Bir Şeref Haykırışı

Tekst
Z serii: Felsefe Yüzüğü #4
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Thor’un tanımadığı bir başka genç Lejyon askerinin yardımına koştu, saldırganı bir mızrak darbesiyle öldürdü; ama bu arada, bir McCloud ona arkadan saldırarak boynuna bir hançer sapladı. Genç asker çığlık atarak atından düşüp öldü.

Thor arkasına bakınca, yarım düzine kadar askerin üstüne hücum ettiğini gördü. Askerlerden biri bir kılıcı havaya kaldırıp suratına indirdi; Thor kolunu kaldırıp bu darbeyi de kalkanıyla savuşturdu ve metalin çınlaması kulaklarında yankılandı. Ancak bir başka savaşçı çizmesini kaldırdığı gibi Thor’un kalkanını elinden tekmeledi.

Üçüncü bir düşman askeri Thor’un bileğine basıp elini yere mıhladı.

Dördüncü bir saldırgan öne çıktı ve elindeki mızrağı kaldırıp Thor’un göğsüne saplamaya hazırlandı.

Thor müthiş bir hırlama sesi duydu; Krohn askerin üstüne atlayarak onu geriye savurdu ve yere bastırdı. Ama askerlerden biri bir sopayla öne çıktı ve sopayı öylesine ser bir biçimde Krohn’a savurdu ki, Krohn bir cıyaklamayla devrilip baygın halde sırt üstü devrildi.

Bir başka asker öne çıkıp Thor’un başına dikilerek üç uçlu bir mızrağı havaya kaldırdı. Kaşlarını çatıp ona baktı; bu sefer onu durduracak kimse yoktu.  Mızrağım doğrudan Thor’un suratına indirmeye hazırlandı ve Thor yere mıhlanmış vaziyette çaresizlik içinde orada yatarken en sonunda hayatının sonuna geldiğini hissetti.

YEDİNCİ BÖLÜM

Gwen yanında Illepra’yla birlikte boğucu kulübede Godfrey’in yanına eğildi ve artık duruma daha fazla tahammül edemedi. Kardeşinin inlemelerini saatlerdir dinliyor, Illepra'nın suratının giderek daha kasvetli bir hal alışını izliyordu ve kardeşinin öleceği kesin gibiydi. Orada öylece oturmak onu son derece çaresiz hissettiriyordu. Bir şeyler yapması gerektiğini hissediyordu. Herhangi bir şey.

Sadece Godfrey konusunda suçluluk ve endişe hissetmiyordu, Thor için de daha fazlasını hissediyordu. Onun son sürat savaşa girdiği ve ölmek üzere Gareth tarafından bir tuzağa yollandığı düşüncesini gözlerinin önünden atamıyordu. Thor’a da bir şekilde yardım etmesi gerekiyordu. Orada öylece oturarak çıldırmak üzereydi.

Gwen aniden ayağa fırladı ve kulübenin diğer tarafına koştu.

“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Illepra sesi dua etmekten çatlamış bir halde.

Gwen ona döndü.

“Döneceğim,” dedi. “Denemem gereken bir şey var”.

Kapıyı açtığı gibi günışığına fırladı ve gözlerini kırpıştırarak karşısındaki manzaraya baktı. Akorth ve Fulton hala beklenildiği orada nöbet tutuyorlardı; onu görünce ikisi de ayağa fırladı ve endişeli ifadelerle ona baktılar.

“Yaşayacak mı?” diye sordu Akorth.

“Bilmiyorum,” dedi Gwen. “Burada bekleyin. Nöbet tutun.”

“Siz nereye gidiyorsunuz?” diye sordu Fulton.

Gwen kan kırmızı göğe bakarken, havada mistik bir şey hissederken aklına bir şey gelmişti. Ona yardım edebilecek tek bir adam vardı.

Argon.

Gwen’in güvenebileceği, Thor’un sevdiği, babasına sadık kalan ve ona bir şekilde yardım etme gücüne sahip tek bir kişi varsa, o da Argon’du.

“Özel birisini aramam gerek,” dedi.

Arkasını döndü ve hızla ovalara yöneldi; yavaş yavaş daha da hızlandı, koşmaya başladı ve Argon’un kulübesine giden yolu izledi.

Senelerdir, çocukluğundan beri oraya gitmemişti, ama onun o tenha ve sarp ovaların tepesinde yaşadığını hatırlıyordu. Koştukça koştu ve arazi daha da tenhalaşıp rüzgârlı hale geldikçe, çimler yerini çakıl taşlarına, sonra da kayalıklara bıraktıkça soluklanmaya bile fırsat bulamadı. Rüzgâr uğulduyordu ve ilerlerken etraf ürkütücü bir hal almıştı; bir yıldızın yüzeyinde yürüyormuş gibi hissetti.

En sonunda, nefes nefese Argon’un ku8lübesien vardı ve kapıyı yumrukladı. Kullanabileceği bir kapı kolu yoktu, ama onun kulübesine geldiğini biliyordu.

“Argon!” diye bağırdı. “Benim! MacGil’in kızı! Beni içeri al! Sana emrediyorum!”

Kapıyı yumruklamaya devam etti, aldığı tek yanıt uğuldayan rüzgârdı.

Nihayet, bitkin bir halde, eskisinden de büyük bir çaresizlik içinde gözyaşlarına boğuldu. İçi boşalmış, yardım isteyebileceği hiç kimse kalmamış gibi hissetti.

Güneş gökte daha da derinlere batarken, kan kırmızısı rengi yerini alacakaranlığa bırakırken, Gwen geri döndü ve tepeden aşağı yürümeye koyuldu. Yürürken gözyaşlarını siliyor, umutsuz bir halde nereye gideceğini düşünüyordu.

“Lütfen, baba,” dedi Yüksek sesle gözlerini yumarak. “Bana bir işaret ver. Nereye gideceğimi göster. Ne yapacağımı göster. Lütfen, oğlunun bugün ölmesine izin verme. Lütfen, Thor’un ölmesine izin verme. Beni seviyorsan, bana yanıt ver”.

Gwen ses çıkarmadan yürürken rüzgârın sesini dinliyordu ki, bir anda aklına bir şey geldi.

Göl. Hüzün Gölü.

Tabii. Göl, insanların ölümcül bir hastalığa yakalanan kişiler için dua etmeye gittikleri yerdi. Kızıl Orman’ın orta yerinde, etrafı ta göğe kadar uzanan yüksek mi yüksek ağaçlarla çevrili, el değmemiş ufak bir göldü. Kutsal bir yer olarak kabul edilirdi.

Bana yanıt verdiğin için teşekkür ederim, baba, diye düşündü Gwen.

Artık onu daha da fazla yanında hissediyordu; birden koşmaya, hızla üzüntüsünü dinleyecek olan Kızıl Orman’daki göle doğru ilerlemeye başladı.

*

Gwen Hüzün Gölü’nün kenarına diz çöktü, ellerini suyu bir yüzük gibi çevirmiş olan kırmızı renkli yumuşak çama dayadı ve yükselmekte olan ayın yansıdığı, hayatında gördüğü en durgun suya baktı. Muhteşem bir dolunaydı, hayatında gördüğü en büyük dolunaydı ve ikinci Güneş batarken, ay yükseliyor, hem günbatımını, hem de ay ışığını Halka’nın üstüne yansıtıyordu. Güneş ve ay gölde karşılıklı olarak parıldıyordu; Gwen bu manzara karşısında günün o vaktinde oradaki kutsallığı hissetti. Biri biterken ve diğeri başlarken, ikisinin arasında açılmış bir pencereydi; günün o kutsal vaktin de ve o kutsal yerde her şey mümkündü.

Gwen diz çökmüş halde tüm benliğiyle ağladı ve dua etti. Son birkaç günün olayları ona çok ağır gelmişti ve o anda içinden geçen her şeyi söylüyordu. Kardeşi için, ama daha da çok Thor için dua etti. O gece, her ikisini de kaybedip etrafında bir tek Gareth’ın kalacağı düşüncesine katlanamıyordu. Bir barbarla evlenmesi için orada yollanacak olacağın düşünmeye tahammül edemiyordu. Tüm dünyasının etrafında yerle bir olduğunu hissediyor, yanıtları bulmaya ihtiyaç duyuyordu. Dahası, umuda ihtiyacı vardı.

Yaşadığı krallıkta, Göller Tanrısına, ya da Ormanlar Tanrısına, Dağlar Tanrısına veya Rüzgâr Tanrısına dua eden birçok insan vardı, ama Gwen asla hiçbirine inanmamıştı. O da Thor gibi krallıktaki o eski inançları reddeden birkaç kişiden biriydi ve tek bir Tanrı’ya, tüm evreni kontrol eden tek bir varlığa inanmak gibi radikal bir yolu izliyordu. O sırada dua ettiği de bu tanrıydı.

Lütfen, Tanrım, diye yalvardı. Thor’u bana geri getir. Savaşta güvende olmasını sağla. Girdiği tuzaktan kurtulmasına izin ver. Lütfen, Godfrey’in yaşamasına izin ver. Lütfen, beni koru… Buradan götürülüp o vahşi adamla evlendirilmeme izin verme. Her şeyi yaparım. Bana bir işaret ver yeter. Benden ne istediğini göster.

Gwen uzunca bir süre orada diz çöktü, rüzgârın Kızıl Orman'ın sonu görünmeyen yüksek çam ağaçlarının arasında uğuldayışından başka bir şey duymadı; başının üstünde sallanan, iğneleri suya düşen dallarının hafif çıtırtısını dinledi.

“Ne için dua ettiğine dikkat et,” dedi bir birisi.

İrkilerek hızla arkasına döndü ve biraz ötesinde birisini görünce şok geçirdi. Korkması gerekirdi, ama sesi hemen tanımıştı… Eski, ağaçlardan, dünyanın kendisinden daha yaşlı bir sesti; sesin kime ait olduğunu fark edince içi heyecanla doldu.

Arkasına bakınca onu beyaz cüppesi ve başlığıyla, adeta ruhunu okuyormuş gibi gözüken şeffaf gözleriyle orada dururken gördü. Elindeki asası gün batımında ve ay ışığında parlıyordu.

Argon.

Gwen ayağa kalkıp karşısına geçti.

“Seni aradım,” dedi. “Kulübene gittim. Kapıyı çaldığımı duydun mu?”

“Her şeyi duyarım,” dedi Argon gizemli bir tavırla.

Gwen durup bunun ne anlama geldiğini düşündü. Argon’un suratı ifadeden yoksundu.

“Bana ne yapmam gerektiğini söyle,” dedi Gwen. “Her şeyi yaparım. Lütfen, Thor’un ölmesine izin verme. Ölmesine izin veremezsin!”

Gwen öne çıkıp, yalvararak Argon’un bileğine yapıştı. Ama ona dokunduğu anda, Argon’un bileğinden ellerine kavurucu bir sıcaklık yayıldı ve bu enerjiye dayanamayarak ellerini geri çekti.

Argon iç çekti, arkasını döndü ve göle doğru birkaç adım attı. Orada durup göle bakarken, gözleri ışığı yansıttı.

Gwen yanına gitti ve Argon konuşmaya hazır olana dek uzunca bir sure bekledi.

“Kaderi değiştirmek imkânsız değil,” dedi Argon. “Ama bunu isteyen kişi için bedeli çok ağrı olur. Bir hayatı kurtarmak istiyorsun. Bu, çok asil bir davranış. Ama iki hayatı birden kurtaramazsın. Seçim yapman gerek”.

Dönüp ona baktı.

“Bu gece, Thor mu, yoksa kardeşin mi yaşasın isterdin? Birinin ölmesi gerek. Kaderde böyle yazılı”.

Gwen bu soru karşısında dehşete kapıldı.

“Ne tür bir seçim bu?” dedi. “Biri seçerek, diğerini ölüme mahkûm etmiş oluyorum”.

“Hayır, bu Doğru değil,” diye yanıt verdi Argon. “Her ikisinin de ölmesi gerekiyor. Üzgünüm. Ama kaderleri böyle”.

Gwen midesine bir hançer saplanmış gibi hissetti. Her ikisinin de mi ölmesi gerekiyordu? Bunu düşünmek çok korkunçtu. Kader gerçekten de o kadar acımasız olabilir miydi?”

“Birini diğerine tercih edemem,” dedi en sonunda cılız bire sesle. “Thor’a karşı beslediğim sevgi tabii ki daha büyük. Ama Godfrey etimden ve kanımdan. Birinin diğeri yüzünden öleceği fikrine katlanamam. İkisinin de bunu isteyeceği sanmam”.

“O halde, ikisi de ölecek,” dedi Argon.

Gwen büyük bir paniğe kapıldı.

“Bekle!” diye bağırdı Argon gitmeye hazırlanırken.

Argon dönüp ona baktı.

“Yan ben?” dedi Gwen. “Onların yerine ölürsem? Mümkün mü? O zaman her ikisi hayata kalır da ben ölür müyüm?”

 

Argon çok uzunca bir sure, adeta içini okurmuş gibi ona baktı.

“Kalbin tertemiz,” dedi. “MacGillerin ne temiz kalpli üyesisin. Baban seni doğru seçmiş. Evet, Doğru seçmiş…”

Argon Gwen’in gözlerinin içine bakmaya devam ederken konuşmayı kesti. Gwen huzursuz oldu, ama bakışlarını başka yöne çevirmeye cesaret edemedi.

“Seçimin yüzünden, bu geceki fedakârlığın yüzünden, kaderler seni duydu,” dedi Argon. “Thor bu gece kurtulacak. Kardeşin de öyle. Sen de hayatta kalacaksın. Ama hayatının ufak bir parçasının alınması gerek. Unutma, her zaman bir bedel vardır. Her ikisinin hayatına karşılık olarak kısmi bir ölüm yaşayacaksın”.

“Bu ne anlama geliyor?” dedi Gwen korkuyla.

“Her şeyin bir bedeli, vardır,” dedi Argon. “Bir seçeneğin var. Bunu ödememeyi mi tercih edersin?”

Gwen cesaretini topladı.

“Thor için her şeyi yaparım,” dedi. “Ailem için de”.

Argon’un bakışları onu delip geçti.

“Thor muhteşem bir kadere sahip,” dedi Argon. “Ama kader değişebilir. Yazgımız yıldızlarda. Ama aynı zamanda Tanrı tarafından da kontrol ediliyor. Tanrı yazgıyı değiştirebilir. Thor’un bu gece ölmesi gerekiyordu. Sırf senin sayende hayatta kalacak. O bedeli sen ödeyeceksin. Bu bedel de yüksek olacak”.

Gwen daha fazlasını bilmek istiyordu; Argon’a yaklaşmaya çalıştı, ama tam bunu yaptığında, gözlerinin önünde aniden parlak bir ışık parladı ve Argon gözden kayboldu.

Gwen hızla arkasına döndü,  her yönde onu aradı, ama Argon hiçbir yerde yoktu.

Gwen en sonunda dönüp göle baktı; göl adeta o gece orada hiçbir şey olmamış gibi dingin mi dingindi. Kendi aksini gördü; öylesine uzaklarda gözüküyordu ki. İçim minnetle, en sonunda da bir huzur hissiyle doldu. Ama kendi geleceği için dehşet hissetmekten de alıkoyamadı kendini. Bunu aklından ne kadar atmak istese de düşünmeden edemedi: Thor’un hayatına karşılık olarak ne tür bir bedel ödeyecekti?

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Thor savaş alanının ortasında, McCloud askerleri tarafından yere mıhlanmış, çaresizlik içinde yatıyor, savaşın gürültüsünü, atların kişnemelerini, dört bir yanındaki adamların öldüğünü duyuyordu. Batmakta olan Güneş ve yükselmekte olan, hayatındaki gördüğü en büyük dolunay birden iri kıyım, öne çıkan bir asker tarafından örtüldü; asker üççatallı mızrağını havaya kaldırdı ve üstüne indirmeye hazırlandı. Thor sonun geldiğini anladı.

Gözlerini yumdu ve ölmeye hazırlandı. Korkmuyordu. Sadece pişmanlık hissediyordu. Hayatta kalabilmek için daha fazla zamanı olmasını istiyordu; kim olduğunu keşfetmek, kaderinin ne olduğunu öğrenmek, en çok da Gwen’le birlikte olabilmek için daha fazla vakti olmasını istiyordu.

Thor bu şekilde ölmenin adil olmadığını hissetti. Orada olmazdı. O şekilde olmazdı. O gün olmazdı. Henüz vakti gelmemişti. Bunu hissedebiliyordu. Henüz hazır değildi.

Aniden, içini bir his kapladığını fark etti: hayatında hiç hissetmediği bir şiddet ve güçtü. Tün bedeni titredi ve ayak tabanlarından bacaklarına, gövdesi ve kollarına, sonra da parmak uçlarına kadar yepyeni bir hissin yükseldiğini hissetti; parmak uçları artık anlam bile veremediği güzel bir enerjiyle yanıyor, kıvılcımlar saçıyordu. Thor toprağın derinliklerin yükselen bir ejderha gibi korkunç bir biçimde kükreyince, kendisi de şaşırdı.

Askerlerin elinden kurtulup ayağa fırlarken, içine iki adamın gücünün dolduğunu hissetti. Asker üççatallı mızrağını aşağı indirmeye fırsat bulamadan, Thor öne çıktı, onu miğferinden kavradı ve bir kafa atıp burnunu ikiye kırdı; sonra ona öylesine sert bir tekme attı ki, asker bir havan topu gibi geriye savrulup on adamı daha yere devirdi.

Thor askeri tutup havaya kaldırırken, kalabalığın üstüne fırlatırken ve bir düzine kadar askeri birer bowling lobutu gibi devirirken, yeni bir öfke hissiyle bir çığlık attı. Sonra, öne uzandı ve bir askerin elinden on fitlik bir zinciri kapıp etrafından çığlıklar yüklene, on fitlik yarıçapta bulunan düzinelerce askeri yok edene dek tekrar tekrar başının üstünde çevirdi.

Thor gücünün artmaya devam ettiğini hissetti ve bu güce teslim oldu. Birkaç adam daha üstüne saldırırken, avucunu öne uzattı ve bir karıncalanma hissedip şaşırdı. Avucundan soğuk bir pus yükseldiğini hissetti. Saldırganlar aniden durdular; bir buz katmanıyla örtülmüşlerdi. Buz kalıpları gibi donakalmışlardı.

Thor avuçlarını her yöne çevirdi ve dört bir yanındaki askerler dondu; savaş alanının her yer yanına buz kalıpları yağmış gibiydi.

Asker arkadaşlarına dönünce, birkaç düşman askerinin Reece, O’Connor, Elden ve ikizlere ölümcül darbeler indirmek üzere olduğunu gördü. Yine avuçlarını her yönde gezdirip saldırganları dondurdu ve kardeşlerini son anda ölmekten kurtardı. Kardeşleri dönüp ona baktılar ve gözlerinde büyük bir rahatlama ve minnet ifadesi belirdi.

McCloud ordusu olanları fark etmeye ve Thor’dan uzak durmaya başladı. Etrafını güvenli bir mesafeden çevirmeye koyuldular; tüm o savaşçılar düzinelerce arkadaşlarının savaş alanında donduğunu gördükleri için ona fazla yaklaşmaya korkuyorlardı.

Derken, bir kükreme sesi duyuldu ve diğerlerinin beş misli iriliğinde bir adam öne çıktı. On dört fit uzunluğunda olmalıydı ve elinde Thor’un hayatında hiç görmediği kadar büyük bir Kılıç vardı. Thor onu da dondurmak için avcunu havaya aldırdık, ama bu adama karşı bir işe yaramadı. Adam enerjiyi ona rahatsızlık veren bir böcekmiş gibi savuşturdu ve Thor’a saldırmaya devam etti. Thor gücünün kusursuz olmadığını fark etti; buna şaşırdı ve neden bu adamı durdurabilecek kadar güçlü olmadığını anlayamadı.

Dev adam üç uzun adımda Thor’un yanına varınca, Thor adamın hızına şaşırdı; adam elini tersiyle ona vurunca, Thor arkaya uçtu.

Sert bir biçimde yere düştü ve dönmeye fırsat bulamadan dev adamın yanına gelip onu ki eliyle başının üstüne kaldırdı. Onu fırlatınca ve Thor yirmi fit yükselip sert bir biçimde düştükten sonra yuvarlanarak durunca, McCloud ordusundan bir zafer çığlığı yükseldi. Thor kaburgalarının tamamı kırılmış gibi hissediyordu.

Başını kaldırınca, dev adamın üstüne eğildiğini gördü; bu sefer, yapabileceği hiçbir şey yoktu. İçine dolan güç her neyse artık tükenmişti.

Gözlerini yumdu.

Lütfen, Tanrım, yardım et bana.

Dev üstüne eğilirken, Thor zihninde boğuk bir vızıltı duydu; ses giderek arttı ve çok geçmeden zihninin dışında, evrende uğuldamaya başladı. Daha önceden hiç hissetmediği tuhaf bir şey hissetti; havanın, saçlarının sallanışının, uzun otların hareketini oluşturan dokunun ve örtüsünün bir parçası olmuş gibiydi. Hepsinin arasında müthiş bir uğultu duydu ve elini öne uzatırken adeta bu uğultuyu evrenin dört bir köşesinden alıyor, iradesine yolluyordu.

Thor gözlerini açınca,  gökte muazzam bir uğultu duydu ve şaşkınlıkla yukarıda devasa bir arı sürüsünün oluşmasını izledi. Arılar dört bir yandan akın akın geliyordu; Thor ellerini kaldırırken, onlara yön veriyormuş gibi hissetti. Bunu nasıl yapabildiğini bilmiyordu, ama onları yönlendirebildiğini anlamıştı.

Ellerini dev adama doğrulttu ve bunu yapar yapmaz arı sürüsü kapladıkları ve karattıkları gökten aşağı uçarak, adam dizlerinin, sonra da suratının üstüne düşüp ölene dek onu binlerce kez soktular. Zemin adamın yere düşen bedeniyle zangırdadı.

Thor daha sonra ellerini atlarının sırtında oturmuş, şok içinde onu ve olanları izleyen McCloud ordusuna çevirdi. Düşman askerleri kaçabilmek için döndüler, ama tepki bile verebilecekleri kadar vakitleri yoktu. Thor avucunu onların bulunduğu yere çevirince, arı sürüsü dev adamı bıraktı ve askerlere saldırmaya girişti.

McCloud ordusu korkuyla haykırdı ve tek bedenmiş gibi arkalarını dönüp kaçmaya başladıkları anda defalarca sürü tarafından sokuldular. Çok geçmeden, savaş alanı adamlar var güçleriyle kaçarken boşaldı. Bazıları zamanında at sırtında kaçamadılar ve askerler birbiri ardına düşüp savaş alanını cesetlerle kapladılar.

Hayatta kalanlar arı sürüsü onları savaş alanında kovalar halde ufka doğru dörtnala ilerlerken, arıların müthiş vızıltısı atların toynaklarının gök gürültüsünü andıran sesine ve askerlerin korku dolu haykırışlarına karıştı.

Thor afallamıştı; savaş alanı bir kaç dakika içinde boşalıp sessizleşmişti. Geriye bir tek istiflenmiş yaralı McCloud askerlerinin inlemesi kalkmıştı. Thor etrafına bakınınca yorgunluk bitkin düşmüş, nefes nefese kalmış arkadaşlarını gördü; hepsinin bedeni fena halde çürükler içinde kalmıştı ve ufak tefek yaralar almışlardı, ama iyilerdi. Tabii, cansız halde yerde yatan tanımadığı üç lejyon askeri haricinde.

Derken, ufuktan muazzam bir gümbürtü koptu; Thor o yöne bakınca, kralın ordusunun hızla tepe çıktığını ve Kendrick önderliğinde onlara doğru gelmekte olduğunu gördü. Askerler dörtnala onlara yardım etmek için geliyordu; birkaç saniye içinde o kanlı savaş alanında hayatta tek kişiler olan Thor’un ve arkadaşlarının önünde durdular.

Thor olduğu yere şok içinde kalmış onlara bakarken, Kendrick, Kolk, Brom ve diğerleri atlarından inip ağır ağrı ona yaklaştılar. Yanlarında Kraliyet Ordusu’nun tüm müthiş savaşçıları olan düzinelerce Gümüş de vardı. Thor’un ve diğerlerinin orada, o kanlı savaş alanında, etraflarında yüzlerce McCloud askerinin cesedi arasında zafer kazanmış bir halde, tek başlarına durduklarını gördüler. Thor adamların ifadelerindeki hayreti, saygıyı ve hayranlığı görebiliyordu.  Bunları gözlerinden okuyordu. Tüm hayatı boyunca bunu istemişti.

Artık bir kahramandı.

DOKUNUZU BÖLÜM

Erec atında dörtnala ilerliyor, Güney Yolu’nda ilerliyor, her zamankinden daha da süratle giderken gecenin zifiri karanlığında yoldaki çukurlardan kaşınmak için elinden geleni yapıyordu. Alistair’in kaçırıldığı, köle olarak satıldığı ve Baluster’a götürüldüğü haberini aldığından beri at sırtından inmemişti. Kendisini azarlamadan edemiyordu. O hancıya güvenmekle, sözünü tutacağını varsaymakla, anlaşmanın kendine ait yanını yerine getireceğini ve turnuvayı kazandıktan sonra Alistair’i serbest bırakacağına inanmakla aptallık ve saflık etmişti. Erec sözünün eriydi ve başkalarının verdiği sözlerin de kutsal olduğuna inanırdı. Aptalca bir hataydı. Bunun bedelini de Alistair ödemişti.

Erec onu düşününce kalbi paramparça oldu ve atını daha da sert tekmeledi. Öylesine güzel ve kibar bir leydi önce o hancıya çalışmak gibi alçaltıcı bir durumda kalmıştı, şimdi de köle olarak satılmış ve seks ticaretinde kullanılmaya başlanmıştı. Bunu düşünmek bile Erec’i öfkeden çileden çıkardı ve bu durumdan bir şekilde sorumlu olduğunu hissetmeden edemedi: Onun hayatına hiç girmemiş olsaydı, onu oradan kaçırmak için söz vermemiş olsaydı, belki de hancının aklına bunu yapmak asla gelmeyecekti.

Erec gecede hızla ilerlerken, atının toynaklarının sesi asla kesilmiyor, kulaklarını atının nefes alıp veriş sesleriyle birlikte dolduruyordu. At yorgunluk bitap vaziyetteydi; Erec onu yere yıkana dek süreceğinden korkuyordu. Turnuvadan sonra doğrudan hancıya gitmiş, mola vermek için durmamıştı ve öylesine yorgundu ki öne devrildiği gibi atından düşebilirmiş gibi hissediyordu. Ama dolunayın son ışıklarının altında güneydeki Baluster’a Doğru yön değiştirmeden ilerlerken, kendini gözlerini açık tutmaya, uyumamaya zorluyordu.

Erec tüm hayatı boyunca Baluster’la ilgili öyküler dinlemişti, ama oraya hiç gitmemişti; söylentilere göre, kumar, afyon, seks ve krallıktaki akla hayale gelebilecek her kötü şeyle bilinen bir yerdi. Halka’nın dört bir yanındaki hayal kırıklığına uğramış insanoğlunun bildiği her türlü karanlık eğlenceyi tatmak üzere oraya akın ederdi. Orası Erec’in kişiliğinin zıddıydı. Asla kumar oynamaz ve içki içmez, boş vakitlerini eğitimle, becerilerini pekiştirerek geçirmeyi tercih ederdi. Baluster’ın müdavimleri gibi tembellikten ve âlem yapmaktan hoşlanan kişileri anlayamıyordu. Oraya gitmekse onun için hayra alamet değildi. Oradan asla iyi bir şey beklenemezdi. Alistair’in o tür bir yerde olduğunu düşündükçe umutsuzluğa kapılıyordu. Onu herhangi bir zarar görmeden önce derhal kurtarıp uzaklara kaçırması gerektiğini biliyordu.

Ay gökyüzünde alçalırken, yol giderek genişledi ve daha işlek bir yere dönüştü. Erec şehrin ilk manzarası gördü: Duvarlarında yanan sayısız meşale şehri gecenin karanlığında bir şenlik ateşi gibi gösteriyordu. Erec buna şaşırmamıştı: Şehir halkının gece boyunca uyanık olduğu söylenirdi.

Erec daha da hızlandı ve şehir yaklaşırken, en sonunda her iki yanında meşaleler olan, dibinde uyuklayıp kafası öne düşen bir muhafızın beklediği ufak ahşap bir köprüye vardı. Erec hızla yanından geçerken muhafız irkildi. Adam ardından “HEY!” diye seslendi.

Ama Erec yavaşlamadı bile. Adam onu kovalayacak cesareti gösterirse ki Erec buna hiç ihtimal vermiyordu, o zaman bunun adamın yaptığı şey olmasını sağlayacaktı.

Erec etrafı alçak, eski taş duvarlarla çevrili bir meydana inşa edilmiş olan şehrin geniş ve açık kapılarından hızla geçti. Şehre girdi ve parlaklığıyla göz kamaştıran, her yanında meşaleler olan dar sokaklardan hızla geçti. Binalar birbirine çok yakın inşa edildiğinden, şehre dar ve boğucu bir görünüm veriyordu. Sokaklar tıka basa insanlarla doluydu ve hemen hemen hepsi sarhoş gibiydi; sendeleyerek yürüyor, yüksek sesle bağırıyor ve birbirlerini itekliyorlardı. Çok büyük bir parti gibiydi. Yanından geçtiği her binaysa ya bir meyhane, ya da bir kumarhaneydi.

 

Erec doğru yere geldiğini biliyordu. Alistair’in orada bir yerde olduğunu hissedebiliyordu. Güçlükle yutkunarak çok geç kalmadığını umdu.

Şehrin göbeğinde diğerlerinden daha büyük bir hanı andıran, insanların akın akın içeri girdiği yere doğru gitti ve burasının aramaya başlamak için iyi bir yer olduğunu düşündü.

Erec atından inip sarhoşlukla bağırıp çağıran insanları dirsekleyerek telaşla içeri girdi ve salonun ortasında gerilerde duran, paralarını aldığı kişilerin isimleri not eden ve odalarını gösteren hancıya gitti.  Düzenbaz görünümlü, suratında sahte bir gülümseme olan, terleyen ve paralarını sayarken ellerini ovuşturan bir adamdı. Suratında sahte bir gülümsemeyle Erec’e baktı.

“Bir oda mı istiyordunuz, efendim?” dedi. “Yoksa kadın mı?”

Erec başını sallayıp sesini gürültüden duyurmak için adama biraz yaklaştı.

“Bir tüccarı arıyorum,” dedi. “Bir köle tüccarı. Buraya Savaria’dan geldi, ama bir, iki gün önce gelmiş olabilir. Yanında da çok değerli bir kargo vardı. İnsan kargosu”.

Adam dudaklarını yaladı.

“İstediğiniz bilgi çok değerli,” dedi. “Bunu size bir oda verebileceğim kolaylıkla verebilirim”.

Adam ellerini öne uzatıp parmaklarını birbirine sürüttü ve avcunu açtı. Sonra Erec’e baktı ve gülümsedi; üst dudağının üstünde terler birikmişti.

Erec adamdan tiksinmişti, ama o bilgiyi öğrenmek ve daha fazla vakit kaybetmemek istiyordu; o yüzden, kesesinden kocaman altın bir para alıp adamın avcuna koydu.

Adam parayı incelerken gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Kral altını,” dedi etkilenmiş gibi parayı incelerken.

Erec’i saygı ve hayranlıkla tepeden tırnağa süzdü.

“O halde, buraya ta Kraliyet Sarayı'ndan mı geldiniz?” diye sordu.

“Yeter,” dedi Erec. “Soru sorun benim. Sana para ödedim. Şimdi, söyle: tüccar nerede?”

Adam birkaç kere dudaklarını yaladı, ona ona biraz yaklaştı.

“Aradığınız adam Erbot’ta. Haftada bir gelir, bir grup yeni fahişe getirir. Onları açık arttırmayla en Yüksek parayı veren kişiye satar. Muhtemelen, iş yerindedir. Bu sokağın sonuna kadar gidin, orayı göreceksiniz. Ama aradığınız kız değerliyse, onu çoktan satmıştır. Fahişeleri uzun sure satılık kalmaz”.

Erec gitmek üzere dönmüştü ki, bileğinde ılık ve terli bir el hissetti. Hancının bileğini tuttuğunu görünce şaşırdı.

“Fahişe arıyorsanız, neden benimkilerden birini denemiyorsunuz? En az onunkiler kadar güzeller, hem de yarı ücretine”.

Erec adama bakıp tiksintiyle suratını buruşturdu. Biraz daha vakti olsaydı, onu sırf dünya öyle bir adamdan kurtulsun diye muhtemelen öldürürdü.  Ama ona şöyle bir bakınca, buna değmeyeceğine karar verdi.

Elini hışımla geri çekti, biraz eğildi.

“Bana bir daha elini sürersen, bunu yapmamış olmayı dilersin,” diye onu uyardı. “Şimdi şu elimdeki ince kılıca güzel bir yer bulmadan önce iki adım gerile bakalım”.

Hancı bakışlarını aşağı indirdi, gözleri korkuyla irileşti ve birkaç adım geriye gitti.

Erec arkasını döndüğü gibi hızla uzaklaştı, müşterileri dirsekleyip iterek yol açtı ve hışımla dışarı çıkmak üzere çift kapılardan geçti. İnsanlıktan hiç o denli utanmamıştı.

Atı yoldan geçerken onu süzen birkaç sarhoşa kişneyip yeri eşeleyen atına bindi. Adamların atını çalmak için süzdüklerine emindi. Geri dönmemiş olsaydı, acaba bunu yapmaya yeltenirler miydi diye düşündü ve bir sonra gideceği yerde atını daha iyi bağlamayı unutmamayı düşündü. Şehrin kötülüklerine bir kez daha hayret etti. Yine de, atı Warkfin sert bir savaş atıydı ve birisi onu çalmaya çalışırsa onu ayaklarının atlında ezip öldürürdü.

Erec Warkfin’i tekmeledi ve ikisi birlikte süratle dar sokakta ilerlemeye çalıştılar. Erec bir yandan da kalabalıktan uzak durmaya çalışıyordu. Gecenin geç bir vaktiydi, ama sokaklar tüm ırklardan birbirine karışan insanlarla adeta giderek daha da kalabalıklaşıyordu. Birkaç sarhoş müşteri yanlarından biraz hızlı geçtiğinde arkasından bağırdılar, ama umurunda değildi. Alistair’in yakınlarda olduğunu hissediyordu; onu geri almadan hiçbir şey onu durduramazdı.

Sokak bir taş duvarla sona erdi; sağ taraftaki son bina beyaz kil duvarlı ve sazdan bir damı olan, eski güzelliğini yitirmiş bir meyhaneydi. İçeri girip çıkan insanlara bakılacak olursa, Erec Doğru yere geldiğini hissediyordu.

Atından indi, sıkıca bir direğe bağladı ve kapılardan içeri daldı. Ama bunu yapar yapmaz, şaşkınlıkla kalakaldı.

İçerisi loştu; duvarlarda sadece ışıkları titreyen birkaç meşale vardı ve en uç köşede ateşi sönmek üzere olan bir şömine duruyordu. Her yere serilmiş olan kilimlerin üstünde öbek öbek, yarı çıplak, birbirlerine ve duvarlara bağlanmış kadınlar yatıyordu. Hepsi de uyuşturulmuş gibiydi. Erec havadaki haşhaş kokusunu alabiliyordu. Ayrıca, bir poponun da elden ele dolaştırıldığını gördü. Birkaç iyi giyimli adam odada dolanıyor, arada sırada kadınların ayaklarını tekmeleyip dürtüyor, sanki alacakları malları deneyip karar vermeye çalışıyorlardı.

Odanın ne uç köşesinde, ufak, kırmızı kadife kaplı bir sandalyede, sütünde ipekli bir sabahlık olan ve iki yanına kadınların zincirlenmiş olduğu bir adam oturuyordu. Ardındaysa suratları yara izleriyle kaplı, Erec’ten çok daha uzun ve iri yapılı, birisini öldürmekten zevk alabilirmiş gibi gözüken iri ve kaslı adamlar duruyordu.

Erec bu manzarayı görünce, neler olduğunu anladı: Orası bir seks yuvasıydı, o kadınlar kiralıktı ve köşede oturan adam da Alistair’i ve muhtemelen oradaki kadınları kaçırmış olan kilit kişiydi.  Alistair o sırada bile o odada olabilir, diye düşündü Erec.

Derhal harekete geçti, sıra sıra kadının arasında ilerleyerek suratlarına baktı ve onu aramaya koyuldu. Odada bazıları baygın halde olan birkaç düzine kadın vardı ve içerisi öylesine loştu ki, Alistair’i hemen bulması zordu. Kadınların suratına teker teker bakarak sıraların arasında dolanıyordu ki, iri bir el onu göğsünden ittirdi.

“Ödeme yaptın mı?” dedi adam boğuk bir sesle.

Erec başını kaldırınca, kaşlarını çatmış iri yarı bir adamın orada durduğunu gördü.

“Kadınlara bakmak istiyorsan, ödeme yapman gerek,” dedi adam kükrer gibi. “Kurallar böyle”.

Erec pis pis adama baktı, içinin nefretle dolduğunu hissetti ve adam daha gözünü bile kırpamadan avucunun dibi adamın soluk borusuna indirdi.

Adam nefessiz kaldı, gözleri irileşti, soran dizlerinin üstüne çöküp boğazını tutu. Erec uzanıp adamın şakağına dirseğini indirince, adam yüz üstü yere düştü.

Hızla sıraların arasından ilerlemeye, Alistair’i bulabilmek için çaresizlik içinde kadınları incelemeye koyuldu, ama onu hiçbir yerde göremedi. Alistair orada eğildi.

Her şeyi odanın ne uç köşesinde oturduğu yerden izleyen yaşlıca adamın yanına giderken, kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu.

“Beğendiğin bir şey buldun mu?” diye sordu adam. “Bir teklif vermek isteyebileceğin bir şey var mı?”

“Bir kadını arıyorum,” dedi Erec buz gibi bir sesle, sakin olmaya çalışarak. “Bunu sadece bir kere söyleyeceğim. Uzun, boylu, uzun sarı saçlı ve yeşil gözlü. İsmi Alistair. Bir, iki gün önce Savaria’dan alındı. Buraya getirildiğini öğrendim. Doğru mu?”

Adam sırıtarak ağır ağrı başını salladı.

“Aradığın o mal ne yazık ki satıldı,” dedi adam. “İyi maldı ama. Zevkliymişsin. Başkasını seç, sana indirim yapayım”.

Erec çılgına döndü.  İçini daha önceden hiç hissetmediği kadar büyük bir öfke kapladı.

“Onu kim aldı?” diye kükredi.

Adam gülümsedi.

“O köleye kafayı takmış gibisin”.

“O, bir köle değil,” dedi Erec hışımla. “Karım”.

Adam şok geçirmiş gibi ona baktı. Sonra aniden başını geriye attı ve kahkahalarla gülmeye başladı.

Karın mı? Bu da iyiymiş. Artık değil, dostum. Artık bir başka erkeğin oyuncağı”. Sonra, hancının surat ifadesi meşumlaştı, kötülükle çarpıldı ve sağ kollarına bir işaret verip “Atın şu çöplüğü dışarı,” dedi.