Duman Olan Adam

Tekst
Z serii: Martin Beck #2
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

4

“Gidecek misin oralara?” dedi Hammar.

“Henüz bilmiyorum. Dillerini bile bilmiyorum.”

“Teşkilatta bilen yok zaten. Merak etme, baktık. Her neyse, İngilizce ve Almancayla idare edebilirsin dediler.”

“Tuhaf bir durum.”

“Aptalca bir durum,” dedi Hammar. “Ancak DİB’dekilerin bilmediği bir bilgi var elimde. O adamla ilgili bir dosyamız var.”

“Alf Matsson?”

“Evet. Üçüncü Şube’nin arşivinde. Gizli dosyalar bölümünde.”

“Casuslukla Mücadele mi?”

“Aynen. Güvenlik Birimi. Üç ay önce bu adam hakkında bir soruşturma yapılmış.”

Kollberg neredeyse kulakları sağır eden bir sesle kapıyı yumruklayıp kafasını içeri soktu. Martin Beck’e hayretler içinde baktı. “Burada ne arıyorsun?”

“Tatilimi yapıyorum.”

“Nedir bu fısır fısır haliniz? Gideyim mi? Geldiğim gibi sessizce, kimseye çaktırmadan?”

“Evet,” dedi Hammar. “Hayır, gitme. Fısır fısırdan usandım. İçeri gir ve kapıyı da kapat.”

Masasının çekmecesinden bir dosya çıkardı.

“Rutin bir soruşturmaydı,” dedi, “derinleştirmeye gerek duyulmadı. Ancak bazı bölümleri, bu dosyayla ilgilenmeyi düşünen kişilerin ilgisini çekebilir.”

“Neyin peşindesiniz?” dedi Kollberg. “Gizli bir istihbarat birimi mi kurdunuz?”

“Böyle öteceksen gidebilirsin,” dedi Martin Beck. “Casuslukla Mücadele birimi neden Matsson’la ilgileniyordu?”

“Pasaportta çalışan memurların kendilerine has tuhaflıkları vardır. Arlanda havaalanında mesela, vize isteyen Avrupa ülkelerine seyahat edenlerin isimlerini yazarlar. Kayıt defterlerine bakan zeki bir çocuk, bu Matsson denen adamın çok fazla seyahate çıktığından işkillenmiş. Varşova, Prag, Budapeşte, Sofya, Bükreş, Köstence, Belgrad. Pasaportunu çok kullanıyormuş.”

“Eee?”

“Dolayısıyla Güvenlik Şube sessizden ufak çaplı bir soruşturma yapmış. Örneğin çalıştığı dergiye gidip sormuşlar.”

“Ne cevap almışlar?”

“Gayet doğrudur, demiş dergi. Alf Matsson pasaportunu çok kullanır. Neden kullanmasın? Doğu Avrupa ilişkileri konusunda uzmanımız. Bundan daha kayda değer sonuçlar elde edilmemiş ama bir iki nokta daha var. Al sen bu zırvayı, otur kendin oku. Buraya oturabilirsin. Çünkü ben şimdi eve gidiyorum. Bu akşam bir James Bond filmi izleyeceğim. Hoşça kal!”

Martin Beck raporu önüne çekip okumaya başladı. Birinci sayfayı bitirince Kollberg’in önüne itti, Kollberg parmak uçlarıyla kâğıdı alıp önüne koydu. Martin Beck ona sorgulayıcı bir bakış attı.

“Çok terliyorum,” dedi Kollberg. “Bu gizli belgeleri berbat etmek istemem.”

Martin Beck başıyla onayladı. Kendisi soğuk algınlığı geçirmediği sürece hiç terlemezdi.

İlerleyen bir saat boyunca hiçbir şey demediler.

Dosyanın içinde acilen ilgi gösterilmesi gereken bir konu yoktu ancak en ince ayrıntısına kadar yazılmıştı. Alf Matsson 1934 yılında Göteborg’da değil de 1933 yılında Mölndal’da doğmuştu. 1952 senesinde, bir taşrada gazeteciliğe başlamıştı ve 1955’te spor yazarı olarak Stockholm’e gelene kadar birçok günlük gazetede röportaj hazırlamıştı. Bir spor muhabiri olarak birçok kez yurt dışına çıkmıştı, 1956’da Melbourne’deki ve 1960’da Roma’daki Olimpiyat Oyunları’na gitmişti. Bir yığın editör onun yetenekli bir gazeteci olduğunda hemfikirdi: “…marifetli, eli çabuk.” 1961 yılında günlük gazeteden ayrılmış ve hâlâ çalışmakta olduğu haftalık yayına geçmişti. Son dört yıl içinde gittikçe zamanını daha çok yurt dışında çeşitli konuları rapor etmeye adamıştı, siyasetten ekonomiye spordan pop şarkıcılarına kadar her türlü konuyu araştırıyordu. Üniversite sınavına girmiş, akıcı şekilde İngilizce ve Almanca, muhtemelen İspanyolca, biraz Fransızca ve Rusça biliyordu. Yıllık 40.000 krondan fazla kazanıyordu ve iki kere evlenmişti. Birinci evliliği 1954 yılında olmuş, bir yıl sonra boşanmıştı. 1961’de tekrar evlenmişti ve birinciden bir kız, ikinciden bir oğlan olmak üzere iki çocuğu vardı.

Takdire şayan bir titizlikle soruşturmayı yürüten kişi, arkasından adamın pek hayranlık uyandırmayan yanlarından bahsetmeye geçmişti. Matsson birçok sefer büyük çocuğunun nafakasını ödemeyi ihmal etmişti. İlk karısı onu “ayyaş ve acımasız bir canavar” olarak nitelendirmişti. Parantez içinde bu tanığın yüzde yüz güvenilir olmadığı belirtilmişti. Gelgelelim, birden fazla kez Alf Matsson’un içtiği ima edilmişti, eski bir iş arkadaşı onun hakkında “fena biri değil ama içki içince azıtıyor,” yorumunu yapmıştı ancak bu ifadelerden yalnızca biri delille destekleniyordu. 1966 yılında On İkinci Gece arifesinde, Malmö’de bir devriye memuru onu General Hospital’ın acil servisine yetiştirmişti çünkü o sırada ziyaret ettiği Bengt Jönsson adında birinin evinde çıkan sarhoş kavgasında elinden bıçaklanmıştı. Polis bu olay için dosya açmıştı fakat duruşma olmamıştı çünkü Matsson davacı değildi. Ne var ki Kristiansson ve Kvant isimli iki polis memuru hem Matsson’un hem de Jönsson’un ağır alkollü olduğunu belirtmişti, böylece bu dosya Alkolizm Komisyonu’na devredilmişti.

Şimdiki patronu, Eriksson adlı yazı işleri müdürünün verdiği ifadede genel bir burnu büyüklük hakîmdi. Matsson derginin “Doğu Avrupa uzmanıydı”, (bu tür bir süreli yayın, böyle bir kişi için ne diyorsa) ve yazı işleri kurulu polise adamın gazetecilik faaliyetleri hakkında daha fazla bilgi vermek için bir sebep bulamamıştı. Söylediklerine göre Matsson, Doğu Avrupa meseleleriyle çok ilgiliydi ve çok bilgiliydi, sıklıkla kendi projelerini geliştirirdi ve bilhassa ilgisini çeken röportajları yürütebilmek için fazla mesai ücreti almadan yıllık izinlerinden ve tatillerinden feragat ederek çok hırslı olduğunu kanıtlamıştı.

Raporu daha önce okumuş olanlardan biri kırmızı kalemle bu cümlenin altını çizerek hırsına yenik düşmüş gibiydi. Bu Hammar olamazdı, başkalarının raporlarını böyle lekelemezdi o.

Matsson’un basılı yazılarının ayrıntılı dökümüne neredeyse sadece meşhur atletlerle özel röportajlar ve spor, film yıldızları ve eğlence dünyasından başka figürlerle yapılmış röportajları dahildi.

Dosyada buna benzer birçok yazı vardı. Kollberg okumayı bitirince, “çok da ilgi çekici olmayan bir şahıs,” dedi.

“Tuhaf olan tek bir şey var.”

“Ortadan kaybolması mı?”

“Aynen,” dedi Martin Beck.

Bir dakika sonra, Dış İşleri Bakanlığı’nı aradı ve Koll-berg büyük bir şaşkınlıkla onun, “Martin’le mi görüşüyorum? Evet, merhaba Martin, ben Martin,” dediğini duydu.

Martin Beck yüzünde buruk bir ifadeyle dinliyordu. Ardından, “Evet, gideceğim,” dedi.

5

Bina eskiydi, asansör yoktu. Giriş holünde yazan kiracıların isim listesinde Matsson en üstteydi. Martin Beck beş kat merdiven çıktıktan sonra nefes nefese kaldı, kalbi çok hızlı atıyordu. Zile basmadan önce bir saniye bekledi.

Kapıyı açan kadın ufak tefek ve sarışındı. Üstünde bol bir tulum ve pamuklu bir bluz vardı. Kadının ağız kenarlarında sert çizgiler vardı. Martin Beck kadının otuz yaşlarında olduğunu tahmin etti.

“Buyurun,” diyerek kapıyı açık tuttu kadın.

Martin Beck bir saat önce telefonda yaptıkları görüşmeden sesini tanımıştı.

Dairenin holü genişti ve bir duvarın dibindeki boyasız tabure dışında mobilyasızdı. İki üç yaşlarında ufak bir çocuk mutfaktan çıktı. Elinde yarısı yenmiş bir çörek vardı, doğruca Martin Beck’e yürüdü ve önünde durup yapış yapış yumruğunu kaldırdı.

“Selam,” dedi.

Sonra arkasını dönüp oturma odasına koştu. Kadın onu takip edip çocuğu havaya kaldırdı, çocuksa halinden memnun bir sesle odadaki tek rahat koltuğa oturmuştu. Kadın onu yandaki odaya taşıyıp kapıyı kapatırken çocuk çığlık attı. Kadın odaya geri döndü, koltuğa oturup bir sigara yaktı.

“Bana Alf hakkında sorular sormak istiyorsunuz sanırım. Ona bir şey mi oldu?”

Anlık bir tereddütten sonra Martin Beck tekli koltuğa oturdu.

“Bildiğimiz kadarıyla hayır. Yalnızca, iki haftadır ondan haber alınamadı. Dergiye gitmedi, anladığım kadarıyla şu ana dek size de gelmedi. Nerede olabileceğini biliyor musunuz?”

“Hiçbir fikrim yok. Aslında hiçbir bilgimin olmaması da olağan bir şey. Dört haftadır buraya uğramadı, ondan önce de ondan bir ay haber almamıştık.”

Martin Beck kapalı kapıya doğru baktı.

“Ama çocuk? Genelde görmez mi…”

“Biz ayrıldığımızdan beri oğluna karşı özel bir ilgi göstermedi,” dedi kadın, içerlemiş bir halde. “Her ay para gönderir. Ama bu zaten görevi, değil mi?”

“Dergiden çok kazanır mı?”

“Evet. Ne kadar bilmiyorum ama hep çok parası vardır. Cimri değildir. Kendine çok harcamasına rağmen ben de hiç parasız kalmam. Restoranlarda harcar, taksiye biner vesaire. Artık ben de işe girdim, o yüzden biraz kazanıyorum.”

“Ne zaman boşandınız?”

“Boşanmadık. Henüz süreç tamamlanmadı. Ama yaklaşık sekiz ay evvel Alf evden taşındı. O zaman kendine bir daire tuttu. Ama ondan önce bile, o kadar çok zaman evden uzaktı ki pek fark olmadı.”

“Ancak alışkanlıklarını bilirsiniz, kiminle görüştüğünü, nerelere gittiğini?”

“Artık değil. Açıkçası, ne peşinde olduğunu bile bilmiyorum. Önceden işyerinden insanlarla takılırdı. Gazetecilerle vesaire. Eskiden Tankard denen bir restoranda otururlardı. Ama artık bilmiyorum. Belki yeni bir mekân bulmuştur. Her neyse, o restoran da taşındı mı yıkıldı mı tam bilmiyorum.”

Kadın sigarasını söndürüp kapının yanına gidip dinledi. Sonra dikkatlice kapıyı açıp içeri girdi. Bir saniye sonra dışarı çıkıp aynı özenle kapıyı kapattı.

“Uyumuş,” dedi.

“Çok tatlı bir çocuk,” dedi Martin Beck.

“Evet, tatlıdır.”

Bir saniye sessizce oturdular, ardından kadın, “Ama Alf, Budapeşte’de iş seyahatindeydi, değil mi? En azından bir yerden öyle duydum. Orada kalmış olamaz mı? Ya da başka bir yere gitmiştir?” dedi.

“Eskiden öyle yapar mıydı? İş seyahatine gidince?”

“Hayır,” dedi kadın tereddütle. “Hayır, aslında yapmazdı. Çok özenli değildir ve çok içer ama biz birlikteyken kesinlikle işini ihmal eden biri değildi. Mesela, yazılarını mutlaka söz verdiği tarihte teslim etme konusunda çok hassastı. Burada yaşarken genelde geceleri geç saatlere kadar oturur, yazılarını tam vaktinde yetiştirirdi.”

 

Kadın Martin Beck’e baktı. Martin Beck konuşmaları boyunca ilk kez kadının gözlerinin içinde belli belirsiz bir kaygı sezdi.

“Tuhaf görünüyor, değil mi? Dergiyle hiç irtibat kurmamış olması? Gerçekten de başına bir şey gelmiş sanki.”

“Başına ne gelmiş olabilir sizce, bir fikriniz var mı?”

Kadın olumsuz anlamda başını salladı.

“Hayır, hiç yok.”

“Az önce, içki içtiğini söylediniz. Çok mu içer?”

“Evet, en azından bazen. Burada oturduğu dönemde sonlara doğru, hemen hemen eve hep sarhoş dönerdi. Eve dönmüşse yani.” Kadının ağzının çevresindeki sert çizgiler yeniden belirdi.

“Peki bu durum işlerini etkilemiyor muydu?”

“Hayır, hiç. Her neyse, pek etkilemezdi. Bu dergi için çalışmaya başlayınca daha çok özel görevlere de gitmeye başladı. Yurt dışına falan. Aralardaysa yapacak pek işi olmadığından serbestti. Her dakika ofiste olması gerekmiyordu. O zamanlar içerdi. Bazen o kafede günlerce otururdu.”

“Anladım,” dedi Martin Beck. “Onunla takılan insanlardan bildiklerinizin isimlerini verir misiniz?”

Kadın, Martin Beck’e daha önce duymadığı üç gazetecinin adını verdi ve Martin Beck bu isimleri iç cebinde bulduğu bir taksi makbuzunun arkasına not etti. Kadın, Martin Beck’e bakıp şöyle dedi:

“Polislerin her şeyi yazdıkları, küçük, kara kaplı bir defterleri olduğunu sanırdım hep. Belki sadece roman ve filmlerde böyledir.”

Martin Beck ayağa kalktı.

“Eğer ondan bir haber alırsanız, beni de bilgilendirir misiniz?” dedi kadın. “Olur mu?”

“Elbette olur,” dedi Martin Beck.

“Artık nerede yaşıyor demiştiniz?”

“Fleming Caddesi. 34 numara. Ama bunu dememiştim.”

“Dairenin anahtarı sizde var mı?”

“Hayır, maalesef. Ben oraya hiç gitmedim ki.”

6

Kapıda bir karton parçası vardı, üstüne çini mürekkebiyle MATSSON yazılmıştı. Kilit sıradan bir kilitti. Martin Beck’e hiç zorluk çıkarmadı. Daireye adım atarken yetkisini aştığının farkındaydı. Gelen postalar paspasın üstünde duruyordu; birkaç reklam broşürü, Bibban diye birinin Madrid’den gönderdiği bir kartpostal, İngilizce bir spor araba dergisi ve 28,45 kronluk bir elektrik faturası.

Daire iki kocaman oda, mutfak, hol ve tuvaletten oluşuyordu. Ayrı bir banyo yoktu, iki kocaman gardırop vardı. İçerisi havasız kaldığından küf kokuyordu.

Sokağa bakan en büyük odada bir yatak, komodin, kitaplıklar, üstü cam alçak bir sehpa, bir çalışma masası ve iki sandalye vardı. Komodinin üstünde bir pikap duruyordu, üstteki raftaysa bir yığın uzun çalar plak. Martin Beck en üsttekinin adını okudu: Blue Monk. Bu, onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Çalışma masasının üstünde bir tomar daktilo kâğıdı, 20 Temmuz tarihli bir günlük gazete, 18 Temmuz tarihli 6,50 kronluk bir taksi makbuzu, Almanca bir sözlük, bir büyüteç ve bir gençlik kulübü bülteni duruyordu. Telefon da vardı, ayrıca fihrist ve iki kül tablası. Çekmecelerde eski dergiler, dergi fotoğrafları, faturalar, birkaç mektup, kartpostal ve bir sürü el yazısının karbon kopyası vardı.

Martin Beck iki gardırobun kapağını da açtı. İçlerinden birinde neredeyse bomboş bir çamaşır torbası, raflarda gömlekler, kazaklar ve iç çamaşırları vardı, bazılarının üstündeki çamaşırhane etiketi daha yırtılmamıştı. Diğer gardıropta iki tüvit ceket, koyu kahverengi bir takım elbise, üç pantolon ve kışlık bir palto asılıydı. Üç askı boştu. Yerde ağır, kauçuk tabanlı, kahverengi bir çift ayakkabı, daha ince bir çift siyah ayakkabı, bir çift bot ve bir çift lastik ayakkabı duruyordu. Bir gardırobun üstündeki dolapta büyük bir bavul vardı, diğer dolapsa boştu.

Martin Beck mutfağa geçti. Lavaboda kirli bulaşık yoktu ama bulaşıklıkta iki kupa ve bir su bardağı kurumaya bırakılmıştı. Kiler dolabı boştu, yalnızca birkaç boş şarap şişesi ve iki konserve vardı. Martin Beck kendi kilerini düşündü, son derece özenle en dibine kadar temizlemişti.

Bir kez daha dairede dolaştı. Yatak yapılıydı, küllükler boştu ve çalışma masasının çekmecesinde ne pasaport ne para, ne banka cüzdanı ne buna benzer kıymetli bir şey vardı. Özetle Alf Matsson’un, dairesinden ayrılıp iki hafta önce Budapeşte’ye gittiğinden beri eve uğradığını gösteren bir iz yoktu.

Martin Beck, Alf Matsson’un dairesinden çıkıp bir saniye Fleming’deki ıssız taksi durağında durdu, ancak öğle arasında olduğu gibi taksi yoktu, o yüzden Martin bir tramvaya bindi.

Tankard’a vardığında saat biri geçiyordu. Bütün masalar doluydu ve oldukça yorgun görünen garson ona hiç aldırmadı. Şef garsondan eser yoktu. Martin Beck giriş holünün diğer tarafındaki bara geçti. Tam aynı saniye, kadife ceketli, şişman bir adam kâğıtlarını toplayıp kapının yanındaki masaya taşındı. Martin Beck, o adamın yerine oturdu. Bu tarafta da bütün masalar doluydu ama bazı müşteriler hesaplarını ödüyordu.

Martin Beck şef garsona bir sandviç ve bir bira sipariş etti, üç gazeteciden biri orada mı diye sordu.

“Bay Molin şurada oturuyor ama diğerlerini bugün görmedim. Herhalde daha sonra gelirler.”

Martin Beck, şef garsonun bakışlarını takip edip önlerinde koca koca biralar duran, oturmuş sohbet eden beş adama baktı.

“Beyefendilerden hangisi Bay Molin?”

“Sakallı bey,” dedi şef garson ve uzaklaştı.

Martin Beck kafası karışarak adamlara baktı. Üç tanesi sakallıydı.

Garson sandviçini ve birasını getirince bir daha konuşma fırsatı oldu. “Orada oturan beylerden hangisinin Bay Molin olduğunu biliyor musunuz?”

“Elbette, sakallı olan.”

Kadın, Martin Beck’in çaresiz bakışlarını takip edince, “Cam kenarına yakın olan,” diye ekledi.

Martin Beck sandviçini çok yavaş yedi. Molin isimli adam bir büyük bira daha söyledi. Martin Beck bekledi. Mekân boşalmaya başlamıştı. Bir süre sonra Molin bardağını boşalttığında önüne yenisi kondu. Martin Beck sandviçini yemeyi bitirdi, kahve sipariş edip bekledi.

Nihayet sakallı adam cam kenarındaki yerinden kalkıp girişteki hole yürüdü. Tam yanından geçerken Martin Beck, “Bay Molin?” dedi.

Adam durdu. “Bir saniye,” dedi ve dışarı yürümeye devam etti.

Kısa bir süre sonra geri dönüp ağır nefesini Martin Beck’in üstüne üfledi ve “Tanışıyor muyuz?” diye sordu.

“Hayır, henüz değil. Ama belki bir saniye oturup benimle bir bira içersiniz. Size bir şey sormak istiyorum.”

Martin Beck, bu cümlenin kulağa pek iyi gelmediğini kendi bile duyabiliyordu. Bir kilometre öteden bile polis işi kokusu alınırdı. Yine de işe yaradı. Molin oturdu. Açık renk, seyrek saçlıydı, saçlarını alnına doğru taramıştı. Sakalı kızıl ve bakımlıydı. Otuz beş yaşında görünüyordu, tombuldu. Garsona eliyle işaret etti.

“Stina, bana bir tur yollasana.”

Garson kız başıyla onaylayıp Martin Beck’e baktı.

“Aynısından,” dedi Martin Beck.

‘Bir tur’ dedikleri, büyük biradan daha uzun ve geniş bir bardağa konmuştu ki Martin Beck zaten sandviçin yanında büyük bir bira içmişti.

Molin bir yudum alıp mendille bıyığını sildi.

“Hı hı,” dedi. “Benimle ne hakkında konuşmak istiyorsun? Sarhoş muhabbeti mi?”

“Alf Matsson hakkında,” dedi Martin Beck. “Yakın arkadaşsınız, değil mi?”

Bu cümle de kulağa iğreti gelince Martin Beck, “Kankasınız yani?” diye düzeltmeye çalıştı.

“Tabii. Ne olmuş ona? Sana borcu mu var?” Molin, Martin Beck’e şüphe duyarak tepeden baktı.

“Peki öyleyse, öncelikle benim tahsildar olmadığımı belirtmek isterim.”

Açıkçası, Martin Beck ifadelerine dikkat etmeliydi. Dahası, adam gazeteciydi.

“Hayır, hiç öyle bir şey değil,” dedi Martin Beck.

“O zaman Alfie’yi neden soruyorsun?”

“Alfie ve ben birbirimizi uzun zamandır tanırız. Aynı… şey, uzun yıllar önce aynı işyerinde çalışmıştık diyelim. Birkaç hafta önce tesadüfen karşılaştık ve benim için bir iş yapacağına söz vermişti, sonra ondan bir daha ses çıkmadı. Senden de söz etmişti, o yüzden belki sen nerede olduğunu biliyorsundur diye düşündüm.”

Bu yorucu konuşmadan yorgun düşen Martin Beck birasından büyük bir yudum aldı. Diğer adam da birasına davrandı.

“Ah, kahretsin. Sen Alfie’nin eski bir arkadaşısın, değil mi? Doğrusu, ben de onun nerelerde olduğunu merak ediyordum. Ama sanırım Macaristan’da kaldı. Burada değil en azından. Yoksa onu burada görürdük.”

“Macaristan mı? Orada ne arıyor?”

“Çalıştığı dedikodu gazetesi için seyahate çıktı. Ama artık dönmüş olması gerekir. Gitmeden önce bana iki üç günlüğüne gittiğini söylemişti.”

“Seyahate çıkmadan önce onu gördün mü?”

“Tabii ki. Bir gece evvel. Gündüz buradaydık, akşam da bir iki yerde daha devam ettik.”

“Sen ve o mu?”

“Evet, birileri daha vardı. Kim olduğunu tam hatırlamıyorum. Per Kronkvist ve Stig Lund gelmişti galiba. Bayağı bir kafa yaptık. Evet, Åke ve Pia da vardı. Sen Åke’yi tanımıyor musun bu arada?”

Martin Beck düşündü. Anlamsız geldi ona.

“Åke mi? Bilmem. Hangi Åke?”

“Åke Gunnarsson,” dedi Molin, az önce oturduğu masaya doğru dönerek. Onlar konuşurken iki adam kalkmıştı. Barda kalan diğer iki adam sessizce biralarının başında oturuyordu.

“Şurada oturuyor,” dedi Molin. “Sakallı adam.”

Sakallılardan biri gitmişti, o yüzden hangisinin Gunnarsson olduğu apaçık ortadaydı. Adam gayet hoş birine benziyordu.

“Hayır,” dedi Martin Beck. “Tanımıyorum. Nerede çalışıyor?”

Molin, Martin Beck’in hayatında hiç duymadığı yayının adını verdi, sanki bir çeşit otomobil dergisini çağrıştırıyordu.

“Åke iyidir. Yanlış hatırlamıyorsam o da o gece bayağı çekmişti, kafası kıyaktı. Yoksa o çok fazla sarhoş olmaz. Ne kadar içerse içsin ayıktır.”

“O zamandan beri Alfie’yi görmedin mi?”

“Amma da soru sordun ha. Bana nasılım diye sormayacak mısın?”

“Soracağım tabii. Nasılsın?”

“Kelimenin tam manasıyla cehennemin dibinde sürünüyorum. Akşamdan kalmayım. Hem de fena.”

Molin’in şişman suratı kederlendi. Sanki yaşamdaki son zevk kırıntılarını sıyırır gibi birasının geri kalanını koskoca bir yudumla mideye indirdi. Mendilini çıkardı, gözlerinde kara bir bakışla köpüklü bıyıklarını sildi.

“Bence bıyıklılara has bira bardağı olmalı,” dedi. “Bu günlerde servis sektörü batmış.”

Kısa bir süre sonra, “Hayır, o günden beri Alfie’yi görmedim,” dedi. “Onu en son gördüğümde Opera Sarayı’nın barında içkisini bir kızın üstünden döküyordu. Ertesi sabah da Budapeşte’ye gitti. Zavallı yaratık, o akşamdan kalma haliyle Avrupa’nın diğer ucuna uçmak zorunda kaldı. Umarım İskandinav Hava Yolları’yla uçmamıştır.”

“O günden sonra da ondan haber almadın değil mi?”

“Yurt dışı seyahatlerimizde birbirimize mektuplar yollamayız,” dedi Molin ukalaca. “Sen ne boktan bir yerde çalışıyorsun bu arada? Kiddy Krib’de mi? Hey, hadi bir tane daha yuvarlayalım mı?”

Yarım saat ve iki büyük daha içtikten sonra Martin Beck, Bay Molin’den kurtulmayı başardı, adama on kron borç vermesi gerekmişti. Kapıdan çıkarken adamın sesini arkadan işitti, “Fia, canımın içi, bana bir tane daha getirsene, hadi ya?”

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?