Foma

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

II

Tek katlı muazzam bir evde oturuyordu Mayakin. Ev, yaşlı kocaman ıhlamur ağaçlarının süslediği büyük bir bahçeyle çevriliydi. Kalın gür dallar, sık bir dantel hâlinde gizliyordu pencereleri ve güneş ışınları, dağınık mobilyayla koca sandıkların yığılı durduğu küçük odalara güçlükle sığabiliyordu. Nitekim bütün evin içinde daima bir yarı karanlık hüküm sürerdi. Aile alabildiğine sofuydu: İç içe geçmiş şamdan, günlük ve ikonların önüne yerleştirilmiş lambalardan taşan zeytinyağı kokusu doldururdu evi; nedamet iç çekişleriyle, dua sözleri dalgalanırdı havada. Dinî ayinler eksiksiz olarak ve şevkle yerine getirilir, ev sakinlerinin bütün enerjisi bu alanda etkinliğe geçerdi. Evin loş, boğucu ve ağır atmosferinde, ayakları daima pantuflalı, sırtlarında hep koyu renk giysiler ve yüzlerinde sürekli bir keder ifadesiyle kadın silüetleri, hemen hemen en küçük bir gürültü bile çıkarmaksızın, oradan oraya gider gelirdi.

Mayakin ailesi; Yakob, karısı, kızı ve en genci otuz dört yaşında olan beş yeğeninden kuruluydu. Beş yeğenin beşi de, sofu ve uysal tabiatlı Antonina İvanovna’ya karşı silik kadınlardı. Uzun boylu, zayıf, karanlık yüzlü, otoriter ve zeki bir ışıltıyla parıldayan amansız gri gözlü bir kadındı Antonina İvanovna. Bir de Taraş isimli bir oğlu vardı Mayakin’in, ama bu oğlun adı evde katiyen ağza alınmazdı: Şehirde söylenen, Taraş’ın on dokuz yaşındayken Moskova’ya öğrenime gittiği, üç yıl sonra da babasının muhalefetine rağmen, orada evlendiğiydi. O gün bugündür oğluyla ilişkisini kesmişti Yakob; sonradan da Taraş, hiçbir iz bırakmadan kaybolmuştu ortadan. Bilinmeyen bir sebepten ötürü Sibirya’ya sürgün edildiği söylenmekteydi…

Kısa boylu, atik bir adamdı Yakob Mayakin; ortadan ikiye ayrılmış alev kızılı bir sakalı vardı ve yeşile çalan gözlerini karşısındakine diktiği vakit, “Önemi yok aslanım, tasalanma hiç! Anlamasına anlıyorum seni, ama bana dokunmaya kalkacak olursan pişman ederim…” der gibiydi.

Acayip şekilde uzun kafası tıpkı bir yumurtaya benziyordu. Kabaktı. Kırışık dolu, açık bir alnı vardı. İki ayrı çehreye sahipti sanki bu adam: Herkesin gördüğü, o ördek gagasını andıran uzun burunlu, etkileyici ve zeki çehrenin yanı sıra, ardında hem gözleri hem de dudakları saklamışa benzeyen kırışıklardan ibaret bir ikinci çehre. Bu ikinci çehre yüzeye vurduğunda, Mayakin dünyaya başka gözlerle bakar, başka bir gülümseyişle gülümserdi.

Bir kablo fabrikasının sahibiydi Mayakin. Şehirde bir de mağazası vardı. Kabloların, iplerin, kınnap ve kıtığın tavana kadar yığılı durduğu bu dükkânda, gıcırdayan camlı bir kapıyla girilen ufacık bir odası vardı Mayakin’in. İçeride eski, biçimsiz büyük bir masayla, bu masanın önünde geniş ve rahat bir koltuk göze çarpardı. İşte bu koltukta geçerdi Mayakin’in günleri; küçük yudumlarla çay içer, “Moskova Postası”nı okurdu. Tüccarsınıfının saygısını kazanmıştı; “kafalı adam” şöhretiyle güçlüydü ayrıca. Bunun yanı sıra, ziyaretçilerine soy sopunu hatırlatmaya bayılır, ıslık gibi bir sesle, “Biz Mayakinler, taa Katerina anamızın saltanat sürdüğü çağlardan beri ticaret yapmaktayızdır…” derdi. “Ve dolayısıyla ben, safkan bir insanım…”

İnyat Gordeyev’in oğlu, bu ailenin içinde altı yıl geçirdi. Altı yaşındayken geniş göğüslü, kocaman kafalı bir çocuk olan Foma, hem boyu hem de koyu badem gözlerinin ciddi bakışıyla, olduğundan daha büyük göstermekteydi. Sessiz ve arzularında inatçı bir çocuktu. Mayakin’in kızı Luba’nın eşliğinde günler geçirirdi oyuncaklarıyla. Yeğenlerden birinin sessiz gözetimi altındaydılar daima. Evde, hemen hiç konuşmadığından mı nedir, Buzya, yani “Patırtı” adı takılmıştı bu yeğene; her şeyden ürken, yüzü çiçek bozuğu, şişman bir ihtiyar kızdı; çocuklarla bile kesik kesik ve hep alçak sesle konuşurdu. Bir sürü dua bildiğinden olacak, hiç masal anlatmazdı Foma’ya.

Foma küçük kızla iyi bir ahenk içinde yaşıyordu; yalnız Luba öfkelendiği ya da onunla eğlenmeye koyulduğu zamanlar sapsarı kesilirdi oğlan; burun delikleri kabarır, gözlerini gülünç bir şekilde belertir ve deli gibi dövmeye başlardı kızı. Ağlardı Luba, annesinin yanına şikâyete koşardı ama Foma’yı sever ve kayırırdı Antonina ve kızının gözyaşlarına kulak aşmazdı pek; bu da iki çocuk arasındaki dostluğu daha bir güçlendirirdi.

Foma’nın günleri, uzun ve sıkıcı denecek kadar yeknesak günlerdi. Uyanıp yıkanır yıkanmaz, ikonun karşısında bulurdu kendini ve Buzya’nın fısıltıları eşliğinde, bitmek tükenmek bilmeyen dualar okurdu. Sonra çaya otururlardı; bir alay yağlı çörek, peksimet ve hamur işi yenirdi çayla. Bunu, tabii yazları, bahçe sefası izlerdi; dibi daima karanlık bir dereye doğru eğimli, sık ağaçlı büyük bir bahçeydi çocukların gittiği. Dereye yaklaşmaları yasaklanmıştı ve bu yasaktan gelirdi korkuları. Kışın, çaydan öğle yemeğine kadar, hava çok soğuksa odalarda oynar, hava elverişliyse dışarı çıkar ve buz tutmuş bir yokuştan kızakla kayarlardı.

Tam öğle vakti, Mayakin’in deyimiyle “Rus usulü” yemeğe oturulurdu. Çavdar galetalı ama etsiz koca bir tencere lahana çorbasıyla başlardı daima yemek. Sonra yine lahana ama küçük kuşbaşı etli lahana yerlerdi. Bunu, ya süt domuzu, kaz, dana cinsinden bir et kızartması ya da yoğurtlu bulgur haşlaması izlerdi. Daima şekerli ve tereyağlı bir şeylerle son bulurdu yemek. Sofrada, yaban mersiniyle veya ardıç üzümüyle ya da buğday taneleriyle mayalanmış kvas içilirdi hep: Antonina İvanovna, evde her çeşit kvas bulundururdu. Konuşmadan yemek yenirdi, arada bir bıkkınlıkla iç geçirmek bile başlı başına bir cüretti yemekte. İki çocuk için ayrı bir tabak hazırlanır, bütün büyükler aynı kaptan yerlerdi. Yemekten sonra iyice gevşeyen ahali derhâl yatmaya gider ve Mayakin’in evinde iki-üç saat boyunca artık horultu ve uykulu iç çekişlerden gayrı bir şey işitilmez olurdu.

Uykudan kalkar kalkmaz çaya oturulurdu yine ve şehir olaylarının yorumu başlardı: Kilise hanendelerinden, diyakoslardan, düğünlerden söz edilir; fırsat düştükçe, tanıdık tüccar dostların yakışıksız davranışları eleştirilirdi… Çay bitince Mayakin karısına döner, “Hadi bakalım anacığım” derdi, “biraz daKitab-ı Mukaddes’i ver bana…”

Çoğu zaman Job bölümünü okurdu Yakob Tarasoviç. Kalın gümüş çerçeveli gözlüklerini kocaman burnunun üzerine yerleştirir ve herkesin hazır bulunup bulunmadığını anlamak üzere, şöyle bir etrafına bakardı.

Bütün dinleyiciler, Mayakin’in kendilerini görmeye alışmış olduğu yerde oturmuş olurlardı. Ve her birinin yüzünde, Maya-kin’in gayet iyi tanıdığı o ahmakça ve korkak sofuluk ifadesi dalgalanırdı hep.

“Uts diyarında bir adam varmış…” diye başlardı ıslık çalan sesiyle.

Ve odanın köşesindeki bir divanın üzerinde Luba’nın yanına oturmuş olan Foma, vaftiz babasının burada susup eliyle dazlağını okşamaya başlayacağını adı gibi bilirdi. Uts diyarındaki adamı canlandırırdı gözünde. Uzun boylu ve çırılçıplaktı bu adam; gözleri Hazreti İsa’nınkiler gibi alabildiğine iriydi ve askerlerin ordugâhlarda çaldığı borazanlara benzerdi sesi. Dakikadan dakikaya biraz daha büyürdü adam; nihayet başı gökyüzüne değdiğinde, tozlu ellerini daldırıp bulutları aralar ve dehşet verici bir sesle bağırırdı:

“Işık niçin nasip edildi insanoğluna? O insanoğlu ki yolu Tanrı tarafından zifirî karanlıklara gömülmüş ve tıkanmış bulunmaktadır…”

Yavaş yavaş korkar ve titremeye başlardı Foma. Mahmurluk birden üstünden gider ve vaftiz babasının sesini işitirdi açık seçik biçimde:

“Ne kadar küstah olduğunu görüyorsunuz değil mi!..”

Sakalıyla oynayarak ve ince bir alayla söylerdi bunu Mayakin. Çocuk, vaftiz babasının Uts diyarındaki adamı kastettiğini bilir ve onun yüzündeki alaycı gülümseyişle güven bulurdu. Anlardı ki dehşet verici elleriyle o adam, gökyüzünü hiçbir zaman yırtıp delemeyecektir… Ve yeniden canlanırdı gözlerinde adam: Yere oturmuş olurdu bu sefer. “Bütün vücudu iğrenç böcekler, pis sinekler ve baştan başa çamurla kaplıydı; cılk yaraydı derisi. Ama ufalmış ve acınacak hâle gelmişti, kilise kapısında bir dilenciydi artık…” Ve şimdi şunları diyordu:

“İnsanoğlu nedir ki temiz olsun ve kadından doğan bir varlık nasıl adil olurmuş?”

“Tanrı’ya hitap ediyor…” diye açıklıyordu Mayakin çokbilmiş bir edayla. “‘Etten yapılmış olduğuma göre nasıl adil olabilirim?’ diyor. Tanrı’ya soruyor bunu…”

Ve zafer kazanmış kumandan bakışlarını, sorguya çekercesine, kadın dinleyicilerine çevirirdi burada. Kadınlar, içlerini çekerek cevap verirdi:

“Doğru yola dönmüş işte… Artık bağışlanmıştır…”

“Budalalar!.. Gidin çocukları yatırın hadi…” İnyat her gün gelirdi Mayakinlere. Oğluna oyuncaklar getirirdi. Çoğu zaman kucaklayıp severdi Foma’yı ama bazen de gizlemeyi beceremediği bir endişeyle, “Niye çehren solup gidiyor böyle senin?” derdi. “Niçin bu kadar az gülüyorsun?”

Ve dönüp yeğenine dert yanardı sonra:

“Oğlanın anasına benzemesinden korkuyorum, ne yalan söyleyim… Kederli kederli bakıyor hep insana.”

“Endişe duymak için vakit henüz çok erken…” diye cevap verirdi Mayakin gülümseyerek.

Vaftiz oğlunu o da gerçekten severdi; nitekim günün birinde İnyat çıkagelip de Foma’yı kendi evine alacağını bildirince, Maya-kin hakikaten üzüldü.

“ Bırak oğlanı burada işte..” dedi. “Görüyorsun ki alıştı bize, alırsan ağlayacaktır…”

“Boşuna ısrar etme hiç! Senin için doğurtmadım ben oğlanı. Sizin burada ağır, sıkıcı bir hava var. Manastır gibi mübarek. Çocuğu bozar bu hava… Sonra, ben onsuz mutlu olamıyorum. Giriyorum eve, bakıyorum, bomboş geliyor. Hiçbir şeyden zevk almaz oldum. Onun kara gözleri için gelip de sizin eve yerleşecek değilim ya. Benim ona değil, onun bana uyması lazım. Haksız mıyım? Kız kardeşim Anfisa’yı getirttim, oğlana o bakar.”

Ve çocuk, baba evine böylece döndü. İri delikli, kocaman burunlu ve dişsiz kocaman ağızlı acayip bir ihtiyar kadın karşıladı onu evde. Uzun boyluydu, kamburu çıkmıştı, gri bir elbise vardı üzerinde, ağarmış saçları siyah ipekli bir baş örtüsüyle örtülüydü; ilk bakışta ürkütmedi çocuğu, ama hoşuna da gitmedi. Fakat kendisine sevgiyle gülümseyen o güven dolu kırışmış yüzdeki siyah gözlere biraz daha dikkatli bakınca, bu ilk izleniminden eser kalmadı Foma’da başını ihtiyarın kucağına yaslayıverdi.

 

“Vah benim zavallı, öksüz yavrucuğum!” Titreyerek tınlayan, kadife gibi bir sesle söylemişti bunu Anfisa. Tatlı tatlı çocuğun yüzünü okşayarak devam etti:

“Nasıl da gelip insana sokuluyor ya Rabbi… Uslu güzel çocuğum benim!”

Kadının okşayışlarında özellikle tatlı, özellikle yeni bir yan vardı Foma için; merak ve umutla dolu bakıyordu ihtiyarın gözlerine. Nitekim o güne kadar hiç bilmediği, yepyeni bir dünyaya halası sayesinde girdi. Daha ilk gece, Foma’yı yatağına yatırınca, karyolanın kenarına oturmuş ve üzerine doğru eğilerek sormuştu:

“Şimdi küçücük bir masal anlatayım mı sana?” Ve o günden beridir Foma, ihtiyarın, kendisine bir peri hayatını anlatan kadife sesiyle uyumaktaydı. Halk yaratımının güzellikleriyle besleniyordu ruhu. Bitmez tükenmez hazineler gizliydi bu ihtiyar kadının belleğinde ve hayal gücünde. Kimi zaman, efsanedeki o iyi yürekli ve tatlı Baba Yaga’nın, kimi zaman da, bilgeler bilgesi Dilber Vasilisa’nın çehresine bürünüp çocuğun uykularına girer olmuştu. O zaman Foma, uyanıp gözlerini dört açar ve soluğunu tutarak, odayı dolduran gece gölgelerini sorguya çekerdi, ikonlarla süslü lambanın hafif ışığında yavaş yavaş ürperdiklerini görürdü gölgelerin… Ve masal dünyasından çekip çıkardığı erişilmez sahnelerle doldururdu odayı. Sessiz ama canlı gölgeler, duvarlar boyunca kayıp yerde kımıldamaya koyulurdu artık. Ürkerdi çocuk ama yine de bırakmazdı gölgelerin hayatını izlemeyi: Onlara şekiller, renkler icat eder ve onları, koca bir hayatın vazgeçilmez unsurları hâline getirdikten sonra da, bir göz kırpmasıyla silip yok etmeye bayılırdı. Yeni bir şey belirmişti karanlık gözlerinde; daha çocuksu, daha uçarı, daha az ciddi bir şey. Yalnızlık ve karanlık, onda bir şeylerin geleceği duygusunu uyandırırdı hep, ürker ama meraklanırdı; en karanlık köşeye gidip karanlığın örtüleri altında neyin gizlendiğini görmek isterdi. Giderdi de hiçbir şey bulamazdı tabii, ama bir gün bulmak umudunu hiçbir zaman yitirmezdi.

Korkardı ama severdi de babasını: İnyat’ın muazzam boyu, borazan sesi, sakallı yüzü, ağarmış sık saçların altında kaybolan kafası, uzun güçlü kolları ve ışıldayan gözleri, masallardaki haydutları andırırdı ona. Sekiz yaşına henüz bastığı sıralarda bir gün Foma, uzun bir yolculuktan dönen babasına sordu:

“Neredeydin?”

“Volga üzerinde…”

Dünyanın en tatlı sesiyle sordu Foma:

“Haydutluk mu yaptın?”

“Ne!” diye haykırdı İnyat kaşları titreyerek.

“Sen haydut değil misin sanki baba?”

Ve babasının, kendisinden ısrarla gizlenen hayatını bu kadar kolayca bulup ortaya çıkarmaktan memnun, kurnaz bir edayla göz kırparak ekledi:

“Ben her şeyi biliyorum.”

“Ben bir tüccarım!” dedi sert bir sesle İnyat. Ama bir anlık bir dalıştan sonra babacan bir gülümseyişle, “Sen de küçük bir budalasın…” diye ekledi. “Buğday ticareti yaparım ben, gemilerde çalışırım.” ‘Yermak’ı biliyorsun, değil mi? Güzel! İşte o gemi benim. Ve tabii senin aynı zamanda…”

Foma içini çekerek, “Ama çok büyük o…” dedi.

“Öyleyse senin boyuna göre bir tane daha alırım. Daha küçük bir gemi… Oldu mu şimdi?”

Foma lütfetti:

“Oldu…”

Ama bir süre sessizce düşündükten sonra, üzgün bir edayla, “Ben de seni bir haydut sanıyordum…” dedi. İnyat ciddi bir sesle tekrarladı:

“Sana bir tüccarım dedim!”

Ve oğlunun üzgün yüzüne diktiği gözlerinde, neredeyse korkulu bir memnuniyetsizlik okunmaktaydı.

Foma düşünüp sordu yine:

“Hani şu çörek satan Teodor Baba gibi mi tıpkı?”

“Tamam, onun gibi. Yalnız ben daha zenginim. Benim Teodor’dan çok daha fazla param var.”

“Demek çok paran var? Nah bu kadar var mı?”

“Daha da çok…”

“Kaç fıçı var peki?”

“Ne fıçısı?”

“Ne fıçısı olacak, para fıçısı tabii!”

“Küçük aptal! Para fıçılarla mı ölçülür?”

“Ya neyle ölçülür!”

Gururu kırılmış gibi bağırmıştı. Sonra babasına iyice dönerek hızla anlatmaya koyuldu:

“Günün birinde bir şehre haydut Maksimka gelmiş ve o şehirdeki zengin bir tüccarın evinde tam on iki fıçıyı parayla doldurmuş, gümüş takımları da koymuş fıçılara, kiliseleri de yağmalamış; sonra hançeriyle şöyle bir vurmuş, bir adam öldürmüş ve çan kulesinin tepesinden sallandırmış adamı ve bir de bakmışlar ki adamcağız felaket çanı çalmaya başlamaz mı…”

Oğlunun kavrayış gücü karşısında hayranlık duyan İnyat, sözünü kesip sordu:

“Halan anlattı değil mi bunları sana?”

“O anlatmışsa ne olmuş?”

“Hiç!” dedi İnyat gülerek. “Demek, babanı da haydutluğa terfi ettirdin?..”

“Ama belki çok eskiden haydutluk yapmışsındır sen de?..” dedi Foma.

Yine ilk takıntısına dönmüştü ve yüzüne bakınca, olumlu bir cevap almaktan nasıl haz duyacağı hemen anlaşılıyordu.

“Yapmadım hayır, bırak bunu da başka şey düşün!”

“Sahi yapmadın mı hiç?”

“Söyledim ya, yapmadım diye! Amma da garip çocuksun… Haydutluk iyi bir şey mi sanıyorsun yoksa? Büyük birer günahkârdır haydutlar. Tanrı’ya inanmazlar, kiliseleri yağma ederler hep. Ve kiliselerde lanet okunur onlara. İşte böyle, anladın mı?.. Şimdi şart olan, yavrum, seni biraz eğitmek gerektiğidir! Vakit gelmiş de geçiyor bile… Öğrenim görmenin sırası artık. Bu kış okumaya başlarsın; bahara da seni Volga’ya balık avına götürürüm, olmaz mı?

“Okula mı gideceğim yoksa?” diye sormuştu Foma ürkek bir sesle.

“Önce halanla birlikte evde okuyacaksın.” Ve Foma ertesi sabahtan itibaren halasıyla birlikte masanın başına geçip, eski Slavon alfabesini ezberlemeye koyuldu:

“A… B… C…”

“Bre, ere, dre”ye geldiklerinde, bu heceleri okurken uzun süre gülmekten kendini alamadı gerçi ama çok çabuk kavradı işi. Nitekim birkaç gün sonra, Zebur’un ilk bölümündeki ilk mezamiri sökmeye başlamıştı bile:

“Rezillerin öğüdüne uymayana ne mutlu!” Yeğeninin başarısı karşısında hayranlık duyan hala, durmadan tekrarlıyordu artık:

“Tamam yavrum, öyle olacak! Çok güzel Foma, çok güzel!”

Oğlunun hünerlerini günü gününe öğrenen İnyat’sa, “Sen bir harikasın Foma!…” diyordu. “Baharda Astrahan’a götüreceğim seni bak, sonbaharda da okula gideceksin.”

Çocuğun hayatı, tıpkı bir topun bir yamaçtan yuvarlanması gibi, kolayca devam ediyordu ileri doğru akmaya. Şimdi öğretmen rolünü de yüklenmiş olan halası, aynı zamanda oyun arkadaşıydı Foma’nın. Ve hele Luba Mayakin eve geldiğinde, ihtiyar kadın tamamıyla kimlik değiştiriyor ve çocukların yanında en az onlar kadar çocuk oluyordu. Saklambaç ve körebe oynuyorlardı üçü. Anfisa, gözleri bağlı, kolları öne doğru uzanmış bir hâlde, ihtiyatla ilerliyordu odada ama yine de tosluyordu sandalyelerle masalara veya “Ah maskaralar! Nereye gitti bunlar, hangi deliğe girdi bu haydutlar!..” diye söylenerek bütün gizli köşeleri bir bir arıyordu.

Keyiflerine diyecek yoktu çocukların. Olanca gücü ve bilgisiyle çocukların yolunu aydınlatan o yaşlı hayatın güneşi, bu aşınmış, yıpranmış ama ruhu genç kalmış vücudu sevince boğuyor, sevgiyle ışıldatıyor ve güzelleştiriyordu.

Erkenden borsaya giderdi İnyat, bazen bütün gün görünmezdi; geceleri çoğunlukla belediye meclisine veya dostlarını ziyarete ya da kim bilir nereye yollanırdı. Bazen sarhoş dönerdi eve. Böyle zamanlarda Foma kaçardı ilkin babasından ve gizlenirdi. Ama sonra alıştı, hatta babasının bu hâlini ayık hâlinden daha sevimli bulmaya başladı; daha sade, daha iyi oluyordu babası böyle zamanlarda, üstelik biraz gülünç de oluyordu… Vakit geceyse, borazan sesin gürültüsüne daima uyanırdı çocuk:

“Anfisaaa! Sevgili hemşirem benim! Bırak da oğlumun yanına bir gideyim, mirasçımın yanına… Bırak beni!”

Ama hala, kınayan ve ağlamaklı bir sesle onu bu kararından vazgeçirmeye çalışırdı:

“Defol buradan, defol Allah aşkına! Git de yatağında sız, pis şeytan, cehennem zebanisi! Şunun hâline bakın Allah aşkına, nasıl da içmiş! Leş gibi kokuyor vallahi! Ağarmış saçlarından da utanmıyor üstelik…”

“Anfisa! Oğlumu göremeyecek miyim ben şimdi? Şöyle hemen bir kaçamak bakışla olsun?..”

Foma, halanın, babasını bırakmayacağını bilirdi ve onlar tartışırken uyur kalırdı.

İnyat, öğleden sonraları eve sarhoş geldiğinde ise kocaman elleriyle oğlunu kapar, havalandırırdı derhâl; odanın bir ucundan öbür ucuna koşturup neşeli ve çarpık bir sesle sorardı:

“Foma! Söyle ne istersin? Konuş! Şeker mi? Oyuncak mı? Dile benden! Şu yeryüzünde sana alamayacağım hiçbir şey yoktur, anlıyor musun?… Milyonlarım var benim! Daha da olacak. Olacak anlıyor musun? Ve hepsi ama hepsi senindir…”

Ve bütün şevki birden, şiddetli bir rüzgârın çarpıp da bir mumu söndürmesi gibi sönerdi. Ürpermeye başlardı yüzü, gözleri yaş dolar ve kıpkırmızı kesilir, dudakları korkulu bir gülümseyişle gerilirdi. Sorardı ürke ürke:

“Anfisa! Bu oğlan ölecek olursa ne yaparım ben?”

Ve kudurgan bir öfkeye kapılırdı bu sözler üzerine. Gözleri odanın karanlık bir köşesine vahşice dikili, “Her şeyi yakar kavururum!” diye kükrerdi. “Taş üstünde taş komam! Harabeye döndürürüm her yeri!”

Hemen azarlamaya koyulurdu Anfisa:

“Yeter, pis canavar, yeter! Korkudan dilini mi yutturmak istiyorsun çocuğa? Hasta mı etmek istiyorsun yoksa oğlanı?”

İnyat’ın hemen oradan uzaklaşması için bu kadarı yeterdi. Kekelerdi aceleyle giderken:

“Anladık, tamam!… Gidiyorum işte, gidiyorum ben… Ama sen de bağırma öyle!.. Korkutacaksın çocuğu… Bu sefer sen ürküteceksin…”

Ama Foma bir hastalanmaya görsün, babası bütün işlerini yüzüstü bırakıp artık evden çıkmaz oluyor ve hem kız kardeşini hem oğlunu saçma sapan bir soru ve öğüt yağmuruna tutarak, gözlerinde korkulu bir karanlık, sabahtan akşama kadar inleyerek odayı arşınlıyordu.

“Ah Anfisa ah!..” diye içini çekiyordu. “Beni anlamanı isterim. Bu çocuğa bir şey olursa, bütün hayatım yıkıldı gitti demektir! Boşu boşuna yaşamış olacağım, anlıyor musun, boşu boşuna!..”

Bu türlü sahneler ve babasındaki ani mizaç değişiklikleri başlangıçta çocuğu ürkütüyordu. Ama çabucak alıştı Foma bütün bunlara ve pencereden bakınca, babasının kızaktan sallanarak indiğini görür görmez, en ufak bir heyecana kapılmadan, “Hala!” diye sesleniyordu artık içeriye. “Bak yine babam sarhoş geliyor!”

Bahar nihayet geldi. Ve İnyat sözünde durarak, oğlunu da aldı gemisine. Böylece, Foma’nın önünde yepyeni bir hayatın ufku açılıyordu.

Tüccar Gordeyev’in hızlı, sağlam ve güzel römorkörü “Yermak” akıntıya iniyor işte. Her iki bordadan da Volga kıyıları seğirtiyor onunla buluşmaya. Baştan başa güneşle yıkanmış olan sol kıyı, yemyeşil muhteşem bir halı hâlinde gökyüzünün başladığı yere kadar uzanıyor; sağ kıyı ise, ormanlarla kaplı sarp yamaçlarını göğe tırmanmak ister gibi uzatıp, sakin ve mağrur bir şekilde kayboluyor.

İki kıyının arasında ki geniş bağırlı ırmak, olanca ihtişamıyla yayılıyor. Gürültüsüz, acelesiz, güvenle akıyor suları. Sağ kıyıdaki yamaçlar siyah gölgeler hâlinde yansıyor; sol kıyı boyunca kum yığınları altın şeritleriyle, geniş çayırlar yeşil kadifeleriyle süslüyor ırmağı. Yer yer, tepelerin üzerinde ya da ovada köyler beliriyor; pencere camlarında ve saman damların ipeği üzerinde ışıldıyor güneş; kiliselerin haçları parlıyor ağaçların yeşili arasında; yel değirmenlerinin gri kanatları tembel tembel dönüyor; bir fabrikanın bacasından yükselen duman, gökyüzüne doğru kıvrılıyor yavaş yavaş. Mavi, kırmızı, beyaz gömlekli bir alay yumurcak kıyıda toplanmış, ırmağın sessizliğini yırtan gemiyi çığlık çığlığa uğurluyorlar ve ayaklarını yalıyor pervanenin kanatlarından fışkıran neşeli dalgalar. İçlerinden bazıları bir kayığa doldular işte, dalgaların üzerinde bir oraya bir buraya sallanabilmek için akıntının ortasına doğru kürek çekiyorlar. Ağaç tepeleri çıkıyor sudan, kabaran sularla sürüklenmiş kocaman ağaç demetleri bunlar; dalgaların arasında birer ada gibi duruyorlar. Derin bir iç çekişi andıran hüzünlü bir türkü yükseliyor kıyıdan:

“Ooooh, ooooh, biraz dahaaa!..”

Dalgasıyla köpüğe boğarak aşıyor gemi kayığı. Birden çoğalan dalgaların sarsıntısıyla titriyor yumurcaklar; bacaklarını ayırıp denge sağlamaya çabalayarak gemiye bakıyor, gülüyor ve anlaşılmaz bir şeyler haykırıyorlar. Güzel besili bir inek yürüyor ırmak boyunca; sırtındaki sarı kalaslar altın gibi pırıldıyor, yansıyor bulanık sularında baharın. Bir yolcu vapuru geliyor karşı taraftan düdüğünü öttürerek; düdüğün boğuk yankısı, ormanı aşıp sarp kıyının geçitlerine doğru uzaklaşarak ölüyor, iki geminin dümen suyu çatışıyor ırmağın ortasında, dönüp gemilere çarpıyor sular, gemiler yalpalanıyor.

Ufak vadilerle yarılmış kıyının tatlı yamaçlarında, güz buğdayının yeşil halısı, dinlendirilen toprakların kahverengi ve ilkbahar buğdayı için sürülmüş toprakların siyah şeritleri yayılmış uzanmakta. Tarlaların üzerinde kuşlar, gökyüzünün masmavi perdesine dağılmış ufak noktalar hâlinde uçuşuyor; bir sürü otluyor ileride, uzaktan bakınca bir oyuncak diyeceği geliyor insanın; kancasına yaslanmış olan çoban, küçücük bir silüet hâlinde, ayakta ırmağa bakıyor.

 

Göz alıcı bir ışık, sınırsız bir uzay ve sonsuz bir hürriyetten ibaret her şey; ortalığa yemyeşil otlakların sevinci, masmavi gökyüzünün berraklığı hâkim. Suyun sakin sakin akışında, zapt edilmiş bir kuvvetin varlığı hissediliyor; gökte cömert mayıs güneşi, har vurup harman savururcasına saçıyor ışınlarını; çamların muhteşem kokusuyla ve yaprakların tazeliğiyle doluyor hava. Kıyılar, güzelliklerini bir okşayış gibi sundukları gözlere ve ruha durmaksızın yepyeni tablolar taşıyarak, gemiye doğru hızla ilerliyor.

Her şeyde yavaşlığın damgası okunuyor: Her şey, tabiat ve insanlar, acemice ve tembelce yaşıyor; ama bu gevşekliğin ardında henüz kendi bilincine ermemiş, arzu ve amaçlarını henüz açıkça belirlememiş yenilmez bir kuvvet var sanki… Ve bu mahmur hayattaki bilinç yokluğu, kaçınılmaz bir keder gölgesi düşürüyor bütün o güzelim sınırsızlığa. Sabırlı bir boyun eğiş, daha canlı bir şeyi sessizce bir bekleyiş var evrende; guguk kuşlarının rüzgârla kıyıdan gelen ve ırmağın üzerinde bir süre asılı kalan çığlıklarında bile hissediliyor bu bekleyiş… Hüzünlü türküler, yardım yakarıyor gibi… Zaman zaman umutsuzluğun amansız ahengine bürünüyor türküler… Irmak bu umutsuzluğu derin iç çekişlerle cevaplandırıyor… Ve düşünceli düşünceli salınıyor uçları ağaçların… Uçsuz bucaksız bir sessizlik dalgalanıyor…

Foma, kumanda köprüsünün üzerinde, babasının yanında geçiriyordu bütün gününü. Sessizce, gözlerini iri iri açarak, kıyının tükenmek bilmez manzarasını seyrediyordu hep. Ve masallardaki büyücülerle yiğit kahramanların yaşadığı harikalar diyarındaki o geniş gümüş yolda ilerliyormuş gibi geliyordu ona.

Gördüğü şeyler hakkında sorular soruyordu zaman zaman babasına. İnyat severek ve kesinlikle cevap veriyordu oğluna ama cevapları Foma’nın katiyen hoşuna gitmiyordu: Onu temelden ilgilendiren ya da derhâl kavrayabileceği hiçbir şey yoktu bu cevaplarda; asıl işitmek istediği şeylerden hiçbirini bulamıyordu. Bir defasında, göğüs geçirerek babasına dönmüş ve “Anfisa halam senden çok daha iyisini biliyor!..” demişti.

İnyat gülümseyerek sormuştu:

“Söyle bakalım ne biliyor Anfisa?” Yürekten bir imanla cevap vermişti Foma:

“Her şeyi.”

Çünkü o harikalar diyarından eser yoktu önünde. Buna karşılık ırmağın kıyılarında sık sık şehirler beliriyordu, hepsi de Foma’nın yaşadığı şehre benzeyen şehirler. Kimisi daha büyük, kimisi biraz daha küçüktü ama hepsindeki insanlar, evler ve kiliseler, tıpatıp kendi şehirlerindeki gibiydi. Babasıyla birlikte çıkıp dolaşıyordu bunları bir bir, ama hiçbir vakit tam doymuyor, yorgun ve suratı asılmış olarak dönüyordu gemiye.

“Yarın Astrahan’a geliyoruz…” dedi nihayet bir gün İnyat.

“O şehir de bütün öteki şehirler gibi mi?”

“Gayet tabii!.. Nasıl olsun isterdin ki?”

“Peki sonra, daha ileride? Hiçbir şey yok mu daha ileride?”

“Deniz var… İsmi Hazar Denizi.”

“Denizin içinde ne var peki?”

“Balık var koca aptal, başka ne olur!”

“Kitece kenti suyun üzerinde dururdu ama…”

“Bak o mesele başka! Kitece kenti… Unutma ki sadece adiller yaşardı orada.”

“Denizin üstünde o adil şehirlerden yok mu hiç?”

“Hayır yok…” dedi İnyat.

Kısa bir sessizlikten sonra, açıklama ihtiyacıyla ekledi:

“Deniz suyu tuzludur çünkü, içmeye gelmez.”

“Peki ya denizin öbür kıyısında? Orada da yine toprak mı var hep?”

“Elbette! Deniz dediğin, kocaman bir tas gibidir. Etrafının hep kara olması şart…”

“Öbür kıyıda da yine hep şehirler mi var?”

“Hep şehirler var tabii… Yalnız orası bizim toprağımız değil artık, İranlıların toprağı… ‘Şeftali, kayısı, Şam fıstığı!..’ diye çağrışan Acem kadınlarını gördün değil mi çarşıda, hatırlıyorsun değil mi?

“Gördüm evet…” demişti Foma ve düşünceye dalmıştı.

Bir defasında da, “Yine bir alay toprak mı var hep?” diye sordu babasına.

“Toprak, çocuğum, alabildiğine çoktur, bitip tükenmeyecek kadar çok!

“Bütün bu toprakta her şey böyle birbirinin aynı mı?”

“Her şeyden kastın ne bakalım?”

Şehirler ve her şey işte…

“Gayet tabii.. Her şey birbirinin aynıdır daima.” Bu tür birkaç konuşmadan sonra çocuk, siyah gözlerinin soran bakışlarını daha seyrek olarak ve daha az dikkatle dikmeye başlamıştı uzaklara....

Gemideki tayfalar Foma’yı seviyordu; o da bayılıyordu güneş ve rüzgârdan yanmış, kendisiyle durmadan şakalaşan bu levent yapılı delikanlılara. Av aletleri hazırlıyorlardı ona, ağaç kabuklarından küçük kayıklar yontuyorlardı; onunla birlikte çocuk olup oynuyor ve gemi demir atıp da İnyat iş için şehre indiği zamanlar onu kıyıda gezdiriyorlardı. Çoğu zaman babası hakkında homurdandıklarını işitirdi Foma, ama buna kulak kabartmaz, kabartsa bile hiçbir vakit yetiştirmezdi babasına söylenenleri. Ama gemiye Astrahan’da odun yüklendiği gün, makinist Petroviç’in şöyle dediğini işitti Foma:

“Yine bir alay kereste yığdı gemiye, ne ahmaklık ya Rabbi! Güverte neredeyse su alıncaya değin yüklüyor, sonra basar küfrü ama. ‘Makineyi perişan ediyorsun,’ der. ‘Durup dururken yağ yakıyorsun!..’ İşin yoksa dinle artık…”

Ak saçlı sert bir adam olan kılavuz, “O deva bulmaz cimriliği tuttu yine…” diye atılmıştı. “Odun burada ucuz ya, sineğin yağını çıkartacak neredeyse mübarek!.. Cimriliğine payan yoktur, bilmez değilsin…”

“Cimri…”

Art arda tekrarlanan bu söz, Foma’nın belleğinde iyice yer etti ve akşam babasıyla yemek yerken sordu birden:

“Baba?”

“Ne var?”

“Sen cimri misin?”

Ve sorulunca, kılavuzla makinistin konuştuklarını olduğu gibi aktardı babasına; İnyat’ın çehresi kararmış, gözlerinde bir öfke parlar gibi olmuştu. “Yaaa, demek böyle!…” demişti başını sallayarak. “Seni ilgilendirmez bu, anladın mı… Onları dinlemeyeceksin! Sana göre arkadaş değil onlar, fazla yaklaşma! Sen efendisisin onların, onlar da senin hizmetçilerin… Bunu iyice yerleştir kafana! Sen ve ben istemeye görelim bir, baştan sona hepsini fırlatır atarız kıyıya. Aslında metelik etmez hiçbiri; şöyle bir el çırpınca binlercesini bulursun, köpek gibidirler. Anlıyor musun ha? Benim hakkımda bir alay kötülük yumurtlarlar hep; sebebi, mutlak efendileri oluşumdur… Benim mutlu ve zengin oluşumdan geliyor bütün bunlar; bütün dünya kıskanır zengin adamı. Mutlu kişi, herkesin gözünde bir düşman gibidir…”

İki gün sonra yeni bir makinistle, bir yeni kılavuz biniyordu gemiye. Foma sordu:

“Yakob nerede baba?”

“Hesabını gördüm onun… Kovdum.”

“Neden?”

“Nedeni gün gibi belli…”

“Peki ya Petroviç?”

“Onu da defettim.”

Babasının bu kadar hızla tayfa değiştirebildiğini görmek pek hoşuna gitmişti Foma’nın. Babasına gülümsedi ve hemen güverteye koştu; yere oturmuş, saplı paçavra yapmak için bir halatın düğümlerini çözmeye uğraşan bir tayfaya yaklaşarak, “Yeni bir kılavuzumuz var artık, biliyor musun?” dedi.

“Biliyorum tabii… Günaydın Foma İnyatiç! İyice uyuyup güzelce dinlendin mi bakalım?”

“Makinist de yeni ama…”

“Makinist de evet… Arıyor musun Petroviç’i?”

“Hayır.”

Bir an durduktan sonra ekledi:

“Hakaret ediyordu babama.”

“Ooo! Babana hakaret mi ediyordu? Yok canım!”

“Ama ben kendi kulaklarımla işittim hakaret ettiğini…”

“Yaa… Öyleyse baban da işitmiştir şüphesiz?”

“Babam işitmedi hayır, ona ben söyledim…”

“Demek sen söyledin…” diye mırıldandı tayfa ağır ağır.

Ve susup işine döndü.

“Babam da bana dedi ki: ‘Burada efendi sensin, istersen hepsini kovabilirsin bunların.’”

Elle tutulur bir kendini beğenmişliğe kapılmış olan çocuğa, karanlık bir bakış attı tayfa:

“Doğrudur…” dedi.

O günden sonra Foma, tayfaların kendisine karşı olan tavrında bir değişiklik sezer gibiydi: Kimisi eskisine göre çok daha yumuşak ve çok daha iltifatlı davranıyordu ona; ötekilerse onunla sanki hiç konuşmak istemiyor, konuşmak zorunda kaldıkları zaman da eskisi gibi neşeyle ve şakalaşarak değil, kırgın ve neredeyse öfkeli bir edayla konuşuyorlardı. Güvertenin yıkanmasını seyretmeye bayılırdı örneğin Foma: Dizlerine kadar sıvanmış pantolonlarıyla tayfalar, ellerinde ip süpürgeler ve saplı paçavralarla oradan oraya hızla koşar, kocaman kovalarla güverteyi sular, birbirlerinin üzerine su atar, güler, haykırır, düşerdi; şelale hâlinde sular kaplardı her bir yeri ve insanların hayat dolu şamatası suların neşeli şırıltısı içinde erirdi. Ve eskiden Foma, bu kolay ve neşeli işte tayfaları rahatsız etmezdi hiç; rahatsızlık vermek bir yana, onlarla birlikte işe koşar, üzerlerine su atar ve kendisine su atmasınlar diye gülerek kaçardı. Ama Petroviçle Yakob’un kovulduğu günden beri, artık insanlara rahatsızlık verdiğini hissediyordu çocuk; kimse onunla oynamak istemiyordu şimdi ve hepsi de ona sevgisiz gözlerle bakıyordu. Şaşkın ve üzgün bir hâlde güverteyi terk edip dümen yekesinin yanına çıktı, sıkıntı içinde oturdu oraya ve mavi kıyı boyunca uzanan bir orman parçasını seyretmeye koyuldu. Aşağıda, güvertede, sevinçle şırıldıyordu su ve tayfalar gülüyor, bağırıyordu… Yanlarına gitmek için müthiş bir arzu duyuyordu içinde ama tuhaf bir şey ona engel oluyordu.