Büyülü Gökyüzü

Tekst
Z serii: Felsefe Yüzüğü #9
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

YEDİNCİ BÖLÜM

Reece, Selese, Illepra, Elden, Indra, O’Connor, Conven, Krog ve Serna’nın yanında yürüyordu; dokuz kişilik grupları saatlerdir, Kanyon’dan çıktıklarından beri batıya doğru yol alıyordu. Reece ileride bir yerde, halkını ölü ya da diri göreceğini biliyordu ve onları bulmaya kararlıydı.

Yerle bir olmuş, gözün alabildiğince ejderhanın nefesiyle küle dönmüş cesetlerle ve onları didikleyen kuşlarla kaplı alanlardan geçerken hayretle etrafına bakındı. Binlerce İmparatorluk askerinin cesedi ufku kaplamıştı ve bazılarının üstünden hala dumanlar çıkıyordu. Bedenlerinden yükselen dumanlar havayı sarmıştı; mahvolmuş toprakları tahammül edilemeyecek kadar berbat leş gibi bir koku kaplamıştı. Ejderhanın efesiyle ölmeyenlerse İmparatorluğa karşı yapılan savaşta ölmüştü. Cesetlerin arasında MacGil ve McCloud askerleri de vardı; kocaman kasabalar dümdüz olmuştu ve her yer moloz öbekleriyle kaplıydı. Reece başını salladı: Bir zamanlar bolluk bereket içinde olan o topraklar artık savaşla yerle bir olmuştu.

Kanyon’dan çıktıklarından beri, Reece ve diğerleri evlerine, Halka’nın MacGil tarafına dönmek için uğraşıyorlardı. At bulamadıkları için, ta McCloud tarafından Highlands’i aşmışlar, diğer tarafa geçmişlerdi ve o sırada, en sonunda MacGil bölgesine girmişlerdi. Ama yıkımdan ve felaketten başka bir şey göremiyorlardı. Etraflarındaki manzaradan ejderhaların İmparatorluk birliklerini öldürdükleri belliydi. Reece buna minnettardı. Ama hala halkını ne durumda bulacağını bilmiyordu. Halka’daki herkes ölmüş müydü? O ana dek edindiği izlenim buydu. Herkesin iyi olup olmadığını öğrenmek için can atıyordu.

Ölülerle ve ejderhaların ateşleriyle ölmemiş yaralılarla ve ölülerle dolu her vardıkları savaş alanında,  Illepra ve Selese cesetten cesede gidiyor, onları çeviriyor ve kontrol ediyordu. Bunu sadece meslekleri yüzünden yapmıyorlardı; Illepra’nın bir amacı daha vardı: Reece’in kardeşi Godfrey’i bulmak. Reece de bunu istiyordu.

“Burada yok,” dedi Illepra bir kez daha ayağa kalkarak. O alandaki son cesedi de çevirmiş, suratında büyük bir hayal kırıklığı belirmişti.

Reece Illepra’nın kardeşini ne kadar çok önemsediğini görebiliyordu ve buna son derece duygulanmıştı. Reece de onun iyi olduğunu ve hayatta olduğunu umuyordu… Ama etraftaki binlerce cesede baktığında, öldüğünü düşünmeden edemiyordu.

Yola devam edip bir başka engebeli Alana, bir dizi tepeye daha vardılar; orada ufuktaki bir başka savaş alanında binlerce ceset daha vardı. Oraya yöneldiler.

Yürürlerken Illepra sessizce ağlamaya başladı. Selese elini onun bileğinin üstüne koydu.

“O, hayatta,” dedi. “Endişelenme.”

Reece yanına gidip onu teselli etmek için elini omzuna koydu. Illepra’nın haline üzülmüştü.

“Kardeşimle ilgili tek bir şey biliyorsam, onun hayatta kalanlardan olduğudur,” dedi. “her zorlu durumdan sıyrılmasını bilir. Ölümden bile. Yemin ederim ki öyle. Godfrey çoktan bir meyhane bulmuş, sarhoş oluyordur.”

Illepra gözyaşları arasında güldü ve suratını sildi.

“umarım,” dedi. “İlk kez, umarım ki bir yerde sarhoş oluyordur.”

Kasvetli yürüyüşlerine çorak diyarlarda sessizce deva ederlerken, her biri kendi düşüncelerine dalmıştı. Reece’in gözlerinin önünden Kanyon’daki manzaralar geçiyordu ve bunu engelleyemiyordu. Ne kadar çaresiz bir durumda kaldıklarını düşündü ve Selese’ye minnet duydu; Selese doğru anda ortaya çıkmamış olsaydı, hala orada olurlardı ve kesin kes ölürlerdi.

Reece elini uzatıp Selese’nin elini tutu ve ikisi birlikte yürürlerken gülümsedi. Reece Selese’nin ona karşı hissettiği sevgiyle ve bağlılıkla, sırf onu kurtarmak için tüm kırlık alanı aşma azmiyle duygulanmıştı. Ona karşı müthiş bir aşk hissetti ve bunu ona söyleyebileceği ve yalız kalabilecekleri bir anı iple çektiğini hissetti. Çoktan hayatını onunla geçirmek istediğine karar vermişti. Kimseye hissetmediği kadar büyük bir bağlılık hissediyordu ve yalnız kaldıkları anda ona evlenme teklif etmeye kararlıydı. Ona annesinin yüzüğünü verecekti. Annesi bunu ona hayatının aşkını bulduğunda vermesi için hediye etmişti.

“Halka’yı sırf benim için aştığına inanamıyorum,” dedi ona.

Selese gülümsedi.

“O kadar da uzak değildi.”

“Uzak değil miydi? Her yanında savaşılan bir ülkeyi geçebilmek için hayatını tehlikeye attın. Sana borçluyum. Hem de kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar.”

“Bana hiçbir şey borçlu değilsin. Hayatta olduğuna memnunum.”

Hepimiz sana borçluyuz,” diye araya girdi Elden. “Hepimizi kurtardın. Sen olmasaydın, hepimiz Kanyon’un derinliklerinde kalmıştık.”

“Konu hazır borçlu olmaktan açılmışken, seninle bir şey konuşmak istiyordum,” dedi Krog Reece’e. Topallayarak yanına gelmişti. Illepra Kanyon’un tepesinde bacağını sardığından beri, en azından güçlükle de olsa tek başına yürüyebiliyordu.

“Beni orada birden fazla kurtardın,” dedi Krog. “Bana sorarsan çok aptalcaydı, ama bunu yine de yaptın. Ama sakın sana borçlu olduğumu düşünme.”

Reece Krog’un kaba laflarına ve beceriksiz teşekkür etme girişimine boş bulundu.

“Bana hakaret mi ediyorsun, teşekkür mü ediyorsun anlayamadım,” dedi.

“Kendi bildiğim gibi konuşuyorum. Bundan böyle, sırtını kollayacağım. Senden hoşlandığım inçi değil, bunu yapmam gerektiğini hissettiğim için.”

Reece başını salladı; Krog onu her zaman şaşırtıyordu.

“Merak etme, ben de senden hoşlanmıyorum.”

Hep birlikte yürümeye devam ettiler; hepsi rahatlamıştı, hayatta olduklarına, yeryüzünde olduklarına ve Halka’nın o tarafında olduklarına memnundu… Sessizce, diğerlerinden uzakta, kabuğuna çekilmiş vaziyette yürüyen Conven hariç. İmparatorlukta ikizi öldüğünden beri öyleydi. Hiçbir şey, hatta ölümden kurtulmuş olmak bile onu kendisine getirememişti.

Reece olanları düşününce, Conven’in kendini orada nasıl hiç düşünmeden tehlikeye attığını ve bir kez aha başkalarını kurtarayım darken ölmekten kıl payı kurtulduğunu hatırladı. Reece acaba bunun sebebi başkalarını kurtarmaktan ziyade ölmek istemesi mi diye düşünmeden edemedi. Bu durum onu endişelendiriyordu. Onun o kadar mesafeli, derpesif olmasından hoşlanmıyordu.

Reece onun yanına gitti.

“Orada muhteşem savaştın,” dedi.

Conven omuzlarını silkip yere bakmakla yetindi.

Reece sessizce yürürlerken söyleyecek bir şey buluşmak için kafa patlattı.

“Buraya geri döndüğün için mutlu musun? Özgür olduğun için mutlu musun?” dedi Reece.

Conven döndü ve boş bir ifadeyle ona baktı.

“Evime geri dönmedim. Özgür de değilim. Kardeşim öldü. Ayrıca, onsuz yaşama hakkım yok.”

Reece bu sözleri duyunca buz kestiğini hissetti. Belli ki Conven hala yastaydı; bunu bir şeref rozeti gibi de içinde taşıyordu. Conven boş bakışlarıyla bir yaşayan ölüden farksızdı. Reece bir zamanlar bakışlarının sevinç olduğunu hatırladı. Derin bir hüzne boğulduğunu görebiliyordu ve bunun asla geçmeyebileceği gibi kötü bir hisse kapıldı. Conven’e ne olacak diye düşündü. Hayatında ilk kez, onun başına iyi bir şey gelmeyecekmiş gibi geldi.

Yürüdükçe yürüdüler; aradan saatler geçti ve omuz omuza cesetlerle kaplı bir savaş alnına daha vardılar. Illepra ve Selese eve diğerleri yayılıp cesetten cesede yürüdüler, onları çevirdiler ve Godfrey’i aramaya koyuldular.

“Bu alanda daha çok MacGil askerleri var,” dedi Illepra umutla. “Ejderha alevinden de ölmemişler. Belki de Godfrey buralardadır.”

Reece başını kaldırınca binlerce ceset gördü ve Godfrey orada olsa bile onu bulup bulamayacaklarını düşündü.

Reece de diğerleri gibi tek başına cesetten cesede gitti ve onları çevirdi. Kendi halkının insanlarının suratlarını gördü; bazılarını tanıyordu, bazılarını da tanımıyordu, ama tanıdıkları birlikte savaştığı, babası için savaşmış kişilerdi. Reece vatanını bir veba gibi saran felakete hayret etti ve bunun artık gerçekten sona ermiş olmasını diledi. Ona bir ömür boyu yetecek kadar savaş ve ceset görmüştü. Artık barış dolu bir hayat yaşamaya, kendisine gelmeye ve yerle bir olan yerleri yeniden inşa etmeye hazırdı.

“BURADA!” diye bağırdı Indra heyecan dolu bir sesle. Birsinin tepesinde durmuş ona bakıyordu.

Illepra dönüp derhal yanına gitti ve diğerleri de oraya yöneldi. Illepra yerde yatan kişinin yanına çömeldi ve yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı. Reece de yanına çömelip, hayretle erkek kardeşine baktı.

Godfrey.

Şişkin karnı daha da belirgindi, tıraşsızdı, gözleri kapalıydı, suratı fazla solgundu ve elleri soğuktan mosmor kesilmişti. Ölmüş gibi gözüküyordu.

Illepra eğilip onu tekrar tekrar sarstı, ama Godfrey yanıt vermedi.

“Godfrey! Lütfen! Uyan! Benim! Illepra! GODFREY!”

Onu sarsmaya devam etti, ama Godfrey uyanmadı. En sonunda, çaresizlik içinde diğerlerine döndü ve kemerlerine baktı.

“Şarap!” diye bağırdı O’Connor’a.

O’Connor belindeki çantadan şarabı alıp ona Verdi.

Illepra bunu Godfrey’in suratına tutup dudaklarına damlattı. Başını kaldırıp ağzını açtı ve birkaç damla diline akıttı.

Godfrey aniden tepki verip dudaklarını yaladı ve şarabı yuttu.

Öksürüp doğruldu, şarabı kaptı ve gözlerini açmadan kana kana tek dikişte hepsini bitirdi. Gözlerini yavaşça çatı ve elinin tersiyle ağzını sildi. Şaşkın ve aklı karışmış bir halde etrafına bakınıp geğirdi.

Illepra sevinçle bir çığlık attı ve eğilip ona sıkı sıkı sarıldı.

“Hayattasın!” diye bağırdı.

Reece kardeşi şaşkınlıkla ama gayet sağlıklı bir halde etrafına bakınırken derin bir oh çekti.

Elde ve Sema Godfrey’in kollarının altından tutup onu ayağa kaldırdılar. Godfrey ilk başlarda sendeleyerek durdu ve şaraptan uzunca bir yudum daha alıp yine elini tersiyle ağzını sildi.

Boş bakışlarla etrafına bakındı.

“Neredeyim?” diye sordu. Uzanıp başını ovuşturdu. Başında kocaman bir şişlik vardı; acıyla gözlerini kıstı.

Illepra şişliği ustaca kontrol etti, elini başında ve saçlarındaki kurumuş kanların üstünde gezdirdi.

 

“Yaralanmışsın,” dedi. “Ama kendinle gurur duyabilirsin: Hayattasın. Güvendesin.”

Godfrey düşecek gibi olunca, diğerleri onu hemen tuttular.

“Ciddi bir yaralanma değil,” dedi Illepra şişliğe bakarak. “ama dinlenmen gerek.”

Belindeki çantadan bir bandaj çıkardı ve güzelce başının etrafına doladı. Godfrey irkildi ve ona baktı. Sonra, etrafına bakınıp alandaki cesetleri gördü ve gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Hayattayım,” dedi. “İnanamıyorum.”

“Başardın,” dedi Reece ağabeyinin omzunu mutlulukla sıkarak. “Başaracağına emindim.”

Illepra kollarını boynuna dolayıp ona sarılınca, Godfrey de ağır ağrı ona sarıldı.

“Demek bir kahraman olmak böyle bir his,” dedi Godfrey. Diğerleri bunu duyunca güldü. “Bana böyle daha çok içki verin, belki o zaman daha çok kahramanlık yaparım.”

Godfrey şaraptan yine uzunca bir yudum aldı ve en sonunda dengeli ayakta durmasına yardım eden Illepra’ya yaslanarak ve kolunu omzuna atarak onlarla birlikte yürüyecek hale geldi.

“Diğerleri nerede?” diye sordu Godfrey yürürlerken.

“Bilmiyoruz,” dedi Reece. “Batı’da bir yerde olduklarını umuyoruz. Oraya doğru gidiyoruz. Kraliyet Sarayı’na ulaşmaya çalışıyoruz. Kimlerin geride kaldığını görmek istiyoruz.”

Reece bunları söylerken yutkundu. Ufka baktı ve halkının Godfrey’yle aynı kaderi paylaştığını umdu. Thor’u, kız kardeşi Gwendolyn’i, kardeşi Kendrick ve sevdiği daha birçok kişiyi düşündü. Ama İmparatorluk ordusunun büyük bir kısmının hala ileride olduğunu biliyordu ve gördüğü yaralıların ve ölülerin sayısından daha en kötüsüyle henüz karşılaşmadıklarını tahmin ediyordu.

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Thorgrin, Kendrick, Erec, Srog ve Bronson İmparatorluk ordusuna karşı tek bir duvar gibi duruyorlardı; askerleri arkalarındaydı, silahlarını kaldırmışlardı ve İmparatorluk birliklerini yok etmeye hazırlardı. Thor bunun bir ölüm saldırısı, hayattaki son savaşı olacağını biliyordu, ama endişeli değildi. Orada, düşmana karşı savaşarak, ayaklarının üstünde, kılıcı elinde, asker arkadaşları yanı başında savaşacak ve vatanını koruyacaktı. Yaptıklarını ve kendi halkına karşı savaşmasını telafi etmesi için bir şansı olacaktı. Hayatta bundan daha fazla istediği bir şey yoktu.

Thor Gwendolyn’i düşündü ve keşke onun için daha fazla vakti olsaydı diye düşündü. Steffen’ın onu sağ salim oradan kaçırdığını ve cephenin ardında güvende olduğunu umdu. Var gücüyle savaşmaya, elimden geldiğinde çok İmparatorluk askeri öldürmeye niyetliydi. Bunu sırf Gwen’e bir şey olmasın diye yapacaktı.

Thor orada dururken korkusuz, cesurca orada duran ve savaşmaya hazır asker kardeşlerinin gücünü hissedebiliyordu. Bunlar krallığın en iyi savaşçıları, Gümüş’ün, MacGiller’in ve Silesialılar’ın en iyi şövalyeleriydi. Hepsi birlik olmuştu ve kötü şartlara rağmen hiçbiri korkuyla geri çekiliyordu. Hepsi de vatanlarını korumak için canını vermeye hazırdı. Hepsi şerefe ve özgürlüğe canlarından daha fazla değer veriyordu.

Thor İmparatorluk borazanlarının düşman askerlerin saflarında çaldığını duydu ve sayısız askerin düzgün gruplar halinde dizildiğini gördü. Karşısındakiler disiplinli, acımasız ve hayatları boyunca savaşmış komutanları olan askerlerdi. Liderlerinin ölümü karşısında savaşa devam etmek için eğitim almış iyi yağlanmış bir makineyi andırıyorlardı. Yeni ve isimsiz bir imparatorluk komutanı öne çıktı ve birliklerin başına geçti. Düşman askerleri çok kalabalıktı ve Thor onları o kadar az adamla yenemeyeceklerini biliyordu. Ama artık bunun bir önemi kalmamıştı. Ölseler de fark etmezdi. Asıl mesele, nasıl ölecekleriydi. Gerçek erkekler gibi ayaklarının üstünde, son bir kahramanca çarpışmada öleceklerdi.

“Onların bize gelmesini mi bekleyelim?” diye sordu Erec bağırarak. “Yoksa onlara MacGil karşılamasını mı sunalım?”

Thor diğerleri gibi gülümsedi. Ufak bir ordunun daha büyük bir orduya saldırması gibi bir şey yoktu. Hem tehlikeliydi, hem de yürekliliğin en üst aşamasıydı.

Thor ve adamları hep birlikte aniden bir savaş çığlığı attılar ve saldırıya geçtiler. Hızla koşarak iki ordu arasındaki mesafeyi kapatmaya başladılar; savaş çığlıkları etrafta yankılanırken askerleri de hemen peşlerindeydi. Thor kılıcını havaya kaldırmış, kalbi gümbür gümbür atarken ve buz gibi bir rüzgâr suratını döverken kardeşlerinin yanında koşuyordu. İşte, savaş böyle bir şeydi. Ona hayatta olmanın nasıl bir şey olduğunu hatırlatıyordu.

İki ordu saldırıya geçti ve birbirlerini öldürmek için ellerinden geldiğince hızla öne atıldı. Birkaç saniyede savaş alanının ortasında silahları muazzam bir ses çıkarıp çarparken bir araya geldiler.

Thor kılıcını dört bir yana savuruyor, kendisini uzun ve kısa mızraklı düşman askerlerinin ilk sırasına atıyordu. Thor ona fırlatılan ilk mızrağı ikiye ayırdı ve askeri böğründen yaraladı.

Bir sürü mızrak üstüne doğru gelirken, Thor eğilip bunlardan kurtuldu; kılıcını her yöne sallayıp mızrakları büyük bir çatırtıyla ikiye ayırdı. Yoluna çıkan her askere tekme de dirsek atarak etkisiz hale getirdi. Savaş eldiveninin tersiyle birkaçına burdu ve bir askerin apış arasına bir tekme attı; bir diğerinin çenesine dirseğini indirdi, bir başkasına kafa attı, bir askeri kılıçla kesti ve hızla arkasına dönüp birini daha kılıçla hakladı. Birlikler birbirine çok yakındı ve neredeyse teke tek savaşıyorlardı. Thor tek kişilik bir makine gibi onlardan ok daha üstün ordunun kese biçe ilerliyordu.

Etrafındaki kardeşleri de aynı şekilde inanılmaz bir hızla, güçle, kuvvetle ve ruhla savaşıyorlardı. Düşman askerleri onlardan kat kat fazla olduğu halde, kendilerini daha kalabalık olan orduya atıyor, bitmek tükenmek bilmez İmparatorluk askerlerini keserek ilerliyorlardı. Kimse tereddütlü davranmıyor, kimse geri adım atmıyordu.

Thor’un etrafındaki binlerce asker yüz binlerce düşman askeriyle karşılaştı; askerler tek tek inanılmaz derecede şiddetli ve Halka’nın kaderini belirleyecek bir karşılaşmada savaşırlarken çığlıklar atıp inliyorlardı. Sayıca onlardan epeyi üstün olan güçlere rağmen, Halka’nın askerleri hız kazanıyor, İmparatorluğu geride tutuyor, hatta onları gerilemeye zorluyordu.

Thor bir İmparatorluk askerinin elinden bir zinciri kaptı, onu geriye doğru tekmeledi, zinciri hızla çevirdi ve adamın miğferinin yan tarafına indirdi. Sonra bunu havada geniş bir daire çizecek gibi tekrar çevirdi ve birkaç askeri daha yere yıktı. Zinciri kalabalığın arasına fırlatınca, daha da çok askeri hakladı.

Sonra, kılıcını kaldırdı ve teke tek savaşa geri döndü; kolları ve omuzları yorulana dek kılıcını her yöne salladı. Bir ara, biraz fazla yavaş hareket edince, bir asker kılıcını kaldırıp üstüne indirdi. Thor çok geç kalarak ona döndü, kendisini darbeye ve yaralanmaya hazırladı.

Thor bir hırlama sesi duydu ve Krohn fişek gibi yanından geçip havaya sıçradı; çenesini askerin boğazına geçirip onu yere devirdi ve Thor’un hayatını kurtardı.

Teke tek savaşarak aradan saatler geçti. Thor ilk başlarda başarılı oldukları için cesaretlenmiş olsa da, aradan saatler geçtikçe bu savaşın boşa olduğu ve sadece kaçınılmaz sonu geciktirdikleri belli oldu. Ne kadar çok düşman öldürürlerse öldürsünler, ufuk sürekli olarak düşman askerleriyle doluveriyordu. Thor ve diğerleri bitkin düşerken, İmparatorluk askerleri yeni dinlenmiş bir halde akın akın geliyordu.

Hızını kaybeden ve kendisini savaşın başlangıcındaki kadar iyi savunamayan Thor birden omzuna bir kılıç darbesi aldı; acı içinde çığlık atarken, kolundan kanlar fışkırmaya başladı. Bunun hemen ardından, kaburgalarına bir dirsek yedi ve üstüne bir savaş baltası indi. Sonra anda, bunu kalkanıyla savuşturmayı başardı. Kalkanını son saniyede kaldırmayı başarmıştı.

Güç kaybetmeye başlamıştı; etrafına bakınınca, diğerlerinin de aynı durumda olduğunu gördü. Durum bir kez daha değişmek üzereydi; Thor’un kulakları yere devrilen askerlerinin birçoğunun ölüm haykırışlarıyla dolmaya başladı. Saatlerce savaştıktan sonra kaybediyorlardı. Çok geçmeden işleri tamamıyla bitecekti. Gwendolyn’i düşününce, pes etmemeye karar Verdi.

Thor başını göğe kaldırdı ve çaresizlikle içinde kalan güçleri çağırmaya çalıştı. Ama Druid gücü ona yanıt veremiyordu. Andronicus’la yaptığı savaşta çok güç kullandığını ve toparlanmak için aradan biraz vakit geçmesi gerektiğini hissediyordu. Savaş alanında Argon’un da eskisi kadar güçlü olmadığını ve Rafi’yle savaştığı için güçlerinin zayıflamaya başladığını gördü. Alistair de Argon’u canlandıracak diye güçlerini tüketip halsiz düşmüştü. Başka destekleri de yoktu. Sadece kol kuvvetine güvenmeleri gerekiyordu.

Thor tekrar göğe baktı ve çaresizlik içinde muazzam bir savaş çığlığı attı. Farklı bir şey olmasını, bir şeylerin değişmesini diledi.

Lütfen Tanrım, diye dua etti. Sana yalvarıyorum. Bugün hepimizi kurtar. Senden güç diliyorum. Adamlarımdan veya güçlerimden değil, senden medet umuyorum. Bana gücünü gösterecek bir işaret ver.

Birden, etrafın muhteşem bir kükremeyle sarsıldığını duyuna Thor şok içinde kaldı; ses öylesine yüksekti ki, göğü adeta yarıyordu.

Thor bu sesi tanıyınca, kalp atışları hızlandı. Ufka baktı ve bulutların arasından eski dostu Mycoples’in fırladığını gördü. Thor büyük bir şaşkınlık geçirdi; onun hayatta olduğuna, özgür olduğuna ve orada, Halka’da ona doğru uçtuğuna çok sevindi. Sanki bir parçası kurtulmuştu.

Ama daha da şaşırtıcı olan şey, onun yanında ikinci bir ejderha görmesiydi. Çok yaşlı, soluk kırmızı renkli pulları ve iri, ışıldayan yeşil gözleri olan, Mycoples’ten çok daha korkunç gözüken bir erkek ejderhaydı. Thor ikisinin havada süzülüşünü, bulurların arasına girip çıkışlarını ve en sonunda dosdoğru kendisine doğru pike yapışlarını izledi. Dualarına yanıt verildiğini fark etti.

Mycoples kanatlarını kaldırdı, boynunu gerdi ve tiz bir çığlık attı; yanındaki ejderha da aynı şekilde çığlık attıktan sonra ikisi aynı anda İmparatorluk ordusunun üstüne bir ateş duvarı püskürterek göğü aydınlattı. Buz gibi hava bir anda ılıklaştı, sonra epeyi sıcak oldu ve alev duvarları döne döne askerleri kapladı. Thor kollarıyla suratını kapattı.

Ejderhalar arkadan saldırdıkları için alevleri Thor’a ulaşmadı. Ama yine de, alev duvarı ısısını hissedebileceği ve kolunun ön tarafındaki tüyleri tütsüleyecek kadar yakındı.

Binlerce düşman askeri çığlıklar atmaya başladı ve İmparatorluk ordusu birlik birlik alev aldı; on binlerce asker çığlıklar atarak can Verdi. Askerle dört bir yana koşuyorlardı, ama kaçabilecekleri hiçbir yer yoktu. Ejderhalar acımasızdı. Öfkeden kudurmuşlardı ve İmparatorluktan feci bir intikam alacakları kadar çıldırmışlardı.

İmparatorluğun birlikleri art arda yere düşüp öldü.

Thor’un önündeki askerler panik içinde dönüp kaçmaya koyuldular; her yere alevler püskürten, gökte zigzaglar çizen ejderhalardan kaçıyorlardı. Ama ejderhalar iyice alçalıp onları tek seferde alevler içinde bırakınca sadece ölüme koşmuş oldular.

Çok geçmeden, Thor karşısında boş bir alandan ve kapkara dumanlardan başka bir şey olmadığını gördü; havayı yanık et ve ejderhaların nefesinin sülfür kokusu kaplamıştı. Bulutlar dağılırken, karşısında yanık bir çorak alan kalmıştı ve tek bir sağ adam bile yoktu; çimlerin ve ağaçları tamamı da kapkara kesilmiş ve küle dönüşmüştü. Daha birkaç dakika önce yenilmez olan İmparatorluk ordusu tamamıyla yok edilmişti.

Thor şok ve büyük bir mutluluk hissederek orada kalakaldı. Yaşayacaktı. Hepsi yaşayacaktı. Halka özgürdü. Nihayet, hepsi özgür kalmıştı.

Mycoples pike yaptı ve Thor’un yanına oturup başını eğerek burnundan sesler çıkardı.

Thor öne adım atıp eski dostunun yanına giderken gülümsedi; Mycoples başını mırlayarak ta yere kadar eğdi. Thor onun suratındaki pulları okşadı ve Mycoples biraz daha eğilip burnunu Thor’un göğsüne, suratınıysa bedenine sürttü. Mutlu mutlu mırlıyordu ve Thor nasıl onu gördüğüne havalara uçmuşsa, o da Thor’u gördüğü için çok mutlu gibiydi.

Thor üstüne bindi ve Mycoples’in üstünde ona hayretle ve sevinçle bakan binlerce askerden oluşan ordusuna bakıp kılıcını havaya kaldırdı.

Erkekler kılıçlarını kaldırıp sevinçle bağırdılar. En sonunda, zafer çığlıkları tüm göğü kapladı.

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?