Foma

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

“Halacığım…” diyor Foma, yalvaran bir sesle.

“Ne var yine?”

“Senin yanma geleceğim ben…”

“Gel peki yavrum, gel benim nazlı küçüğüm.”

Hemen öteki yatağa tırmanıyor Foma, sımsıkı sarılıyor halasına:

“Bana bir masal anlat…” diyor. Gözlerinden uyku akan hala, itirazı basıyor hemen:

“Şimdi, gecenin bu vaktinde haa?”

“Ne olur…”

Çok yalvartmaz insanı hala. Gözlerini yumar ve uykudan ağırlaşan sesiyle, zaman zaman esneyerek başlar:

“Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, kocaman bir imparatorluğun koca devleti içinde, benim güzel yavrum, bir adamla bir kadın varmış; korkunç bir sefalet içinde yaşarmış bunlar. Öylesine yoksul, öylesine yoksulmuşlar ki, yiyecek bir lokma ekmekleri bile yokmuş zavallıların. Kapı kapı dolaşır, önlerine atılan bayat ekmek kabuklarıyla günlerini gün etmeye çalışırlarımış. Derken, efendim, bir çocukları olmuş bu zavallıların… Şimdi bu çocuğu vaftiz ettirmek gerek ama yoksul olduklarından dostlarına, ahbaplarına ziyafet çekecek beş paraları yok; yani hiç kimse gelmiyor evlerine vaftiz töreni için! Çırpınıyor, parçalanıyorlar ama boşuna, kimsecikler çalmıyor kapılarını! O zaman çaresiz, Tanrı’ya dua etmeye koyuluyorlar ikisi birden: ‘Ulu Tanrı!..’ diyorlar… ‘Hâlimizi sen anla ulu Tanrı…’”

Foma ezbere biliyor bu korkunç masalı; Tanrı’nın vaftiz oğlunun masalı bu… Kim bilir kaç kere dinledi. Ve halası daha bitirmeden canlandırıyor hayalinde vaftiz çocuğunu: Beyaz bir ata atlamış, sürüyor atı çocuk, bir vaftiz babasıyla vaftiz annesi arıyor kendine; çölde karanlıklar içinde sürüyor atını ve orada, günahkârların maruz kaldığı dayanılmaz işkencelere tanıklık ediyor… İniltisini işitiyor günahkârların, mırıldanarak dua edişlerini işitiyor:

“Oh insanoğlu! Var git Tanrı’ya sor, bize daha uzun süre işkence edecek mi?”

Ve çocuğa öyle geliyor ki şimdi, beyaz atın sırtında gecenin ortasında yol alan kendisidir ve kendisine yönelmiştir bütün bu şikâyet ve yalvarışlar. Bir eziklik duyuyor küçücük yüreğinde, gözlerinden yaşlar fışkırıyor; sımsıkı yumuyor gözlerini, açmaya korkuyor; adlandıramadığı bir tasayla, yatakta bir o yana bir bu yana dönüyor…

“Uyu yavrum, Hazreti İsa korusun seni!..” diyor ihtiyar kadın, insanların ızdırabını anlatan masalı yarıda keserek.

Böyle gecelerin sabahında Foma hemen fırlardı yataktan, alelacele yıkanır, hızla kahvaltı eder ve çantası çöreklerle, hamur işi tatlılarla dolu olarak okula koşardı. Okulda Yejov, açlıktan kararmış gözlerle beklerdi onu. Zengin arkadaşının cömertliğiyle besleniyordu Yejov. Sivri burnuyla havayı koklayarak, “Yiyecek getirdin mi?..” diye karşılardı Foma’yı hep. “Hemen ver bana çünkü evden hiçbir şey almadan çıktım… Aceleden yani… Saati geçirmişim yine, sabahın ikisine kadar çalıştım dün gece…”

Yaptın mı problemlerini?

“Hayır.”

“Ne uyuşuk çocuksun yahu! Ama korkma boş ver, şimdi yaparım ben sana hepsini!”

Küçük sivri dişlerini çöreğe daldırırken, kedi gibi mırlayıp sol ayağıyla tempo tutarak, Foma’ya kısa cümleler atar ve çözerdi problemi:

“Tamam mı? Bir saatte sekiz kova su akmış… Altı saatte kaç kova su akar? Çok güzel şeyler yapıyorlar sizin evde, pes!.. Altı, demek ki altıyı sekizle çarpacağız.... Soğanlı çörek sever misin? Ben bayılırım!.. Tamam, şimdi ilk musluktan, altı saatte kırk sekiz kova akmış; oysa tam doksan kova su koymuşlardı fıçıya… Çıkarıyorsun değil mi meseleyi?”

Yejov, Smolin’den daha çok hoşuna gidiyordu Foma’nın; buna karşılık, Smolin’le daha iyi arkadaştı. Yejov’un yeteneklerine ve canlılığına şaşkınlık duyuyor, onun kendisinden daha zeki olduğunu görüyor ve ağırına gidiyordu bu durum, kıskançlığa kapıldığı bile oluyordu. Aynı zamanda da ufak tefek arkadaşına karşı, tok insanların açlara duyduğu bir merhamet duyuyordu. Yejov’a beslediği hayranlığı o sıkıcı kızıl Smolin’in yanında açıkça belirtmesini engelleyen, belki de bu merhametti aslında. Besili arkadaşlarıyla daima alay ederdi Yejov, isim takmıştı onlara:

“Börek çuvalları siz de!..” derdi sık sık.

Foma müthiş içerlerdi buna; nitekim bir gün, Yejov fazla ileri gidince tiksinti dolu bir gaddarlıkla haykırdı:

“Pis dilenci, ne olacak!..”

Kıpkırmızı kesilmişti Yejov’un soluk yüzü, kelimeleri ağır ağır telaffuz ederek cevap verdi:

“Öyle olsun bakalım!.. Bundan böyle bir tek sufle alamazsın benden ve kereste gibi kalırsın ortada!”

Üç gün hiç konuşmadılar. Buna en çok öğretmen üzüldü: Saygıdeğer İnyat Gordeyev’in oğluna, üç gün boyunca hep sıfır atmak zorunda kalmıştı…

Şehirde olup biten her şeyden haberliydi Yejov: Hizmetçisi durup dururken bir çocuk doğurunca, savcının karısının kaynar bir tas kahveyi kocasının üzerine nasıl fırlattığını bildiği gibi, sazan balığı avlamak için en iyi yer ve en uygun saatleri de bilirdi; tuzak kurmasını becerir, kuş kafesi yapar ve bunları yaparken falanca askerin kışlanın ambarında kendini niçin ve nasıl asmış olduğunu bütün ayrıntılarıyla hikâye ederdi. Hele öğretmenin o gün hangi öğrenci velisinden hediye aldığını ve bu hediyenin ne menem bir şey olduğunu ilan etmeye gelince üstüne yoktu…

Smolin’in ilgi ve bilgi alanıysa, tüccar hayatının sınırları içinde kalıyordu: Evleri, gemileri, atları hesaba katıp değerlendirerek, kimin daha zengin olduğunu kesinlikle ortaya çıkarmaya bayılırdı kızıl oğlan. Derin bilgi sahibiydi bu konuda ve büyük bir şevkle konuşurdu.

Tıpkı Foma gibi, o da Yejov’a karşı merhametli bir tavır takınırdı; ama dostluk yanı fazla, kibir yanı az bir merhametti bu. Gordeyev’le Yejov’un her ağız dalaşmasında derhâl araya girer, barıştırırdı onları. Bir keresinde de okuldan eve dönerken sordu Foma’ya:

“Yejov’a niye o kadar sert çıkıyorsun kuzum?”

Foma öfkeyle cevap verdi:

“Peki o niye kendini bir şey sanıyor?”

“Kendini bir şey sanıyorsa, bunun asıl sebebi senin çalışmaman ve onun sana daima yardım etmesi. Aslında müthiş zeki bir çocuk… Yoksulluğa gelince, kendi kusuru değil ki bu… Üstelik, her istediğini öğreniyor ve görürsün o da zengin olacaktır…”

“Sivrisinek…” dedi Foma tiksinti dolu bir sesle. “Tam bir sivrisinek, anlıyor musun? Vızıldar, vızıldar ve bakarsın birden ısırmış!”

Ama hepsini birleştiren bir şey vardı hayatında çocukların; zaman oluyor, karakter ve durum ayrılıklarının bilincini tamamıyla kaybediyorlardı. Her pazar Smolinlerde toplanıyor ve evin, geniş bir güvercinlik bulunan kanadının damına tırmanarak güvercin uçuruyorlardı.

Besili güzel kuşlar, kar beyazı kanatlarını çırparak birbiri ardından havalanır ve çatıya konarlardı sıra hâlinde. Güneş ışığının parlaklığında hemen dem çekmeye koyulur, çocukların önünde türlü pozlar alırlardı.

Sabırsızlıkla sesi titreyerek haykırırdı Yejov: “Korkut biraz onları, ürküt hadi!” Nihayet Smolin, büyük bir el hareketiyle havayı döver ve ıslık çalardı.

Ürken güvercinler, koyuverirlerdi kendilerini boşluğa; çırpışan kanatların gürültüsüyle dolardı ortalık. Ve sonra müthiş bir açılışla geniş daireler çizerek yükselirlerdi gökyüzünün mavi derinliğinde; gümüş ve kar rengi tüyleri, gittikçe daha yücede pırıldardı. İşte aralarından biri, şahinlere yaraşır bir sükûnetle kanatlarını ardına kadar açıp hareketsiz bırakarak, gök kubbeye ulaşmak istercesine atılıyor. Ötekiler fır dönüyor boşlukta, karlı kesekler gibi düşüyor ve yeniden ok gibi yukarı fırlıyorlar. Tüm güvercinler bir an bomboş gökte hiç kımıldamadan durur gibi geliyor çocuklara, sonra bu yığın gittikçe dağılıp eriyor. Başlarını arkaya atmış, yorgun gözlerini bir an bile kuşlardan ayırmaksızın, sessiz bir hayranlıkla izliyorlar uçuşlarını. Dingin bir sevinç parlıyor bakışlarında; güneşin hüküm sürdüğü arı yücelere doğru rahatça uçan bu kanatlı yaratıklara karşı gıpta duygusuyla karışık bir sevinç… Mavi gökyüzüne kakılmış beyaz bir leke gibi duran kuşlar, gittikçe ufalarak uçarken çocukların hayal gücünü de sürüklüyor ardından. Ve Yejov, boğuk ve dalgın bir sesle, ortak duygularını dile getiriyor:

“İşte böyle havalanıp uçmalıymış be çocuklar!”

Kuşların gökyüzünün diplerinden dönmesini sessizce ve dikkatle beklerken, aynı şevkle birleşip birbirlerine iyice sokuluyor çocuklar; tıpkı güvercinler gibi, dünyadan uzaklara, gerçeğin soluğunun erişmediği yerlere kopup gitmişti onlar da. Ve şu anda sadece birer çocukturlar artık, ne kıskançlık duyarlar ne öfke; her şeye yabancı, yalnız birbirlerine yakındırlar; tek kelime söylemelerine hacet kalmadan, karşılıklı gözlerinin ışıltısından sezerler duygularını. Ve gökteki kuşlar gibi mutludurlar…

Uçmaktan yorgun, sanki düşercesine çatıya konan güvercinleri, güvercinliğe almışlardı. Bütün oyunların ve bütün maceraların ilhamcısı olan Yejov, “Hey çocuklar!..” diye haykırıyor. “Elma avına gidelim hadi…”

Bu çağrı, güvercinlerin üflediği barışı bir anda alıp götürüyor çocukların ruhundan. Ve işte şimdi alabildiğine ihtiyatlı, tam bir yağmacı yürüyüşüyle, en ufak gürültüleri, en basit çıtırtıları bir plaçkacı gibi dikkatle dinleyip değerlendirerek arka taraftan komşunun bahçesine süzülmekteler. Yakalanma ihtimalinin verdiği dehşet, içlerinde, cezasız kalacak bir hırsızlığın umuduyla örtülü. Hırsızlık da bir emektir, tehlikeli bir emek ve her emeğin meyvesi tatlıdır! Çok çaba istediği nispette daha da tatlı… İhtiyatla aşıyorlar bahçenin çitini ve bütün çevreye keskin ve ürkek bakışlar atarak elma ağaçlarına doğru kayıyorlar. Her yaprak hışırtısında yürekleri ağızlarına geliyor, yakalanmaktan korktukları kadar tanınmaktan da ürküyorlar; buna karşılık bahçe sahibi onları şöyle uzaktan görür de bağırıp kaçırmakla yetinirse, müthiş memnun olacaklar. Dört bir yana dağılıp yitecekler hemen; sonra da bir araya geldiklerinde, gözleri şevk ve cüretle alev alev, kovalanırken duyduklarını ve ayaklarının altında yer tutuşmuşçasına nasıl koşup tüydüklerini anlatacaklar birbirlerine gülerek.

Foma, bu yağmacılık seferlerine, bütün öteki macera ve oyunlardan çok daha fazla kaptırıyordu kendini; üstelik o kadar atak davranıyordu ki şaşırıp irkiliyordu arkadaşları. Bile isteye tedbirsizlik yapıyordu bahçelerde: Yüksek sesle konuşuyor, dalları çatırdatarak kırıyor, kurtlu elmaları koparıp bahçe sahibinin evine doğru inadına fırlatıyordu. Suçüstü yakalanmak tehlikesi ürkütmüyordu onu. Tehlike sezince şaşalamıyordu bile. Bakışları karanlıklaşıyor, dişlerini sıkıyordu; mağrur ve öfkeli bir ifade geliyordu yüzüne. Smolin, her seferinde, kocaman ağzını büzerek, “Çok gözü kara gidiyorsun,” diyordu.

 

“Ben ödlek değilim,” diye cevap veriyordu Foma.

“Biliyorum ödlek olmadığını. Ama senin gibi tehlikenin üstüne üstüne gitmek için de aptal olmak gerekir… Bu işleri daha sessiz de yapabiliriz pekâlâ…”

Yejov’sa başka bir açıdan suçluyordu onu:

“Gidip de heriflere kendi ayağınla yakalanacaksan, cehenneme kadar yolun var,” diyordu. “Tek başına elma hırsızlığı yaptığını söylersin yakalandığında… Çünkü seni elinden tutup babana teslim ederler, o da bağışlar sonunda. Ama beni kemiklerimi kırıncaya kadar döverler arkadaşım…”

Foma inatla tekrar ediyordu:

“Ödlek!”

Ve nihayet bir gün Kaptan Çumakov tarafından suçüstü yakalandı Foma. Zayıf, çelimsiz bir ihtiyardı Kaptan Çumakov. Kopardığı elmaları önlüğüne sarmakta olan çocuğa sessizce yaklaşmış ve onu iki eliyle omuzundan kavrayarak tehdit dolu bir sesle haykırmaya koyulmuştu:

“Hırsız! Hırsızı yakaladım işte!”

Foma o sıralarda on bir yaşlarındaydı. Bir silkinişte kurtuldu ihtiyarın elinden. Ama kaçmadı; kaşlarını çatıp yumruklarını sıkarak karşısına dikildi adamın ve güven dolu bir edayla konuştu:

“Sıkıysa, bana bir dokun bakalım!”

“Dokunmam ki,” dedi adam. “Polise götürüp teslim edeceğim o kadar! Adın ne senin?”

Polise teslim edilmek diye bir ihtimali aklından bile geçirmemişti Foma. Bütün yiğitliği ve saldırganlığı uçuverdi bir anda. Polisin eline düşmesini, babası katiyen bağışlamazdı işte! Titremeye başladı ve kekeler gibi cevap verdi adama:

“Gordeyev.”

“İn… İnyat Matveyiç’in oğlu mu?”

“Evet.”

Şimdi de kaptan şaşırmıştı, ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Doğruldu, göğsünü şişirdi önce, ciddi bir edayla öksürdü; sonra omuzları çöktü yeniden ve babalara özgü anlayışlı bir sesle, “Ayıp!” dedi. “O kadar büyük, o kadar saygıdeğer bir insanın evladı!.. Yakışmaz size… Gidebilirsiniz… Ama bu hırsızlık, yani ufak tefek aşırma olayları demek istiyorum, tekrar edecek olursa babanıza haber vermek zorunda kalırım. Ve bu arada, kendisine saygılarımı sunmakla müşerrefim!”

İhtiyarın yüzündeki değişikliği dikkatle izleyen Foma, adamın, babasından korktuğunu anlamıştı. Bir kurt yavrusu gibi, göz altından bakarak inceliyordu kaptanı. Çumakov’sa gülünç bir ciddiyetle, beyaz bıyıklarını sıvazlayarak, izin verdiği hâlde bir türlü gitmeyen çocuğun karşısında, bir ayağından öteki ayağına yaslanarak bekliyordu. Nihayet kendi evinin yolunu göstererek tekrarladı:

“Gidebilirsiniz…”

“Karakola gitmeyecek miyiz?” diye sordu Foma, önemsemez bir sesle.

Sorar sormaz da, ters bir cevap ihtimalini düşünüp dehşete kapıldı. İhtiyar gülümsemişti:

“Şaka yaptım!…” dedi. “Korkutmak istedim sizi…” Birden dikildi Foma:

“Asıl korkan sizsiniz…” dedi. “Babamdan korkuyorsunuz!”

Ve kaptana sırtını çevirip, geldiği yere, bahçenin dip tarafına doğru yollandı. Çumakov, arkasından haykırmaktaydı:

“Korkuyor muyum?.. Yaa! Demek korkuyorum, öyle mi!..”

Sesinden, adamın gururuyla oynadığını anlamıştı Foma; hem utandı hem üzüldü birden. Akşama kadar tek başına dolaşarak geçirdi vaktini ve eve döndüğünde, babasının şu sert sorusuyla karşılandı:

“Foma! Çumakov’un bahçesine girip elma aşıran sen misin?”

Çocuk, babasının gözlerinin içine bakarak, sakin bir sesle cevap verdi:

“Benim!”

Böyle bir cevabı hiç beklemiyordu İnyat, birkaç saniye sakalını sıvazlayarak sustu. Sonra yavaş yavaş, “Budala!” dedi. “Niye yaptın sanki o işi? Kendi bahçendeki elmalar sana yetmiyor mu?”

Gözlerini yere eğmişti Foma; babasının karşısında, ayakta, hiçbir şey söylemeden beklemekteydi.

“Utanıyorsun işte, bak! Dur hele anladım, seni bu işe kışkırtan mutlaka o sapı silik Yejov’dur…”

“Gelince temiz bir dayak çekeyim ona da görsün gününü… Zaten onunla arkadaşlığınıza da son verme zamanı geldi!”

Foma kesin bir edayla konuştu:

“Ben o işi tek başıma yaptım.”

“Her saat biraz daha güç bir çocuk oluyor!..” diye haykırdı babası. “Peki ama niçin?”

“Hiiiç…”

“Hiiiçmiş!..” diye alay etti babası. “Yaptığın bir şeyi niçin yaptığını hiç değilse kendi kendine ve başkalarına karşı doğru dürüst açıklayabilmelisin… Gel buraya!”

Foma, bir iskemleye oturmuş olan babasına yaklaştı ve dizlerinin arasına sokuldu. Oğlunun omuzlarına koydu ellerini İnyat ve gülümseyerek gözlerinin içine baktı:

“Utanıyor musun?”

“Utanıyorum!” dedi Foma içini çekerek.

“Şu aptala bakın ya Rabbi! Kendini küçülttüğü yetmezmiş gibi benim de adımı kara çıkarıyor…”

Ve oğlunun başını alıp göğsüne yaslayarak saçlarını okşadı bir süre, sonra sordu:

“Başkalarının malını çalmak neye yarar?”

Şaşırmıştı Foma.

“Ne bileyim ben…” diye kekeledi. “Oynuyorsun.. oynuyorsun… hep aynı oyunlar, canı sıkılıyor insanın! O zaman da…”

“Birden mi bastırıyor bu sıkıntı?” diye sordu gülümseyerek İnyat.

“Birden…”

“Hımm… Öyle olduğunu kabul edelim. Ama bir daha bu türlü işlere katiyen burnunu sokmayacaksın Foma! Yoksa sana karşı başka şekilde davranırım ben de..”.

Foma, güven dolu bir sesle, “Bir daha hiçbir yere gitmem…” dedi.

“Kendi kendine hükmetmen güzel bir şey. İleride ne olacağını Allah bilir ama şimdilik pek kötü gidiyor sayılmazsın doğrusu! Bir adamın, kendi yaptığı işin sorumluluğunu yüklenmesi ve sonuçlarına razı olması çok iyi bir şey… Senin yerinde bir başkası olsa, arkadaşlarını ortaya sürerdi şimdi; oysa sen, ben o işi tek başıma yaptım, diyorsun. Ve daima böyle davranmak gerekir oğlum… Hünerine olduğu gibi, kusuruna da sahip çıkacaksın…”

Bir an sustuktan sonra, oğlunu göz ucuyla süzerek sordu:

“Peki… Çumakov seni dövmedi mi?”

Foma sakin bir sesle, “Yanına komazdım!..” dedi.

“Hımm…” diye homurdandı İnyat.

“Senden korktuğunu söyledim kendisine… Bunun için beni şikâyet etmiştir… Yoksa gelip de sana söylemezdi.”

“Nasıl, nasıl?”

“Elbette! Bu arada, babanıza saygılarımı söyleyin diyordu titreyerek…”

“Demek öyle diyordu? Emin misin?”

“Tabii.”

“Ah köpek! Gör bak işte insanların nasıl olduğunu. Soyar soğana çevirirsin, önünde iki büklüm eğilip saygılarını sunarlar sana!.. Diyelim ki bir kap iğini çaldın adamın; aslında benim için bir ruble kadar değerlidir onun gözünde o kapik… Ama burada önemli olan kapik değil, o kapiğin benim olması ve ben kendim onu gönlümden koparak vermeden hiç kimseye el sürdürmememdir… Oysa onlar, tam tersine!.. Konuş bakalım şimdi. Neredeydin, ne yaptın, anlat?”

Çocuk babasının yanına oturup o günkü izlenimlerini ayrıntılarıyla anlatmaya koyuldu. Oğlunun anlattıkça canlanan yüzünü dikkatle inceleyerek dinliyordu İnyat; ve bir an geldi, düşünceli bir edayla kaldırdı kaşlarını.

Çocuk anlatıyordu:

“Derede bir puhu kuşu ürküttük. Görsen ne eğlenceliydi! Bizden kaçmak için şöyle bir havalandı aptal, ama gidip pat diye bir ağaca çarpmaz mı! Nasıl ağlıyor, nasıl bağırıyordu görsen… Biz durur muyuz, bir daha kışkışladık ürküttük, yine havalandı aptal. Ve artık hep böyle oluyordu: Uçuyor, uçuyor, sonra pat diye çarpıyordu bir şeylere; üstelik o kadar şiddetli vuruyordu ki, tüyleri dökülüyordu! Oradan oraya çırpındı durdu dere yatağının içinde, nihayet bir köşeye saklandı… Biz artık aramadık bile, acıdık zavallıya. Oraya buraya çarpa çarpa pestili çıkmıştı çünkü… Puhular gündüzleri tamamıyla kör müdür baba?”

“Kördür evet…” dedi İnyat. “Hayatta da bazı insanlar vardır, gündüz puhu kuşları gibi, oradan oraya atılır dururlar… Yerlerini ararlar hep, önlerine çıkana toslayıp çarpar ve hiçbir sonuca ulaşamadan tüylerini dökerler! Durmadan acı verirler kendilerine, neleri varsa yitirir ve o çaresizlikleri içinde bir an dinlenebilmek için önlerine çıkan ilk deliğe girerler. Vay hâline bunların oğlum, vay hâline!”

“Peki ama niçin böyledir bunlar?”

“Niçin mi?.. Niçinini söylemek güçtür işte…”

Kimisi vardır, kibrinden körleşir; çok şey isterler hayattan ama beceriksizdirler… Kimisi de vardır, aptallıktan körleşir… Sebep çok, sözün kısası!”

Böylece, yavaş yavaş akıp geçiyordu Foma’nın hayatı. Günler günleri kovalıyordu. Heyecan bakımından yoksul bir hayattı bu aslında, tasasız ve sakin bir hayat… Bu yeknesak yaşama zemini üzerinde, bazen çocuğun duyarlığını bir saatliğine ayakta tutan güçlü heyecanlar beliriyordu ama sürmüyordu bunlar, ufalanıp kayboluyordu çabucak. Hayatın fırtınalı esintilerine karşı korunaklı, sakin bir göldü çocuğun ruhu henüz ve gölün yüzeyine değen ne varsa, ya uyuyan suyu bir an için kırıştırıp dibe gömülüyor ya da suyun dümdüz yüzeyinde bir zaman kaydıktan sonra geniş daireler hâlinde açılıp siliniyordu ortadan.

İlkokulda geçen beş yıl içinde, dört sınıflık ilk devreyi iyi kötü tamamlamıştı Foma. Sağlam yapılı bir delikanlıydı şimdi; siyah saçları, esmer bir yüzü, kalın kaşları vardı ve üst dudağı koyu bir tüy perdesiyle gölgelenmişti. Koyu renk iri gözleri, çocukça bir düşünce doluydu; tıpkı çocuklarınki gibi hep aralık dururdu dudakları. Ama arzularında bir engelle karşılaştığı veya herhangi bir şeye sinirlendiği zamanlar, göz bebekleri derhâl genişler, dudakları kasılır ve yüzü alabildiğine inatçı bir ifadeye bürünürdü. Vaftiz babası alaycı bir gülümseyişle, “Kadınlar için baldan da tatlı olacaksın oğlum Foma…” derdi hep. “Ama o güne biraz da kafanı işlettiğini görsek, bayağı iyi olurdu…”

İnyat, bu sözleri her işitişinde içini çekerdi.

“İşe sar bu oğlanın başını, yolla çalışsın.”

“Bekle biraz!”

“Neyi bekleyecekmişiz? Bir iki yaz Volga üzerinde hovardalık etsin, açılsın biraz gözü, hemen evlendiririz… İşte kızım Lubov, hazır bekliyor…”

Lubov Mayakin, o çağda, bir yatılı okulda beşinci sınıf derslerini izlemekteydi. Foma sık sık sokakta karşılaşırdı onunla ve her seferinde Lubov, küçücük zarif bir şapkanın süslediği kumral saçlı başıyla, Foma’ya zoraki bir selam verirdi. Aslında hoşuna gitmiyor değildi Foma’nın; ama pembe yanakları, sevinç taşan kahverengi gözleri ve gelincik kırmızısı dudakları, o zoraki selamların tatsız izlenimini silmekten uzak kalıyordu. Birtakım liseli delikanlılarla arkadaştı kız; bunlar arasında eski sınıf arkadaşı Yejov da bulunduğu hâlde, Foma pek yaklaşmıyordu yanlarına, sıkılıyordu. Bilgi gösterisine girişip onun cehaletiyle alay ediyorlardı sanki. Lubovların evinde toplanıp kitap okurlardı hep ve heyecanlı bir tartışmaya kapıldıkları sırada Foma içeri girecek olursa, hemen susarlardı. Bütün buna benzer olaylar, Foma’yı biraz daha uzaklaştırıyordu Lubov’dan…

Yine Mayakinlerde olduğu bir gün, Lubov, bahçede gezinmeye çağırdı onu ve yan yana yürürlerken sahte bir gülümseyişle sordu:

“Niye bu kadar yabanisin sen? Hiçbir zaman hiçbir şeyin yok mudur söyleyecek?”

Sadelikle cevap verdi Foma:

“Hiçbir şey bilmeyince ne söyleyeyim yani?”

“Öğren o zaman, kitap oku!”

“Hevesim yok…”

“Ama şu liseli çocuklara bak biraz. Her şeyi biliyor, her şey hakkında rahatça konuşuyorlar… Örneğin Yejov…”

“Yejov’u senden daha iyi tanırım ben; bırak, papağanın biridir o!”

“Kıskanıyorsun onu anladığım kadarıyla… Çok zeki bir çocuk… Evet, evet! Liseyi bitirecek görürsün ve Moskova’ya üniversiteye gidecek.”

“Peki sonra ne olacak?”

“Sen de burada bir cahil kalacaksın…”

“Kalayım varayım, ne çıkar!” Alaycı bir sesle haykırdı Lubov:

“Aferin!”

Foma’nın sesi de alaycıydı cevap verirken:

“Bilgiç de olsam, cahil de kalsam, benim yerim hazır bu dünyada…” dedi. “Ve bütün bilginleri, önümde el pençe divan durdurabilirim, anlıyor musun?.. Baldırı çıplaklar gitsin okusun, benim okumaya ihtiyacım yok!”

“Ne kadar aptal, zalim ve iğrençsin, bilsen!..” Aşağılayıcı bir tonla söyledi bunu genç kız, sonra da onu bahçede tek başına bırakıp uzaklaştı. Bir süre baktı ardından, iyice canı sıkılmıştı Foma’nın; suratını astı sonra, kaşlarını kaldırdı ve başını eğip bahçenin öbür kıyısına doğru yürüdü.

O da artık yalnızlıktan hoşlanmaya ve hayale dalışların zehirli tadına varmaya başlamıştı. Yaz akşamları, o ateşten gurup renklerine büründüğü saatlerde, çoğu zaman bulanık ve belirsiz bir melankoli kaplıyordu içini. Bahçenin en kuytu köşesine oturup ya da yatağına uzanıp, efsane prenseslerini hayal ediyordu. Luba ya da tanıdığı öteki genç kızlar şeklinde beliriyordu prensesler; yarı karanlıkta sessizce dalgalanıyorlardı önünde ve muammalı bir bakışla gözlerinin içine bakıyorlardı. Bazen bu hayaller müthiş bir enerji gücü uyandırıyordu onda ve bir çeşit sarhoşluk hâli yaratıyordu; ama zaman oluyor, aynı hayaller dayanılmaz bir kedere boğuyordu onu. Ağlamak istiyor, gözyaşlarından utanıp zapt ediyor kendini, sonra yine dayanamayıp sessizce ağlıyordu.

 

Babası, sabır ve ihtiyatla iş âlemine alıştırmaktaydı Foma’yı; sık sık borsaya götürüyor, siparişlerden, teslimattan, ortaklarından söz ediyordu; kendilerine nasıl “güneşte bir yer” edindiklerini anlatıyor, şimdiki servetlerini ve piyasadaki tutumlarını açıklıyordu. Foma hızla alışmıştı işlere, el attığı her şeyi düşüne taşına ve büyük bir ciddiyetle yürütmekteydi.

İnyat’a göz kırparak, “Bizim küçük şalgam, harika bir çiçek verdi!” diyordu Mayakin hafiften alaycı bir sesle.

Ama yine de Foma’da, artık on dokuz yaşını aştığı hâlde, çocuksu ve alabildiğine saf bir yan vardı: Buydu onu arkadaşlarından ayıran. Ve bu yüzden, arkadaşlarının gözünde, alay edilmeyi hak eden bir aptaldı; onların bu tavrından dolayı da yanlarına sokulmuyordu. Oğullarını bir an bile gözden kaçırmayan İnyat’la Mayakin’e gelince, Foma’daki bu karakter belirsizliği karşısında ciddi olarak endişeye kapılıyorlardı.

“Katiyen anlamıyorum bu çocuğu!” diyordu İnyat üzgün bir sesle. “İçkisi yok, hovardalığı yok. Seninle, benimle son derece saygılı; her şeyi büyük bir dikkatle dinliyor. Bir delikanlıdan çok, bakire bir kız havası var. Oysa hiç de aptala benzemiyor, öyle değil mi ?”

“Yaşıtlarından daha aptal bir havası yok evet…” diyordu Maya-kin yavaşça.

“Beni asıl tedirgin eden nedir biliyor musun? Bir şeyler bekler gibi hep bu çocuk, gözlerinde bir perde varmış gibi bir hâli var. Rahmetli annesi de hep böyle el yordamıyla yürürdü bu dünyada… Oysa şu bizim Afrikan Smolin’e bak bir de; Foma’dan topu topu iki yaş daha büyük o kadar, ama cin gibi çocuk! O kadar ki, insan, babası mı oğluna, oğlu mu babasına çekmiş diye düşünüyor vallahi! Eğitim görmek üzere büyük bir fabrikaya gitmek istiyormuş şimdi, katiyen soluk aldırmıyormuş babasına: ‘Beni tam yetiştirmediniz, yarım yamalak kaldım…’ diyormuş… Vallahi! Oysa benimkinin içinden kopup da böyle bir laf ettiği yok… Hey Allah’ım, sen bilirsin!”

Aynı öğüdü veriyordu Mayakin her seferinde:

“Bak ne yapacaksın… Boğazına kadar herhangi bir işin içine gömeceksin oğlanı! En iyisi budur, gel beni dinle! Demir tavında gerek demişler. Sür işe ve serbest bırak ki, eğilimlerini anlayabilelim… Tek başına ‘Kama’ üzerinde bir sefere gönder oğlanı!”

“Yani sonucu göze alıp şöyle bir sınayalım mı diyorsun?”

“Elbette! Ama peşin pazarlık: Mutlaka bir şeyleri berbat edecektir… Birkaç kuruş zararı göze alacaksın tabii… Yalnız buna karşılık, oğlanın ne edip ne etmediğini öğrenmiş olacağız… Değmez mi?

Nihayet kararını vermişti İnyat:

“Haklısın…” dedi. “Yollamaktan başka çare yok.”

Ve bahar gelir gelmez, iki buğday şalupasıyla “Kama” üzerinde bir sefere gönderdi oğlunu. “Hamarat” isimli römorkör çekiyordu şalupaları. Ve gemiye kumanda eden de, Foma’nın eski dostu, bir zamanların dikkafalı tayfası Yefim’di. Yefim İliç olmuştu artık ismi, otuz yaşında iri yarı bir adamdı; ölçülü, sağduyusu sağlam, gözünden hiçbir şey kaçmayan ve gayet sert bir kaptandı.

Hızla ve neşeyle geçiyordu sefer çünkü herkes memnundu. Foma ilk olarak sırtına yüklenen büyük sorumluluktan dolayı gurur duyuyordu; Yefim’se en küçük tersliği fırsat bilip, kendisine küfürle karışık ukalalık etmeyen genç patrondan memnundu. Ve gemideki iki şefin keyfi, doğrudan doğruya tayfanın üzerinde ışıldıyordu. Nisan sonunda buğday yüklemeleri gereken yerden ayrılmış, mayısın ilk günlerinde asıl konak yerlerine varmış bulunuyorlardı. Gemi, halatla kıyıya bağlıydı şimdi; kıyı boyunca demir atmış olan şalupalarsa, geminin yanı sıra sıralanmaktaydı. Foma buğdayı çabucak buraya boşaltıp parasını aldıktan sonra Perm’e yönelmek zorundaydı. İnyat’ın panayıra yetiştirmek üzere anlaşma yaptığı bir demir yükü bekliyordu Perm’de onları.

Şalupalar, bir çam ormanı boyunca kurulu büyük bir köyün karşısında bulunuyordu. Geldiklerinin ertesi sabahı, erken saatlerden itibaren kadınlı erkekli, atlı yaya, gürültücü bir köylü kalabalığı kaplamıştı rıhtımı. Ve yerine göre bağırıp çağırıp, yerine göre türküler söyleyerek güverteye yayılmış, göz açıp kapayıncaya kadar müthiş bir hızla çalışmaya koyulmuşlardı. Ambara inmiş olan kadınlar buğdayı çuvallara dolduruyor, erkeklerse bu çuvalları sırtlanıp rıhtıma taşıyorlardı. Ve rıhtımda uzun süredir beklenen buğdayla yüklü sıra sıra arabalar, köye doğru yol almaktaydı. Kadınlar türkü söylüyor, erkeklerse neşe ve umursamazlık içinde şakalaşıp küfürleşiyordu. Bu durumda, kendilerini nizamı korumakla görevli sayan tayfalar dört bir yana bağırarak emir yağdırıyor, şalupaları rıhtıma bağlayan kalaslar, köylülerin ağır ayakları altında yaylanıp gıcırdıyor, rıhtımda atlar kişniyor, arabalarla tekerlekleri altında ezilen kumlar aynı zamanda gıcırdıyordu.

Güneşin doğuşuyla birlikte, çam kokusuyla dolu olan hava, insana hayat veren yeni bir tazeliğe bürünmüş gibiydi. Irmağın sakin suyu nazlı nazlı şırıldıyordu; suda yansıyan gökyüzü, şalupaların gövdesine ve demirlere çarpıp kırılan dalgalarla parçalanıp yeniden yayılıyordu. Sevinçle çınlayan çalışma uğultusu, bahara bürünmüş tabiatın güneş ışınlarıyla süslü çocuk güzelliği, sözün kısası her şey Foma’ya mutlu ve hoş bir eziklik veren, onda yepyeni ve kışkırtıcı arzular uyandıran sadelik ve neşe dolu bir kuvvetle dolup taşıyordu. Römorkörün tentesi altındaki masaya kurulmuş, Yefim’le ve tesellüm memuruyla birlikte çay içiyordu Foma… Tesellüm memuru, il meclisine bağlı, kızıl saçlı, gözlüklü bir adamdı. Sinirli sinirli omuzlarını oynatarak, cırtlak bir sesle, köylülerin uğradığı açlığı anlatıyordu şimdi. Pek dinlemiyordu Foma; kimi zaman aşağıda çalışanlara bakıyor, kimi zaman da üzerinde çamların yükseldiği, sapsarı ve kumluk, sarp bir yamaç hâlinde duran karşı kıyıyı seyrediyordu. Sakin bir çöl uzanmaktaydı orada.

“Ta oralara kadar gitmemiz gerekecek…” diyordu kendi kendine.

Bir yandan da memurun keskin ve telaşlı sesi, uzaklardan kopup gelen bir çığlık gibi belli belirsiz kulağına takılmaktaydı:

“Bana inanmazsınız ama sonunda gerçekten dehşet verici bir hâl almıştı durum. İşte size bir olay, dinleyin ve değerlendirin artık: Os köylülerinden biri, yanında on altı yaşındaki kızıyla gelip bir entelektüelin karşısına dikilmiş… ‘Söyle ne istiyorsun?’ demiş adam. ‘Size kızımı getirdim efendim…’ demiş köylü. ‘Niçin?’ ‘Hani belki alırsınız diye… Bekârsınız da…’ ‘Ne biçim iş bu? Ne demek yani?..’ O zaman köylü, kısık ama kesin bir sesle şunları söylemiş: ‘Efendim, önce şehre götürdüm kızı, hizmetçi olarak bir eve yerleştiririm elbette diyordum ama dönüp de bakan bile olmadı; siz bari alın da isterseniz metres diye kullanın!..’ Anlıyorsunuz değil mi? Kendi kızını kendi elleriyle getirip ikram ediyor! Metres diye, kendi öz kızını!.. Dehşetin derecesini ölçebiliyorsunuz değil mi şimdi?.. Entelektüel, tokatlamaya başlamış tabii köylüyü, ama adamcağız caymamış bir türlü dediğinden ve şunları söylemiş: ‘Efendim,’ demiş, ‘benim ne işime yarar şimdi bu kız? Hiçbir işime yaramaz ki! Buna karşılık üç tane küçük erkek evladım var; onlar büyür işçi olur, asıl onları esirgemem gerekli… Kız için bana on ruble verin yeter, hiç olmazsa oğlanların hayatını kurtarmış olurum…’ Ne dersiniz bu işe Allah aşkına? Tek kelimeyle korkunç değil mi ha?..”

Yefim, içini çekerek, “Kötü…” dedi. “Çok kötü! İşte bunun için demişler ya, açlık adamı öldürmez süründürür diye. Midenin de kendi kanunları var işte, amansız ve gaddar kanunlar…”

Bu hikâye allak bullak etmişti Foma’yı; genç kızın kaderini öğrenmek istedi birden, memura dönüp aceleyle sordu:

“Peki o bey ne yapmış? Satın almış mı sonunda kızı?”

Serzeniş dolu bir bakışla haykırdı memur:

“Alır mı canım! O ahlaksızlığı yapar mı hiç!..”

“Peki nereye sokmuşlar kızı?”

“İyi insanlar girmiş işin içine ve düzelmiş durum…”

“Tamaaam!..” dedi Foma. Sonra birden öfkeli bir sesle ekledi: “Ben olsam, bir güzel pataklardım o köylüyü! Ağzını burnunu birbirine karıştırırdım.”

Sımsıkı yumduğu kocaman yumruğunu gösteriyordu memura. Memursa, gözlerini çıkardı ve acılı bir sesle sordu: