Za darmo

Dönüşüm

Tekst
0
Recenzje
Oznacz jako przeczytane
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Altinci Bölüm

Carniege Hall tıklım tıklımdı. Will Call’a doğru, geniş kalabalığı yararak ilerlerken yolu gösteren Jonah idi. Oraya gitmek kolay değildi. Zenginlerle dolu ve beklen- ti içindeki kalabalıktaki herkes konsere yetişmek için acele ediyormuş gibi duruyordu. Bu kadar iyi giyimli insanı tek bir yerde gördüğü olmamıştı hiç. Erkeklerin çoğunluğu si- yah kravatlıydı, kadınların da çoğunluğu uzun gece elbise- leri giymişti. Her yerde mücevherler parlıyordu. Heyecan vericiydi.

Jonah elinde biletlerle onu merdivenlerden yukarı çıkar- dı. Onları görevliye verdi, o da biletleri yırtıp yan kısmını onlara geri verdi.

Jonah iki bileti de cebine koymak üzereyken Caitlin, “Biri bende kalabilir mi?” dedi.

“Tabii ki” dedi birini ona uzatıp. Caitlin başparmağıyla bileti ovuşturdu.

“Böyle şeyleri saklamayı severim” dedi kızararak. “Fazla içliyim sanırım.”

Caitlin bileti ön cebine koyarken Jonah gülümsedi.

Bir yer gösterici onları kalın kırmızı halıyla döşeli, lüks bir koridordan yerlerine doğru götürdü. Duvarlarda sanatçı- ların ve şarkıcıların çerçeveli resimleri asılıydı.

“Peki, bedava biletleri almayı nasıl başardın?” diye sordu

Caitlin.

“Viyola hocam” diye yanıt verdi. “Sezonluk biletleri var. Bu gece gelemediği için bana verdi. Umarım para ödememiş olmam değerini azaltmıyordur” diye ekledi.

Caitlin ona baktı, şaşkın hâlde. “Yani buluşmamızın” dedi.

“Tabii ki hayır” dedi. “Beni buraya sen getirdin. Önemli olan tek şey bu. Bu harika.”

Caitlin ve Jonah, başka bir görevli tarafından doğrudan konser salonuna açılan küçük bir kapıya yöneltildiler. Salo- nun epey, yaklaşık 15 metre üstündelerdi ve bulundukları küçük bölmede 10-15 koltuk anca vardı. Koltukları balko- nun tam kenarında, parmaklıkların hemen yanındaydı.

Jonah kalın ve konforlu koltuğu onun için açtığında Ca- itlin, aşağıdaki muazzam kalabalığa ve müzisyenlere bak- maktaydı. Burası şimdiye kadar geldiği en şık yerdi. Ağarmış saçlardan oluşan denize baktığında burada olmak için 50 yaş genç olduğunu hissetti. Fakat heyecanını aynen koruyordu.

Jonah koltuğuna oturduğunda dirsekleri temas etti ve ya- nındaki bedenin sıcaklığından dolayı Caitlin’in içi titredi. Orada koltuklarına yerleşmiş beklerlerken uzanıp Jonah’ın elini avuçlarının içine almak istedi. Ancak fazla atak görün- me riskini almak istemiyordu. Bu yüzden öylece oturdu veonun uzanıp elini tutmasını umdu. Jonah bir hamle yapma- dı. Henüz erkendi. Belki biraz da utangaçtı.

Jonah bunu yapmaktansa parmaklıklardan uzanıp par- mağını uzattı.

“En iyi kemancılar sahnenin ön kısmına doğru oturan- lar” dedi parmağıyla göstererek. “Şuradaki kadın dünyadaki en iyi kemancılardan biri.”

“Hiç burada çaldın mı?” diye sordu.

Jonah güldü. “Keşke” dedi. “Burası evime sadece elli blok uzaklıkta ama yetenek hesabına vuracak olursak aramızda bir gezegen mesafesi var denilebilir. Belki bir gün olur” diye ekledi.

Caitlin, sahnede enstrümanlarını akort etmekle meşgul olan yüzlerce müzisyene baktı. Hepsi siyah kravat giymişti, çok ciddi ve dikkat kesilmiş görünüyorlardı. Duvara doğru olan kısımda büyük bir koro duruyordu.

Aniden, aşağı yukarı yirmi yaşında uzun, dalgalı, siyah saçları olan, papyonlu bir adam göğsünü gere gere sahne- ye yürüdü. Müzisyenlerin arasından geçip doğrudan ortaya ilerledi. O yürürken tüm izleyenler ayağa kalkıp alkışlamaya başladı.

“O kim?” diye sordu Caitlin.

Adam ortaya gelip gülümseyerek arka arkaya selam verdi. Bu kadar uzak bir yerden bile Caitlin adamın iç gıcıklayıcı bir çekiciliğe sahip olduğunu görebiliyordu.

“Sergei Rakov” diye yanıtladı Jonah. “Dünyanın en iyi solistlerinden biri.”

“Fakat çok genç görünüyor.”

“Olay yaşta değil yetenekte” diye cevap verdi Jonah. “Ye- tenek var, bir de yetenek var. Bu türden bir yeteneğin olma- sı için onunla beraber doğman gerekir ve gerçekten pratik yapman. Günde dört saat değil, sekiz saat. Her gün. Eğer elimden gelse yapardım ama babam izin vermez.”

“Neden?”

“Viyolanın hayatımdaki her şey olmasını istemiyor.” Caitlin sesindeki burukluğu duyabiliyordu.

Nihayet alkış dinmeye başladı.

“Bu gece Beethoven’ın Dokuzuncu Senfonisi’ni çalacak- lar” dedi Jonah. “Muhtemelen en ünlü eseri budur. Daha önce duymuş muydun?”

Caitlin kendini aptal gibi hissederek başını iki yana sal- ladı. Dokuzuncu sınıftayken klasik müzik dersi almış olsa da öğretmenin söylediği tek bir kelimeye bile kulak verme- mişti. Meseleyi anlamamıştı ve onlar ilerlerken onun kafası başka yerdeydi. Şimdi, keşke dinlemiş olsaydım diyordu içinden.

“Çok büyük bir orkestra lazım” dedi Jonah, “ve muazzam bir koro. Muhtemelen herhangi başka bir müzik eserinin ge- rektirdiğinden daha fazla müzisyen gerektiriyordur. İzlemesi heyecan verici. Burası bu yüzden bu kadar kalabalık.”

Caitlin gözleriyle salonu taradı. İçeride binlerce insan vardı ve tek bir boş sıra yoktu.

“Bu senfoni, Beethoven’ın sonuncusuydu. Ölüyordu ve bunun farkındaydı. Bunu müziğe dönüştürdü. Gelen ölü-mün sesi bu.” Jonah ona dönüp özür diler gibi sırıttı. “Bu kadar marazi konuştuğum için kusura bakma.”

“Hayır, sorun değil” dedi içtenlikle. O konuşurken din- lemeye bayılıyordu. Sesine bayılıyordu. Onun bildiği şeylere bayılıyordu. Tüm arkadaşları tırıvırı şeylerden konuşup dur- duğu için bundan daha fazlasını istiyordu. Onun yanında olduğu için kendini şanslı hissetti.

Jonah’a söylemek istediği çok şey, sormak istediği çok soru vardı. Ancak ışıklar birden söndü ve izleyiciler sessiz- leşti. Ağzına gelenler beklemek zorunda kalacaktı. Geriye yaslanıp koltuğa kuruldu.

Aşağı baktığında sürpriz bir şekilde Jonah’ın elini fark etti. Elini koltuğun kol konulan kısmına avcu dışa bakacak şekilde koymuş onun elini davet ediyordu. Elini, sanki bu- nun için yanıp tutuşuyormuş gibi görünmemek için yavaşça uzattı ve onun avcunun içine koydu. Eli sıcak ve yumuşaktı. Elinin avcunun içinde suya dönüştüğünü hissetti.

Orkestra ilk notaları çalmaya başladığında -ki yumuşak, teskin edici, melodik notalardı- üstünden bir saadet dalga- sının geçtiğini ve daha önce hiç bu kadar mutlu olmadığını fark etti. Bugün evvelden olan her şeyi unutmuştu. Eğer bu ölümün sesiyse daha fazlasını duymak istiyordu.

Caitlin orada oturmuş müziğin içinde kendini kaybedip bunu neden daha önce hiç dinlemediğini, Jonah ile buluş- masını ne kadar daha uzatabileceğini merak edip dururken yine oldu. Aniden acı bastırdı. Tıpkı sokaktaki gibi karnına saplandı ve Jonah’ın önünde dizlerinin üstüne çökmemek için tüm iradesini kullanması gerekti. Sessizce dişlerini sıktı ve nefes almak için mücadele etti. Alnından ter boşandığını hissedebiliyordu.

Bir acı dalgası daha hücum etti.

Bu sefer acıyla tiz bir çığlık attı. Kreşendoya yaklaşan mü- ziğin üstünden zar zor duyulacak kadar yüksekti. Jonah duy- muş olmalıydı çünkü kafasını çevirip endişeli gözlerle ona baktı. Kibarca bir elini omzuna koydu.

“İyi misin?” diye sordu.

İyi değildi. Acı onu mahvediyordu; ona eşlik eden bir şey daha vardı: Açlık. Açlıktan gözü dönmüş durumdaydı. Ha- yatında hiç böyle bir his tarafından esir alındığı olmamıştı.

Jonah’a dönüp baktığında gözleri doğrudan boynuna kaydı. Kulaklarından boynuna doğru gelen damarı takip edip gözlerini damarın atışına odakladı. Damarın çarpışını izledi. Kalp atışlarını saydı.

“Caitlin?” dedi Jonah tekrardan.

Açlığı göz karartıcıydı. Eğer orada bir saniye daha durur- sa kendini kontrol edemeyeceğini biliyordu. Eğer biri onu tutmazsa kesinlikle dişlerini Jonah’ın boynuna geçirecekti.

İradesinin kalan son kırıntısıyla aniden koltuğundan kal- kıp Jonah’ın yanından bir kere de atlayarak merdivenlerden yukarı kapıya doğru koştu.

Tam o sırada birden salonun ışıklarının tamamı açıldı. Orkestra son notasını çalmıştı. Ara. Tüm izleyiciler alkışlar eşliğinde ayağa kalktı.

Caitlin tüm kalabalık koltuklarından kalkıp oraya gelme- den birkaç saniye önce çıkış kapısına ulaştı.

“Caitlin!” diye bağırdı Jonah arkasından. Muhtemelen koltuğundan kalkmış onu takip ediyordu.

Onu bu şekilde görmesine izin veremezdi. Daha da önem- lisi, yakınlarında bir yere gelmesine asla izin veremezdi. Bir hayvan gibi hissediyordu. Carnegie Hall’ün boş koridorla- rında gittikçe daha hızlı yürüdü ve en son tam gaz koşmaya başladı.

Farkına bile varmadan imkânsız bir hıza ulaşmıştı. Ha- lıyla kaplı koridoru yarıp geçiyordu. Avlanmaya çıkmış bir hayvandı o. Yemeğe ihtiyacı vardı. Kendini hızlıca kalaba- lıktan uzaklaştırması gerektiğini bilecek kadar durumun far- kındaydı.

Çıkış kapısını buldu ve omzunu dayadı. Kapı kilitliydi fakat ona öyle bir güçle yüklendi ki kapı menteşelerinden söküldü.

Kendini özel bir merdiven boşluğunda buldu. Başka bir kapıya denk gelinceye kadar merdivenlerden aşağı üçer üçer indi. Onu da omzuyla açtığında kendini başka bir koridorda buldu.

Bu koridor diğerlerinden daha münhasır ve daha boştu. Canı burnundan çıkarken bile sahne arkasında bir yere var- mış olduğunu fark edebiliyordu. Koridordan aşağı yürürken açlığın verdiği acıyla iki büklüm oluyor ve bir saniye daha dayanamayacağını biliyordu.

Elini kaldırıp ilk bulduğu kapıyı ittirdi ve bir kerede açtı. Burası özel bir soyunma odasıydı.

Aynanın önünde, kendine hayranlıkla bakan Sergei var- dı. Solist olan. Burası onun kulis odası olmalıydı. Her nasıl- sa buraya gelmişti.

Siniri bozulmuş bir hâlde ayağa kalktı.

“Üzgünüm, şu an imza veremem” diye çıkıştı. “Güvenlik görevlileri sana söylemiş olmalıydı. Bu arayı kendime ayırı- yorum. Şimdi eğer izin verirsen hazırlanmam lazım.”

 

Gırtlağından gelen bir kükreme eşliğinde Caitlin hemen boynuna uzandı ve dişlerini dibine kadar batırdı.

Sergei çığlık attı. Fakat artık çok geçti.

Dişleri damarlarının içine doğru nüfuz etti. Kanı içti. Ka- nının kendi damarlarına karıştığını, açlığının geçmeye baş- ladığını hissetti. İhtiyacı olan şey tam buydu işte. Bir saniye daha bekleyemezdi.

Sergei baygın bir hâlde sandalyesine çöktü. Caitlin yüzü kan içinde geri çekilip gülümsedi. Yeni bir lezzet keşfetmişti. Artık bir daha onunla arasında hiçbir şey duramazdı.

Yedinci Bölüm

New York cinayet masası dedektifi Grace Grant, Carnegie

Hall’ün kapılarını açar açmaz, önündeki vakanın fena bir şey olacağını biliyordu. Basının daha önce de zıvanadan çıktığını görmüştü fakat böylesine hiç rast gelmemişti. Mu- habirler on kat daha fazla sayıda ve alışılmadık şekilde sal- dırgandı.

“Dedektif!”

Flaşların patladığı odaya girerken arka arkaya ona bağır- dılar.

Grace ve dedektifleri lobiden geçerken muhabirler üç- beş santimlik yeri zar zor bırakmıştı. Kısa siyah saçlı, gözleri aynı koyulukta olan kırk yaşındaki Grace, kaslı ve görmüş geçirmiş yapısıyla normalde kendi yolunu açacak kadar diri olurdu. Fakat bu sefer işler kolay değildi. Muhabirler bunun büyük bir hikâye olduğunu biliyorlardı ve peşini bırakmaya- caklardı. Bu, hayatını çok daha zorlaştıracaktı.

Şöhretinin ve kuvvetinin zirvesinde olan uluslararası bir genç star öldürülmüştü. Tam Carnegie Hall’ün ortasında ve tam da ilk Amerika konseri sırasında. Basın zaten ilk konseri izlemek için buraya önceden gelmişti. En ufak bir istisna olmadan bu performansın haberi dünyadaki tüm ülkelerin gazetelerinde basılacaktı. Eğer yalnızca sendelese, düşse ya da bileğini burksa bile bu hikâye birinci sayfadan verilebilirdi.

Şimdi bu olmuştu bir de. Tam da lanet olası performansı- nın ortasında, tam da birkaç saniye önce şarkı söylemekte ol- duğu salonda. Bu kadarı çok fazlaydı işte. Basın bu hikâyeyi boğazından yakalamıştı ve salmayacaktı.

Birçok muhabir mikrofonları suratına doğru ittiriyordu. “Dedektif Grant! Sergei’nin vahşi bir hayvan tarafından

öldürüldüğü söyleniyor. Bu doğru mu?”

Yolunu dirseğiyle açmaya çalışırken onları görmezden geldi.

“Neden Carnegie Hall’ün güvenliği daha iyi değildi de- dektif?” diye sordu başka bir muhabir.

Bir başkası “Bunun bir seri katil olduğuna dair bildirimler var. Ona ‘Beethoven Kasabı’ diyorlar. Bir yorumunuz olacak mı?” diye bağırdı.

Odanın sonuna geldiğinde arkasına dönüp onlara baktı. Kalabalık sessizleşti.

“Beethoven Kasabı mı?” diye tekrarladı. “Bundan daha iyisini bulamamışlar mı?”

Bir soru daha sormalarına fırsat vermeden apar topar odadan çıktı.

Grace yol boyunca, kendisine malumatlarını aktaradu- ran detektifleri tarafından kapatılmış Carnegie Hall’ün arka merdivenine doğru yürümeye devam etti. Gerçek şu ki ne dediklerini pek dinlemiyordu. Yorgundu. Geçen hafta kır- kına basmıştı ve bu kadar yorgun olmaması gerektiğini bili- yordu. Fakat uzun mart geceleri yakasından düşmemişti ve biraz dinlenmesi gerekiyordu. Eğer intiharları saymazsak bu, ay içindeki üçüncü cinayetti. O ise sıcak hava, biraz yeşillik, ayaklarının altında yumuşak kum olsun istiyordu. Kimsenin kimseyi katletmediği, kimsenin intiharı aklından bile geçir- mediği bir yere gitmek istiyordu. Farklı bir hayat istiyordu.

Sahne arkasına giden koridora girdiğinde saatini kont- rol etti. Gecenin biri olmuştu. Daha bakmasına bile gerek kalmadan suç mahallinin kirletildiğini söyleyebilirdi. Onu neden buraya daha erken çağırmamışlardı ki?

Annesinin söylediği gibi otuzuna geldiğinde evlenmeliy- di. Hayatında bir adam vardı o sırada. Kusursuz değildi ama işini görebilirdi. Ancak o babası gibi kariyerine tutunmuştu. Babasının istediği şeyin bu olduğunu düşünmüştü. Artık babası ölmüştü ve onun gerçekten ne istediğini asla ortaya çıkaramamıştı. Yorgundu, bir de yalnız.

Arkasında yürüyen dedektiflerden biri, “Hiç tanık yok” dedi. “Adli birimler olayın 10:15 ila 10:28 arasında bir zaman- da olduğunu söylüyorlar. Neredeyse hiç mücadele izi yok.”

Bu suç mahali Grace’in hoşuna gitmemişti. İşin içinde çok fazla insan vardı zaten ve ondan önce çok fazla insan buraya gelmişti. Yaptığı her hareket göz önünde olacaktı. Bir de ne kadar muazzam soruşturma işi çıkarırsa çıkarsın parsa- yı başkası götürecekti. İşin içinde çok fazla departman vardı. Yani çok fazla politika.

Nihayet muhabirlerin geri kalanını da geçip sadece seç- kin memurların girmesine izin verilen, bantla çevrilmiş alana ayak bastı. Bir sonraki koridora girdiğinde nihayet etraf sessizleşti. Sonunda tekrardan düşünebiliyordu.

Soyunma odasının kapısı hafif aralık duruyordu. Lastik bir eldiven takıp uzandı ve kapının geri kalan kısmını da hafifçe açtı.

Yirmi yıllık polislik hayatı boyunca çok şey görüp ge- çirmişti. Neredeyse mümkün olan her şekilde öldürülmüş insanla karşılaşmıştı. Hatta öyle şeyler vardı ki en kötü kâbuslarında bile bunları hayal edemezdi. Ancak bunun gi- bisini daha önce hiç görmemişti.

Kanlı olduğundan değil, ürkütücü bir şiddet vuku bul- duğundan değil, başka bir şeydi bu. Gerçeküstü bir şey. Her taraf çok sessizdi. Her şey yerli yerindeydi; tabii cesedin du- rumu dışında. Ceset sandalyede geriye yaslanmış ve boynu açıkta kalmıştı. Ve işte orada, ışığın altında, tastamam iki delik duruyordu tam şah damarının üzerinde.

Kan yoktu. Mücadele izi yoktu. Hiç yırtık elbise yoktu. Odadan dışarı bir şey çıkarılmamıştı. Sanki odaya bir yarasa girmiş, adamın kanını hiçbir yeri kirletmeden içtikten sonra başka hiçbir şeye dokunmadan çıkıp gitmişti. Tüyler ürper- tici bir durumdu ve hiç kuşkusuz dehşet vericiydi. Eğer teni tamamen beyazlaşmamış olsaydı onun hâlâ hayatta olduğu- nu, ufak bir kestirme molası verdiğini düşünebilirdi. Hatta içinden, gidip adamın nabzına bakmak bile geldi. Ancak bunun aptalca olacağını biliyordu.

Sergei Rakov. Genç biriydi. Duyduklarına bakılırsa ken- dini beğenmiş, zibidinin tekiydi. Önceden edindiği düş- manları olabilir miydi acaba?

Bunu ne yapmış olabilir ki? Merak etti. Bir hayvan mı? Bir insan mı? Yeni bir tür silah mı? Yoksa bunu kendi ken- dine mi yapmıştı?

Dedektif Ramos, “Saldırının açısı intihar ihtimalini orta- dan kaldırıyor” dedi. Her zamanki gibi not defteriyle yanın- da duruyor ve yine her zaman olduğu gibi aklını okuyordu.

“Onunla ilgili elinizde ne varsa hepsini istiyorum” dedi memure. “Kime borcu olduğunu, düşmanlarının kim oldu- ğunu, eski kız arkadaşlarını, müstakbel karılarını bilmek is- tiyorum. Hepsini istiyorum. Yanlış insanların canını sıkmış olabilir.”

“Tamam hanımefendi” dedi adam ve odadan dışarı koş- turdu.

Neden onu katletmek için tam bu zamanı seçsinlerdi ki? Neden konser arası? Bir mesaj mı yollamak istiyorlardı?

Halıyla kaplı odada yavaşça yürüdü. Daireler çizip ona mümkün olan her açıdan baktı. Adamın uzun siyah saçları ve ölüyken bile çarpıcı bir cazibesi vardı. Yazık ki ne yazık...

O anda aniden bir ses odayı doldurdu. Birden tüm me- murlar kafasını çevirdi. Yukarı baktıklarında ufak televiz- yonun açıldığını gördüler. Bu geceki performansın çekimi oynuyordu. Odayı Beethoven’ın Dokuzuncu Senfonisi dol- durdu.

Dedektiflerden biri televizyonu kapatmak için uzandı. “Yapma” dedi Grace.

Memur tam yarıdayken durdu. “Dinlemek istiyorum.”

Sergei’nin sesi odayı doldururken Grace öylece durup ona baktı. Birkaç saat önce yaşam dolu olan bir ses... Tüyler ürpertici.

Grace bir kez daha odanın içinde tur attı. Bu sefer dizle- rinin üstüne çöktü.

“Zaten bu odayı inceledik dedektif ” dedi FBI ajanı sabır- sız bir şekilde.

Göz hizasının tam ucunda bir şey ilişti gözüne. Hoş mu hoş sandalyelerden birinin uzak ucuna kadar uzandı. Boy- nunu eğip kolunu uzattı ve elini altına soktu.

Nihayet aradığını bulmuştu. Kızarmış suratıyla ayağa kalktı ve elindeki kâğıt parçasını yukarı kaldırdı.

Diğer dedektiflerin tamamı gözlerini ona çevirdi.

“Bir bilet” dedi, eldivenli eliyle kâğıdı inceleyerek. “Mez- zanine sağ, koltuk üç. Bu geceki konserden.”

Kendisine boş gözlerle bakmakta olan dedektiflerin göz- lerinin içine baktı.

İçlerinden biri, “Bunun katile mi ait olduğunu düşünü- yorsunuz?” dedi.

“Bir şey biliyorum” dedi ölü Rus opera yıldızına son bir bakış atarak “Ona ait değil.”

*

Kyle, kırmızı halı döşenmiş koridorun içinden kalabalığı yararak ilerledi. Tepesi atmıştı, her zamanki gibi. Kalabalık- lardan nefret ediyordu, Carnegie Hall’den de. Bir keresinde buraya konsere gelmişti, 1890’larda. İşler o zaman da pek iyi gitmemişti. Garezi pek kolay geçmiyordu.

Siyah ceketinin yakaları boynunu kapatmış ve yüzünü çevrelemiş şekilde koridorda ilerlerken insanlar ona yol ver- di. Memurlar, güvenlik görevlileri, basın muhabirleri, tüm kalabalık geçmesi için yol açtı.

İnsanları kontrol etmek çok kolay, diye düşündü. Akılları ufacık şaşmayagörsün, hemen koyun gibi yoldan çekiliveri- yorlar.

Blacktide meclisinden bir vampir olan Kyle, son 3000 yılda olan her şeyi görmüştü. İsa’yı öldürdüklerinde o bura- daydı. Fransız Devrimi’ne şahit olmuştu. Çiçek hastalığının Avrupa’ya yayılmasını seyretmiş ve hatta buna yardım etmiş- ti. Onu hayrete düşürecek bir şey kalmamıştı pek.

Ancak bu gece hayrete düşmüştü ve hayret etmekten pek hoşlanmıyordu.

Normalde olsa alışıldık şekilde davranır, heybetli vücu- dunun kendi adına konuşmasına izin verir ve kalabalığın içinden o şekilde geçerdi. Geçirdiği yıllara rağmen genç ve yakışıklı göründüğü için insanlar genellikle ona yol veri- yorlardı. Fakat bu gece, hele eldeki şartlar hesaba katılırsa, bunun için sabrı yoktu. Kafasında cevaplanmamış, yakıcı sorular vardı.

Ne türden azgın bir vampir, açıkça bir insanı öldürecek kadar arsız olabilirdi? Hele bunu umuma açık bir yerde ya- pıp cesedin bulunması dışında başka bir olasılık bırakmazdı? Irklarının her kuralına karşı gelmişti. Bu ırkın ister iyi ister kötü tarafında olun, geçmediğiniz tek çizgi buydu. Kimse ırklarına bu şekilde dikkat çekilsin istemezdi. Amentülerin- de bu ihlalin tek bir cezası vardı: Ölüm. Hem de uzun, acılı bir ölüm.

Kim böyle bir şeye girişecek kadar gözü dönmüş ola- bilirdi? Basının, politikacıların, polisin bu kadar ilgisini çekecek bir şeye girişebilirdi? Daha da kötüsü, bunu kim onların meclisinin bölgesinde yapabilirdi? Bu olay mec- lislerinin kötü görünmesine neden oluyordu; kötüden de kötü. Onları savunmasız gösteriyordu. Tüm vampir ırkı bir araya gelip onlardan hesap sorabilirdi. Eğer ki bu serseriyi bulmazlarsa bu, doğrudan bir savaş anlamına gelebilirdi. Tam da buna kalkışamayacakları bir zamanda olurdu böyle bir savaş. Tam büyük planlarını uygulamaya koyacakları sırada...

Kyle, yanından geçerken kadın dedektif ona sert bir şe- kilde çarptı. Bir de üstüne üstlük dönüp kendisine baktı. Şaşırmıştı. Bu kalabalıkta başka hiçbir insan onu fark ede- cek güce ya da iradeye sahip değildi. Herhâlde diğerlerinden daha dişli biri olmalıydı. Ya öyleydi ya da kendisinin havası sönüyordu.

Zihin gücünü ikiye katlayıp doğrudan kadına yöneltti. Kadın nihayet kafasını sallayarak dönüp yürümeye devam etti. Onu bir kenara yazmalıydı. Aşağı baktığında yaka kar- tını görmüştü. Dedektif Grace Grant. İleride başlarına bela açabilirdi.

Kyle koridordan yürümeye devam etti. Daha fazla muha- bire sürtünerek geçti, olay yerini saran bantı ve en son ola- rak da yeni bir FBI ajanı sürüsünü geride bıraktı. Yarı açık kapıya doğru ilerleyip içeri baktı. Odanın içi pek çok FBI ajanıyla doluydu. Aynı zamanda pahalı takım elbise giymiş bir adam daha vardı. Adamın fıldır fıldır, ihtiras akan gözle- rinden onun bir politikacı olduğunu tahmin etti.

“Rus elçiliği durumdan memnun değil” diye çıkıştı adam sorumlu FBI ajanına. “Bunun sadece New York polisi ya da Amerikan Hükümeti’ne ait bir mesele olmadığını fark ediyorsundur. Sergei ulusal solistlerimiz arasında bir stardı. Onun cinayeti, ülkemize yapılmış bir saldırı olarak yorum- lanmalıdır...”

Kyle avucunu açtı ve irade gücünü kullanarak politi- kacının ağzını kapadı. Politikacıların konuşmasını dinle- mekten nefret ediyordu ve bunun ağzından yeterince şey duymuştu. Ruslar’dan da nefret ediyordu. Aslına bakılırsa çoğu şeyden nefret ederdi. Ancak bu gece nefreti yeni bir düzeye ulaşmıştı. Sabırsızlığı, içindeki en uç noktayı açığa çıkarıyordu.

Odadaki kimse politikacının ağzını Kyle’ın kapadığını fark etmedi, hatta politikacının kendisi bile. Ya da kim bilir, belki bunun için minnettardılar. Kyle yana çekilip zihin gü- cünü herkesi odadan çıkarmak için kullandı.

 

“Birkaç dakikalığına bir kahve molası verelim diyorum” dedi sorumlu FBI ajanı aniden. “Biraz kafamızı toplaya- lım.”

Kalabalık hemfikir şekilde başlarını salladıktan sonra san- ki bu yapmaları gereken en doğal şeymiş gibi odadan çıkıp gittiler. Son bir adım olarak Kyle çıkarlarken odanın kapı- sını kapamalarını da sağladı. İnsan seslerinden nefret ediyor ve bilhassa şu an hiç duymak istemiyordu.

Kyle derin bir nefes aldı. Yalnız kaldığı için düşüncele- rini tamamen bu adam üstüne yoğunlaştırabilirdi. Yakına gelip Sergei’nin yakasını açtı ve ısırma izlerini ortaya çı- kardı. Kyle uzanıp soluk ve soğuk iki parmağını deliklerin üstüne koydu. Onları bir süre tutup aradaki mesafeyi kay- detti.

Tahmin ettiğinden daha küçük bir ısırıktı. Başıboş vam- pir bir kadındı. Ve gençti. Dişler o kadar da derin değildi.

Parmaklarını tekrardan deliklerin üstüne koyup gözlerini kapadı. Kanın doğasını, onu ısıran vampirin doğasını his- setmeye çalıştı. Sonunda hayretler içinde gözleri kocaman açıldı. Çabucak parmaklarını çekti. Hissettiği şey hoşu- na gitmemişti. Bunu tanıyamamıştı. Kesinlikle başıboş bir vampirdi. Ne kendi klanından, ne de bildiği başka bir klan- dandı. Daha da sıkıntı verici olan şey, onun hangi soydan olduğunu bile tespit edememişti. 3000 yıllık hayatı boyunca başına hiç böyle bir şey geldiği olmamıştı.

Parmaklarını yukarı kaldırıp tadına baktı. Kokusu onu kendinden geçirdi. Normalde olsa bu kadarı yeterli olurdu. Onu tam olarak nerede bulacağını bilirdi ama hâlâ yitik du- rumdaydı. Bir şey görme yetisini bulandırıyordu.

Kaşlarını çattı. Bu durumda hiç seçenekleri kalmayacaktı. Onu bulmak için insanların polislerine güvenmek zorunda kalacaklardı. Üstleri bundan memnun olmayacaktı.

Kyle, sanki böyle bir şey mümkünmüşçesine daha da si- nirlendi. Sergei’ye baktı ve onunla ne yapmak gerektiğini düşündü. Birkaç saat içinde uyanacak ve ellerinden kaçmış başka bir klansız vampir daha insan içine karışacaktı. Onu tam şimdi hayrına öldürebilir ve bu işi kapatabilirdi. Aslında bu epey işine gelirdi. Vampir ırkının bir ilaveye daha ihtiyacı yoktu.

Fakat bu Sergei’ye büyük bir hediye vermek olurdu. Böy- lece ölümsüzlükten dolayı cefa çekmez, binlerce yıl hayatta kalıp umutsuzluğa kapılmaktan, sonu gelmeyen gecelerden dolayı sürünmezdi. Hayır, bu çok kibarca olurdu. Neden Sergei’ye de kendisi gibi ıstırap çektirmesindi ki?

Bunu düşündü. Bir opera sanatçısı. Evet. Meclisleri bun- dan epey hoşlanabilirdi. Bu ufak Rus çocuk canları ne zaman isterse onları eğlendirebilirdi. Onu geri götürür, dönüştürür ve kendi tasarrufunda başka bir dalkavuk daha edinirdi.

Ayrıca Sergei onu bulmasına yardım edebilirdi. Şimdi kokusu kanına karışmıştı. Sergei onları ona götürebilirdi. Onlar da onun canına okurdu.