Kayıp İtfaiye Arabası

Tekst
Z serii: Martin Beck #5
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

5

Yangın yeri öyle bir çevrilmişti ki üniformalı polislerden oluşan bir kordondan başka bir şey görünmüyordu. Martin Beck ve Kollberg arabadan iner inmez polislerden ikisi yanlarında bitti.

“Hey siz, nereye gittiğinizi sanıyorsunuz?” dedi birisi bilmiş bilmiş.

“Arabayı o şekilde oraya park edemezsiniz, görmüyor musunuz?” dedi diğeri.

Martin Beck tam kimliğini gösterecekti ki Kollberg onu durdurup konuştu:

“Affedersiniz, memur bey ama sakıncası yoksa, adınızı söyler misiniz?”

“Sana ne bizim adımızdan?” dedi birinci polis.

“Kenara çekil,” dedi ikinci polis. “Yoksa birilerinin başı fena hâlde belaya girebilir.”

“Orası şüphesiz,” dedi Kollberg. “Asıl soru, kimin başı belaya girecek.”

Kollberg’in aksiliği dış görünüşünden de belliydi. Koyu mavi trençkotu rüzgârda iki yana savruluyordu. Yakasını ilikleme zahmetine girmemişti ve kravatı ceketinin sağ cebinden sarkıyordu, eski püskü şapkası da başının arkasına düşmüştü. İki polis birbiriyle bakıştı. İçlerinden biri bir adım yaklaştı. İkisi de pembe yanaklıydı ve yuvarlak mavi gözlüydü. Martin Beck adamların, Kollberg’in alkollü olduğuna karar verdiklerini, ona el atmaya hazırlandıklarını fark etti. Kollberg onları kıyma yapardı, hem fiziksel hem de zihinsel olarak, üstelik bu altmış saniyeyi geçmezdi ve ertesi sabah, işsiz uyanma ihtimalleri çok yüksekti. O gün kimse için kötü dilekte bulunamayacaktı, bu yüzden çabucak kimliğini çıkarıp iki polisten daha agresif olanın burnunun dibine soktu.

“Bunu yapmamalıydın,” dedi Kollberg kızarak. Martin Beck iki polise bakıp açık açık konuştu:

“Daha kırk fırın ekmek yemeniz lazım. Hadi gel, Lennart.”

Yangından geriye kalan tam bir enkazdı. Yüzeyden bakıldığında evden geriye bir tek temeli kalmıştı, bir bacası ve kapkara tahtalar, kararmış tuğlalar ve devrilmiş kiremitlerden oluşan tepeleme bir moloz yığını vardı görünürde. Her şeyin üstündeyse yakıcı bir is ve yanık maddelerin kokusu asılıydı. Gri tulumlu altı uzman yangından kalanların çevresinde takılıyor, sopalar ve kısa küreklerle külleri dikkatlice dürtüklüyorlardı. Arka bahçeye iki kocaman elek kurulmuştu. Yerde hâlâ hortumlar vardı ve yolun ilerisinde bir itfaiye arabası bekliyordu. Ön koltukta iki itfaiyeci taş kâğıt makas oynuyordu.

On metre ötede, ağzında piposu, elleri ceplerine sokulmuş hâlde, yapayalnız kasvetli birisi dikiliyordu. Stockholm’ün Cinayet Masası’ndan Fredrik Melander’di bu ve kendisi yüzlerce zor soruşturmanın ustası olmuştu. Genelde zekâsı, muhteşem hafızası ve sarsılmaz sakinliğiyle tanınırdı. Yakın çevresinde de ne zaman ulaşılmaya çalışılsa, muhakkak tuvalette olmasıyla meşhurdu. Mizah anlayışı yok değildi ama çok hafifti; cimri ve sıkıcıydı, hiçbir zaman parlak fikirlere ya da ani ilhamlara kapılmazdı. Kısacası, birinci sınıf bir polisti.

“Selam,” dedi piposunu ağzından çıkarmadan.

“Nasıl gidiyor?” dedi Martin Beck.

“Ağır.”

“Bir sonuca varabildiniz mi?”

“Pek sayılmaz. Çok dikkatli ilerliyoruz. Zaman alacak.”

“Neden?” diye sordu Kollberg.

“İtfaiye buraya geldiğinde ev çoktan çökmüştü ve söndürme işlemi başladığında çoktan yanıp küle dönüşmek üzereydi. Kovalarla su döküp yangını kolayca söndürmüşler. Sonra gece hava iyice soğumuş ve hepsi kocaman bir tabaka şeklinde donup kaskatı olmuş.”

“Ne kadar da güzel bir hikâye,” dedi Kollberg.

“Doğru anlamışsam, o zaman bu yığını katman katman dikkatlice soymaları gerek.”

Martin Beck öksürdü ve şöyle dedi:

“Ya cesetler? Bulunmuş mu?”

“Biri,” dedi Melander.

Piposunu ağzından çıkardı, sapıyla yanmış evin sağ tarafını işaret etti.

“Orada,” dedi. “On dört yaşındaki kız galiba. Tavan arasında uyuyan.”

“Kristina Modig mi?”

“Evet, adı buymuş. Onu bu gecelik orada bırakacaklarmış. Birazdan karanlık çökecek, gün ışığı haricinde çalışmak istemiyorlar.” Melander tütün kesesini çıkardı, piposunu güzelce doldurup yaktı. Sonra konuştu:

“Sizde işler nasıl gidiyor?”

“Harika,” dedi Kollberg.

“Evet,” dedi Martin Beck. “Özellikle Lennart için. Önce Rönn’le gırtlak gırtlağa geldiler…”

“Gerçekten mi,” dedi Melander, hafifçe kaşlarını kaldırıp.

“Evet. Arkasından sarhoş diye iki polis tarafından neredeyse nezarete atılacaktı.”

Melander sakin bir şekilde, “Ah, evet,” dedi. “Gunvald nasıl?”

“Hastanede. Beyin sarsıntısı.”

“Dün gece çok iyi iş çıkarmış,” dedi Melander.

Kollberg evden kalanları inceledi, silkelenip ekledi:

“Evet, itiraf etmeliyim ki öyle. Amma soğuk lan.”

“Fazla vakti yokmuş,” dedi Melander.

“Hayır, hiç,” dedi Martin Beck. “Peki ev o kadar kısa sürede nasıl o kadar hızlı yanmış?”

“İtfaiyeciler açıklayamadı.”

“Hımmm,” dedi Kollberg.

Park edilmiş itfaiye arabasına baktı ve aklındaki başka bir düşünceyi takip etti.

“O adamlar neden hâlâ orada? Şu anda burada yanabilecek tek şey itfaiye arabası, değil mi?”

“Közleri söndürüyorlar,” dedi Melander. “Rutin işler.”

“Ben küçükken bir kere çok komik bir şey olmuştu,” dedi Kollberg. “İtfaiye binasında yangın çıktı ve bütün bina, içindeki itfaiye araçlarıyla beraber yandı, bütün itfaiyeciler de dışarıda durup seyretti. Nerede olduğunu hatırlamıyorum.”

“Eh, hiç öyle olmamıştı. Olay Uddevalla’da meydana gelmişti,” dedi Melander. “Tamı tamına ayın onunda…”

“Ah, çocukluk anılarımı rahat bıraksaydın bari,” dedi Kollberg sinirle.

“Yangını nasıl açıklıyorlar o hâlde?” diye sordu Martin Beck.

“Bir şey açıkladıkları yok,” dedi Melander. “Teknik soruşturmadan çıkacak sonuçları bekliyorlar. Tıpkı bizim gibi.”

Kollberg ümitsizliğe kapılarak etrafına baktı.

“Kahretsin ya, amma soğuk,” dedi tekrar. “Burası açık bir mezar gibi kokuyor.”

“Açık bir mezar zaten,” dedi Melander ciddiyetle.

“Hadi gel, gidelim,” dedi Kollberg, Martin Beck’e.

“Nereye?”

“Eve. Burada ne yapıyoruz ki zaten?”

Beş dakika sonra, arabada oturmuş güneye doğru yol alıyorlardı. “O gerzek gerçekten Malm’ı neden takip ettiğinden bihaber miymiş?” diye sordu Kollberg, Skanstull Köprüsü’nden geçerlerken.

“Gunvald’ı mı kastediyorsun?”

“Evet, başka kimi olacak?”

“Bildiğini sanmıyorum. Ama böyle şeyler belli olmaz.”

“Bay Larsson’a zekâ küpü diyemeyiz…”

“Eylem adamı işte,” dedi Martin Beck. “Onun da iyi olduğu noktalar var.”

“Evet, tabii ama neyin peşinde olduğu hakkında hiçbir fikri olmaması da tuhaf.”

“Bir adamı takip ettiğini biliyordu ve bu ona yetiyordu.”

“Emir nasıl gelmişti?”

“Gayet basit. Göran Malm denen bu adamın Cinayet Masası’yla alakası yoktu. Onu başka birisi yakalayıp bir şeyden dolayı tutuyormuş. Onu gözaltında tutmaya çalışmışlar ama olmamış. Böylece salmışlar ama ortadan kaybolmasını istememişler. İşleri başından aşkın olduğu için Hammar’dan yardım istemişler. O da Gunvald’dan, ekstra bir iş olarak takip etmesini istemiş.”

“Neden sırf ondan?”

“Stenström öldüğünden beri, Gunvald o konuda en iyi kişi olarak görülüyor. Her neyse, sonunda dahiyane bir fikir olduğu görüldü.”

“Hangi anlamda?”

“Şu anlamda, sekiz kişinin hayatı kurtuldu. Sence o ölüm kapanından Rönn kaç kişiyi kurtarabilirdi? Ya da Melander?”

“Kesinlikle haklısın,” dedi Kollberg ağır ağır. “Belki de Rönn’den özür dilemeliyim.”

“Bence dilemelisin.”

Güneye doğru giden arabalar şimdi çok ağır ilerliyordu. Bir süre sonra Kollberg şöyle dedi:

“Adamın takip edilmesini isteyen kimdi?”

“Bilmiyorum. Hırsızlık masası sanırım. Yılda üç yüz bin hırsızlık ve soygun vakasıyla ya da her neyle uğraşıyorlarsa aşağı yemeğe inmeye bile zor vakit buluyorlar. Pazartesi bütün ayrıntıları öğrenmeliyiz. Orası kolay.”

Kollberg başıyla onayladı ve arabanın bir on metre daha sürünmesini izledi. Sonra yine durdular.

“Sanırım Hammar haklı,” dedi. “Gayet sıradan bir yangındı.”

“Eh, şüphe uyandıracak derecede hızlı yanıp kül oldu ama,” dedi Martin Beck. “Ve Gunvald dedi ya…”

“Gunvald salağın teki,” dedi Kollberg. “Hep bir şeyleri kafasından uyduruyor. Birçok doğal açıklaması olabilir.”

“Örneğin?”

“Örneğin bir nevi patlama. Oradakilerin bazıları hırsızdı ve evde yüksek patlayıcılar barındırıyorlardı. Ya da gardıroplarında bidonlarca benzin vardı. Ya da mazot. Şu Malm denen herif, serbest bıraktıklarına göre, büyük bir balık değildi herhâlde. Birisinin ondan kurtulmak için on bir kişinin hayatını riske atacak olması bana manyaklık gibi geliyor.”

“Eğer kundaklamaysa, o zaman Malm’ın peşinde olduklarını gösteren hiçbir işaret yok,” dedi Martin Beck.

“Hayır. Doğru,” dedi Kollberg. “İyi günümde değilim, değil mi?”

“Pek sayılmaz,” dedi Martin Beck.

“Ah, iyi, pazartesi günü anlarız.”

Bununla beraber sohbetleri sona erdi.

Martin Beck, Skärmarbrink’te inip metroya bindi. Hangisinden daha çok nefret ettiğini düşünüyordu: Aşırı kalabalık metrodan mı, yoksa trafikte salyangoz hızıyla sürünmekten mi? Fakat metroyla gitmenin bir artısı vardı. Daha hızlıydı. Hoş, eve koşması için bir sebep yoktu.

Fakat Lennart Kollberg’in bir sebebi vardı. Palander Caddesi’nde oturuyordu. Gun adında bir eşi, altı aylık bir kızı vardı. Karısı oturma odasında yüz üstü halıya uzanmış, bir tür açıköğretime çalışıyordu. Ağzında sarı bir kalem vardı ve açık duran kâğıtların yanında kırmızı bir silgi duruyordu. Üstünde eski bir pijama üstü, bacaklarını tembel tembel sallıyordu. İri kahverengi gözleriyle Kollberg’e bakıp, “Tanrım, bu ne hâl böyle,” dedi.

Kollberg paltosunu çıkarıp bir sandalyeye attı.

“Bodil yattı mı?”

Karısı başıyla onayladı.

“Berbat bir gündü,” dedi Kollberg. “Herkes üstüme geldi. Önce Rönn, düşünsene, sonra da Maria’da embesil iki polis memuru.”

Karısının gözleri ışıldadı.

“Ve senin hiç payın yok yani?”

“Neyse, pazartesi gününe kadar izindeyim.”

 

“Seni yormayacağım,” dedi karısı. “Ne yapmak istersin?”

“Dışarı çıkıp şöyle okkalı bir yemek yemek ve beş kadeh devirmek istiyorum.”

“Paramız yeter mi?”

“Evet. Aman ya, daha ayın sekizi: Bakıcı ayarlayabilir miyiz?”

“Herhâlde Åsa gelir.”

Åsa Torell henüz yirmi üç yaşında olmasına rağmen dul kalmıştı. Kollberg’in iş arkadaşlarından Åke Stenström denen bir polisle birlikte yaşıyordu ve genç adam, dört ay önce bir otobüste vurularak hayatını kaybetmişti.

Yerde yatan kadın gür kara kirpiklerini indirip enerjik bir havayla kâğıtlara dokundu.

“Bir seçenek daha var,” dedi. “Yatağa gidebiliriz. Daha ucuz ve daha iyi.”

“Hummer Vanderbilt de hiç fena değil,” dedi Kollberg.

“Yemeği aşktan daha çok düşünüyorsun,” diye sızlandı karısı. “Üstelik daha iki yıldır evliyiz.”

“Hiç de değil. Her neyse, benim daha iyi bir fikrim var,” dedi. “Hadi önce gidip yiyelim ve beş duble içelim, sonra da yatağa gidelim. Åsa’yı şimdi ara.” Telefonun yedi metrelik uzatma kablosu vardı ve zaten yerde duruyordu. Gun elini uzatıp cihazı önüne çekti, numarayı tuşladı ve karşı taraf açtı.

Gun konuşurken sırtüstü döndü, dizlerini göğsüne çekti ve ayaklarının tabanını halıya bastırdı. Pijama üstü biraz yukarı sıyrıldı.

Kollberg karısına bakarken karnının altından başlayıp bacaklarının ortasına doğru istemsizce incelen koyu renk tüyleri merakla inceledi. Gun telefonu dinlerken tavana bakıyordu. Bir süre sonra sol bacağını yukarı kaldırıp bileğini esnetti.

“Tamam,” dedi ahizeyi yerine koyup. “Gelecek. Buraya gelmesi bir saat sürer, değil mi? En son haberi duydun mu bu arada?”

“Hayır, neymiş?”

“Åsa polis olmak için başvurmuş.”

“Tanrım,” dedi Kollberg dalgın dalgın. “Gun?”

“Efendim.”

“Aklıma başka bir seçenek geldi, öncekinden de iyisi. Önce yatağa gideriz, sonra dışarı çıkıp yemek yer ve beş duble içeriz, sonra tekrar yatağa gideriz.”

“Ama bu şahane,” dedi karısı. “Burada, halıda mı?”

“Evet, sen Operakällaren’i arayıp bir masa ayırt.”

“Numarasını bul o zaman.”

Kollberg telefon rehberini karıştırırken gömleğinin düğmelerini açtı ve kemerini çıkardı; restoranın numarasını buldu ve karısının numarayı çevirdiğini duydu.

Arkasından karısı doğruldu, pijama üstünü başından yukarı çekti ve yere fırlattı.

“Neyin peşindesin? Yaramazlık mı yapıyorsun?”

“Aynen öyle.”

“Arkadan mı?”

“Sen nasıl istersen.”

Karısı kıkırdayıp arkasını dönmeye başladı ve bacaklarını kocaman açıp esnekçe dört ayak üstünde durdu, esmer başını öne eğip alnını kollarına dayadı.

* * *

Üç saat sonra, zencefilli soğuk içeceklerini içerken karısı Kollberg’e, Martin Beck metro istasyonunda gözden kaybolduğundan beri düşünmediği bir şeyi hatırlattı.

“Şu berbat yangın,” dedi. “Sence kasten mi çıkarıldı?”

“Hayır,” dedi Kollberg. “Buna inanamam. Bir sınırı olmalı.”

Yirmi küsur yıldır polisti, bundan daha iyi bir cevabı olmalıydı.

6

Cumartesi günü güneş parlaktı ve ışıldıyordu.

Martin Beck içinde olağan dışı bir tatmin duygusuyla yavaşça uyandı. Yüzünü yastığa gömüp kıpırdamadan yattı ve sabahın erken saatleri mi yoksa geç saatleri mi anlamaya çalıştı. Pencerenin dışındaki ağaçta öten bir karatavuk sesi duydu. Balkondaki birikmiş çamurlu sulara ağır yağmur damlaları düşüyordu. Arabalar geçip gidiyordu, uzaktaki metro istasyonunda bir tren fren yapıyordu. Komşusunun kapısı sertçe kapandı. Su borularında gurultular ve birden, duvarın diğer tarafındaki mutfakta bir şangırtıyla Martin Beck anında gözlerini açtı. Rolf’un sesiydi bu:

“Of kahretsin!”

Ve sonradan da Ingrid’in:

“Amma sakarsın.”

Inga susturdu onları.

Martin Beck elini uzatıp sigarasıyla kibritlerini aldı fakat dirseğinin üstünde doğrulup kitap yığınının altında kalmış küllüğü almak zorunda kaldı. Sabah dörde kadar uzanıp Tsushima Savaşı hakkında bir kitap okumuştu ve küllüğün içi sigara izmaritleri ve yakılmış kibrit çöpleriyle doluydu. Inga’nın, yatakta sigara içme alışkanlığı yüzünden bir gün biz uyurken evi yakacaksın kehanetlerini dinlememek için genellikle kalkıp boşaltmaya üşenince küllüğü kitapların altına saklardı.

Kol saati dokuz buçuğu gösteriyordu fakat günlerden cumartesiydi ve Martin Beck’in izin günüydü. İki şekilde izin günü, diye düşündü mutlu mesut bir biçimde, hafiften kendi kulağını çekerek. İki gün boyunca evde tek başına olacaktı. Inga ve çocuklar, Inga’nın abisinin Roslagen’deki kulübesine gidiyordu ve pazar akşamına kadar orada kalacaklardı. Tabii ki Martin Beck de davet edilmişti ancak bir koca hafta sonu evde tek başına kalmak, kaçırmak istemediği bir zevkti, o yüzden Martin Beck çalışıyormuş gibi yaparak bu ziyaretten yırttı.

Yataktan kalkmadan sigarasını bitirdi, sonra küllüğü banyoya götürüp döktü. Tıraş olmadı, haki pantolonu ve kadife gömleğini giydi. Arkasından Tsushima hakkındaki kitabı bıraktı, yatağı çabucak çekyata çevirdi ve mutfağa gitti.

Ailesi masada oturmuş, kahvaltı ediyordu. Ingrid ayağa kalkıp ona dolaptan bir kupa çıkardı ve çay koydu.

“Ah baba, sen de gelebilirsin, değil mi?” dedi. “Baksana ne kadar şahane bir gün. Sen gelmeyince o kadar eğlenceli olmuyor.”

“Gelemem maalesef,” dedi Martin Beck. “Çok iyi olurdu ama…”

“Babanın çalışması gerek,” dedi Inga iğneleyici bir şekilde. “Her zamanki gibi.”

Martin Beck yine ufak bir vicdan azabı duydu. Arkasından, o olmayınca daha çok eğleneceklerini düşündü. Inga’nın abisi, Martin Beck’in varlığını hep içkileri çıkarıp sarhoş olma bahanesi olarak görürdü. Inga’nın abisinin ayık hâli dillere destan değildi ve sarhoşken de adama tahammül etmek zordu. Ne var ki bir güzel huyu vardı ki prensip gereği asla tek başına içki içmezdi. Martin Beck düşüncesini değiştirmedi. Yalan söyleyip evde kalacağı için daha büyük bir iyilik yaptığına, onun olmayışının kayınbiraderini ayık kalmaya mecbur bırakacağına kanaat getirdi.

Tam bu sonuca varmıştı ki kayınbiraderi kapıyı çaldı. Beş dakika sonra, Martin Beck hevesle beklediği özgür hafta sonunu kutlamaya başladı.

Umduğu kadar başarılıydı. Hatta Inga onun için buzlukta yemek bırakmıştı ama Martin Beck yine de çıkıp market alışverişi yaptı. Birçok şeyin yanı sıra kendine Grönstedts Monopole konyak ve altı tane sert bira aldı. Ardından, cumartesi gününün geri kalanını Cutty Sark maketinin güvertesini yapmaya adadı. Haftalardır makete el sürmeye vakti olmamıştı. Akşam yemeğinde soğuk köfte, balık yumurtası ve çavdar ekmeği üstünde kamembert peyniri yedi ve iki bira içti. Ayrıca biraz kahve ve konyak içip televizyonda bir Amerikan gangster filmi izledi. Arkasından yatağını hazırladı, küvete uzanıp Raymond Chandler’ın Göldeki Kadın romanını okudu, arada sırada konyak yudumladı, ne de olsa kol mesafesindeki klozetin üstüne koymuştu kadehini.

Çok iyi hissediyordu. Ne işi ne de ailesini düşündü.

Banyosu bitince pijamalarını giydi, çalışma masasındaki okuma lambası hariç bütün ışıkları söndürdü ve kitap okumaya, konyak içmeye devam etti, ta ki sonunda iyice uykusu gelip gözleri kapanana kadar.

Pazar günü geç saate kadar uyanmadı, pijamalarıyla dolandı, gemi maketi üstünde çalıştı ve öğleden sonra üstünü değiştirdi. Akşam olunca ailesi eve geri döndüğünde Rolf ve Ingrid’i sinemaya götürdü, bir vampir filmi izlediler.

İyi bir hafta sonu geçirmişti ve pazartesi sabahı, Martin Beck gayet iyi dinlenmiş ve enerjik uyandı. Derhâl Göran Malm’ın sahiden kim olduğunu ve içini kemiren şeyin ne olduğunu irdelemeye girişti. Sabah saatlerini polis merkezinde meslektaşlarının odasında geçirdi, adliyeye kısa bir ziyarette bulundu. Araştırmalarının sonuçlarını aktarmak üzere geri döndüğünde anlatacak kimseyi bulamadı çünkü herkes yemeğe çıkmıştı.

Güney polis merkezini aradığında Kollberg’e bağlandı. Buna şaşırmıştı çünkü normalde ilk yemeğe çıkan o olurdu, özellikle de pazartesileri.

“Neden hâlâ yemeğe çıkmadın?”

“Tam gidiyordum işte,” dedi Kollberg. “Sen neredesin ki?”

“Melander’in odasındayım. Buraya gel de burada ye, en azından seni görmüş olayım. Melander ve Rönn de teşrif edince Göran Malm üzerinde konuşabiliriz. Melander kendini yangın yerinden koparabilirse tabii. Neyse, ben Malm hakkında bayağı bir bilgi topladım.”

“Tamam,” dedi Kollberg. “Benny’yi bulayım da söyleyeyim.”

“Eğer mümkünse,” diye ekledi.

Benny Skacke teşkilatta işe başlayan en yeni polisti. İki ay evvel Cinayet Masası ekibine Åke Stenström’ün yerini doldurmak için dahil olmuştu. Stenström öldüğünde yirmi dokuz yaşındaydı ve meslektaşları tarafından süt çocuğu muamelesi görürdü, özellikle de Kollberg tarafından. Benny Skacke ondan iki yaş küçüktü. Martin Beck, Melander’in kayıt cihazını aldı ve diğerlerini beklerken adliyeden ödünç aldığı kaseti tekrar çaldı. Bir kâğıt çıkarıp dinlerken not tuttu.

Rönn saat tam birde geldi ve on beş dakika sonra Koll-berg kapıyı aniden açıp şöyle dedi:

“Hadi dinleyelim bakalım.”

Martin Beck, sandalyesini Kollberg’e devredip dosya dolabının yanındaki yerini aldı.

“Konumuz araba hırsızlığı,” dedi. “Ve çalıntı araba alım satımı. Geçen sene boyunca izi sürülemeyen çalıntı arabaların sayısı öylesine artmış ki bir ya da daha çok organize büyük çetenin çalıntı araba satımıyla uğraştığını düşünebiliriz. Tahminen, aynı zamanda bu araçları ülke dışına da kaçak çıkarmışlardır. Malm büyük ihtimal bu makinedeki dişlilerden biriydi.”

“Büyük bir dişli mi, küçük mü?” diye sordu Rönn.

“Küçük bence,” dedi Martin Beck. “Hatta bayağı küçükmüş.”

“Ne yapmış da yakalanmış peki?” dedi Kollberg.

“Bir dakika, en baştan başlayacağım,” dedi Martin Beck.

Notlarını aldı, dosya dolabında yanına koydu; sonra rahatça ve akıcı bir şekilde konuşmaya başladı.

“24 Şubat gecesi saat on sularında Göran Malm, Södertälje’nin üç kilometre kuzeyindeki bir çevirmede durdurulmuş. Rutin bir trafik kontrolüymüş ve adam tesadüfen o yönde seyrediyormuş. 1963 model bir Chevrolet Impala kullanıyormuş. Arabanın durumu iyi görünüyormuş fakat anlaşılan, Göran Malm aracın sahibi değilmiş, ruhsat numarasını o günkü çalıntı arabalarla karşılaştırmışlar. Numara tutuyormuş ancak listeye bakılırsa, o plaka bir Chevrolet’ye değil Volkswagen’e aitmiş. Anlaşılan, arabaya yanlış numara verilmiş ve yanlışlıkla ya da şans eseri, bu numara da çalıntı bir araç plakası çıkmış. İlk sorgulamada Malm bu arabayı sahibinden ödünç aldığını söylemiş, sahibi arkadaşıymış. Sahibinin adı Bertil Olofsson’muş. Bu ismi Malm vermiş ve aracın ruhsatında da aynı isim geçiyormuş. Sonradan anlaşıldığı üzere, Olofsson polisin tanımadığı bir isim değilmiş. Doğrusu, tam da bu tarz bir araba hırsızlığı şüphelisiymiş. Malm’ın yakalanmasından birkaç hafta önce, Olofsson’un aleyhinde deliller bulmayı başarmışlar ancak sonrasında ona erişememişler. Adam hâlâ bulunamamış. Malm, Olofsson’un ona arabayı ödünç verdiğini ısrarla yinelemiş çünkü Olofsson yurt dışında olacağından arabasına ihtiyacı olmayacağını söylemiş. Olofsson’dan şüphelenen ve zaten onu aramaya başlamış olan çocuklar bu Malm’ın adını duymuş ve polis de şans eseri onu yakalayınca nezarette tutmaya çalışmışlar. Malm ve Olofsson’un bir şekilde suç ortağı olduğundan eminlermiş. Bunu başaramayınca yani adam nezarette tutulamamış, kısa süre sonra duyacağınız üzere Gunvald’ı, Hammar’ın rızasıyla, Malm’ı takip etme görevine getirmişler. Bu yolla Olofsson’a ulaşacaklarını umuyorlarmış, o da sonuçta çetedekileri ifşa edebilirmiş. Öyle bir çete varsa tabii. Yani eğer Olofsson ve Malm bu çeteye üyeyse.”

Martin Beck birkaç adım attı ve sigarasını küllükte söndürdü.

“Eh, durum bu,” dedi. “Hayır, bu kadarla bitmiyor. Kayıt belgesi ve ruhsat tabii ki naylondu, üstelik çok hünerli ellerden çıkmış.”

Rönn burnunu kaşıyıp şöyle dedi:

“Malm’ı neden serbest bırakmışlar?”

“Delil yetersizliği,” dedi Martin Beck. “Dinleyince anlayacaksın.”

Teybe eğildi.

“Savcı, Malm’ın yataklık şüphesiyle nezarette kalmasını talep ediyor. Ardında yatan sebep de şu, Malm serbest bırakılırsa, kovuşturmanın gidişatını karmaşıklaştırabilir deniyor.”

Teybin düğmesine bastı ve teybi ileri sardı.

“İşte burada Malm’ın sorgusu var. Savcı tarafından yapılıyor.”

S: Evet, Bay Malm, bu akşamla ilgili olarak savımı mahkeme önünde dinlediniz, yani bu yılın 24 Şubat akşamı. Şimdi bize neler olduğunu kendi sözlerinizle anlatır mısınız?

M: Eh, tam sizin söylediğiniz gibiydi. Södertälje yolunda araba kullanıyordum ve orada, yoldaki bariyerlerin orada bir polis arabası duruyordu, ben de durdum ve… ve polis, arabanın bana ait olmadığını görünce beni polis merkezine getirdi.

S: Ah, evet. Şimdi Bay Malm, siz nasıl oldu da şahsınıza ait olmayan bir aracı kullanıyordunuz?

M: Hımm, ben bir arkadaşımı görmeye Malmö’ye gidecektim ve Berra’nın demesiyle…

 

S: Berra? Bu Bertil Olofsson mu oluyor?

M: Evet, doğru. Berra yani Olofsson, bana arabasını iki haftalığına ödünç verdi. Ben zaten Malmö’ye gidecektim. Araba bendeyken gitme fırsatını değerlendirdim, böylece trenle gitmek zorunda kalmayacaktım. Hem de daha ucuza geliyor. Neyse, arabayı alıp oraya gittim. Arabanın çalıntı plaka olduğunu nereden bileyim?

S: Peki Olofsson arabasını nasıl bu kadar uzun size verebildi? Kendisinin ihtiyacı yok muymuş?

M: Hayır, yurt dışına çıkacaktı, öyle dedi, o yüzden ihtiyacı yokmuş.

S: Evet, anladım, demek yurt dışına çıkacaktı. Ne kadar süre ülke dışında kalacaktı?

M: Söylemedi.

S: O dönene kadar arabayı kullanmayı düşünüyor muydunuz?

M: Evet. İstersem. Yoksa onun otoparkına park edecektim. Oturduğu apartmanın kendine ait otoparkı var.

S: Olofsson evine döndü mü?

M: Bildiğim kadarıyla hayır.

S: Nerede olduğunu biliyor musunuz?

M: Hayır. Belki hâlâ Fransa’dadır ya da her nereye gidecekse oradadır.

S: Bay Malm, sizin kendi arabanız var mı?

M: Yok.

S: Fakat eskiden vardı, değil mi?

M: Evet ama çok uzun zaman önceydi.

S: Başka zamanlarda da Olofsson’un arabasını alır mıydınız?

M: Hayır, sadece bu seferlik.

S: Olofsson’u ne zamandır tanıyorsunuz?

M: Yaklaşık bir senedir.

S: Sık sık buluşur muydunuz?

M: Çok sık değil. Bazen.

S: Bazen derken neyi kastediyorsunuz? Ayda bir mi mesela? Haftada bir mi? Ne sıklıkta?

M: Eh, belki ayda bir. Ya da iki.

S: O hâlde gayet samimiydiniz?

M: Eh, sayılır.

S: Ama arabasını size böyle verdiğine göre birbirinizi yakından tanıyordunuz demektir.

M: Evet, elbette.

S: Olofsson’un mesleği neydi?

M: Ne?

S: Olofsson ne iş yapıyordu?

M: Bilmiyorum.

S: Onu en azından bir yıldır tanıyordunuz ve işini bilmiyor muydunuz, öyle mi?

M: Hayır. Hiç bahsetmezdik.

S: Siz ne iş yapıyorsunuz?

M: Şu anda herhangi bir işte çalışmıyorum… yani sadece şu an böyle.

S: Genelde ne iş yaparsınız?

M: Çeşitli işler. Ne iş bulursam.

S: En son ne yaptınız?

M: Blackeberg’de bir tamirhanede kaportacıydım.

S: Ne kadar zaman önceydi?

M: Eee, geçen yazdı. Sonra temmuz ayında tamirhane kapandı ve ayrılmak zorunda kaldım.

S: Ondan sonra? Başka iş aradınız mı?

M: Evet ama bulamadım.

S: Peki bakalım, sekiz aydır, işsiz hâlde geçiminizi nasıl sağladınız?

M: Eh, pek iyi durumda değildim.

S: Ama bir yerlerden para bulmuş olmalısınız, değil mi Bay Malm? Kiranızı ödemeniz lazım ve havayla da karın doymuyor.

M: Eh, biraz birikmiş param vardı, oradan buradan borç aldım.

S: Malmö’de ne yapacaktınız bu arada?

M: Bir arkadaşımı arayacaktım.

S: Olofsson arabasını teklif etmeden önce trenle gitmeyi planladığınızı söylediniz. Malmö’ye trenle gitmek bayağı tuzludur, dediğiniz gibi. Buna yetecek paranız var mıydı?

M: Eee…

S: Bu araba ne zamandır Olofsson’da? Chevrolet yani?

M: Bilmiyorum.

S: Ama ilk tanıştığınız zaman hangi arabayı kullandığına dikkat etmiş olmalısınız?

M: Üstünde pek düşünmedim.

S: Bay Malm, siz arabalar üstünde çalıştınız bir süre, değil mi? Araba boyuyordunuz, dediğiniz gibi. Arkadaşınızın hangi arabayı kullandığını fark etmemeniz biraz tuhaf değil mi? Arabasını değiştirse dikkatinizi çekmez miydi?

M: Hayır, hiç düşünmedim. Neyse, zaten arabasını pek görmüyordum ki.

S: Bay Malm, esasında Olofsson’un o arabayı satmasına yardımcı olmayacak mıydınız?

M: Hayır.

S: Ama Olofsson’un çalıntı araç ticareti yaptığını biliyordunuz, değil mi?

M: Hayır, bunu bilmiyordum.

S: Başka sorum yok.

Martin Beck kaseti durdurdu.

“Fazla kibar bir savcı,” diyerek esnedi Kollberg.

“Evet,” dedi Rönn, “ve beceriksiz de.”

“Evet,” dedi Martin Beck. “Böylece Malm’ı serbest bıraktılar ve Gunvald onu izleme görevini üstlendi. Oloffson’a, Malm aracılığıyla ulaşmayı umuyorlardı. Malm’ın Olofsson için çalışıyor olma ihtimali çok yüksekti ancak Malm’ın yaşam standartları göz önüne alındığında, emeğinin karşılığını pek almıyordu denebilir.”

“Aynı zamanda kaportacıymış,” dedi Kollberg. “Öyle insanlar çalıntı arabalarla ilgilenirken faydalı olabilir.”

Martin Beck başıyla onayladı.

“Şu Olofsson,” dedi Rönn. “Onu yakalayamaz mıyız?”

“Hayır, hâlâ izi bulunamamış,” dedi Martin Beck. “Büyük olasılıkla Malm sorguya çekildiği sırada doğruyu söylüyordu, adam yurt dışına çıkmıştı. Elbette bir ara öyle ya da böyle ortaya çıkacaktır.”

Kollberg, sinirle yumruğunu sandalyesinin kol koyma yerine vurdu.

“Bizim Larsson’u bir türlü anlamıyorum,” dedi, Rönn’e yan yan bakarak. “Yani Malm’ı neden takip ettiğini bilmeden nasıl durabilmiş öyle.”

“Bilmesi gerekmiyordu, değil mi?” dedi Rönn. “Şimdi de gidip Gunvald’ı hırpalayayım deme.”

“Tanrı aşkına, Olofsson’u görecek mi diye gözünü dört açması gerektiğini biliyor olmalıydı. Yoksa Malm’ı takip etmenin bir manası yok.”

“Evet,” dedi Rönn sakince. “İyileştiğinde ona sorman lazım, değil mi?”

“Hıh,” dedi Kollberg.

Öyle bir gerindi ki ceketinin dikişleri gıcırdadı. “Ah, neyse,” dedi. “Şu araba olayı bizim derdimiz değil. Tanrı’ya şükürler olsun.”

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?