Pis Adam

Tekst
Z serii: Martin Beck #7
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

4

Einar Rönn yorgunluktan bitmişti.

Aralıksız on yedi saattir işteydi. Tam şu saniye Kungsholms Caddesi’ndeki polis merkezinde Kriminal Şube’deki odasında ayaktaydı, meslektaşlarından birine el uzatmış, iki gözü iki çeşme ağlayan yetişkin bir adama bakıyordu.

Esasında belki de onun için ‘yetişkin adam’ tabiri çoktu çünkü gözaltındaki bu kişi çocuk denecek yapıdaydı. Omuzlarına kadar sarı saçlı, parlak kırmızı Levi’s’lı ve arkasında LOVE yazan püsküllü, kahverengi süet ceketli, on sekiz yaşında bir oğlandı. Harflerin etrafı pembe, lila ve bebek mavisi, süslü püslü çiçeklerle bezeliydi. Aynı zamanda oğlanın botlarının boğazında da çiçekler ve BARIŞ ve MAGGIE kelimeleri vardı. Dalgalı, yumuşak insan saçından uzun püsküller ceketin kollarına dikilmişti.

Birisinin derisini mi yüzdü diye merak etmeye yeterdi.

Rönn kendisi de hüngür hüngür ağlamak istiyordu. Kısmen yorgunluktan ama en çok, bugünlerde sık sık olduğu gibi, kurbandan çok suçu işleyene acıdığından.

Güzel saçlı genç adam, bir uyuşturucu satıcısını öldürmeye çalışmıştı. Teşebbüsü pek başarılı olamamıştı, yine de polisin onu ikinci dereceden kasten cinayet suçundan birinci şüpheli olarak görmesine yetecek kadar başarılıydı.

Rönn o gün saat beşten beri iz peşindeydi, yani güzide şehrin farklı bölgelerinde, her biri diğerinden daha pis ve iğrenç, farklı on sekiz keş mekânını didik didik aramak ve iz sürmek zorunda kalmıştı.

Sırf Mariatorget’de liselilere afyonla karışık esrar satan piçin teki başına bir darbe aldı diye yapmıştı bunu. Tamam, demir bir boruyla vurmuşlardı ve darbeyi indiren bunu parası olmadığından yapmıştı. Ama yine de, diye düşündü Rönn.

Bir de dokuz saat fazla mesainin üstüne bununla birlikte Vällingby’deki evine dönene kadar mesaisi onu bulacaktı.

Ama bir de bardağın dolu tarafından bakmak gerekir. Bu durum maaşını etkileyecekti.

Rönn, Lapland’lıydı, Arjeplog’da doğmuş, Lapland’lı bir kızla evlenmişti. Vällingby’ye pek bayılmazdı ama oturduğu sokağın adını yani Lapland Sokağı’nı seviyordu.

Gece nöbetindeki, kendinden daha genç meslektaşlarından biri nezaretteki adamın başka yere transferi için tutanağı hazırlayıp saç fetişistini iki gardiyana teslim etti, onlar da adamı üç kat yukarıdaki nakil bölümüne götürmek üzere asansöre tıktı.

Transfer tutanağı, üstünde tutuklunun adı yazan sıradan bir kâğıttı, arkasına nöbetçi memur gerekli yorumları yazardı. Örneğin: Çok vahşi, kendini defalarca duvara vurdu ve yaralandı. Ya da: Zapt edilemiyor, kapıya koşarak çarpıp yaralandı. Belki de şu: Düşüp bir yerini incitti.

Ve benzeri.

Avlunun kapısı açıldı ve iki memur, çalı gibi gri sakallı ihtiyar bir adamı içeri getirdi. Tam eşikten geçerlerken memurlardan biri adama dirseğiyle vurdu. Adam iki büklüm oldu, boğuk bir haykırışla bağırarak köpek ulumasına benzer bir ses çıkardı. İki polis hiç istifini bozmadan kâğıtlarını karıştırdı.

Rönn polis memurlarına yorgun bir bakış attı ama bir şey demedi. Arkasından esneyip saatine baktı.

İkiyi on yedi geçiyordu.

Telefon çaldı. Polislerden biri açtı.

“Evet, Kriminal Şube’den Gustavsson.”

Rönn kürklü beresini takıp kapıya yaklaştı. Elini tokmağa koymuştu ki Gustavsson adındaki adam onu durdurdu.

“Ne? Bir dakika. Hey, Rönn?”

“Efendim?”

“Senlik bir şey.”

“Gene ne olmuş?”

“Sabbathberg’de bir vaka. Birisi vurulmuş mu, ne olmuş. Telefondaki adamın kafası bayağı karışıktı.”

Rönn iç geçirip arkasını döndü. Gustavsson elini ahizeden çekti.

“Ağır Suçlar’dan bir polis şu anda burada. Ağır toplardan. Tamam mı?”

Kısa bir sessizlik oldu.

“Evet, evet, sizi duyuyorum. Evet, berbat. Şimdi tam olarak neredesiniz?”

Gustavsson sert ve vurdumduymaz havası olan, otuzlu yaşlarda, zayıf bir adamdı. Dinledi, sonra elini tekrar ahizenin üstüne koydu.

“Sabbathberg’deki ana binanın büyük girişinde. Yardıma ihtiyaç duyduğu kesin. Gidiyor musun?”

“Tamam,” dedi Rönn. “Giderim artık.”

“Araba lazım mı? Ekip arabası boş.”

Rönn iki polis memuruna bakıp hayır anlamında başını salladı. Adamlar iri ve güçlüydü, tabancaları ve copları deri kılıflarındaydı. Tutukladıkları adam ayaklarının dibine yığılmış, inliyordu.

Onlar da Rönn’e kıskanarak ve aval aval bakıyorlardı, boş mavi gözlerinde terfi alma umudu okunuyordu.

“Hayır, kendi arabamı alırım,” deyip çıktı Rönn.

Einar Rönn ağır toplardan biri değildi ve tam o anda, kendini çarkın bir dişlisi gibi bile hissetmiyordu. Kimileri onun çok becerikli bir polis olduğunu düşünür, kimileriyse onu vasat bulurdu. Ama ne olursa olsun, görevine sadık kaldığı yılların ardından Ağır Suçlar Şubesi’nde komiser muavini olmuştu. Gazetelerin deyişiyle tam bir hafiyeydi. Uzlaşmacı ve orta yaşlı, kırmızı burunlu ve çok oturmaktan hafif göbek yapmış biriydi. Bunda herkes hemfikirdi.

Belirtilen adrese arabasıyla gitmesi tam dört dakika on iki saniye sürdü.

* * *

Sabbathberg Hastanesi, tepeciklerle dolu kaba bir üçgen şeklindeki geniş bölgeye yayılmıştı, üçgenin tabanı kuzeydeki Vasa Parkı’nda, yan kenarları doğuda Dala Caddesi ve batıda Tors Caddesi’ndeydi, sivri ucuysa Barnhus Koyu üstündeki yeni köprüyü teğet geçiyordu. Tors Caddesi’nden gazhaneye ait, kiremit büyük bir bina üçgenden içeri giriyor, bir köşeden bir geçit sağlıyordu.

Hastane adını Vallentin Sabbath isimli bir hancıdan alıyordu, on sekizinci yüzyılın başında bu kişi Eski Şehir’de Rostock ve Lejonet adında iki han sahibiydi. Buradan arsa satın almış, göletlerde sazan balığı yetiştirmişti ki o göletler çoktan kurumuş ya da doldurulmuştu, adam üç yıl boyunca bu arsada bir restoran işlettikten sonra 1720 yılında dünyaya gözlerini kapamıştı.

Yaklaşık on yıl sonra, burada bir kaplıca yani bir spa açıldı. İki yüz yıllık kaplıca oteli, yıllar içinde hem bir hastane hem de darülaceze olarak hizmet verdi. Şimdi ise sekiz katlı bir huzurevinin gölgesindeydi.

Asıl hastane binası, Dala Caddesi üzerindeki kayalık alanda yüzyıldan uzun zaman önce inşa edilmişti ve birbirine uzun, kapalı geçitlerle bağlanan sayısız kubbeli yapıdan oluşuyordu.

Eski kubbelerden bazıları hâlâ kullanımdaydı ama çoğu yakın zamanda yıkılmış, yerlerine yenileri yapılmıştı ve artık geçit sistemi yeraltındaydı.

Arsanın en uzak ucunda, yaşlılar evinin bulunduğu daha eskice binalar yer alıyordu. Burada küçük bir şapel vardı ve çimenler, çitler ve çakıl taşlı yürüme yollarından oluşan bahçenin ortasında beyaz kenarlıklı, yuvarlak çatısında kule gibi yükselen, sarı bir yazlık ev vardı. Şapelden sokağın yanındaki eski bekçi evine ağaçlıklı bir yol gidiyordu. Şapelin arkasında, arsanın yükseltisi artıyor, Tors Caddesi’nin yukarısında duruyordu, bu uzayan yol uçurumla Bonnier Binası arasında kıvrılıyordu. Burası hastane arsası içinde en sessiz ve en ıssız bölümdü. Ana giriş kapısı, yüz yıl önce olduğu gibi Dala Caddesi üstündeydi ve hemen yanında yeni merkezi hastane binası duruyordu.

5

Ekip otosunun tavanında yanıp sönen mavi ışıkta Rönn kendini âdeta bir hayalet gibi hissetti. Ama yakında durum daha beter olacaktı.

“Ne olmuş?” dedi.

“Tam bilmiyorum. Kötü.” Polis memuru çok genç görünüyordu. Samimi ve duygusal bir yüzü vardı fakat bakışları fıldır fıldırdı ve sanki ayakta hareketsiz durmakta sıkıntı çekiyordu. Sol eliyle arabanın kapısını tutuyor, sağ eliyle de ikircikli bir şekilde tabancasının kabzasını yokluyordu. On saniye önce, ancak rahat bir oh denebilecek bir ses çıkarmıştı.

Çocuk korkmuş, diye düşündü Rönn. Güven veren bir sesle konuştu.

“Tamam, bakarız şimdi. Nerede?”

“Oraya ulaşmak biraz çetrefilli. Ben arabayla önden giderim.”

Rönn başıyla onaylayıp kendi arabasına döndü. Motoru çalıştırıp mavi ışıkları takip etti, ana hastanenin etrafında genişten alarak dönüp arsanın içine girdiler. Otuz saniye içinde ekip otosu üç kere sağa, iki kere sola saptı ve fren yapıp sarı badanalı, eğimli kara çatılı, uzun, alçak bir binanın önünde durdu. Bina fi tarihinden kalma gibiydi. Eskimiş ahşap kapının üstünde, tek bir ampul titreşerek yanmaya çalışıyor, karanlığa karşı savaşını kaybediyordu. Polis memuru arabadan inip bir önceki duruşunu takındı, eli arabanın kolunda ve tabanca kabzasında, geceye ve olabileceklere karşı kalkanını takındı.

“İçeride,” dedi, çift kanatlı ahşap kapıya savunmasını alarak baktı.

Rönn esnemesini bastırıp başını salladı.

“Daha fazla adam çağırayım mı?”

“Bakalım, göreceğiz,” diye tekrar etti Rönn cana yakın bir şekilde.

Derhal merdivenleri çıkıp kapının sağ yarısını açarken yağlanmamış menteşeler gıcırdadı. İki adım daha attı, bir başka kapıyı açtı ve kendini yine azıcık aydınlatılmış bir koridorda buldu. Koridor genişti, tavanı yüksekti ve binayı uzunlamasına kaplıyordu.

Bir tarafta özel odalar ve koğuşlar sıralanırken diğer taraf görünüşe göre lavabolar, çarşaf dolapları ve muayene odaları olarak hizmet veriyordu. Duvarda sadece on öre ile çalışan, siyah, eski bir jetonlu telefon vardı. Rönn üstünde kısa ve öz LAVMAN yazan, fildişi beyazı oval tabelaya baktı ve sonra durduğu yerden görebildiği dört kişiyi incelemek üzere yakınlaştı.

İki tanesi üniformalı polisti. İçlerinden biri iri yarıydı, sağlam yapılıydı ve ayakları ayrık, kolları iki yanında, ileri doğru bakıyordu. Sol elinde siyah kapaklı bir not defteri açık duruyordu. Meslektaşı duvara yaslanıyordu, başı öne eğikti, gözleri eski moda pirinç musluğu olan, emaye dökme demir lavaboya odaklanmıştı. Rönn’ün fazla mesai yaptığı dokuz saat içinde karşılaştığı bütün gençler arasında bu kesinlikle en genciydi. Deri ceketi, omuz kemeri ve görünüşe göre zorunlu silahıyla gülünç bir polis taklidine benziyordu. Gözlüklü, gri saçlı daha yaşlı bir kadın bir hasır koltuğa yığılmış oturuyor, duygusuzca beyaz tahta sabolarına bakıyordu. Üstünde beyaz önlük, uçuk baldırlarında çirkin çirkin varisler vardı. Bu dörtlüyü, otuzlu yaşlarda bir adam tamamlıyordu. Kıvırcık siyah saçlıydı ve sinirinden parmak boğumlarını kemiriyordu. O da beyaz bir gömlek ve tahta tabanlı ayakkabılar giymişti.

 

Koridordaki hava tatsızdı, dezenfektan, kusmuk ya da ilaç ve hatta üçü birden kokuyordu. Rönn aniden ve beklenmedik şekilde hapşırdı, geç kalmış bir şekilde baş ve işaret parmağıyla burnunu tuttu.

Tek tepki veren defterli polisti. Hiçbir şey söylemeden, sarı çatlak boyalı yüksek bir kapıyı ve metal çerçevenin içindeki daktiloyla yazılmış, beyaz kartı işaret etti. Kapı tam kapalı değildi. Rönn koluna dokunmadan çekerek açtı. İçeride bir kapı daha vardı. Bu kapı da aralıktı ama içeri doğru açılıyordu.

Rönn bu kapıyı ayağıyla itti, odanın içine bakınca irkildi. Kızarmış burnunu bırakıp bir kez daha baktı, bu kez sistemli bir bakıştı.

“Olamaz,” dedi kendi kendine.

Sonra bir adım geri attı, dış kapıların sallanıp eski pozisyonuna dönmesini bekledi, gözlüğünü takıp isim levhasını okudu.

“Tanrım,” dedi.

Polis siyah defterini kaldırmış, onun yerine rozetini çıkarmıştı, şimdi rozetini bir tespih ya da muskaymış gibi yoklayarak durdu.

Polis rozetleri yakında tedavülden kalkacak, diye hatırladı Rönn yersizce. Bununla birlikte, rozet doğrudan kimlik beyan edercesine göğse mi takılmalı, yoksa cepte saklı mı durmalı şeklinde giden uzun tartışma da şaşırtıcı bir son bulacaktı. Rozetlerin bir amacı kalmamıştı, yerini sıradan kimlik almıştı ve polisler üniformanın görüntüsü altında rahatça saklanabiliyordu.

“Adın ne?” dedi dışından.

“Andersson.”

“Buraya saat kaçta geldin?”

Polis, kol saatine baktı.

“İki on altıda. Dokuz dakika önce. Bu civardaydık.

Odenplan’da.”

Rönn gözlüğünü çıkarıp üniformalı oğlana baktı, yüzü açık yeşildi ve kendini tutamayıp lavaboya kusuyordu.

Yaşı daha büyük olan polis memuru bakışını takip etti.

“Daha yeni, akademi öğrencisi,” dedi bıyık altından.

“İlk dışarı çıkışı.”

“Ona yardım etsen iyi olur,” dedi Rönn. “Bir de Beşinci Bölge’den beş altı adam çağır.”

“Beşinci Bölge’den acil durum otobüsü, tamam, efendim,” dedi Andersson, sanki asker selamı verecek, hazır ola geçecek ya da bunun gibi saçma bir hareket yapacak gibiydi.

“Bir saniye,” dedi Rönn. “Buralarda şüphe uyandıran bir şey gördün mü?”

Belki çok iyi ifade etmemişti, memur hasta odasının kapısından ona hayretler içinde baktı.

“Şey, aaa…” dedi kaçamakça.

“Onun kim olduğunu biliyor musun? Oradaki adamın?”

“Başkomiser Nyman, değil mi?”

“Evet, o.”

“Gerçi bakarak anlayabilmek mümkün değil.”

“Hayır,” dedi Rönn. “Mümkün değil.”

Andersson dışarı çıktı.

Rönn alnındaki teri silip ne yapması gerektiğine kafa yordu.

On saniye boyunca. Sonra jetonlu telefona yürüdü ve Martin Beck’in evini aradı.

“Selam. Ben Rönn. Sabbathberg’deyim. Gelsen iyi olur.”

“Tamam,” dedi Martin Beck.

“Çabuk olsan iyi olur.”

“Tamam.”

Rönn telefonu kapayıp diğerlerinin yanına gitti. Bekledi. Kumaş mendilini öğrenciye verdi, o da utana sıkıla ağzını sildi.

“Özür dilerim,” dedi.

“Herkesin başına gelebilir.”

“Kendimi tutamadım. Hep böyle midir?”

“Hayır,” dedi Rönn. “Öyle diyemem. Yirmi bir yıldır polisim ve doğrusunu istersen, daha önce hiç buna benzer bir manzara görmedim.”

Sonra da siyah kıvırcık saçlı adama döndü.

“Burada psikiyatri koğuşu var mı?”

Nix verstehen,” dedi doktor.

Rönn gözlüğünü takıp doktorun beyaz gömleğinin üstündeki plastik isim etiketini okudu. Sahiden de üstünde adı yazıyordu.

DR. ÜZK ÜKÖCÖTÜPZE.

“Ah,” dedi kendi kendine.

Gözlüğünü çıkarıp bekledi.

6

Oda beş metre uzunluğunda, yaklaşık üç metre genişliğinde ve neredeyse dört metre yüksekliğindeydi. Odada hâkim olan renkler donuktu. Tavan kirli beyaz ve plastik boyalı duvarlar belirsiz bir grimsi sarıydı. Yerde gri-beyaz mermer fayanslar vardı. Kapı ve pencere doğramaları açık griydi. Pencerenin önünde kocaman, ağır, soluk sarı damasko perdeler ve arkalarında incecik beyaz pamuklu tül asılıydı. Demir yatak beyazdı, çarşaf ve yastık da. Komodin gri, ahşap sandalye açık kahveydi. Mobilyalardaki boya eprimişti ve pütürlü duvarlar, eskilikten çatlak çatlaktı. Tavanın alçı boyası kabarmış, çeşitli yerlerde rutubetten kahverengi lekeler oluşturmuştu. Her şey eskiydi ama çok temizdi. Komodinde nikelaj gümüş rengi bir vazo ve içinde solmuş yedi kırmızı gül. Ayrıca bir gözlük ve gözlük kılıfı, içinde iki hap duran şeffaf bir plastik beher, beyaz küçük bir transistörlü radyo, yarısı yenmiş bir elma ve açık sarı bir sıvıyla yarı yarıya dolu bir sürahi. Altındaki rafta bir tomar dergi, dört mektup, çizgili sayfalı bir bloknot, parlak bir Waterman tükenmez kalem ve dört farklı renkte kartuş ve bozukluklar vardı. Tamı tamına sekiz âdet on öre, iki âdet yirmi beş öre, altı âdet de bir kron. Komodinin iki gözü vardı. Üstteki gözünde üç tane kullanılmış kumaş mendil, plastik kutusunda bir kalıp sabun, diş macunu, diş fırçası, küçük bir şişe tıraş losyonu, bir kutu pastil ve deri bir çantada tırnak makası ve törpü. Diğer çekmecede bir cüzdan, elektrikli tıraş makinesi, küçük bir dosya dolusu postane zarfı, iki pipo, bir tütün çantası ve Stockholm belediye binasını gösteren boş bir kartpostal. Dik sandalyenin arkasında asılı duran bazı giysiler vardı; pamuklu, gri bir ceket, aynı renk ve kumaştan pantolon, dize kadar inen bir gömlek. İç çamaşırı ve çoraplar sandalyenin oturma yerinde duruyordu ve yatağın hemen yanında bir çift terlik vardı. Kapının yanındaki askıda bej rengi bir sabahlık asılıydı.

Odada tam anlamıyla aykırı olan bir renk vardı. O da korkunç bir kırmızıydı.

Ölü adam yatakla pencere arasında kısmen yana dönük yatıyordu. Gırtlağı öyle bir kuvvetle kesilmişti ki kafası neredeyse doksan derece açıyla arkaya düşmüştü ve sol yanağı aşağı gelecek şekilde yerdeydi. Dili açılan yarıktan zorla dışarı fırlamıştı ve kurbanın kırılan takma dişleri yamulmuş dudaklarının arasında sıkışmıştı.

Arka üstü düşerken şah damarından oluk oluk kan fışkırmıştı. Bu da yatağın üstündeki çapraz kızıl çizgiyi ve vazoyla komodine sıçramış kanı açıklıyordu.

Öte yandan, kurbanın gömleğini sırılsıklam yapan ve vücudunun etrafında kocaman bir kan gölü oluşturan yara böğründekiydi. Bu yara yüzeysel incelendiğinde birisinin, tek darbeyle, karaciğeri, safra kesesini, mideyi, dalağı ve pankreası kestiği anlaşılıyordu. Atardamarlar da cabası.

Vücuttaki tüm kan resmen birkaç saniye içinde dışarı akmıştı. Cildi, mavimsi beyazdı ve neredeyse şeffaf görünüyordu, yani görünebildiği yerlerde, örneğin alında ve kaval kemiğiyle ayakların bazı kısımlarında.

Gövdedeki lezyon yaklaşık yirmi beş santim uzunluğundaydı ve kocaman açıktı; parçalanmış organlar peritonun dilim dilim kenarları arasında sıkışmıştı.

Adam resmen karnından deşilmiş, ortadan ikiye kesilmişti.

Mesleği, kanlı ve vahşetle dolu cinayet yerlerinde uzun uzun takılmak olan insanlar için bile bu bayağı ağırdı.

Fakat Martin Beck’in yüz ifadesi odaya girdiğinden beri değişmemişti. Dışarıdan gözlemleyen birisine göre, her şey sanki rutinin bir parçası gibi görünebilirdi. Kızıyla Peace’e gitmek, yiyip içmek, soyunmak, biraz gemi maketiyle uğraşmak, kitap okuyup yatmak gibi bir rutinin. Hemen arkasından doğranıp deşilmiş bir başkomiseri incelemeye gitmek de cabası. En kötüsü de, kendisi aynen böyle hissediyordu. Kendi duygusal serinkanlılığı haricinde hiçbir şeyin onu hayrete uğratmasına izin vermiyordu.

Saat artık sabaha karşı üçü on geçiyordu ve Martin Beck yatağın yanında çömelmiş, soğuk ve alıcı gözüyle cesedi inceliyordu.

“Evet, Nyman bu,” dedi.

“Yani, sanırım.”

Rönn masadakileri dürterek ayakta durdu. Aynı anda da esneyip elini ağzına götürürken suçluluk duyuyordu. Martin Beck ona baktı.

“Genel durum hazır mı?”

“Evet,” dedi Rönn.

Cimri eliyle aldığı minicik notların bulunduğu küçük not defterini çıkardı. Gözlüğünü takıp tekdüze bir sesle sıraladı.

“Asistan hemşire, saat ikiyi on geçe bu kapıları açmış.

Sıra dışı bir şey duymamış, görmemiş. Hastaların rutin kontrolünü yapıyormuş. Nyman o sırada ölüymüş. Saat iki on birde polisi aramış. Devriye memurları iki on ikide alarmı almış. Odenplan’dan buraya üç dört dakika içinde varmışlar. Saat iki on yedide olayı Kriminal Şube’ye bildirmişler. Ben buraya iki yirmi ikide geldim. Seni iki yirmi dokuzda aradım. Sen de buraya üçe on altı kala geldin.”

Rönn kol saatine baktı.

“Şimdi saat üçe sekiz var. Ben buraya vardığımda en fazla bir saattir ölüymüş.”

“Doktor öyle mi dedi?”

“Hayır, bu benim çıkarımım. Cesedin sıcaklığından, pıhtılaşmadan…”

Durdu, sanki kendi gözlemlerini aktarmak fazla ileri gitmekti.

Martin Beck sağ elinin baş ve işaret parmağıyla burun kemerini ovuşturdu.

“Demek her şey çok hızlı oldu,” dedi.

Rönn cevap vermedi. Başka bir şey düşünüyor gibiydi.

“Yani,” dedi bir süre sonra, “neden seni benim aradığımı anlarsın. Şeyden değil…”

Durdu, dikkati dağınıktı.

“Neyden değil?”

“Nyman başkomiser olduğundan değil, şundan… yani, şundan dolayı.”

Rönn cesedi işaret etti.

“Katledilmiş resmen.”

Bir saniye durdu, sonra yeni bir çıkarıma vardı.

“Yani bunu her kim yaptıysa deli gibi gözü dönmüş olmalı.”

Martin Beck başıyla onayladı.

“Evet,” dedi. “Öyle görünüyor.”

7

Martin Beck’in içinde bir huzursuzluk vardı. Belirsiz bir histi ve tam olarak isimlendirmesi mümkün değildi, hani kitap okurken uyuyakalmanızı ve sayfa çevirmeden okumaya devam etmenizi sağlayan, o sinsi yorgunluk gibiydi.

Aklını toplamak ve bu kaypak gerginliği üstünden atabilmek için çaba göstermek zorundaydı.

Bu sinsi hisle yakından bağlantılı, kurtulamadığı başka bir duygu daha vardı.

Bir tehlike duygusu.

Bir şey olmak üzere duygusu. Her ne pahasına olursa olsun, savuşturulması gereken bir şey. Ama ne olduğunu bilmiyordu, hele nasıl olacağını hiç.

Martin Beck daha önce de benzer duygular hissetmişti. İş arkadaşları bu durumlarda kahkahalarla güler, onu rahatsız edenin sezgisi olduğunu söylerlerdi.

Polis işi gerçekçiliğe, rutine, inat ve sisteme dayalıydı. Doğru, birçok zor vaka tesadüfen çözülebiliyordu ama aynı zamanda tesadüf; şans ya da kazayla karıştırılmaması gereken, esnek bir kavramdı. Bir suç soruşturmasında tesadüfler ağını mümkün olduğunca sık örmek çok önemliydi. Tecrübe ve işin kendisi bundan daha büyük rol oynardı. İyi bir hafıza ve sıradan sağduyu, parlak zekâdan daha değerli özelliklerdi.

Sezginin, pratik polis işinde yeri yoktu.

Nasıl astroloji ve frenoloji bilimden sayılmıyorsa sezgi de bir özellik bile sayılmazdı.

Yine de oradaydı, Martin Beck ne kadar kabul etmek istemese de oradaydı ve hatta, bazen onu doğru yola saptırdığı olmuştu.

Ancak bu huzursuz ruh hali daha basit, daha elle tutulur ve daha anlık şeylere bağlı olabilirdi.

Rönn’e mesela.

Martin Beck birlikte çalıştığı insanlardan çok şey beklerdi. Bunun en çok ceremesini çeken Lennart Kollberg’di, yıllar yılı sağ kolu olmuştu. Önce Stockholm’de komiserken, sonra Västberga’da Ulusal Kriminal Şube’de. Kollberg oldum olası onu müthiş tamamlamıştı, en iyi tespitleri yapan, hep en doğru kanca soruları soran ve en düzgün imalarda bulunan kişiydi.

Fakat Kollberg elinin altında değildi. Evde uyuyordu muhtemelen ve onu uyandırmak için hiçbir sebep yoktu. Kurallara aykırı, ayrıca Rönn’e de büyük hakaret olurdu.

Martin Beck, Rönn’ün bir şey yapmasını ya da en azından içindeki bu tehlike sesini sezdiğini anlatan bir şey söylemesini bekledi. Martin Beck’in kenara iteceği ya da peşinden koşacağı bir şey söylemesini ya da bir öngörüde bulunmasını ummuştu.

Fakat Rönn hiçbir şey demedi.

Onun yerine sakince ve becerikli bir şekilde işini yaptı. Soruşturma şu anlık onundu ve mantıklı bir şekilde ondan beklenebilecek her şeyi yerine getiriyordu.

Pencerenin dışındaki alan, ip ve tahta kirişlerle çevrilmişti, ekip otoları yanaşmış, tepe ışıklarını yakmıştı. Spot ışıklarıyla bölge taranıyordu ve polislerin fenerinden çıkan beyaz ışık parçaları zeminde, yaklaşan yabancıların düzensiz saldırısından korkmuş kum yengeçleri gibi kaçışıyordu.

Rönn komodinin üstündeki ve içindeki her şeyi elden geçirmiş, sıradan kişisel eşya ve sağlıklı insanların ağır hasta olduğundan şüphe edilen sıradan insanlara yazdığı türden duyarsızlıkla dolu, birkaç ıvır zıvır mektup haricinde bir şey bulmamıştı. Beşinci Bölge’den personel de bitişikteki odaları ve koğuşları herhangi bir şey bulmadan gezmişti.

Martin Beck özel bir şey öğrenmek istiyorsa sormak zorundaydı ve dahası, sorularını net ve yanlış anlaşılmayacak cümlelerle ifade etmek zorundaydı.

 

İşin doğrusu, birlikte kötü çalıştıklarıydı. İkisi de bunu yıllar önce keşfetmişti ve bu yüzden genelde birbirlerini sırf destek olarak kullanacakları durumlardan kaçınmışlardı.

Martin Beck’in Rönn’le ilgili fikri çok iyi değildi, Rönn de bunun gayet güzel farkındaydı ve bu sebepten aşağılık kompleksine kapılıyordu. Martin Beck’in kendi adına kusuruysa iletişim kurmakta zorlanmasıydı ve bu yüzden de eli kolu bağlanıyordu.

Rönn çok sevgili cinayet ekipmanını kurmuş, bir dizi parmak izi almış ve odaya ve dışarıdaki zemine pek çok delil işareti yerleştirmiş, böylece sonradan faydalı olabilecek ayrıntıların doğal sebeplerden etkilenmemesini ya da dikkatsizlikle bozulmamasını sağlamış olmuştu. Bu delillerin çoğunluğu ayak izleriydi.

Martin Beck, her zamanki gibi yılın bu zamanı yine soğuk algınlığı çekiyordu. Burnunu çekti, sümkürdü, öksürdü ve kuru kuru boğazını temizledi ama Rönn tepki vermedi. Hatta ve hatta, “Çok yaşa,” bile demedi. Bu küçük görgü kuralı belli ki onun hayatında yer etmemişti. Aklından bir fikir geçirdiyse de kendisine saklamıştı.

Aralarında herhangi bir iletişim yoktu ve Martin Beck, sessizliği bozma görevinin ona düştüğünü hissetti.

“Bu koğuş her yeriyle eski moda, değil mi?” diye sordu.

“Evet,” dedi Rönn. “İki gün sonra boşaltılması gerekiyormuş, modernize edilecek ya da başka bir şeye dönüştürülecekmiş. Hastalar ana binadaki yeni koğuşlara taşınacakmış.”

Martin Beck’in düşünceleri anında yeni istikametlere yol aldı.

“Acaba ne kullandı?” dedi bir süre sonra, kendi kendine konuşur gibi. “Belki bir pala ya da bir samuray kılıcı olabilir.”

“İkisi de değil,” dedi Rönn, odaya yeniden girerek. “Silahı bulduk. Dışarıda, pencereden yaklaşık dört metre uzakta duruyor.”

Dışarı çıkıp baktılar.

Bir spot ışığının soğuk beyaz aydınlığının altında geniş bıçaklı bir kesici alet duruyordu.

“Süngü,” dedi Martin Beck.

“Evet. Aynen. Mauser tipi karabina ucuna takılanlardan.”

Altı milimetrelik karabina sıradan bir ordu silahıydı, çoğunlukla topçu birliği ya da süvariler tarafından kullanılırdı. Martin Beck de askerliğini yaparken eline bundan verilmişti. Silah muhtemelen artık kullanımdan kalkmıştı ve levazım subaylarının kayıt defterlerinden silinmişti.

Bıçağın üstü tamamen pıhtılaşmış kanla kaplıydı.

“O sapından parmak izi alabilir misin?”

Rönn omuz silkti.

Her kelime ağzından cımbızla alınmak zorundaydı, zor kullanılmasa da sözel baskı şarttı.

“Hava ağarıncaya kadar burada böylece kalacak mı?”

“Evet,” dedi Rönn. “İyi bir fikre benziyor.”

“En kısa zamanda Nyman’ın ailesiyle konuşmak isterim. Sence karısını bu saatte yataktan kaldırabilir miyiz?”

“Evet, sanırım,” dedi Rönn hiç ikna edici olmayan bir sesle.

“Bir yerden başlamak zorundayız. Geliyor musun?”

Rönn bir şeyler mırıldandı.

Martin Beck, “Ne dedin?” diye sorup burnunu sildi.

“Buraya bir fotoğrafçı getirmek lazım,” dedi Rönn.

“Tamam.” Ama hiç umurundaymış gibi konuşmamıştı.

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?