Gülen Polis

Tekst
Z serii: Martin Beck #4
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

2

Yağmur, diye düşündü, kasvetle camdan dışarıya bakarken. Kasım karanlığı ve yağmur, soğuk ve sicim gibi. Yaklaşan kışın habercisi. Çok geçmeden kar da başlardı.

Şehirde şu anda hiçbir şey pek ilgi çekici değildi, özellikle de çıplak ağaçları ve geniş, derme çatma apartmanlarıyla bu cadde. Daha en başından yanlış yöne sapmış ve yanlış planlanmış, iç karartıcı bir gezinti yeriydi. Hiçbir yere varmıyordu ve varmamıştı, sadece oradaydı, uzun zaman önce başlamış ama hiçbir zaman tamamlanmamış, muhteşem bir şehir planlaması hatırası olarak duruyordu. Ne iyi ışıklandırılmış mağaza vitrinleri ne de kaldırımlarda insanlar vardı. Sadece kocaman, yapraksız ağaçlar ve soğuk beyaz ışıkları su birikintilerine ve ıslak araba tavanlarına vuran sokak lambaları vardı.

Kollberg yağmurda yeterince gezinmişti, saçları ve pantolonunun paçaları sırılsıklamdı ve şimdi ıslaklık hissini boynunda ve kemiklerinde hissediyordu, soğuktu ve içine işliyordu.

Yağmurluğunun üstten iki düğmesini açtı, sağ elini ceketinin cebine sokup tabancasının kabzasını elledi. O da soğuk ve yapış yapıştı.

Koyu mavi poplin paltolu adam, tabancasına dokunmasıyla içi ürperdi ve başka bir şey düşünmeye çalıştı. Mesela, beş ay önce tatilini geçirdiği Andraitz’deki otelinin balkonu geldi aklına. O ağır sıcağı ve rıhtıma vuran parlak güneş ışığını, balıkçı teknelerini, sınırsız, masmavi gökyüzünü ve koyun karşısındaki sıradağları hatırladı.

Arkasından, yılın bu zamanı herhâlde orası da yağmurludur diye düşündü, evlerde merkezi ısıtma yoktu, sadece açık şömineler yer alıyordu.

Artık az önceki caddede değildi, birazdan tekrar yağmurun altında yürümek zorunda kalacaktı.

Merdivenlerde birisinin arkasından geldiğini duydu ve on iki durak önce, şehir merkezinde, Klarabergs Caddesi’ndeki Ahléns mağazasından çıkan kişi olduğunu anladı.

Yağmur, diye düşündü. Sevmiyorum. Hatta nefret ediyorum. Neden terfi edilmiyorum acaba? Hem zaten neden şu anda buradayım da evde yatağımda değilim…

Son düşüncesi bu oldu.

Otobüs, üstü krem rengi ve çatısı gri olan kırmızı bir çift katlıydı. Leyland Atlantean modeldi, İngiltere’de imal edilmişti fakat İsveç’te sağdan akan trafiğe uygun yapılmış, iki ay önce seferlere başlamıştı. Bu akşam da Stockholm’de 47 numaralı güzergâhta, Djurgården ve Karlberg’in ortasındaki Bellmansro’da tıngır mıngır gidiyordu. Şu anda kuzeybatıya doğru yol alıyor, Norra Stations Caddesi’ndeki terminale yaklaşıyordu, Stockholm-Solna sınırına birkaç metre uzaktaydı.

Solna, Stockholm’ün bir banliyösüydü ve bağımsız bir belediyeyle yönetilirdi. Oysaki iki kasaba arasındaki sınır yalnızca haritada kesik çizgilerle gösterilirdi.

Bu kırmızı otobüs bayağı büyüktü; 12 metreden uzun ve yaklaşık 5 metre yükseklikteydi. 15 tondan daha ağırdı. Farları yanıktı, buğulu camlarıyla içerisi sıcacık ve hoş görünüyordu ve otobüs, metruk Karlbergsvägen’de yapraksız ağaç silsilesinin ortasında ağır ağır yoluna devam ediyordu. Sonra sağa, Norrbacka Caddesi’ne saptı ve Norra Stations Caddesi’ne inen yokuştan aşağı giderken motorun sesi zayıfladı. Yağmur tavanına ve camlarına vuruyordu, tekerlekleri aşağı doğru yol alırken ağır ve sarsılmaz şekilde su sıçratıyordu.

Sokağın bittiği yerde, yokuş da sona erdi. Otobüs otuz derece sapacak, Norra Stations Caddesi’ne girecekti. Sonra da güzergâhının sonuna ulaşmasına yüz metre kalacaktı.

Bu esnada bu taşıtı gözlemleyen tek kişi, Norrbacka Caddesi’nin yukarısında, 50 metre kadar ötede, bir evin duvarına sırtını vermiş duran bir adamdı. Camı kırmak üzere olan bir hırsızdı bu kişi. Otobüsü fark etmişti çünkü ayak altında olmasını istememiş, yoldan geçip gitmesini beklemişti.

Otobüsün köşede yavaşladığını, farları yanıp sönerek sola dönmeye başladığını fark etti. Sonra otobüs gözden kayboldu. Yağmur iyice hızlanmıştı, şakır şakır yağıyordu. Adam elini kaldırıp pencere pervazındaki camı kırdı.

Görmediği şeyse, otobüsün dönüşünü asla tamamlamadığıydı.

Motor durmuştu fakat farları hâlâ açıktı, içerideki lambalar da.

Buğulu pencereler karanlıkta sıcak bir ışıkla parladı ve soğudu.

Yağmur metal tavanı dövüyordu.

13 Kasım 1967 gecesi saat on biri tam üç geçiyordu.

Yer Stockholm’dü.

3

Kristiansson ve Kvant, Solna’da telsizli devriye polisiydi. Pek olaylı olmayan kariyerleri boyunca binlerce sarhoşu, onlarca hırsızı yakalamış ve bir keresinde altı yaşındaki küçük bir kızın hayatını ona saldırıp öldürmeye hazırlanan bir seks manyağından kurtarmışlardı. Bu olayın üstünden beş ay geçmemişti ve şans eseri olmasına rağmen, uzun süre faydasını görecekleri bir zafer yaşanmıştı. Bu bahsi geçen akşamda da hiçbir vakaya rastlamamışlardı, yalnızca birer bira içmişlerdi; ancak bu kurallara aykırı olduğu için görmezden gelinmesi daha iyiydi.

Saat on buçuktan az önce telsizlerine gelen bir çağrı üstüne Huvudsta banliyösünde Kapell Caddesi’ndeki bir adrese arabayı sürmüşlerdi. Birisi evin ön basamaklarında yatan birini bulmuştu. Bu iki memurun arabayla oraya varmaları üç dakikalarını almıştı.

Sahiden de sokak kapısının dışında sere serpe uzanmış, eskimiş siyah pantolonlu biri vardı. Ayakkabısının topuğuna basmıştı ve üzerinde kırçıllı bir palto vardı. İçeride lamba yanan holde, sabahlıklı, ayağında terlik ihtiyar bir kadın duruyordu. İhbarı yapan herhâlde oydu. Cam kapının arkasından onlara el kol hareketleri yaptı, sonra kapıyı biraz araladı, kolunu aralıktan uzatıp merakla yerdeki hareketsiz bedeni işaret etti.

“Aha, neymiş bakalım?” dedi Kristiannson.

Kvant eğilip adamı kokladı.

“Sızmış,” dedi derinden bir iğrenmeyle. “Yardım etsene, Kalle.”

“Bir dakika,” dedi Kristiansson.

“Hı?”

“Hanımefendi, bu adamı tanıyor musunuz?” diye sordu Kristiansson gayet kibarca.

“Öyle de denebilir.”

“Nerede oturuyor?”

Kadın holün üç metre içerisindeki bir kapıyı işaret etti. “Orada,” dedi. “Kapının kilidini açmaya çalışırken uyuyakaldı.”

“Ah, evet, anahtarları elinde,” dedi Kristiannson, başını kaşıyarak. “Yalnız mı yaşıyor?”

“Böyle yaşlı bir morukla kim yaşar?” dedi kadın.

“Ne yapacaksın?” diye sordu Kvant şüpheli bir şekilde.

Kristiansson cevap vermedi. Yere çömelip uyuyan adamın elinden anahtarlarını aldı. Sonra yılların verdiği tecrübeyle ayyaşı hızlı bir hamleyle ayağa kaldırdı, ön kapıyı diziyle itip adamı dairesinin içine doğru sürükledi. Kadın bir yana çekildi, Kvant da dışarıdaki basamaklarda kaldı. İkisi de bu sahneyi pasif bir kınamayla izlediler.

Kristiansson kapının kilidini açtı, odada lambayı yaktı ve adamın ıslak paltosunu üstünden çıkardı. Ayyaş adam irkildi, yatağa yığılıp şöyle dedi, “Tejekkür ederimm, bayan.”

Sonra yana dönüp uykuya daldı. Kristiansson anahtarları yatağın yanındaki mutfak sandalyesine bıraktı, ışığı söndürdü, kapıyı kapattı ve tekrar arabaya döndü.

“İyi geceler, hanımefendi,” dedi.

Kadın dudaklarını büzerek ona baktı, başını arkaya atıp gözden kayboldu.

Kristiansson insanlara duyduğu sevgiden yapmamıştı bunu, sadece tembellikten yapıyordu.

Bunu Kvant’tan daha iyi bilen olamazdı. Malmö’de ikisi de sıradan memur olarak çalışırken, Kristiansson’un sarhoşları sokaklarda ve köprülerde yürütüp en yakındaki karakol bölgesine götürmeye çalıştığına çok şahit olmuştu.

Kvant direksiyonun başına geçti. Motoru çalıştırıp ekşi bir suratla şöyle dedi, “Siv de beni tembel bilir. Bir de seni görmeli.”

Siv, Kvant’ın karısıydı ve aynı zamanda sohbetlerinin biricik ve baş tacı konusuydu.

“Durup dururken niye üstüme kussunlar ki?” dedi Kristiansson filozof edasıyla.

Kristiansson ve Kvant yapı bakımından aynıydı. İkisi de 1.83 boyundaydı, geniş omuzlu ve mavi gözlüydü. Fakat huyları çok farklıydı ve asla iyi geçinemezlerdi. Aynı fikirde olmadıkları meselelerden biriydi bu.

Kvant asla yoldan çıkmazdı. Gördüklerini hiçbir zaman yabana atmazdı, öte yandan mümkün olduğunca az şey görmede ustaydı.

Yavaş yavaş, bezgin bir sessizlikle arabayı kullandı. Huvudsta’dan kıvrılan yolda Polis Okulu’nun önünden geçerek devam etti, arkasından park ve bahçelerle dolu bir alanı, demiryolu müzesini, Ulusal Bakteriyoloji Laboratuvarı’nı, Körler Okulu’nu geride bıraktı ve çeşitli enstitüleriyle birlikte geniş alanı kapsayan üniversite bölgesinden çıkıp nihayet Tomtebodavägen’deki demiryolu idaresinin oraya çıktı.

Zekice düşünülmüş bir yol çizmişti, tek bir kişiye bile rastlamayacakları alanlardan dolaşmıştı. Yol boyunca tek bir arabaya bile rastlamadılar ve sadece iki canlı varlık gördüler; önce bir kedi, sonra bir başka kedi.

Tomtebodavägen’in sonuna ulaştıklarında Kvant, Stockholm şehir sınırına on metre kala arabayı durdurdu ve vardiyalarının geri kalanını nasıl düzenleyeceklerini düşünürken motoru rölantide çalıştırdı.

Acaba yüzün tutup da gerisin geri aynı yolda dolaşır mısın, diye merak etti Kristiansson. Dışından ise şöyle dedi, “Bana 10 kron borç verir misin?”

Kvant başıyla onayladı, cüzdanını göğsünün cebinden çıkarıp meslektaşına yüzüne bile bakmadan parayı uzattı. Aynı saniye hızlı bir karar verdi. Eğer şehir sınırlarını geçip Norra Stations Caddesi’ni kuzeydoğu yönünde bir beş yüz metre takip ederse, sadece iki dakikalığına Stockholm’e girmiş olurlardı. Arkasından Eugeniävagen’e sapıp hastanenin karşısından yola devam ederek Haga Parkı’nın içinden geçip Kuzey Mezarlığı’nı takip edebilir, sonunda da karakolda bu yolculuğu bitirebilirlerdi. O zamana kadar vardiyaları sona ermiş olurdu ve birileriyle karşılaşma ihtimalleri neredeyse yoktu.

Araba Stockholm sınırına girip Norra Stations Caddesi’ne saptı.

Kristiansson 10 kronu cebine sokup esnedi. Arkasından sağanak yağmurda gözlerini kısarak ileri baktı ve, “Bak, bak, bak… Şu teres de bize doğru mu gelir?” dedi.

Kristiansson ve Kvant, Güney’den Skåne’liydi ve garip cümleler kurarlardı.

“Köpeği de varmış,” dedi Kristiannson. “Bize el kol sallıyor.”

 

“Benlik değil,” dedi Kvant.

Komik derecede küçük olan köpeğini su birikintilerinin içinden sürükleye sürükleye getiren adam aceleyle yola fırlayıp arabanın tam önünde durdu.

Kvant, frene abanarak, “Kahrolası piç!” diye küfretti.

Yan camı indirip bağırmaya başladı, “Hangi akla hizmet yolun ortasına koşuyorsun böyle?”

“Orada… orada bir otobüs var,” dedi adam nefes nefese. Yolu gösterdi.

“Eee, ne olmuş?” dedi Kvant kabalaşarak. “Ayrıca köpeğine ne biçim davranıyorsun? Zavallı hayvanın canı çıkacak.”

“Bir… bir kaza olmuş.”

“Anladık, bakarız şimdi,” dedi Kvant, sabrı taşmak üzereydi. “Kenara çekil.”

Arabayı sürdü.

“Bir daha sakın bunu yapma!” diye de bağırdı omzunun üstünden. Kristiansson yağmur altında ileri baktı.

“Evet,” dedi bezgince. “Bir otobüs yoldan çıkmış. Çift katlılardan biri.”

“Farları da yanıyor,” dedi Kvant. “Ön kapısı da açık. Atlayıp bir baksana, Kalle.”

Otobüsün arkasına arabayı park etti. Kristiansson kapıyı açtı, otomatik bir hareketle belindeki kemeri düzeltti ve kendi kendine, “Ahan, bu da ne böyle?” dedi.

Tıpkı Kvant gibi o da bot ve deri ceket giymişti, ceketinin düğmeleri parlaktı ve belinde tabancası asılıydı.

Kvant arabada oturmaya devam edip otobüsün açık kapısına yaylana yaylana yürüyen Kristiansson’u izledi.

Kvant arkadaşının otobüsün demirine tutunup içeri göz atmak için kendini bir basamak yukarı çektiğini gördü. Sonra birden irkildi ve hemen yere çömeldi, sağ eliyse tabancasındaydı.

Kvant hızlı hareket etti. Bir saniye sonra kırmızı ışıkları, arama ışığını ve devriye arabasının turuncu çakarını yaktı.

Kristiansson ise hâlâ otobüsün yanında yere çömelmişken Kvant arabanın kapısını açıp sağanak yağışın altında koştu. Kvant bu arada 7.65 mm Walther’ını çekmiş, horozunu kaldırmıştı, hatta kol saatine bir bakış bile atmıştı.

Saat on biri tam on üç geçiyordu.

4

Norra Stations Caddesi’ne ilk varan kıdemli polis Gunvald Larsson’du.

Kungsholmen emniyetindeki masasında oturuyor, uzun tutulmuş sıkıcı bir tutanağı kim bilir kaçıncı kez okuyordu ve insanlar neden eve gitmiyor, diye merak ediyordu.

‘İnsanlar’ derken kastettiği emniyet müdürü, müdür yardımcısı ve birçok farklı komiser ve şefti. Protestoyu bastırdıklarından merdiven ve koridorlarda mutlulukla volta atıyorlardı. Bu insanlar artık bugünlük yeter diyecek kıvama geldiği ve dışarı çıkmaya başladığı anda, kendisi de en hızlısından öyle yapacaktı.

Telefon çaldı. Homurdanarak ahizeyi kaldırdı. “Alo. Larsson.”

“Polis merkezi. Devriye gezen Solna’dan iki polis Norra Stations Caddesi’nde ceset dolu bir otobüs buldu.”

Gunvald Larsson duvardaki dijital saate baktı, on biri tam on sekiz geçiyordu. “Solna’lı bir ekip arabası nasıl olur da Stockholm’de ceset dolu bir otobüse rastlayabilir?”

Gunvald Larsson, Stockholm cinayet masasında komiserdi. Kasıntı bir duruşu vardı ve teşkilatın en sevilen üyelerinden biri değildi.

Fakat asla vakit kaybetmezdi, dolayısıyla oraya ilk varan o oldu.

Arabasının frenine bastı, ceketinin yakasını kaldırıp yağmura adımını attı. Kaldırıma çaprazlama duran kırmızı bir çift katlı otobüs gördü; ön kısmı yüksek bir tel örgüyü geçip kırılmıştı. Aynı zamanda beyaz tamponlu, siyah bir Plymouth araba da gördü, kapılarının üstünde kalın beyaz harflerle POLİS yazıyordu. Dörtlüleri yanıyordu ve reflektörün ışığında iki üniformalı polis, ellerinde tabancalarıyla ayakta duruyordu. İkisi de doğal hâllerinden çok daha solgun görünüyordu. Birisi deri ceketinin ön yüzüne kusmuştu ve sırılsıklam olmuş mendiliyle utanç içinde temizlenmeye çalışıyordu.

“Neler oluyor?” diye sordu Gunvald Larsson.

“Orada… içeride çok fazla ceset var,” dedi polislerden biri.

“Evet,” dedi diğeri. “Evet, aynen. Çok. Bir sürü boş kovan var.”

“İçlerinden biri yaşıyor.”

“Bir de polis var.”

“Polis mi?” diye sordu Gunvald Larsson.

“Evet. Cinayet masasından.”

“Tanıdığımız biri. Västberga’da çalışıyor. Cinayet masasında.”

“Ama adını bilmiyoruz. Mavi yağmurluklu. Ne yazık ki ölmüş.”

İki devriye polis memuru, belirsizce ve sessizce aynı anda konuştu.

İkisine de küçük denemezdi fakat Gunvald Larsson’un yanında o cüsseleri pek de göze çarpmıyordu.

Gunvald Larsson 1.95 boyundaydı ve neredeyse yüz kiloydu. Omuzları profesyonel boksörler kadar geniş ve köşeliydi. Kocaman, kıllı elleri vardı. Arkaya yatırılmış sarı saçlarından su damlıyordu.

Bir sürü siren sesi, yağmur şakırtısını bölmüştü. Her yönden geliyorlardı sanki. Gunvald Larsson kulak kabartıp, “Burası Solna mı?” diye sordu.

“Tam şehir sınırında,” diye cevap verdi Kvant kurnazca.

Gunvald Larsson ifadesiz mavi gözlerini bir Kristiansson’a, bir Kvant’a çevirdi. Ardından otobüse doğru yürüdü.

“Görünüşe göre içerisi… mezbaha gibi,” dedi Kristiansson.

Gunvald Larsson otobüse dokunmadı. Açık kapıdan başını uzatıp şöyle bir göz gezdirdi.

“Evet,” dedi sakince. “Öyle.”

5

Martin Beck, Bagarmossen’deki evinin kapısında durdu. Yağmurluğunu çıkarıp üstündeki suyu silkeledi, ondan sonra evin holüne asıp kapıyı kapattı.

Hol karanlıktı ama Martin Beck ışığı yakma zahmetine girmedi. Kızının odasının altından gelen ince bir çizgi şeklindeki ışığı gördü. İçeriden radyo ya da pikap sesi geliyordu. Kapıyı tıklatıp içeri girdi.

Kızının adı Ingrid’di ve on altı yaşındaydı. Son günlerde olgunlaşmış, iyice serpilmişti ve Martin Beck onunla eskisinden daha iyi anlaşıyordu. Sakin, gerçekçi ve oldukça zekiydi, Martin Beck onunla sohbet etmekten hoşlanırdı. Düz lisede altıncı yılındaydı, derslerini kolaylıkla geçiyordu ama Martin’in zamanında dendiği gibi ‘inek’ bir öğrenci de değildi.

Yatakta sırtüstü uzanmış, kitap okuyordu. Komodinin üzerindeki pikap çalıyordu. Pop müzik değil ama klasik müzikti, Beethoven, diye tahmin etti Martin Beck.

“Selam,” dedi. “Daha yatmadın mı?”

Sözlerinin manasızlığı karşısında durdu. Bir an için, bu dört duvar arasında son on yıl boyunca konuşulmuş bütün gündelik lafları düşündü.

Ingrid kitabını kenara bırakıp müziği kapattı. “Selam baba. Ne dedin?”

Martin Beck başını iki yana salladı.

“Tanrım, bacakların amma ıslanmış,” dedi kız. “O kadar çok mu yağıyor?”

“Şakır şakır. Annenle Rolf uyudu mu?”

“Sanırım. Annem, yemekten sonra Rolf’u yatağına götürdü. Kardeşim üşütmüş, öyle dedi.”

Martin Beck yatağa oturdu.

“Eh, bana gayet iyi görünmüştü. Ama itiraz etmeden yattı uyudu. Herhâlde yarın okuldan yırtmak için.”

“Sen bu arada hâlâ derslerle uğraşıyorsun galiba. Ne çalışıyorsun?”

“Fransızca. Yarın sınav var. Beni sınav için test etmek ister misin?”

“Pek faydası olmaz. Fransızcam kuvvetli değildi. Sen yat uyu en iyisi.”

Kızı ayağa kalktı ve söz dinleyerek yorganın altına girip kıvrıldı. Martin Beck kızının üstünü örttü. Kapıyı arkasından kapatmadan önce onun fısıldadığını duydu, “Yarın için bana şans dile.”

“İyi geceler.”

Martin Beck karanlıkta mutfağa gidip bir süre pencerenin yanında ayakta dikildi. Yağmur hafiflemiş gibiydi ama belki de mutfak penceresi rüzgârdan korunduğu için öyle görünüyordu. Martin Beck, Amerikan büyükelçiliğine karşı yapılan gösteriler esnasında neler olduğunu merak etti. Gazeteler acaba polisin tavrını beceriksiz ve yersiz mi yoksa zalim ve provokatör mü bulmuştu? Ne söylerse söylesinler sonuçta polisi eleştirip duracaklardı. Martin Beck kendini bildi bileli teşkilata sadık olduğundan, eleştirilerin tek taraflı olsa bile, çoğunlukla haklı olduğunu sadece kendine itiraf edebilirdi. Ingrid’in birkaç hafta önce bir akşam söylediklerini düşündü. Okuldan arkadaşlarının çoğu politikti, toplantılara ve gösterilere katılıyordu ve çoğu, polisten hiç hoşlanmıyordu. Ingrid çocukken babasının polis olmasıyla övünüp böbürlenebildiğini söylerdi ancak şimdi, bunu kendine saklamayı yeğliyordu. Utandığından değil sadece bütün polis teşkilatını savunmak zorunda kalacağı birtakım tartışmalara sürüklendiği için böyleydi. Saçmaydı elbette ama durum buydu.

Martin Beck oturma odasına girdi, karısının yatak odasını dinleyip hafiften horlama sesini duydu. Dikkatlice çekyatı açtı, duvardaki ışığı yakıp perdeleri örttü. Bu çekyatı yakın zamanda almış ve geceleri eve geç döndüğünde karısını rahatsız etmek istememe bahanesiyle yatak odasından buraya taşınmıştı. Karısı bazen bütün gece çalıştığını, gündüz uyuması gerektiğini ve oturma odasının ortasında bir dağınıklık istemediğini söyleyerek buna itiraz etmişti. Martin Beck ise o durumda yatak odasında uzanıp orayı dağınık kılacağına söz vermişti; zaten gün içinde karısı pek oraya girmiyordu. Şimdi son bir aydır oturma odasında uyuyordu ve Martin Beck de hâlinden memnundu.

Karısının adı Inga’ydı.

Aralarındaki ilişki yıllar içinde yıpranmıştı ve artık onunla aynı yatağı paylaşmamak içini rahatlatıyordu. Bu duygu bazen ona vicdan azabı çektiriyordu ama on yedi yıllık evliliğin ardından elinden bir şey gelmiyordu, Martin Beck bunun kimin hatası olduğundan endişelenmeyi çoktan bırakmıştı.

Martin Beck öksürük krizini bastırdı, ıslak pantolonunu çıkarıp kaloriferin yanındaki sandalyeye astı. Koltuğa oturmuş, çoraplarını çıkarırken aklına Kollberg’in gece yürüyüşlerinin de sahiden evliliğinin sıkıcı bir rutine girmesinden kaynaklanabileceği geldi.

Şimdiden mi? Kollberg daha on sekiz aydır evliydi.

İlk çorabı daha ayağından çıkmadan bu fikri kafasından attı. Lennart ve Gun birlikte mutluydu, orası su götürmezdi. Ayrıca, ona neydi ki?

Martin Beck ayağa kalkıp çıplak hâlde kitaplığa yürüdü. Uzun bir süre kitaplara baktıktan sonra içlerinden birini seçti. Eski İngiliz diplomat Sör Eugene Millington-Drake tarafından yazılmıştı ve Graf Spee ile La Plata savaşı hakkındaydı. Martin Beck bu kitabı bir yıl önce ikinci el satın almış fakat daha okumaya fırsat bulamamıştı. Yatağa girdi, suçluluk duyarak öksürdü, kitabı açtığında sigarası olmadığını gördü. Çekyatın bir başka avantajı da artık yatakta gönlünce sigara içebilmesiydi.

Tekrar ayağa kalktı, yağmurluğunun cebinden nemli ve yamyassı olmuş bir paket Floridas çıkardı, sigaraları kurumaları için komodine dizdi ve yanmaya en yakın duranı yaktı. Sigarayı dişlerinin arasında tuttu, bir bacağı yataktaydı, telefon çaldı.

Telefon koridordaydı. Altı ay önce Martin Beck oturma odasına paralel hat çekilmesi için başvurmuştu fakat Telekomünikasyon Servisi’nin çalışma hızını bildiğinden paralel hat çekilene kadar bir altı ay daha beklemeye hazırlıklıydı.

Anında koridora atlayıp telefonun ikinci çalışı bitmeden ahizeyi kaldırdı.

“Beck.”

“Başkomiser Beck mi?”

Hattın diğer ucundaki sesi tanıyamadı.

“Evet, buyurun.”

“Polis merkezinden arıyoruz. Norra Stations Caddesi’nin sonuna yakın bir noktada, 47 numaralı güzergâhta, içindeki yolcuları vurulmuş bir otobüs bulundu. Derhâl oraya gitmeniz isteniyor.”

Martin Beck’in ilk düşüncesi, eşek şakasına kurban gittiğiydi ya da onu düşman bellemiş birisinin, sırf onu yağmurda dışarı çıkarmak için kandırmaya çalıştığıydı.

“Bu haberi kimden aldınız?” diye sordu.

“Beşinci Bölge Amiri Hansson. Emniyet Müdürü Ham-mar da bilgilendirildi.”

“Kaç ölü var?”

“Henüz emin değiller. En az altı.”

“Tutuklanan var mı?”

“Bildiğim kadarıyla hayır.”

Martin Beck yolda Kollberg’i de alabileceğini düşündü. Taksi bulursa iyi olurdu. Şöyle dedi, “Hemen geliyorum.”

“Ah, Başkomiser…”

“Evet?”

“Ölenlerden biri… sizin bürodanmış galiba.”

Martin Beck ahizeyi iyice sıktı.

“Kim?”

“Bilmiyorum. İsim vermediler.”

Martin Beck ahizeyi yerine koyup başını duvara yasladı. Lennart! Kesin oydu. Yağmurun altında dışarıda ne bok yiyordu ki? 47 numaralı otobüste ne arıyordu? Hayır, hayır, Kollberg olamazdı, bir hata vardı.

Telefonu açıp Kollberg’in evini aradı. Karşı tarafta telefon çaldı. İki. Üç. Dört. Beş.

“Kollberg.”

Gun’ın uyku mahmuru sesini duydu. Martin Beck sakin ve doğal konuşmaya çalıştı.

“Selam. Lennart orada mı?”

Kadının doğrulmasıyla yatağın gıcırdadığını duyduğunu sandı ve cevap gelene kadar uzun bir süre geçti.

“Hayır, en azından yatakta değil. Seninle sanıyordum. Daha doğrusu sen buradaydın.”

“Ben çıkarken o da çıktı. Yürüyüş yapacaktı. Evde olmadığından eminsin?”

“Mutfakta olabilir. Bir dakika, bakayım.” Geri dönmesi birkaç asır sürdü sanki.

“Hayır, Martin. Evde yok.”

Şimdi onun sesi de endişeli gelmişti.

“Nerede olabilir ki?” dedi. “Bu havada?”

“Sadece hava alıyordur. Ben de şimdi döndüm eve, o yüzden çok kalmış olamaz. Merak etme.”

“Eve dönünce seni aramasını söyleyeyim mi?”

 

Kadının içi rahatlamış gibiydi.

“Hayır, önemli değil. İyi uykular. Hoşça kal.”

Martin Beck ahizeyi yerine koydu. Birdenbire o kadar üşüdü ki dişleri takırdadı. Ahizeyi tekrar kaldırdı, elinde tuttu ve neler olduğunu öğrenmek için birilerini araması gerektiğini düşündü. Sonra en iyisi oraya en kısa yoldan bizzat gitmek diye karar verdi. En yakındaki taksi durağını aradı, hemen cevap aldı.

Martin Beck yirmi üç yıldır polisti. Bu süre boyunca birçok meslektaşı görev esnasında hayatını kaybetmişti. Her seferinde büyük vurgun yemişti ve zihninin bir köşesinde hep polislik mesleğinin gün geçtikçe riskli olduğu, bir sonraki sefer sıranın ona geleceği düşüncesi dururdu. Fakat mesele Kollberg olunca hisleri bir meslektaşına duyulan hislerle sınırlı değildi. Yıllar içinde çalışırken birbirlerine çok bağlanmışlardı. Birbirlerini iyi tamamlıyorlardı ve akıllarından geçenleri daha söze dökülmeden anlamayı öğrenmişlerdi. Kollberg on sekiz ay önce evlenip Skärmarbrink’e taşındığında mesafe olarak da yakınlaşmış ve boş vakitlerinde de buluşmaya başlamışlardı.

Kollberg daha kısa süre önce, nadir yaşadığı bir depresif ruh hâli anında, “Sen olmasaydın, Tanrı biliyor ya, teşkilatta kalmazdım,” demişti.

Martin Beck ıslak yağmurluğunu üstüne geçirip merdivenlerden koşarcasına inerken ve bekleyen taksiye binerken bunu düşündü.