Kayıp İtfaiye Arabası

Tekst
Z serii: Martin Beck #5
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

3

Yangın, kulakları delen bir patlamayla beraber geldi. Birinci katın sağ tarafındaki pencereler patladı ve duvarın büyük bir kısmı evden kopup fırladı, aynı anda uzun buz mavisi alevler kırık doğramalardan fışkırmaya başladı. Gunvald Larsson kolları iki yana açık Hz. İsa heykeli gibi bayırın başında duruyordu, sokağın karşı tarafında olanlara felç geçirmiş gibi bakıyordu. Ancak bu sadece bir saniye sürdü. Ardından düşe kalka ve küfürler savura savura, taşlı eğimden aşağı, sokağın karşı tarafına ve eve doğru koştu. O koşarken alevler renk değiştirdi, turuncu oldular ve aç dilleriyle tahta parkeleri yaladılar. Gunvald Larsson’a öyle geliyordu ki aynı zamanda dam da binanın sağ tarafına doğru bel vermişti, sanki temelin bir kısmı yerinden sarsılmıştı. Birinci kattaki daire birkaç saniyedir alevler içindeydi ve Gunvald Larsson ön kapının dışındaki taş basamaklara ulaşana kadar üstteki oda da yanmaya başlamıştı.

Kapıyı ardına kadar açtığında çok geç olduğunu hemen anladı. Koridorda sağ taraftaki kapı menteşelerinden çıkmıştı ve merdivenlerin önünü kapatıyordu. Muazzam bir odun kütüğü gibi alevler içindeydi ve yangın ahşap merdivenlere yayılmaya başlamıştı. Yoğun bir sıcaklık dalgası üstüne esince Gunvald Larsson sendeledi, yanmış ve gözleri kamaşmıştı. Dış merdivenlere doğru geriledi. Evin içinden insanların çaresiz çığlıkları, acı ve dehşet içindeki sesleri yükseliyordu. Gunvald Larsson’un bildiği kadarıyla içeride en az on bir kişi vardı. Bu ölüm tuzağının içinde çaresizce esir kalmışlardı. Tahminen içlerinden birkaçı ölmüştü. Alevler bir meşaleden yükseliyormuş gibi birinci katın penceresinden yukarıya doğru ulaşmaya çalışıyordu.

Gunvald Larsson hızla etrafına bakıp bir merdiven ya da işe yarar başka bir malzeme aradı. Görünürde hiçbir şey yoktu.

İkinci katta bir pencere açılmıştı ve dumanlarla alevlerin arasında bir kadının, ya da belki bir kızın, tiz seslerle histerik çığlıklar attığı duyuluyordu. Gunvald Larsson ellerini ağzının iki yanına koyup, “Atla! Sağ tarafa atla!” diye seslendi.

Kız şimdi pencerenin pervazındaydı ama tereddüt ediyordu.

“Atla! Hemen! Mümkün olduğunca uzağa atla! Tutarım seni.”

Kız atladı. Havada uçup doğruca Gunvald Larsson’un üstüne düştü ve Gunvald düşen bedeni sağ koluyla kızın bacak arasından ve sol koluyla omuzlarından tuttu. Kız pek ağır değildi, kırk beş elli kilo civarıydı. Gunvald Larsson onu ustalıkla tuttu, kız yere bile değmedi. Kızı tuttuğu anda sağa döndü ve böylece onu gümbür gümbür yangından korudu, üç adım atıp kızı yere bıraktı. Kız on yedisinde ya vardı ya yoktu. Çıplaktı ve bütün vücudu titreyerek çığlıklar ata ata başını sağa sola sallıyordu. Bunun dışında bir yerine bir şey olmamıştı.

Gunvald Larsson tekrar dönüp baktığında pencerede birisi daha vardı, bir çeşit çarşafa sarınmış bir adam. Yangın iyice şiddetini artırmıştı, dumanlar çatıdan yükseliyordu ve sağ taraftaki alevler fayansların arasından çıkıyordu. Eğer o adı batasıca itfaiye arabası bir an evvel gelmezse, diye düşündü Gunvald Larsson, yangına elinden geldiğince yaklaşarak. Yanan ahşaplar çatlıyor, çatırdıyordu ve acımasızca yanan kıvılcımlar suratına, koyun postu paltosuna yağmur gibi yağıyor, değdikleri yeri minicik yakıyor ve pahalı malzemenin üstünde sönüyordu. Gunvald Larsson avazı çıktığı kadar bağırdı, yangının üstünden sesini duyurmaya çalıştı.

“Atla! Elinden geldiğince uzağa atla! Sağ tarafa!” Aynı saniye adam atladı ve yangın, sarındığı çarşafı yakaladı. Adam düşerken kulak tırmalayan bir çığlık atarak yanan çarşafı üstünden sıyırmaya çalıştı. Bu kez iniş pek başarılı değildi. Adam yana döndü, sol koluyla Gunvald Larsson’un omzuna çarptı ve kendi omzunun üstüne, eğri büğrü parke taşlarına küt diye düştü. Gunvald Larsson tam son anda kocaman sol elini adamın kafasının altına sokmayı başardı, böylece adamın kafatasının kırılmasını önledi. Adamı yere yatırdı, yanan çarşafı sıyırıp attı, aynı zamanda kendi eldivenini de düzeltilemeyecek biçimde yakmış oldu. Adam da çıplaktı, sadece parmağında altın bir alyans vardı. Adam berbat bir şekilde inliyor, arada sırada şapşal bir şempanzeye benzeyen ilkel sesler çıkarıyordu. Gunvald Larsson adamı birkaç metre öteye yuvarladı ve yukarıdan düşen, yanan kerestelerden uzakta, karların arasında uzanır hâlde bıraktı. Arkasını döndüğünde siyah sütyenli üçüncü bir kişi alevler içindeki daireden sağ tarafa doğru atladı. Kızıl saçları alev almıştı ve duvara fazla yakın indi.

Yanan tahtaların arasından Gunvald Larsson aceleyle koşup kadını birinci derece tehlike bölgesinden uzağa çekti, saçlarındaki alevi karla söndürüp onu yerde uzanır hâlde bıraktı. Kadının feci şekilde yandığını ve bu acıyla bir yılan gibi kıvranıp feryat figan bağırdığını görebiliyordu. Aynı zamanda kadın çok kötü düşmüştü, bir bacağı vücuduna doğal olmayan bir açıyla uzanıyordu. Diğer kızdan biraz daha büyüktü, belki yirmi beş civarıydı ve kızıl saçlıydı, bacak arası da öyleydi. Karnının derisi hasar almamıştı, sadece beyaz ve gevşek duruyordu. Yüzü, bacakları ve sırtı bayağı yanmıştı, aynı zamanda sütyeni yanıp derisine yapıştığından göğsü de feci durumdaydı.

Gunvald Larsson gözlerini son kez kaldırdığında bir meşale gibi yanan hayaletimsi bir figür gördü, zavallıca bir dönüş hareketiyle gözden kayboldu, kolları başının üstündeydi. Gunvald Larsson bu kişinin, partideki dördüncü kişi olduğunu anladı. Ancak artık ona yardım edemeyecek kadar uzaktaydı.

Tavan arası da şu anda alevler içindeydi, aynı zamanda çatı kiremitlerinin altındaki kirişler de. Yoğun duman yükseliyor, yanan ahşap çatırdıyordu. En sol taraftaki pencereler sonuna kadar açıktı ve birisi imdat diye bağırıyordu. Gunvald Larsson o tarafa koşunca pervazdan aşağı sarkan, beyaz sabahlıklı bir kadın gördü, göğsüne bir kundak bastırmıştı. Bir çocuktu bu. Açık pencereden duman çıkıyordu ancak anlaşılan dairenin içi henüz yanmıyordu, en azından kadının bulunduğu oda alevler içinde değildi.

“İmdat!” diye bağırdı kadın çaresizce.

Yangın evin bu kısmında o kadar hiddetlenmediğinden Gunvald Larsson pencerenin altında, hemen hemen tam altında durabildi.

“Çocuğu aşağı at,” diye seslendi.

Kadın anında çocuğu sallayıverdi, hiç tereddüt etmemişti, öyle ki Gunvald Larsson şaşırdı. Kundağın dümdüz ona doğru düştüğünü gördü ve habersiz gelen bir pası karşılayan bir kaleci edasıyla son saniye kollarını uzatıp tutuverdi. Çocuk çok küçüktü. Biraz inledi ama ağlamadı. Gunvald Larsson birkaç saniye kucağında çocukla sessizce kaldı. Çocuklarla ilgili hiçbir deneyimi yoktu ve daha önce bir çocuğu kucağında tutmuş da değildi. Bir an için çok mu hoyrat davrandım, çocuğu ezdim mi diye merak etti. Sonra uzaklaşıp kundağı yere koydu. Eğilip kalkarken ayak sesleri duydu, kafasını kaldırıp baktı. Zachrisson nefes nefese ve kıpkırmızı bir yüzle ona doğru koşuyordu.

“Ne?” dedi. “Nasıl…?”

Gunvald Larsson ona uzun uzun bakıp şöyle dedi:

“İtfaiye nerede?”

“Burada olmalı… Yani… Ben yangını Rosenlunds Caddesi’nden gördüm… hemen koşup telefon ettim…”

“O zaman geri koş, Tanrı aşkına ve itfaiyeyle ambulansı buraya getir…”

Zachrisson arkasını dönüp koştu.

“Ve polisi de!” diye bağırdı Gunvald Larsson arkasından. Zachrisson’un şapkası düştü, adam durup şapkasını yerden aldı.

“Geri zekâlı!” diye bağırdı Gunvald Larsson.

Sonra eve koştu. Sağ taraf tümüyle bir cehenneme dönmüştü ve tavan arasındaki kat sanki yanıyordu. Pencereden, öncekinden de çok duman çıkıyordu, sabahlıklı kadın şimdi elinde başka bir çocukla dikiliyordu, üstünde mavi çiçekli pijama olan, sarı kafalı beş yaşlarında bir çocuktu bu. Kadın çocuğu tıpkı bir önceki gibi hızla ve beklenmedik şekilde aşağı salladı ancak Larsson bu kez daha hazırlıklıydı ve oğlanı güvenle tuttu. Garip bir şekilde, çocuk hiç korkmuşa benzemiyordu.

“Adın ne?” diye bağırdı.

“Larsson.”

“İtfaiyeci misin?”

“Tanrı aşkına, in aşağı hemen,” dedi Gunvald Larsson, çocuğu yere koyup.

Tekrar baktı, kafasına ateşten kıpkırmızı olmuş bir kiremit düştü. Kürk şapkası darbenin etkisini azaltmış olsa da gözleri karardı. Larsson alnında yakıcı bir acı hissetti ve yüzünden aşağı kanlar süzüldü. Sabahlıklı kadın gözden kaybolmuştu. Tahminen üçüncü çocuğu getirmeye gitti, diye düşündü Gunvald Larsson ve aynı anda kadın, elinde kocaman porselen bir köpekle cam kenarında belirdi. Anında köpeği aşağı fırlattı. Porselen köpek yere düşüp tuzla buz oldu. İkinci saniye de kadın kendi atladı. Bu pek iyi olmadı. Gunvald Larsson tam hedefte duruyordu ve yere yığıldı, kadın da üstüne. Gunvald Larsson başının arkasını ve sırtını vurdu fakat anında kadını üstünden itip ayaklandı. Sabahlık giymiş kadın incinmiş gibi görünüyordu fakat gözleri cam gibiydi, uzaklara dalmıştı. Gunvald Larsson ona bakıp şöyle dedi:

“Bir çocuğun daha yok mu?”

Kadın ona dümdüz baktı, sonra kamburunu çıkararak sindi ve yaralı bir hayvan gibi inlemeye başladı.

“Git diğer ikisiyle ilgilen,” dedi Gunvald Larsson.

Yangın şimdi ikinci katı sarmıştı ve alevler kadının atladığı pencereden dışarı uzanıyordu. Fakat yaşlı çift hâlâ sol tarafta, birinci kattaydılar. Orası yanmaya daha başlamamıştı belli ki fakat onlara dair bir yaşam izi yoktu. Muhtemelen daireleri dumanlar içindeydi ve birkaç saniye sonra çatı göçecekti.

Gunvald Larsson sağa sola bakınıp işe yarar bir şey aradı, birkaç metre ötede kocaman bir taş gördü. Taş donup yerle birleşmişti ama Larsson zor da olsa yerinden kopardı. Taş en az yirmi kilo ağırlığındaydı. Larsson taşı başının üstüne kaldırdı, kollarını dümdüz tuttu ve var gücüyle birinci katta en soldaki pencereye doğru fırlattı, pencere kırılınca etrafa kıymıklar ve cam parçaları saçıldı. Pencere pervazına tırmandı, bir panjura ve masaya yaslandı, panjur elinde kaldı ve masa devrildi. Gunvald Larsson içeride yerdeydi, duman kalın ve boğucuydu. Öksürdü, yün atkısını ağzına kadar çekti. Sonra panjuru yere indirip etrafına baktı. Yangın dört bir yanda tüm gücüyle sürüyordu. Dışarıdan gelen anlık parlamaların arasında yere kapaklanmış biçimsiz bir karaltı gördü. Yaşlı kadındı galiba. Gunvald Larsson kadını kucağına aldı, hareketsiz bedenini pencere kenarına doğru taşıdı, kollarının altından tuttuğu gibi camdan aşağı sarkıttı ve dikkatlice yere bıraktı, kadın bir anda duvara dayanarak yere yığıldı. Hayattaydı ama sanki şuuru kapalıydı.

 

Gunvald Larsson derin bir nefes alıp evin içine geri döndü, diğer penceredeki panjuru parçaladı ve bir sandalyeyle pencereyi kırdı.

Duman bir nebze kalktı fakat tepesindeki tavan bel veriyordu ve koridorun kapısından turuncu alevler görünmeye başlamıştı. Adamı bulması on beş saniyeden uzun sürmedi. Adam yataktan kalkmayı becerememişti fakat hayattaydı, zayıfça ve zavallıca öksürüyordu.

Gunvald battaniyeyi üstünden attı, yaşlı adamı omzuna kaldırdı ve onu odada taşıyıp başlarından akan kıvılcımlar arasında dışarı tırmandı. Deli gibi öksürdü, alnındaki yaradan akan ter ve gözyaşıyla karışmış kandan kendisi bile etrafı zor görüyordu.

Yaşlı adam omuzlarındayken yaşlı kadını da oradan uzaklaştırdı ve ikisini de yan yana yere yatırdı. Sonra nefes alıyor mu diye kadını inceledi. Kadın nefes alıyordu. Gunvald Larsson paltosunu sırtından çıkardı, üstünde kalmış birkaç kıvılcımı silkeledi. Sonra bununla hâlâ histerik çığlıklar atan kızı örttü ve onu diğerlerinden uzaklaştırdı. Tüvit ceketini çıkarıp iki küçük çocuğun üstüne sardı ve yün atkısını da çıplak adama verdi, adam atkıyı hemen malum bölgesine doladı. Son olarak kızıl saçlı kadının yanına gitti, onu kucaklayıp toplanma alanına taşıdı. Kadın iğrenç kokuyordu ve çığlıkları insanın yüreğini dağlıyordu.

Gunvald Larsson artık her santimi parıldayan alevlerle kaplı eve doğru baktı, deli gibi ve durmadan yanıyordu. Yol kenarındaki arabalar durmuştu ve arabalardan hayretler içinde kalmış insanlar iniyordu. Gunvald Larsson onlara aldırmadı. Onun yerine mahvolmuş kürk şapkasını aldı ve sabahlıklı kadının alnına bastırdı. Birkaç dakika önce sorduğu soruyu tekrar etti:

“Bir çocuğun daha yok mu?”

“Evet… Kristina… Odası tavan arasında.”

Sonra kadın kontrolü kaybederek ağlamaya başladı.

Gunvald Larsson başıyla onayladı.

Üstü başı kan lekeli, is ve kurum içinde, terden sırılsıklam, giysileri yırtık pırtık hâlde bu histerik, şoke olmuş, çığlıklar atan, şuursuz, ağlayan ve ölen insanlara baktı. Sanki bir savaş alanındaydı.

Yangının gümbürtüsü üstünden sirenlerin ciyaklaması duyuldu.

Birdenbire herkes aynı anda oradaydı. Su tankları, yangın merdivenleri, itfaiye arabaları, polis arabaları, ambulanslar, motosikletli polisler ve yangın söndürme memurları.

Zachrisson.

“Ne… Nasıl oldu bu?” dedi.

Aynı saniye çatı çöktü ve bütün bina neşeli neşeli çıtırdayan bir şenlik ateşine dönüştü.

Gunvald Larsson kol saatine baktı. O tepenin başında donarak dikilmesinden bu yana on altı dakika geçmişti.

4

8 Mart Cuma günü öğleden sonra, Gunvald Larsson, Kungsholms Caddesi’ndeki polis merkezinde bir odada oturuyordu. Üstünde polo yaka beyaz bir kazak ve uçuk gri takım elbise vardı. İki eli bandajlıydı ve başındaki bandajla General von Döbeln’i Finlandiya’daki Jutas savaşında gösteren o popüler resme benzemişti. Aynı zamanda yüzünde ve boynunda da iki bandaj vardı. Arkaya taranmış sarı saçlarının bir kısmı yanıp gitmişti, kaşları da öyle ancak çakı gibi mavi gözleri her zamanki gibi boş ve tatminsiz bakıyordu.

Odada birçok kişi vardı.

Örneğin Västberga’daki Cinayet Masası’ndan çağırılmış Martin Beck, Kollberg ve amirleri olan, en son bilgiye göre soruşturmadan sorumlu sayılan Evald Hammar. Hammar iri yarı, yapılı bir adamdı ve yele gibi gür saçları görevinden dolayı neredeyse ağarmıştı. Emekliliğe gün saymaya başlamıştı ve her ciddi şiddet suçunu, kendine karşı işlenmiş bir dava olarak algılardı.

“Diğerleri nerede?” diye sordu Martin Beck.

Her zamanki gibi kapıya oldukça yakın bir kenarda durmuş, sağ dirseğini dosya dolabına yaslamıştı.

“Hangi diğerleri?” diye sordu Hammar, soruşturma ekibini oluşturmanın kendi işi olduğunun bilincindeydi. Teşkilatta istediği ve birlikte çalışmaya alışkın olduğu her kim varsa çağıracak kadar etkiliydi.

“Rönn ve Melander,” dedi Martin Beck kısa ve öz.

“Rönn, Güney Hastanesi’nde ve Melander olay yerinde,” dedi Hammar kısaca.

Akşam gazeteleri masanın üstünde Gunvald Larsson’un önünde açık duruyordu ve Larsson bandajlı elleriyle, sinirli sinirli sayfaları karıştırıyordu.

“Kahrolası kolaycılar,” dedi, gazetelerden birini Martin Beck’e doğru itip. “Şu resme baksana.”

Resim üç kolonu kaplamıştı ve trençkotlu, dar kenarlı şapkalı bir genç adamı gösteriyordu. Yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle Sköld Caddesi’ndeki evin dumanı tüten yıkıntılarını bir bastonla dürtüyordu. Adamın çaprazlama arkasındaysa, resmin sol köşesinde, Gunvald Larsson, saf saf objektife bakarak dikiliyordu.

“Belki de hiç haber değerin yok,” dedi Martin Beck. “Şu bastonlu adam kimmiş?”

“Adı Zachrisson. İkinci Bölge’den bir çaylak. Tam bir geri zekâlı. Resmin altındaki yazıyı oku.”

Martin Beck kısa yorumu okudu.

Günün kahramanı Komiser Gunwald Larsson dün geceki yangında kahramanca hareket ederek pek çok insanın hayatını kurtardı. Burada da tamamen yıkılan evden kalanları incelerken görülüyor.

“Lanet olasıca beceriksizler sağı solu karıştırmakla kalmamış,” diye mırıldandı Gunvald Larsson, “bir de…”

Başka bir şey demedi ama Martin Beck ne demek istediğini kavramıştı ve düşünceli bir hâlde başını salladı. İsim de yanlış yazılmıştı. Gunvald Larsson fotoğrafa iğrenerek baktı ve gazeteyi koluyla öteye itti.

“Hem de moron gibi çıkmışım,” dedi.

“Meşhur olmanın cilveleri işte,” dedi Martin Beck. Gunvald Larsson’dan hazzetmeyen Kollberg, isteği dışında etrafa saçılmış gazetelere gözlerini kısarak baktı. Bütün fotoğraflar yanlış yönlendiriyordu ve her ön sayfa, şaşaalı manşetlerin altındaki Gunvald Larsson’un dimdik bakan gözleriyle bezeliydi.

Kahramansı işler, kahramanlar ve kim bilir daha neler neler, diye düşündü Kollberg, bezgince iç geçirerek. Bir sandalyede kamburunu çıkarmış, şişko ve çuval gibi oturuyordu, dirsekleri çalışma masasındaydı.

“O hâlde ne olduğunu bilmediğimiz garip bir konumdayız yine?” dedi Hammar ciddi bir şekilde.

“Hiç garip değil,” dedi Kollberg. “Şahsen benim ne olduğundan haberim bile yok.”

Hammar ona eleştirir gibi bakıp şöyle dedi:

“Yani yangın kundaklama mıydı, değil miydi bilmiyoruz.”

“Neden kundaklama olsun ki?” diye sordu Kollberg.

“İyimser işte,” dedi Martin Beck.

“Tabii ki bal gibi kundaklamaydı,” dedi Gunvald Larsson. “Ev resmen gözümün önünde infilak etti.”

“Yani yangının, Malm denen adamın odasında başladığından eminsin?”

“Evet. Adım gibi.”

“Evi ne kadar süredir izliyordun?”

“Yaklaşık yarım saat. Şahsen. Ondan önce, o kalın kafalı Zachrisson oradaydı. Sorular da ahiret sorusuna döndü bu arada.”

Martin Beck sağ elinin baş ve işaret parmağıyla burun kemerini ovaladı. Sonra konuştu:

“O zaman zarfında kimsenin içeri girmediğinden veya dışarı çıkmadığından eminsin yani?”

“Evet, kalıbımı basarım. Ben oraya gitmeden önce neler oldu, bilmem. Zachrisson üç kişinin içeri girdiğini, kimsenin de çıkmadığını söyledi.”

“Buna güvenebilir miyiz?”

“Sanmıyorum. Adam olağan dışı bir gerzekliğe sahip gibi.”

“Bunda ciddi değilsin, değil mi?”

Gunvald Larsson kızarak baktı:

“Tüm bunların altından ne çıkacak ha? Ben orada dikilmişim ve zavallı evi alevler almış. On bir kişi içeride mahsur kalmış ve sekizini dışarı çıkarmışım.”

“Evet, fark ettim,” dedi Kollberg, gazeteye yandan bir bakış fırlatırken.

“Yani yangında sadece üç kişinin can verdiği yüzde yüz kesin mi?” diye sordu Hammar.

Martin Beck iç cebinden birtakım kâğıtlar çıkarıp inceledi. Sonra şöyle dedi:

“Öyle görünüyor. Malm denen şu adam, Malm’ın bir üst katında oturan Kenneth Roth denen diğeri ve tavan arasında odası olan Kristina Modig, daha on dört yaşındaydı.”

“Neden tavan arasında yaşıyordu?” diye sordu Ham-mar.

“Bilmiyorum,” dedi Martin Beck. “Öğrenmemiz gerek.”

“Daha öğrenmemiz gereken bir dolu başka şey var,” dedi Kollberg.

“Ölenler sırf bu üçü müydü, daha onu bile bilmiyoruz. Ayrıca, on bir kişi dediğimiz sayı bir tahminden ibaret, değil mi Bay Larsson?”

“O hâlde dışarı çıkabilenler kimlerdi?” dedi Hammar.

“İlk olarak şunu netleştirelim; dışarı çıkmadılar,” dedi Gunvald Larsson. “Ben onları dışarı çıkardım. Eğer ben tesadüfen orada dikiliyor olmasaydım, içlerinden biri bile kurtulamazdı. İkincisi, isimlerini bir yere yazmadım. O sırada başka işlerim vardı.”

Martin Beck, bandajlar içindeki iri adama bakarken düşünceliydi. Gunvald Larsson genelde kötü davranışlar sergilerdi ancak Hammar’a hakaret derecesinde çıkışmak ya megalomanidendi ya da beyin felci geçiriyordu. Hammar kaşlarını çattı.

Martin Beck belgeleri karıştırdı ve dikkatleri dağıtmak adına konuştu:

“En azından isimler burada önümde. Agnes ve Herman Söderberg. Evliler, altmış sekiz ve altmış yedi yaşındalar. Anna-Kajsa Modig ve iki çocuğu Kent ve Clary. Anne otuz yaşında, oğlan beş, kız da yedi aylık. Sonra iki kadın Clara Berggren ve Madeleine Olsen, on altı ve yirmi dört ve Max Karlsson adında bir herif. Kaç yaşında olduğunu bilmiyorum. Son üç kişi bu binada oturmuyormuş, misafirliğe gelmişler. Muhtemelen yangında ölen Kenneth Roth’un misafiriydiler.”

“Bu isimlerin hiçbiri bana bir şey ifade etmiyor,” dedi Hammar.

“Bana da,” dedi Martin Beck.

Kollberg omuz silkti.

“Roth hırsızdı,” dedi Gunvald Larsson. “Söderberg ayyaştı ve Anna-Kajsa Modig fahişeydi. Sizi daha mutlu edecekse durum böyle.”

Bir telefon çaldı ve Kollberg açtı. Önüne bir defter çekip cebinden pilot kalem çıkardı.

“Ah evet, sensin değil mi? Evet, başla.”

Diğerleri onu sessizce izlediler. Kollberg ahizeyi yerine koyup şöyle dedi:

“Rönn aradı. Son durum şu: Madeleine Olsen muhtemelen kurtulamayacak. Yüzde seksen yanık, ayrıca beyin sarsıntısı geçirmiş ve femur kemiğinde kırıklar varmış.”

“Vücudunun her yeri kızıl tüylüydü,” dedi Gunvald Larsson.

Kollberg ona pis pis bakıp devam etti:

“Söderberg adlı yaşlı adam ve karısı dumandan zehirlenmiş fakat şansları yüksek. Carla Berggren ve Anna-Kajsa Modig fiziksel anlamda yaralanmış ama ikisi de ciddi şok etkisinde, Karlsson da öyle. Hiçbiri sorguya çekilmeye uygun değil. Sadece iki çocuk son derece iyiymiş.”

“O hâlde sıradan bir yangın olabilir,” dedi Hammar.

“Saçmalamayın,” dedi Gunvald Larsson.

“Senin eve gidip yatman gerekmiyor mu?” dedi Martin Beck.

“İşine gelirdi, değil mi?”

On dakika sonra Rönn şahsen yanlarındaydı. Larsson’a hayret dolu gözlerle bakıp konuştu:

“Senin burada ne işin var?”

“Tabii ki bunu sormaya hakkın var,” dedi Gunvald Larsson.

Rönn sanki azarlar gibi diğerlerine baktı.

“Siz aklınızı mı kaçırdınız?” dedi. “Hadi gel, Gunvald, gidelim.”

Gunvald uslu uslu yerinden kalkıp kapıya doğru yürüdü.

“Bir dakika,” dedi Martin Beck. “Sadece bir sorum var. Göran Malm neden takip ediliyordu?”

“En ufak bir fikrim yok,” dedi Gunvald Larsson ve odadan çıktı.

Geriye şaşkınlık dolu bir sessizlik kaldı.

Birkaç dakika sonra Hammar anlaşılmaz bir şeyler homurdanıp odayı terk etti. Martin Beck oturdu, gazeteyi alıp okumaya başladı. Otuz saniye sonra, Kollberg aynısını yaptı. Bu şekilde, kasvetli bir sessizlik içinde oturdular, ta ki Rönn geri dönene kadar.

“Onu ne yaptın?” dedi Kollberg. “Hayvanat bahçesine mi götürdün?”

“Ne demek istiyorsun,” dedi Rönn, “onu ne yaptım? Kimi?”

“Bay Larsson’u,” dedi Kollberg.

“Gunvald’ı kastediyorsan, beyin sarsıntısı geçirdiğinden Güney Hastanesi’nde. Günlerce konuşması ya da okuması yasak. Peki bu kimin hatası?”

“Benim değil herhâlde,” dedi Kollberg.

“Evet, aynen öyle. Şeytan diyor ki yumruğu çak suratının ortasına.”

“Bana niye bağırıyorsun sen,” dedi Kollberg.

“Daha iyisini de yaparım da,” dedi Rönn. “Gunvald’a hep kötü davranıyorsun zaten. Ama hiç bu kadar alçalmamıştın.”

Einar Rönn, Norrland’lıydı, sakin, iyi huylu bir adamdı ve genellikle tepesinin tası böyle atmazdı. On beş yıllık arkadaşlıkları boyunca Martin Beck onu bir kere bile sinirli görmemişti.

“Ah, iyi o zaman, en azından bir dost edinmiş,” dedi Kollberg alaycı bir tavırla.

Rönn ona doğru bir adım atıp yumruklarını sıktı. Martin Beck hemen ayağa kalkıp ortalarında durdu, Kollberg’e dönüp şöyle dedi:

“Kes artık, Lennart. Yangına körükle gitme.”

“Sen çok mu iyisin sanki,” dedi Rönn, Martin Beck’e. “İkiniz de boktan heriflersiniz.”

 

“Hey, hop, ağır ol, bakalım, ne oluyor…” dedi Kollberg diklenerek.

“Sakin ol, Einar,” dedi Martin Beck, Rönn’e. “Haklısın, onda bir acayiplik olduğunu anlamalıydık.”

“Tam üstüne bastın,” dedi Rönn.

“Ben pek bir fark göremedim,” dedi Kollberg gamsız bir tavırla. “Herhâlde anlamak için onunla aynı entelektüel seviyede olmak gerek…”

Kapı açıldı ve Hammar içeri girdi.

“Sizde bir tuhaflık var,” dedi. “Hayırdır?”

“Yok bir şey,” dedi Martin Beck.

“Yok mu? Einar neden haşlanmış ıstakoz gibi? Yoksa kavgaya mı tutuşacaktınız? Polis kabadayılığı yok, lütfen.”

Telefon çaldı ve Kollberg denize düşen bir adamın halata sarılması gibi ahizeyi kaptı.

Rönn’ün yüzü yavaş yavaş normal rengine döndü. Sadece burnu kırmızı kaldı ama genelde burnu zaten kırmızıydı.

Martin Beck hapşırdı.

“Ben nereden bileyim bunu?” dedi Kollberg telefona. “Ne cesedi ayrıca?”

Ahizeyi çat diye yerine koydu, derin bir nefes verdi ve şöyle dedi:

“Adli Tıp’tan sersemin teki cesetleri ne zaman taşıyabileceğimizi soruyor. Ceset var mıymış ki?”

“Sakıncası yoksa sorabilir miyim, siz beylerden biriniz olay yerine teşrif ettiniz mi?” dedi Hammar iğneleyici bir şekilde.

Kimse cevap vermedi.

“Belki inceleme amaçlı bir ziyaretten zarar gelmez,” dedi Hammar.

“Benim biraz masa başı işlerim var,” dedi Rönn anlaşılmayacak şekilde.

Martin Beck kapıya doğru yürüdü. Kollberg omuz silkti, kalkıp onu takip etti.

“Sıradan bir yangın olmalı,” dedi Hammar inatla.