Patrona Halil

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

2. Bölüm
Gülbeyaz

Patrona Halil’in dükkânı pazardaki yerini almıştı. Halil, tütün, uzun tütün çubuğu ve pipo sapları satıyordu. Yaptığı iş çok kârlı sayılmazdı. Tezgâhında, âlemcilerin en önemli gözdesi olmasına rağmen afyon bulundurmuyordu. Zaten haline ve tavrına bakan birisi, onun uyuşturucu satmadığını kolaylıkla anlayabilirdi. Ruhu uyuşturan böyle şeyleri tezgâhında satmayacağına dair kendi kendine söz vermişti. Ne zaman bu konudaki kararlılığında bir gevşeme hissetse kendisine verdiği bu sözü aklına getirirdi. Zaman zaman etrafına topladığı komşularına bu mesele hakkında söylevler veriyordu. Afyon belasını inançlı insanların başına, onları mahvetmek isteyen şeytan musallat etmişti. Afyon cinlerin pisliğiydi. Buna rağmen Müslümanlar bu pis şeyi ağızlarına alıp çiğnemekten, dumanını içlerine çekmekten çekinmiyorlardı. Bu yaptıkları onlar, gelecek kuşaklar ve tüm İslam dünyası için büyük bir felakete neden olacaktı. Komşuları onu karşı çıkmadan dinleseler de olabildiğince fazla miktarda afyon satmaya devam ediyorlardı. Zira afyon ticareti benzerleri arasında en kârlısıydı. Meseleyi kendi aralarında da tartıştıkları oluyordu. Herhangi bir kişi bıçakla kendi boğazını kesebilir diye tezgâhlarda bıçak satmaktan vazgeçmek akıllıca bir iş miydi? Halil’in ticaretten anlamadığı çok açıktı. Elde ettiği küçük kârla mutlu oluyor ve asla daha fazlasını istemiyordu.

Birdenbire beş bin kuruşa sahip olan Halil, ne yapacağını şaşırmıştı. Gerçekten arzuladığı şey, erişemeyeceği kadar uzaktaydı. Gönlünde yatan arzu; donanma filolarını, savaş düzenindeki şanlı orduları yönetmekti. Şehirler ve kaleler inşa etmek; bir emriyle yükselttiği paşaları bir diğeriyle indirmek istiyordu. İçinde her şeye hakim olma arzusu vardı. Ne yazık ki sahip olduğu beş bin kuruş, bu hayallerin gerçekleşebilmesi için yeterli değildi. Bir açıdan bakıldığında çok fazla gözüken bu para, hayallerinin büyüklüğü karşısında çok küçük kalıyordu. Sonuç olarak elindeki parayla ne yapacağını hâlâ bilemiyordu.

Dükkânı, pazarın nispeten daha tenha bir bölümüne bakıyordu. Bu boş alan, pazarın esnaflara ait dükkân ve tezgâhların bulunduğu bölümünden yüksek demir korkuluklarla ayrılmıştı. Burası, kölelerin en aşağı sınıfının alınıp satıldığı bir köle pazarıydı. Halil dükkânından burada yaşananları izlerdi. Her gün yirmiye yakın insan, tezgâhtaki mallar gibi sergilenir ve satışa sunulurdu. Artık alışmıştı bu manzaraya.

Köle pazarında, şair ve romancıların anlatmaktan çok hoşlandığı dokunaklı manzaralardan eser yoktu. Lafın gelişi burada Derbend’in zengin tüccarının en yüksek teklifi verenlere sunduğu şehvet dolu mucizevi güzelliklere rastlayamazdınız. Erkeklerin sert bakışlarını üzerlerinde fark ettiklerinde yanakları kızaran ve yeni efendilerinin kendilerini çağıran sesleriyle gözleri dolan Çerkez ve Gürcü bakireler hani neredeydi? Bu civarda böyle şeyler yoktu. Burası yıllarca kullanıldıktan sonra bir kenara atılan işe yaramaz esirlerle doluydu. Derileri buruş buruş olmuş yaşlı zenci kadınlar, artık hiçbir işe yaramayan, içleri kinle dolu eski beslemeler… Bu insanlar emirlerini yerine getirecekleri yeni sahiplerinin kim olacağı konusunda tam bir kayıtsızlık içerisindeydiler. Ne kadar kaliteli olduklarını ballandıra ballandıra anlatan mezatçının konuşmalarını da aynı kayıtsızlık içerisinde dinliyorlardı. İstekli alıcılar işlerine yarayıp yaramayacaklarını anlamak için dişlerini, kollarını ve bacaklarını inceledikleri sırada sanki orada değillermiş gibi davranıyorlardı.

Halil her zaman olduğu gibi, pazardaki dükkânının önünde oturuyordu. Bu sırada çığırtkan, köle pazarının ortasında beliriverdi. Peçeli bir cariyenin elini tutuyordu. Bağırarak anlatmaya başladı:

“Merhametli Müslümanlar! Hele bir bakın. Sizlere haşmetli Sultanımızın hareminden bir odalık getirdim. Kendisi bizzat Padişahımızın emriyle açık artırmaya çıkarılmıştır. Bu odalığın ismi Gülbeyaz’dır. On yedi yaşındadır. Dişleri tamam, sağlığı yerindedir. Cildi temiz, saçları gürdür. Dans edip şarkı söyleyebilir. Elinden, kadınlara özgü her iş gelir. En yüksek ücreti veren ona sahip olacak, satış geliri ise dervişler arasında pay edilecektir. Şimdiden onun için iki bin kuruş verenler vardır. Gelin ve inceleyin onu. Kim daha fazlasını verirse ona sahip olacak.”

“Aman Allah korusun!” dedi akıllı bir tüccar. “Böyle bir kıza sahip olmanın bir sürü para verip Padişah’ın gazabını satın almaktan ne farkı var?” Esnaflar, aklın yolu birdir deyip tezgâhlarının gerisine doğru çekildiler. Sultan’ın hareminden çıkarılan bir odalığı almaya kalkan bir adamın başına nelerin gelebileceğini çok iyi biliyorlardı. Bu cüreti gösteren bir kişiden, evinin duvarlarına intikam meleklerinin adını yazmasını ya da muskasını ayaklarının altına alıp çiğnemesini de bekleyebilirdiniz. Sultan’ın attığı bir çiçeği yerden kaldırıp koklamak, akıllı bir adamın yapacağı iş değildi.

Çığırtkan, yanında köle kızla birlikte pazarın ortasında kalakalmıştı. Esnaflar, dükkânlarına girmekle kalmamışlar; kapılarını koruyan demir parmaklıklarını da indirmişlerdi. Sanki bu hareketleriyle “Çok teşekkür ederiz ama biz böyle bir hediyeyi kabul edemeyiz,” demeye çalışıyorlardı.

Hâlâ dükkânının önünde duran tek bir adam kalmıştı: Patrona Halil. Sadece o, köle kızı dikkatli bir şekilde inceleyecek cesarete sahipti.

Belki de acımıştı köle kıza. Zavallı kız kim bilir nasıl tir tir titriyordu şimdi. Topuklarına kadar uzanan örtü, kızın ne halde olduğunu tam olarak anlamasına izin vermiyordu. Sadece gözleri görünebiliyordu kızın, gözleri yaşlıydı.

“Gel bakalım. Onu dükkânıma getir,” dedi Halil çığırtkana. “Ortalık yerde durmasın, bütün gözler onun üstünde.”

“İmkânsız,” diye yanıtladı çığırtkan. “Bana verilen emirleri yerine getirmezsem kellem gider. Örtüsünü sıradan kölelerin satışa sunulduğu açık artırma alanında açmam emredildi. Onun için ne kadar ödeme yapıldığını da herkesin duyabileceği bir şekilde buradan ilan etmem gerekiyor.”

“Bu kızın günahı nedir? Neden böyle rezilce davranıyorsunuz ona?”

“Patrona Halil!” diye yanıtladı çığırtkan. “Sen bu soruyu hiç sormamış ol. İkimiz için de en iyisi bu. Ben bana ne denildiyse onu yapıyorum. Kızı tanıtmak, elinden ne işlerin geldiğini anlatmak benim vazifem. Eksik de söylemem fazla da. Hiç kimseye ne almasını ne de almamasını tavsiye ederim. Allah hepimizin alnına ne yazdıysa başımıza gelecek olan da odur.” Lafı biter bitmez, kızın başındaki örtüyü çekip çıkardı.

Aman yarabbi! Ne güzel kızdı gerçekten. Ne gözler ama. Konuşuyorlar sanki. Bir adam bu gözlere yeterince uzun süre bakarsa ne çok şey öğrenebilirdi. Kim bilir belki Kur’an’ın tümünde yazılandan daha fazlasını. Ne de güzel dudaklardı! Sadece bu dudakları izlemek için sonsuza dek sarayın kapısının önünde beklenebilirdi. O nasıl bir beyazlıktı öyle. Gerçekten de Gülbeyaz adını hak ediyordu. Yanakları beyaz güller gibiydi. Ve yanaklarından akan gözyaşları, güllerin üzerindeki çiy tanelerini andırıyordu. Güldüğünde nasıl olurdu bu gözler? Kim bilir hafifçe kızardığında nasıl da tatlı bir hal alırdı? Konuştuğunda ya da arzuyla ürperdiğinde kim bilir ne güzeldi bu mükemmel ağız…

“Uzaklaştırma onu” dedi çığırtkana. “Kimseye gösterme ki hiç kimse onu almaya cüret etmesin. Ben sana onun için hiç kimsenin vermeyi düşünemeyeceği bir para ödeyeceğim, tam beş bin kuruş.”

“Öyle olsun,” dedi çığırtkan. Tekrar örttü kızı. “Nasılsa kızı gördün. Parayı getir kızı al.”

Halil, içeri girip keseyi aldı. Çığırtkana teslim etti. Kesedeki paraya hiç dokunulmamıştı. Odalığın elinden tuttu. Artık kızla yan yanaydılar.

Halil, bir dakika bile kaybetmeden dükkânının kapısını kilitledi. Elinden tuttuğu odalığını yalnız ve yoksul evine götürdü.

Yol boyunca kız tek bir kelime bile etmedi.

Halil, eve vardıklarında kızı ocağın yanına oturttu. Yumuşak bir tonda konuşmaya başladı:

“Burası benim evim. İçeride gördüğün ne varsa bundan sonra ikimizindir. Gerçi çok bir şeyimiz yok, burada süslü eşyalar da bulamayacaksın. Fakat istediğin gibi girip çıkmakta serbestsin, kimseden izin almana gerek yok. Burada iki kuruş var. Bununla bize bir akşam yemeği hazırla.”

Halil, kızı evde yalnız başına bırakıp pazara geri döndü. Akşam saatlerine kadar da geri dönmedi.

Bu sırada Gülbeyaz iki kuruşla alabildiği malzemelerle akşam yemeğini hazırlamıştı. Halil akşam eve döndüğünde Gülbeyaz, onun tabağını önüne koyup yanından uzaklaşarak kapının eşiğine oturdu.

“Oraya değil, gel de yanıma otur,” dedi Halil. Odalığın titreyen elini sıkıca tutarak onu yanı başındaki mindere oturttu. Kızın tabağına pilav koydu ve onu güzel sözlerle cesaretlendirerek yemeğe davet etti. Odalık, kendisine söyleneni yaptı. O ana kadar tek bir kelime bile etmemişti. Yemeğini bitirdiğinde Halil’e döndü ve kısık bir sesle konuşmaya başladı:

“Altı gündür hiçbir şey yememiştim.”

“Ne?” şaşkınlıkla çığlık attı Halil. “Altı gün! Korkunç! Kim yaptı bu zulmü sana?”

“Kendim! Ölmek istedim çünkü.”

Hafifçe başını salladı Halil.

“Bu kadar gençsin ve ölmek istedin ha? Peki, söyle bakalım hâlâ ölmek istiyor musun?”

“Gördüğün gibi artık istemiyorum.”

Halil, kıza karşı büyük bir yakınlık hissetmeye başlamıştı. Daha önce hiç kimseye âşık olmamıştı. Fakat şimdi; kara kirpiklerinin gölgesi solgun yanaklarına düşen kızın donuk çehresindeki hüznü izlerken, bir peri kızının karşısında olduğunu hayal ediyordu. Bu sıradışı cazibenin etkisiyle içinde yepyeni bir insanın ortaya çıkmakta olduğunu fark etmişti.

Halil, böyle bir coşkuyu en son ne zaman hissettiğini hatırlayamıyordu. Şu an ise bu güzel hizmetçinin karşısında otururken kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Şairin sözleri ne kadar da doğruydu: “Gerçekte iki dünya vardır: Biri güneşin altında, diğeri de bir genç kızın yüreğinde.”

Bir süre, kendinden geçmiş bir biçimde, güzel cariyeyi izledi. Kızın hoş yüzü, şehvet uyandıran sinesi ve her bakımdan bir huriyi andıran görüntüsüne hayran kalmıştı… Nasıl bir güzellikti bu böyle, ne kutsal bir güzellik. Sonra, bu güzelliğin kendisine ait olduğunu hatırladı. O bir cariyeydi. Ona sahip olan kişi onunla birlikte olma hakkına da sahipti. Bu düşünce heyecanlandırdı Halil’i. Kız onu yumuşacık kadife kolları ve simsiyah dalgalı bukleleri ile saracaktı. Ah bu kırmızı dudaklar ne de tatlıydı. Bu kar beyazı göğüsler ne kadar da dolgun ve ateşliydi. Bu düşüncelerin dolaştığı zihni büyük bir neşeyle doldu.

 

Hâlâ ona nasıl seslenmesi gerektiğine karar verememişti. Daha önce hiç cariyesi olmamıştı. Cafcaflı kibar laflara bir türlü dilini döndüremezdi zaten. Bir kadını etkilemek için ona neler söylenmesi gerektiğini de bilmiyordu.

“Gülbeyaz,” diye mırıldandı boğuk bir sesle.

“Emrinize amadeyim efendim.”

“Benim adım Halil. Sen de bundan sonra bana Halil de.”

“Emrine amadeyim Halil.”

“Bırak şimdi emirleri. Gel yanımda otur. Hadi, yaklaş biraz.”

Kız yanına oturdu. Şimdi iyice yaklaşmıştı Halil’e.

İşin en kötü yanı, Halil’in kıza ne söylemesi gerektiğine dair en ufak bir fikri olmamasıydı.

Kız ise üzgün ve ilgisizdi. Köle kızlardan beklendiği gibi ağlayıp zırlamıyordu. Halil kızın kendisine başından geçenleri, neden böyle hüzünlü olduğunu anlatmasını çok isterdi. Böylelikle konuşmak onun için de kolaylaşmış olacaktı. Hem bu sayede kızı teselli edebilirdi. Tabii ki tesellinin arkasından aşk gelecekti.

“Anlat bakalım Gülbeyaz,” dedi. “Nasıl oldu da Sultan seni pazarda satışa çıkardı?” Kız büyük siyah gözleriyle baktı Halil’e. Uzun kara kirpiklerini kaldırdığında sanki iki siyah güneş çıkmıştı ortaya. Hareketsiz ve hüzünlü bir şekilde bakmaya devam etti. “Yakında öğrenirsin,” diye mırıldandı Gülbeyaz.

Halil, ateş parçasına yaklaştıkça arzularının giderek daha fazla şiddetlendiğini hissediyordu. Bu güzelliğe tanık olan gözleri ışıl ışıldı. Kızın elini tuttu ve dudaklarına götürdü. O da nesi? Nasıl bu kadar soğuk olabilirdi bu eller! Alın size bir sebep daha. Bu elleri öpmesi, sinesinde ısıtması lazımdı. Ne var ki bütün çabasına rağmen bu küçük elleri ısıtmakta başarısız kaldı. Kızın elleri bir ceset kadar soğuktu.

Herhalde bu dolgun göğüsler, bu kışkırtıcı dudaklar o kadar soğuk olamazdı. Tutkuyla kendini kaybeden Halil kızı kucakladı. Kızı göğsüne doğru çekip bastırdığı sırada, kendi kendine mırıldandı kız; sesi yürekten bir yakarışı andırıyordu: “Kutsal Meryem.”

Kızın uzun siyah saçları yüzüne döküldü. Halil, kucaklamasının kızın yüzüne biraz olsun renk getirip getirmediğini görmek için saçlarını düzeltti. Hayret! Kızın yüzü her zaman olduğundan daha beyaz görünüyordu. Bütün canlılık izleri kaybolmuştu. Gözleri devrilmişti, dudakları kapalıydı ve iyiden iyiye morarmıştı. Yoksa? Yoksa yanı başında bir cenazeyle mi beraberdi Halil?

İnanmak istemedi. Kızın ölü taklidi yapıyor olabileceğini düşündü. Elini kızın güzel göğsünün üzerine koydu. Kalp atışlarını hissedemedi. Kız, tüm yaşam belirtilerini kaybetmişti. Onunla ne yapacaktı şimdi? Göğsünün üstünde bir ölü yatıyordu.

Halil’in kalbini, tüm şehvetini söndüren buz gibi bir korku kapladı. Kızı ürkekçe uzaklaştırdı kendinden ve geri bıraktıktan sonra korkuyla fısıldadı:

“Uyan hadi. Sana zarar vermeyeceğim. Sana zarar vermeyeceğim.”

Kızın parlak kaftanı göğsünün altına doğru kaymıştı. Eliyle düzeltti. Ve dehşet içerisinde bu güzel cesedi izlemeye devam etti.

Kısa bir süre sonra kızın dudakları aralandı, Gülbeyaz yeniden nefes alıyordu. Çok geçmeden büyük kara gözlerini açtı. Dudakları yeniden eski koyu kırmızı rengindeydi. Gözlerinin büyüleyici parlaklığı, yüzünün beyaz gülleri andıran kırılgan tazeliği yeniden eski halini almıştı. Göğsü yükselip alçalıyordu.

Halil’in onu yatırdığı halıdan doğruldu. Etrafta dağınık duran bulaşıkları toplamaya başladı. Birkaç dakika geçtikten sonra ise şaşkınlığını frenleyemeyen Halil’e fısıldadı:

“Artık Padişah’ın neden adi bir köle gibi pazarda satılmamı emrettiğini biliyorsun. Herhangi bir adam beni kucakladığı anda bir ölüden farksız hale geliyorum. Ancak beni bıraktıktan kısa bir süre sonra eski haline dönüyor bedenim. Beni öpmeye kalktıklarında dudaklarım buz kesiyor. Bana sarıldıklarında hissettiğim kalp atışları midemi bulandırıyor. Benim asıl adım Gülbeyaz değil, ölü beyaz!”

3. Bölüm
Sultan Ahmet

Sarayın pencerelerine güneş vurmuştu. Padişah için dua etmekle görevli iki ulema geri çekilmişti. Kapı Ağası ve Anahtar Oğlanı, aceleyle Padişah’ın soyunma odasına giden yoldaki kapıları açmaya çalışıyorlardı. Onu orada, sarayın en mümtaz şahsiyetleri beklemekteydiler. Giysilerin efendisi Has Odabaşı, Sultan’ın kıyafetlerini giymesine yardımcı olan Çobodar, kuşağını belinin etrafına dolayan Dülbendar, Sultan’ı tıraş etmekle görevli Berberbaşı, Sultan’ın ellerini yıkayan İbriktar Ağa, Sultan’ın ellerini kurulayan Peşkircibaşı, Sultan’a nefis içecekler hazırlamakla görevli Şerbetçi-başı ve dikkatli bir şekilde tırnaklarını kesen Tırnakçı. Tüm bu asil kişiler, Sultan’ı fark ettiklerinde yerlere kadar eğilerek selamladılar. Üzerinde ihtişamlı oyma kapıların bulunduğu yoldan soyunma odasına doğru ilerlemesi için Sultan’ın önünü açtılar.

Burası basit, altıgen bir odaydı. Altın işlemeli afili pencereleri vardı. Duvarlara mor kuvars taşlarıyla süslemeler yapılmıştı. Topaz ve süsenle yapılan parlak çiçek kabartmalarının arasında belirgin bir biçimde göze çarpan sümbül rengi arka plan, odanın güzelliğinin asıl kaynağıydı. Sultan değerli taşlara çok düşkündü. Giysileri pırıl pırıl parlayan görkemli elmaslar, yakutlar ve incilerle süslüydü. Bütün parmaklarında, ışıldayan yüzükler vardı. Şatafatın onun hayatında çok önemli bir yeri vardı. Çehresi de aynı ölçüde ihtişamlıydı. Zarif, kibar ve ışık saçan bir yüzdü bu. Bir baba şefkati vardı yüzünde. Yüz yüze geldiği herkesi sevecen bakışlarla izlerdi. Düz ve hassas alnında hemen hemen hiçbir kırışıklık yoktu. Sahibi hiçbir zaman öfkelenmeyeceğinden, belki de hiç kırışmayacaktı. Bakımlı, siyah saçlarında tek bir beyaz bile yoktu. Sanki gamın, kederin ne olduğunu hiç duymamıştı. Her daim mutlulukla doluydu.

Gerçekten de onun neşesini kaçırmak mümkün değildi. Yirmi yedi yıl boyunca tahtta kalmıştı. Bu yirmi yedi sene içerisinde hiç sevindirici olmayan pek çok gelişme yaşanmıştı. Neyse ki Allah onu, bu olaylar karşısında kayıtsız kalabilmesini mümkün kılan huylarla donatmıştı. Aslına bakılırsa kendi canını bile fazla düşünmüyordu. Gerçek bir filozof olarak her koşulda kendini mutlu edecek bir şeyler bulabiliyordu. Güzel kadınları ve güzel çiçekleri seviyordu. Ve her ikisine de fazlasıyla sahipti. Bahçesi, Kanuni Sultan Süleyman’ınkinden bile daha olağanüstüydü. Sahip olduğu otuz bir çocuk, hareminde de hiç canının sıkılmadığının en güzel deliliydi.

O gün, Sultan’ın keyfi fazlasıyla yerindeydi. Gece alışılmadık hoş rüyalar görmüş olabilirdi. Gözde eşi güzel Adsalis’in onu anlattığı sıradışı hikâyelerle eğlendirmiş olması da mümkündü. Belki de yeni bir lalenin açmasına tanıklık etmişti. Herkese el öptürdüğü sırada, arkasındaki minderi düzeltmekle uğraşan sadık hizmetkârı Berberbaşı’nın kırmızı tombul yanaklarını hafifçe tokatladı. Berberbaşı, henüz Zara kasabasında bir berber çırağıyken bile tombul yanaklıydı. Yine de bu yanakların şimdiki hallerini almaları Berberbaşı’nın yüksek makamlara gelmesinden sonra mümkün olabilmişti.

“Allah razı olsun Berberbaşı, ellerin dert görmesin. Anlat bakalım, şehirde yeni haberler var mı?”

İstanbul’da da berberler dedikoduları büyük bir ilgi ile takip ederlerdi. Berberbaşılık makamına bile gelmiş olsalar, bu durum değişmezdi. Bu sayede en ilginç dedikoduları anlatarak tıraş ettikleri müşterilerini rahatlatırlar, sıkılmalarına engel olurlardı.

“Eğer değersiz kölenizin her şeyi duyan zavallı kulakları ile işittiği değersiz sözleri dinleme lütfunda bulunursanız, size İstanbul’da yaşanan ilginç bir olayı anlatabilirim.”

Sultan bir parmağından çıkarıp diğerine taktığı yüzüğüyle oynamaya devam ederken, “Bana emir buyurmuştunuz kudretli Padişahım” dedi Berberbaşı. Sultan’ın başındaki inci nakışlı kavuğu çıkardıktan sonra devam etti: “Bana haremden kovulduktan sonra Gülbeyaz’ın başına ne geldiğini öğrenmemi emir buyurmuştunuz. Akşamdan sabaha, sabahtan akşama; ev ev dolaştım. Dikkatli bir şekilde araştırma yaptım. Onlardan biri gibi giyinerek pazar esnafının arasına karıştım. Konuşturup ağızlarını aramaya uğraştım. Sonunda olan biteni öğrenebildim. Duyduğuma göre uzun süre kimse kızı almaya cesaret edememiş. Öyle ya, dünyanın en büyük hükümdarının fırlatıp attığını yerden kaldırmaya kim cüret edebilir? Hünkârımızın nargilesinden dökülen küllerin bile üzerine kimse ayak basmamalıdır. Buna rağmen kızın cazibesine kapılıp eceline susayan akılsız bir adam çıkmış. Beş bin kuruş verip kızı çığırtkandan satın almış. Bu beş bin kuruş da zaten sahip olduğu yegâne paraymış. Evinde ağırladığı yabancı bir tüccar vermiş ona.”

“Adı neymiş bu adamın?”

“Patrona Halil.”

“Peki, sonra ne olmuş?”

“Adam, güzelliği herkesin başını döndüren bu kızı alıp evine götürmüş. Kızın başına gelenlerden habersizmiş. Sadrazam Damat İbrahim’in köşkünde yaşananları, Beyaz Şehzade’nin, hareminde tanık olduğu şeyleri bilmiyormuş. Kızı sadece seyretmenin bile nasıl bir zevk olduğu malum. Bu güzelliğin karşısında insanın aklını kaybetmesi işten bile değil. Hele hele onun asla koparılmaması gereken bir çiçek olduğunu bilmeyenlerin vay haline. Cennetteki hurileri bile utandırabilecek olan bu güzellik, bir adamın kollarındayken kaskatı kesilip bir ceset halini alıyor. Ne Padişahımızın güneş yüzünün sıcaklığı ne de Sadrazam’ın gazabı… Ne Haseki Sultan’ın kırbaç darbeleri ne de Beyaz Şehzade’nin yalvarışları… Hiçbiri kızı bu ölümü andıran baygınlık halinden kurtarmak için yeterli olmadı.”

“Peki, sonra ne olmuş kıza, öğrenebildin mi?”

“Evet. Ağzınızdan çıkan her söz benim için emirdir Padişahım. Kızın peşinden gittim. Bu esnaf, kızla birlikte kendi evine gitmiş. Elinde avcunda ne varsa onunla paylaşacağını düşünerek mutlu oluyormuş. Kızı yanı başına oturtmuş. Tadına bakmak istemiş. Kızı kucaklamaya kalkmış. Onu göğsüne bastırdığında, kız birdenbire bir ölü gibi yığılıvermiş kollarına. Kendisine herhangi bir erkek dokunduğu zaman yaptığı gibi bir takım büyülü sözler söylemiş. Şeytan işi şeyler. Allah Müslümanları böyle şeylerden korusun. Gâvurların üzerine resminin çizili olduğu semboller taşıdıkları, Müslümanlara saldırırken ismini haykırdıkları o kutsal kadının adını söylemiş.”

“Adam öfkelenip kızı evden atmış mı?”

“Aksine böyle bir şeye tanık olduğu için halinden memnunmuş. Daha da dokunmamış kıza. Onun perili olduğunu, aklının yerinde olmadığını düşünerek kıza yumuşak davranıyormuş. Kız evin içinde istediği gibi gezip dolaşmakta özgürmüş. Halil, kıza ağır işler yaptırmıyor; aksine her işini kendi görüyormuş. Tüm arkadaşları bu olaya bir mucize gözüyle bakıyorlarmış. Halil’in sabrı da dillere destan olmuş. ‘Halil kendine bir cariye aldı, ama nasıl olduysa kızın kölesi olup çıktı,’ diyorlarmış.”

“Gerçekten tuhaf bir olay,” dedi Padişah. “Bundan sonra da nelerin olup bittiğini öğrenmeye çalış. Tezkerecibaşı da senin anlattıklarını kayıt altına alsın ki bu yaşananlar sonsuza kadar hatırlansın.”

Bu konuşma sırasında Berberbaşı, Padişah’ın resmi tıraşını ustaca hareketlerle tamamladı. Sonra İbrikdar Ağa’nın yıkadığı ellerini Peşkircibaşı, dikkatli bir biçimde kuruladı. Tırnakçıbaşı tırnaklarını kesti. Dülbendar, kavuğunu başına yerleştirip uzun doğu kuşağını belinin etrafına sardı. Çobadar, Sultan’ın dış ceketini ve turkuaz binişini giymesine yardımcı oldu. Silahtar, püsküllerle süslenmiş kılıcını taktı. Odada efendileriyle birlikte baş başa kalan Has Odabaşı ve Kapı Ağası haricindeki herkes, geleneksel selamlarını verdikten sonra geri çekildi.

Has Odabaşı, Sultan’ın iki aciz kulunun kapıda olduklarını duyurdu. Dışarıda Şeyhülislam Abdullah ve Sadrazam Damat İbrahim, içeri buyur edilmek üzere beklemekteydiler. İmparatorluğun onur ve güvenliğini ilgilendiren yeni bir gelişme hakkında konuşmak istiyorlardı.

Sultan henüz cevap vermemişti ki hareme açılan kapıda Kızlar Ağası göründü. O, harem ağalarının başıydı. Kalın dudaklarıyla ve kara teniyle saygıdeğer bir beyefendiydi. Hareme günün her saatinde girebilmenin hüzünlü ayrıcalığına sahipti. Şüphesiz ki bu durum karşısında herhangi bir haz duymuyordu.

Harem Ağası’nı “Kızlar Ağası, benim sadık kulum. Ne istiyorsun söyle bakalım?” diyerek karşıladı Sultan Ahmet. Onunla dengiymiş gibi konuşmuştu.

“Merhametli Padişahım!” diye haykırdı. “Çiçekler güneş olmadan hayatta kalamazlar. Ve çiçeklerin en güzeli, en mis kokulusu Haseki Sultanımız, sizin çehrenizdeki güneşten nasiplenmek için yanıp tutuşurlar.”

Bu sözler Sultan Ahmet’in içini daha da yumuşatmış, yüzüne daha sıcak bir gülümseme yerleştirmişti.

 

Padişah, Has Odabaşı ve Kapı Ağası’na başka bir odaya çekilmelerini emretti. Kızlar Ağası’ndan ise Haseki Sultan’ı getirmesini istedi.

İnsanların Adsalis adını verdiği Haseki Sultan, olağanüstü sayılabilecek güzellikte bir Şam kızıydı. Doğal bir çekiciliği vardı. Teni fildişinden daha beyaz ve kadifeden daha yumuşaktı. Onun siyah perçemleri ile karşılaştırıldığında en karanlık gece bile soluk bir gölge gibi kalırdı. Güleç yüzünün rengi gün doğumunu ve yeni gonca vermiş bir gülü bile kıskandırabilirdi. İçinde cennete ait hazların tomurcuklandığı gözleriyle Sultan Ahmet’e baktığında, Padişah, yüreğinde şimşeklerin çaktığını hissederdi. Adsalis şehvetle büyüleyen dudaklarıyla bir şey istediğinde, onu kim reddedilirdi ki? Sultan Ahmet onu kesinlikle reddedemezdi. Reddetmesi ne mümkün! “Yeter ki iste, ülkemin yarısı senindir,” derdi. Bu sözler, ona yağdırdığı iltifatların en basiti olarak görülebilirdi. Eğer ona sarılabiliyorsa, onun alev alev yanan gözlerini ve gülümsemesini tekrar tekrar görebilecekse, geri kalan her şey boştu. Başkent İstanbul’u, ülkeyi, savaşı ve yabancı elçileri tamamen unutabilir ve ömrünün kalan kısmını böyle bir güzelliği yarattığı için Allah’a şükretmekle geçirebilirdi.

Gözde Sultan, yüzünde büyüleyici gülümsemesiyle Ahmet’in yanına yaklaştı. Sultan, bu gülümsemeye tanıştığı günden beri hiç karşı koyamamıştı. Sultanının dudaklarından dökülen hiçbir isteği bugüne kadar reddedememişti. Bu kez ne istiyordu acaba? Zaten henüz günün yeni ağardığı bu erken saatlerde neden yalnız bırakmıştı ki onu. Kim bilir ne hayaller kuruyor, yüreğinden neleri geçiriyordu.

Padişah, eşini elinden tutarak tahtının yanına getirdi ve ayaklarının dibine oturttu. Sultan, ellerini Padişah’ın dizlerine koydu. Gözlerini yüzüne dikerek konuşmaya başladı:

“Küçük kızınız Emine’nin yanından geliyorum. Beni kendi yerine ayaklarınıza kapanıp yalvarmam için size gönderdi. Sizi nasıl görüyorsam onu da aynı şekilde görüyorum Hünkârım. Ona her baktığımda sanki karşımda siz oluyorsunuz. O da sizi parlak bir yıldız, göz alıcı bir güneş gibi görüyor. Ömrünün üç yılını daha geride bıraktı, dördüncü yazına giriyor. Ne var ki halen kendisine bir talip çıkmadı. Bu sabah siz yanımdan ayrıldıktan sonra bir düş gördüm. Aynı düşü daha önce de görmüştüm. Kızlarınız Ayşe, Hatice ve Emine, Açık Meydan’da olağanüstü güzellikteki çadırların altında oturmaktaydılar. Orada yan yan duran üç çadır vardı. Biri beyazdı, biri menekşe renginde. Bir diğeri ise parlak yeşil. Söylediğim gibi çadırlarda kızlarınız oturuyorlardı. Sırlı kumaştan kapanijaklar giymişlerdi. Başlarında yuvarlak selmikler vardı. Kadın cinsine şans getiren yedi şanslı çemberle süslenmişlerdi. Ah Padişahım, bu çemberlerin ne olduğunu bilir misiniz? Hükümdarlık tacı, gerdanlık, küpe, yüzük, korse, bilezik ve elbise tokası… Bunlar damatların gelinlere, mutluluklarının bir işareti olarak verdikleri hediyelerdir. Üstelik bu üç çadırın yanında, sayılamayacak sayıda başka çadırlar vardı. Çadırlar yeşilin ve mavinin farklı tonlarındaydılar. İçlerinde emir defterdarlar, reis efendiler, müderrisler ve şeyhler vardı. Çok kalabalıktılar. Sarayın önüne üç yüksek palmiye ağacı dikilmişti. Ağaçlar buraya kadar filler tarafından çekilen büyük tekerlekli arabalarla taşınmışlardı. Burada üç bahçe bulunuyordu. Bahçedeki çiçekler şekerden yapılmıştı. Sonra baş vezirler ayağa kalktılar ve düğün başladı. El öpme merasiminden sonra evlenme faslına geçildi. Kâhya damadın, Kızlar Ağası gelinin şahidi oldu. Herkese hediyeler dağıtıldı. Derken hediyeler eşliğinde düğün alayı geldi. Ardı sıra çiçek ve meyvelerle dolu yüz deve altın, değerli taşlar ve yalnızca periler diyarında görülebilecek türden tüller taşıyan bir fil… İki harem ağası zümrüt işlemeli aynalar getirdi. Miri akhorok görkemli bir şekilde donatılmış savaş atlarının dizginlerini elinde tutuyordu. Sonra Sadrazam’ın adamları geldi. Yaptıkları atıcılık gösterisini izleyenlerin şaşkın bakışlarından çok hoşnut kalmışlardı. Sonra, şarap tulumları içerisindeki şarap taşıyıcıları ve gerçek bir insan başlı atla gösteri yapan adamlar için kurulmuş bir çadır ortaya çıktı. Ayrıca Mısırlı kılıç ve çember dansçıları ile Hintli cambazlar ve yılan oynatıcıları da oradaydı. Derken Şeyhülislam geldi. Sizin yüzünüze karşı, Kur’an’dan bir bölüm okudu. Okudukları hakkında kısa bir açıklama yaptı. Cephanelikten gelen iri yarı becerikli adamlar silindirler üzerinde yelkenleri açık büyük kalyonları çekiyorlardı. Arkalarından gelen topçular ise yine silindirlerin üzerinde, bir kale dolusu topu sürüklemekteydiler. Topları arka arkaya ateşleyerek kalabalığı şaşkına çeviriyorlardı. Derken Mısırlı esrarkeşlerin dansı başladı. Gerçekten de en ilgi çekici gösteri buydu. Onlardan sonra ayı ve maymun oynatıcıları sahne aldı, hepimizi çok eğlendirdi. Çok geçmeden sıra, loncaların geçidine geldi ve yeniçeriler için verilen ziyafet başladı. Böylece Palmiye Merasimi tamamlanmış oluyordu. Palmiyeler, daha önce size bahsettiğim şekerden yapılmış bahçelerle birlikte saray kapılarından içeri alınmıştı. Sonra Lamba Merasimi başladı. Çiçek açmış yirmi bin lalenin arasında on bin lamba pırıl pırıl parlıyordu. O kadar iç içeydiler ki uzaktan bakan birisi, lambalar çiçek açarken lalelerin parladığını bile düşünebilirdi. Bir yandan Anadolu ve Rumeli Hisarı’nın bütün topları gümbür gümbür patlarken boğaz, aydınlatılmış gemiler ve havai fişeklerin ışıkları sayesinde adeta bir ateş denizine dönüşmüştü. İşte bu, kullarınızın en âcizinin; Osmanoğulları için uğurlu bir gün olan Cemaziyülahır ayının on ikinci günü, sabahın erken saatlerinde gördüğü rüyadır.”

Böylesine başı sonu belirsiz ve uzun bir hayali dinlemek son derece sıkıcı bir durum olabilirdi. Ama Ahmet iyi bir dinleyiciydi. Ayrıca böyle şeylerden hoşlanıyordu. Hiçbir şey onu büyük merasimler kadar mutlu edemezdi. Onun takdirini kazanmanın en kesin yolu seçkin, gösterişli ve ataları tarafından bilinmeyen özgün kutlamalar düzenlemekti. Adsalis, her yıl düzenlenen Lale ve Lamba Merasimlerini icat ederek Sultan’ın gönlünü fethetmişti. Palmiye Merasimi ve şekerden bahçe kurulması da şimdi ortaya attığı yeni fikirleriydi. Ahmet, büyük bir coşkuyla gözde sultanını göğsüne bastırdı. Hayalini gerçekleştireceğine dair kararlı bir biçimde söz verdi ve Adsalis’i hareme geri yolladı.

Kızlar Ağası, sonunda dışarıda bekleyen iki yüksek rütbeliyi içeriye buyur etti. Önce Şeyhülislam girdi içeri ve arkasından Sadrazam Damat İbrahim. Uzun ve dalgalı sakalları bembeyazdı. Çehrelerinde saygıdeğer ve ağırbaşlı bir ifade vardı.

Sultan’ı yerlere kadar eğilerek selamladılar. Kıyafetinin eteklerini öptüler. Kalkmalarını emredene kadar Sultan’ın önünde secdede kaldılar.

“Sizi saraya getiren nedir, muhterem kullarım?” diye sordu Sultan.

Âdet olduğu üzere önce Şeyhülislam konuştu:

“Merhametli ve kudretli efendimiz. Eğer sözlerimizle huzurunuzu kaçıracak olursak bizi affedin. Su uyur, düşman uyumaz demişler. Gelecek tehlikelere karşı uyanık olmayan kişi, kendi evini soyan adam gibidir. Her zaman uyanık olmakta fayda vardır. Bildiğiniz üzere yüce Padişahım, birkaç yıl önce hikmetinden sual olunmayan Allah, Fars isyancı Eşref’e adil hükümdarı Tamasıp’ı başkentinden çıkarmayı nasip etti. Bunun üzerine prens, kaçak hayatı yaşamaya başladı. Annesi üzerinde yırtık pırtık bez parçalarıyla İsfahan sokaklarında ayak işleri yapan düşkün birisi olup çıktı. Şanlı Osmanlı orduları, bir hırsızın çaldığı tahtta daha fazla oturmasına göz yumamazdı. Vezir İbrahim ve ünlü Numan Köprülü’nün soyundan gelen Adil Köprülü’nün yönettiği muzaffer savaşların sonucunda Kirmanşah, isyancı Eşref Han’ın yönettiği Farsların elinden alındı ve sizin sancağınızın altına girdi. Daha sonra da beklenmedik gelişmeler yaşanmaya devam etti. Mahvolduğu sanılan Şah Tamasıp, başında bulunduğu bir avuç kahraman askeriyle ortaya çıktı ve Damakhar, Derekhan ve İsfahan’da verilen üç büyük meydan muharebesinin sonucunda gaddar Eşref Han’ı bozguna uğrattı. Eşref Han’ı ele geçirdikten sonra onu atlarına çiğnetti. Şimdi de yeniden kurulan hükümdarlık Osmanlı’dan, kaybettiği topraklarını geri almak istiyor. Fars asıllı Sadrazam Safikuli Han, Köprülü’nün oğluna karşı büyük bir ordu hazırlamakta. Yaşanacak olan bir yenilgi, Osmanlı ordularının gücüne gölge düşürecektir. Kudretli Padişahım! Sizin böyle bir felaketin gerçekleşebileceğini düşünerek dertlenmenize gerek yok. Sadrazamınız ve ben, ordunuzu boğaz kıyılarında topladık. Gemilere binmek için hazır vaziyette bekliyorlar. Para ve erzak. heybetli Numan Köprülü’ye 1500 devenin sırtında önceden yollandı. Her şey sizin bir emrinize bakıyor. Emir buyurun, imparatorluklarında taş üstünde taş bırakmayalım. Onlara darbe üstüne darbe vuralım. Sizin bir işaretinizle düşman orduları yeryüzünden silinecek. 400 yıl önce ülkeleri için şehit olan Osmanlı kahramanları bile peygamberin sancağını korumak için mezarlarından çıkmaya hazır. Fakat bunun için sancağı sizin kaldırıp bizim aciz ellerimize teslim etmeniz gerekiyor, yüce Padişahım. Yalnızca sizin mevcudiyetiniz bize zaferi getirebilir. Kalkın ve şanlı atanız Muhammed’in kılıcını kuşanın. Sizin yüzünüzü görmeyi güneşin doğuşunu bekler gibi arzulayan ordularınızın başına geçin! Karanlık geceye bir son verin!”

To koniec darmowego fragmentu. Czy chcesz czytać dalej?