebilir mi?” diye sordu. “Sen buraya ait misin?”

Argon’un sözleri, Gareth’ın kanını dondurdu. Bu, kendisinin de en çok merak ettiği şeydi. Gareth, bunun bir tehdit olup olmadığını merak etti.

“Kanla egemen olan, kanla hüküm sürecek,” diye ilan etti Argon ve bu sözlerle birlikte, hızla arkasını dönerek yürümeye başladı.

“Bekle!” diye bağıran Gareth, cevaplara ihtiyaç duyduğu için artık onun gitmesini istemiyordu. “Bununla ne demek istedin?”

Gareth, Argon’un, uzun bir süre saltanat sürmeyeceğine dair kendisine bir mesaj verdiğini düşünmeden duramıyordu. Onun bunu kastetmiş olup olmadığını bilmesi gerekiyordu.

Argon’un arkasından koştu, ama tam yaklaşırken, adam gözleri önünde kayboldu.

Gareth, arkasını dönüp etrafına bakındı, ama hiçbir şey görmedi. Sadece bir kahkahanın yankılandığını duydu.

“Argon!” diye bağırdı.

Tekrar arkasını döndü, gökyüzüne baktı ve tek dizinin üstüne çöküp başını arkaya atarak bağırdı.

“ARGON!”

YEDİNCİ BÖLÜM

Erec, Dük, Brandt ve Dük’ün maiyeti ile birlikte, Savaria’nın dolambaçlı sokaklarında yürüyordu. Hizmetçi kızın evine doğru giderlerken, kalabalık giderek artıyordu. Fazla gecikmeden kızla tanışmak için ısrar etmişti ve Dük de bizzat öncülük etmek istemişti. Dük nereye giderse, herkes de peşinden geliyordu. Erec, gitgide artan kalabalığa baktı ve kızın evine onlarca kişiyle birlikte varacağını fark ederek utandı.

Kızı gördüğünden beri, başka hiçbir şey düşünememişti. Bu kadar asil görünmesine rağmen, Dük’ün sarayında bir hizmetçi olarak çalışan bu kızın kim olduğunu merak ediyordu. Neden aceleyle kaçmıştı? Bunca yıl birçok asil kadınla tanışmış olmasına rağmen, kalbini ele geçirenin neden bir tek bu kız olduğunu merak ediyordu?

Bir kralın oğlu olarak tüm hayatı boyunca asillerin etrafında olan Erec, diğer asilleri anında saptayabiliyordu ve kızı ilk gördüğü andan beri onun üst tabakadan gelmiş biri olduğunu hissediyordu. Kızın kim olduğunu, nereli olduğunu ve burada ne yaptığını merak ediyordu. Tüm bunları hayal edip etmediğini ya da hala aynı şekilde hissedip hissetmediğini görmek için kıza bir kez daha bakmaya ihtiyacı vardı.

“Hizmetçiler, kızın şehrin eteklerinde yaşadığını söylüyorlar,” diye açıkladı Dük. Onlar yürürken, yolun her iki tarafındaki insanlar, kepenkleri açıyor ve şaşkınlığıyla aşağıya bakıyordu.

“Görünüşe göre bir handa hizmetçilik yapıyor. Kimse onun nereden geldiğini bilmiyor. Tek bildikleri, bir gün bizim şehre geldiği ve bu handa sözleşmeli hizmetçilik yapmaya başladığı. Öyle görünüyor ki, kızın geçmişi bir muamma.”

Hep birlikte başka bir ara sokağa döndüler. Yollar iyice bozulmuştu, küçük evler birbirlerine daha yakındı ve yıkık döküktü.

Dük boğazını temizledi. “Kızı, özel günlerde hizmetçilik yapması için tuttum. Sessiz sakin biri. Kimse onun hakkında pek fazla şey bilmiyor. Erec,” dedi, sonunda Erec’in bileğini tutarak, “bundan emin misin? Bu kadın, her kim olursa olsun, sadece halktan biri. Seçimini krallıktaki herhangi bir kadından yana yapabilirsin.”

Erec, aynı ciddiyetle Dük’e baktı. “Bu kızı tekrar görmem gerek. Kim olduğu umurumda değil.”

Dük onaylamaz bir halde başını salladı ve birbiri ardına dar sokakları geçerek yürümeye devam ettiler. İlerledikçe, Savaria’nın bu mahallesi daha köhne bir yer haline geldi. Pislik içinde olan sokakları sarhoş tiplerle doluydu, etrafta tavuklar ve vahşi köpekler koşturuyordu. Birbiri ardına geçtikleri barların içindeki müşterilerin çığlıkları sokaklara taşıyordu. Önlerinde yürüyen birkaç sarhoş tökezledi ve hava kararmaya başlarken, sokaktaki meşaleler yanmaya başladı.

 

“Dük için yolu açın!” diye bağırdı maiyete öncülük eden hizmetli, ileriye koşup, sarhoşları yoldan ittirerek. Sokaklardaki rezil tipler, Dük ve Erec geçerken, yolun iki kenarına ayrıldılar ve hayretle izlediler.

Sonunda, dış cephesi sıva kaplı olan küçük ve mütevazı bir hana vardılar. Alt katında elli müşteri ağırlayabilecek bir meyhanesi ve üst katında da birkaç odası bulunan bir yere benziyordu. Ön kapısı hasarlıydı, tek penceresi kırıktı ve titreşerek yanan giriş lambası yamuk bir şekilde asılmıştı. Dük ve maiyeti kapının önünde durduklarında, sarhoşların bağırışları pencerelerden dışarıya taşıyordu.

Onun gibi iyi bir kız böyle bir yerde nasıl çalışıyor olabilirdi? İçeriden gelen bağırış ve yuhalama seslerini duyan Erec, merak etti. Kızın böyle bir yerde yüz kızartıcı şeylere maruz kalması düşüncesiyle yüreği sıkıştı. Bu adil değil, diye düşündü. Kızı buradan kurtarmaya kararlıydı.

“Neden bir gelin seçmek için, olabilecek en kötü yere geldin?” diye sordu Dük, Erec’e dönerek.

Brandt de Erec’e döndü. “Son şansın, arkadaşım. Senin geri dönmeni bekleyen bir kale dolusu asil kadın var.”

Ancak Erec, kararlı bir şekilde başını salladı. “Kapıyı aç,” diye buyurdu.

Dük’ün adamlarından biri öne çıktı ve kapıyı çekip açtı. Dalgalar halinde dışarıya taşan bayat bira kokusu, adamın irkilmesine neden oldu.

İçeride, sarhoş adamlar, barın üstüne abanıyor, ahşap masalarda oturuyor, yüksek sesle bağırarak kahkaha atıyor, yuhalıyor ve birbirlerini itip kakıyorlardı. Hepsi ilkel ve kaba tiplerdi. Erec, bunu, iri göbekleri, tıraşsız yüzleri ve kirli kıyafetleri sayesinde tek bakışta görebiliyordu. Hiç biri savaşçı değildi.

Mekanın içinde kızı arayarak birkaç adım attı. Onun gibi bir kadının bu tip bir yerde çalışabildiğini hayal bile edemiyordu. Yanlış hana gelip gelmediklerini merak etti.

“Affedersiniz, efendim, bir kadını arıyorum,” dedi, yanında dikilen koca göbekli, uzun boylu ve iri yapılı, sakallı adama.

“Ah, öyle mi?” diye bağırdı adam, alay ederek. “Eh, yanlış yere geldin! Burası bir genelev değil. Ancak sokağın karşısında bir tane var, oradaki kadınların güzel ve dolgun olduklarını duydum.” Adam, Erec’in yüzüne karşı kahkaha atmaya başladı ve birkaç arkadaşı da ona katıldı.

“Aradığım şey bir genelev değil,” diye cevapladı Erec, hiç de eğlenmeyerek, “burada çalışan tek bir kadın.”

“O zaman hancının hizmetçisinden bahsediyor olmalısın,” diye seslendi başka birisi, başka bir sarhoş adam. “Muhtemelen arka taraflarda yerleri ovalıyordur. Çok kötü, burada, benim kucağımda olmasını dilerdim!”

Adamların hepsi kendi esprileriyle kendilerini kaybederek, kahkahalara boğuldular ve Erec bu düşünce karşısında kıpkırmızı kesildi. Kız adına utandı. Bu tip adamlara hizmet etmek zorunda kaldığı için. Bu, Erec’in düşünemeyeceği kadar onur kırıcı bir durumdu.

“Sen kimsin?” diye soran başka bir ses geldi.

Diğerlerinden daha iri olan, kara sakallı ve kara gözlü bir adam, hırpani kılıklı birkaç adamıyla birlikte, kaşlarını çatarak öne çıktı. Vücudunda kilodan çok kas vardı ve tehditkar bir şekilde Erec’e yaklaştı. “Benim hizmetçimi çalmaya mı çalışıyorsun?” diye sordu. “Hadi dışarı çıkalım!”

İleriye doğru birkaç adım attı ve Erec’i yakalamak için uzandı.

Ancak, yılların deneyimiyle kuvvetlenmiş olan, krallığın en büyük şövalyesi Erec, bu adamın hayal bile demeyeceği kadar iyi reflekslere sahipti. Adamın elleri değer değmez, Erec harekete geçti. Adamı bileklerinden kavrayarak, şimşek hızıyla çevirdi, tişörtünün arkasından yakaladı ve odanın ortasına fırlattı.

İri adam bir gülle gibi fırladı ve birkaç adamı da yanında götürdü, hepsi lobut gibi, küçük odanın zeminine yığıldı.

Adamlar durup, olanları izlerken, tüm oda sessizliğe gömüldü.

“DÖVÜŞÜN! DÖVÜŞÜN!” diye tezahürat yapan oldu.

Şaşkına dönen hancı sendeleyerek ayağa kalktı ve bağırarak Erec’in üzerine doğru koştu.

Erec, bu kez beklemedi. Saldırganı karşılamak için ileriye çıktı, kolunu kaldırdı ve dirseğini adamın yüzüne geçirerek, burnunu kırdı.

Hancı geriye doğru sendeledi, ardından kıçının üstüne yere düştü.

Erec, adamı tutarak yukarı kaldırdı. Birkaç adım ilerleyerek adamı fırlattı ve adam, odanın yarısını da kendisiyle birlikte götürerek havaya fırladı.

Odadaki tüm adamlar donup kaldı, aralarında özel biri olduğunu fark etmeye başlayarak sessizleştiler. Buna rağmen, barmen, elinde kaldırdığı şişeyi Erec’e doğru hedefleyerek aniden öne fırladı.

Erec, bunun geldiğini çoktan görmüştü ve elini kılıcına atmıştı, ancak kılıcını çekemeden, arkadaşı Brandt yanına geldi, belindeki hançeri çıkardı ve hançerin ucunu barmenin boğazına dayadı.

Barmen donup kaldı, bıçak tenini delmek üzereydi. Gözleri korkudan kocaman açılmış bir halde, elindeki şişeyle öylece durdu. Bu meydan okuma karşısında oda öyle sessizleşti ki, bir iğne düşse bile duyulabilirdi.

“Bırak onu,” dedi Brandt.

Barmen de aynen öyle yaptı ve şişe yere düşerek parçalara ayrıldı.

Erec, kılıcını çekti ve yerde yatarak inleyen hancıya doğru yürüyüp, kılıcı adamın boğazına dayadı. “Bunu sadece bir kez söyleyeceğim,” diye duyurdu. “Tüm bu ayaktakımını buradan gönder. Şimdi. Hanımefendiyle bir görüşme yapmayı talep ediyorum. Yalnız.”

“Dük!” diye bağırdı birisi.

Tüm oda döndü ve nihayet, etrafı adamlarıyla çevrilmiş olan Dük’ün kapının girişinde durduğunu fark etti. Adamlar aceleyle şapkalarını çıkarıp, başlarını eğdiler.

“Konuşmamı bitirdiğim anda oda boşalmamış olursa,” diye duyurdu Dük, “buradaki herkes derhal tutuklanacak.”

Tüm adamlar içmekte oldukları biraları bırakıp, Dük’ün yanından geçerek, odayı boşaltmak için ön kapıya doğru hızla kaçışırken, oda tam bir kaosa döndü.

Barmene, “sen de dışarıya,” diyen Brandt, hançerini indirerek, adamı saçından tuttuğu gibi dışarıya attı.

Dakikalar önce son derece gürültülü olan oda, şimdi boş ve sessizdi. İçeride sadece Erec, Brandt, Dük ve onun en yakın adamları kaldı. Dışarı çıkan kalabalığın ardından kapıyı gürültüyle kapattılar.

Erec, hala şaşkın bir halde yerde oturarak burnundan akan kanı silen hancıya döndü. Adamı iki eliyle tutarak ayağa kaldırdı ve boş banklardan birine oturttu.

“Bu gece işimi mahvettiniz,” diye sızlandı hancı. “Bunu ödeyeceksiniz.”

Dük öne çıktı ve adama elinin tersiyle vurdu. “Bu adama elini sürmeye çalıştığın için seni öldürtebilirdim,” diye azarladı. “Onun kim olduğunu bilmiyor musun? O Erec, Kral’ın en iyi şövalyesi, Gümüşler’in şampiyonu. İsterse, seni şimdi kendi elleriyle öldürebilir.”

Hancı, Erec’e baktı ve ilk defa, yüzünde gerçek bir korku belirdi. Neredeyse oturduğu yerde titredi. “Hiçbir fikrim yoktu. Kendinizi tanıtmadınız.”

“O nerede?” diye sordu Erec, sabırsız bir sesle.

“Arka tarafta, mutfağı temizliyor. Ondan istediğiniz nedir? Sizden bir şey mi çaldı? O sadece sözleşmeli çalışan bir hizmetçi kız.”

Erec, hançerini çekti ve adamın boğazına dayadı. “Ona bir daha ‘hizmetçi’ dersen,” diye uyardı, “boğazını keseceğimden emin olabilirsin. Anlıyor musun?” diye sertçe sorarak, hançeri adamın tenine bastırdı.

Gözleri yaşlarla dolan adam yavaşça başını salladı.

“Kızı buraya getir ve çabuk ol,” diye buyurdu Erec ve adamı ayağa kaldırarak arka kapıya doğru sertçe itti.

Hancı gittiğinde, kapının arkasından tencerelerden çıkan şangırtı sesleri ve sessiz bağırışlar geldi, ardından, saniyeler sonra, kapı açıldı ve dışarıya, eski püskü giysiler, yağla kaplı önlükler ve başlıklar giyen birkaç kadın çıktı. Altmışlı yaşlarda olan üç kadın vardı ve Erec, kimden bahsettiğini hancının bilip bilmediğini bir an için merak etti.

Ve sonra, kız dışarı çıktı ve Erec’in kalbi durdu.

Yağ lekeleriyle kaplı bir önlük giyiyordu ve bakmaktan utandığı için başını eğik tutuyordu. Saçı topluydu ve başında bir örtü bağlıydı, yanakları kirle kaplıydı, ama yine de Erec, ondan etkilenmişti. Teni mükemmeldi. Yüksek elmacık kemikleri, keskin bir çenesi, çillerle kaplı küçük bir burnu ve dolgun dudakları vardı. Geniş bir alnı vardı ve güzel sarı saçları başındaki örtünün altından dışarıya dökülüyordu.