Viyana Dönüşü

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Biraz durdu, susamış bir dişi kaplan gibi diliyle ağır ağır dudaklarını ıslattı.

“Bir saat önce…” dedi. “Gülbeyaz’ı şevketlu efendimizin yanına girerken gördüm. Bana kötü kötü baktı. İşte bu bakış yüreğimi yaktı. Gerçi benim ayna gibi dostum var. Bin Gülbeyaz bir yere gelse dudağımın yanındaki çukuru dolduramazlar, hele o aşüfte, nur dolu bir kazanda yüz yıl yıkansa gene benim beyazlığımı bulamaz. Topuğumun derisinden öylelerine yüz çıkar!.. Gelgelelim onun yüreğime basa basa şevketlu efendimin odasına girişine dayanamıyorum. Saraydaki kızların hepsi hünkârımın koynuna girsin, tek bu şıllık aradan çıksın!”

Turhan Sultan, omuzlarını silkti:

“Bu sözleri bana niçin söylediğini anlamadım yavrum, benim aslanımın keyfine kimse karışamaz. Dilediği kızı alır, dilediğini bırakır. Sen onun yüreğine gem mi vuracaksın?”

“Hayır, haşa. Ben öyle bir şey demedim, demem de. Yalnız Gülbeyaz’dan kurtulmak istiyorum. Bunun için de size sığınıyorum. Siz, yeni bir halayık getirtmek fikrinde değil misiniz? Ben ağlarım, sızlarım, şehzadelerimi ağlatırım, her çareye başvururum, bu dileğinize karşı korum, sizi mahcup ederim, küçük düşürürüm. Fakat siz benim şartlarımı kabul ederseniz ben de yeni gelmiş bir halayık gibi davranırım, getireceğiniz kızın şevketlu efendimize sunulmasına ses çıkarmam.”

“Neymiş şartın bakalım hırçın kız?”

“Gülbeyaz’ı gidermek!.. O ortadan kalksın, ben her şeye razı olurum.”

Turhan Sultan düşünür gibi bir tavır aldı. Nüfuzunu yıkmak istediği Gülnuş’un nasıl bir plan çevirdiğini anlıyordu. O, yeni bir halayığın -ne kadar güzel olursa olsun- kendisine kuvvetli bir rakip olamayacağını hesaplayarak esirhanedeki kızın getirilmesine muvafakat ediyor ve bunu bir pazarlık mevzusu yaparak Gülbeyaz’dan kurtulmak istiyordu.

Demek ki kendisine bir cinayet teklif olunuyordu. Gülnuş bütün kudretine rağmen, padişahın gözdeleri arasına giren bir kadını yok edemezdi. Böyle bir işi ancak valideler başarabilirdi.

Turhan, hiç düşünüp çekinmeden cani bir tasavvur ortaya koyan Gülnuş’un bu cesaretini beğendi ve onu kündeden atmayı tasarlayarak şu cevabı verdi:

“Benim kaynanamı öldürttüğümü örnek tutup Gülbeyaz’a da kıymaktan çekinmeyeceğimi sanıyorsun. Lakin aldanıyorsun kızım. Ben o günahı, aslanımın hayatını korumak için işledim. Kösem ölmeseydi biricik oğlum, senin şevketlu efendin ölecekti. Gülbeyaz’a niçin kıyayım?”

“Beni kazanmak için!”

“Ben valide sultanım, kimsenin sevgisini satın almaya tenezzül etmem.”

“Gün doğmadan neler doğar sultanım, yarın sizin yerinize benim geçmeyeceğimi kim bilir?”

“Ya, oğlumun ölümünü, kardeşlerinin ölümünü bekliyorsun, öyle mi?”

“Allah etmesin, Allah o günleri göstermesin, fakat dünya bu, umulmayan şeyler olur.”

“Dilin kurusun hınzır, yüreğimi hoplattın, bu sözü bir daha ağzına alırsan kendini yok bil!”

“Gülbeyaz sağken zaten kendimin varlığına inanmıyorum ki…”

Turhan Sultan, bahsin uzaması hâlinde tasarladığı planın suya düşeceğini anlayarak tam bir iş adamı gibi davrandı.

“Bana…” dedi. “Büyükannelik zevkini sen tattırdın. Aslanıma babalık tadını sen sundun. Vaktiyle ben de kıskançlık ateşine yandım, çok üzüntüler çektim. Bunları hatırlayınca da sana acımamak elimden gelmez. Fakat ne dilimi ne elimi günaha sokamam. Gülbeyaz’ı kendin gider, vebali senin boynuna olsun. Ben yalnız oğlumun yanında seni korurum, işi örtbas ettiririm. Daha fazlası elimden gelmez.”

“Bu da bana yeter sultanım. Yalnız Gülbeyaz’ı giderirsem şevketlu efendimin gazabına uğramaktan beni koruyacağınıza ant için.”

“Oğlumun, torunlarımın hayrını görmeyeyim, seni incittirirsem. Nasıl memnun oldun mu?”

“Bir gününüz bin olsun efem. Canıma can kattınız, derdime derman verdiniz. Şimdi esir hanındaki kızı getirtebilirsiniz.”

Turhan Sultan dudaklarını büktü.

“Bunun için…” dedi. “Senden izin mi alacaktım haspa! Oğlumu eğlendirmek için bir değil, bin kız getiririm!”

“Evet, getirirsiniz ve getiriyorsunuz da. Fakat benim de hakkım var. Gülbeyaz’ın uğruna ben o haktan vazgeçiyorum. Bu da az bir şey değildir sultanım.”

Gülnuş, kaynanasının isabetle tahmin ettiği gibi, yeni gelecek halayığın kendisini mağlup edemeyeceğini umarak en azılı rakibi olan Gülbeyaz’ı gidermeye yol bulmak suretiyle bu işten büyük bir kazanç, elde etmek istiyordu. Turhan Sultan ise ona karşı yeni ve kudretli bir rakibe çıkarırken sarayda gürültü çıkmamasını, kendine hücumlar yapılmamasını temin için bu cani tasavvura muvafakat etmekle beraber Gülbeyaz’ın herhangi bir suretle giderilmesi hâlinde ilk davacı hakkını kendine alıkoyuyordu. İçtiği antta samimi değildi ve tam sırasında Gülnuş’u itham etmekten çekinmeyecekti.

Lakin ikisi de memnundu, candan uyuşmuş görünerek esir hanındaki kız üzerine konuşuyorlardı. Turhan, bu kızın varlığını kimden öğrendiğini kısaca anlattıktan sonra harem ağalarını çağırttı:

“Sizi dövenleri nasıl cezalandıracağımızı sonra kararlaştırırız. Şimdi siz bana anlatın: Satılık kızı gördünüz mü?”

Uzun Dilaver cevap verdi:

“Gördük sultanım, gördük. Bir içim su! Ulu Tanrı övüp yaratmış, insanlara parmak ısırtmak için yeryüzüne atmış. Bir boyu var ki serpilmiş gül fidanını andırıyor. Yanakları bu boyun üstünde iki al gül… Kolların beyazlığını tarif edemem. Sultanımın halvetindeki gümüş şamdanlar o kolun yanında kalay kalır. Ya gerdanı?.. Sanki mehtabı hamur yapıp yoğurmuşlar, bir gerdan döküp bu kıza geçirmişler. Burun ona göre, göz ona göre, ağız ona göre. Hele gülümsemeye görsün: Şevketlu efendimizin inci tespihini çürük dişlerden yapılmış sanırsınız. Kızın ağzındaki inciler o kadar halis, o kadar düzgün. Dedim ya, bir içim su, ancak hünkârımızın ağzına yakışır.”

Turhan Sultan’ın gözleri sevinç içinde parlayıp dururken Rebia Gülnuş da kıskançlık hafakanları geçiriyordu, için için kıvranıyordu.

Harem ağasının son sözü üzerine haseki dayanamadı:

“Ağa…” dedi. “Şevketlu efendimizin mübarek başı için doğru söyle: Bu kız benden de güzel mi?”

Uzun Dilaver, endişeli bir mülahaza saniyesi geçirdikten sonra bir tekerleme ile işin içinden çıkmak istedi:

“Gönül kimi severse güzel odur sultanım. Velinimet efendimiz sizi beğeniyor, üzerinize toz kondurmak istemiyor.”

“Ya bu kızı benden üstün tutarsa?”

“Ummam sultanım. Çünkü siz, ilk göz ağrısısınız, unutulamazsınız.”

Turhan Sultan araya girdi:

“Bizim vazifemiz aslanımı eğlendirmektir. Bir gülle yaz geçmez, bir yıldızla gök bezenmez. Padişahların gönülleri bir yandan cennet bahçesine, bir yandan gökyüzüne benzer. O bahçede her çeşit çiçek, o gökyüzünde binbir çeşit yıldız bulunur. Esir hanındaki kız da mademki güzeldir, aslanımın gönlünde yer almalıdır, açılıp parlamalıdır. Şimdi siz kızlar ağasına gidin. Benim tarafımdan söyleyin, hemen adam yollasın, o bir içim suyu saraya getirtsin. Seninle Beşir, hakaret gördüğünüz, dayak yediğiniz için artık oraya gidemezsiniz; bu işi başka biri görmelidir.”

Ve eliyle kölelere kapıyı gösterirken ilave etti:

“Bir saraylı sövmeyi, dövmeyi, öldürmeyi bilmelidir ama sövülmeyi, dövülmeyi, öldürülmeyi öğrenmemelidir. Siz, taşra halkının tepesine basarak yürüyecek yerde iki baldırı çıplağın tepenizde davul çalmasına razı olmuşsunuz. Aslanıma söyleyip onlara siyaset ettireceğim. Fakat siz de yüzer kamçı yiyeceksiniz. Haydi defolun!”

Beşir’le Dilaver, görücülüğünü yaptıkları kız yüzünden büyük ikramlara ermek hülyasını taşıyorlardı ve bu hülya, gördükleri hakaretin merhemi olup gidiyordu.

Valide sultanın söylediği umulmaz sözler ve tayin ettiği ceza, o merhemi silip süpürmüştü ve hedef oldukları hakaret, tımarsız yaralar gibi, yeniden kanamaya başlamıştı. Fakat gökten ne yağarsa yerin kabul etmesi zaruri idi. Onlar da bu zarurete boyun eğiyorlar ve süklüm püklüm salondan çıkıyorlardı.

Valide Turhan, yakalanmak üzere bulunan güzel avın kokusunu oğluna hissettirmek için sabırsızlanıyordu, o sebeple Rebia Gülnuş’u da yürütmek istedi.

“Haydi…” dedi. “Sen de odana git. Ben aslanımı görüp şu işleri görüşeyim, içtiğim andı unutmuyorum, Gülbeyaz’ı sana bırakıyorum. Yalnız akıllı davran, beceriksizlik edip de işi yüzüne gözüne bulaştırma. Yak, duman verme. Yık, iz bırakma.”

Aynı ipte oynayan bu iki cambaz, hınç ve nefret dolu yüreklerinin karanlığını tatlı tebessümlerin ışığı içinde saklayarak ve o karanlığı birbirlerine sezdirmemeye çalışarak öpüşüyorlardı, dostça ayrılıyorlardı. Fakat ikisi de heyecan içindeydi, birbirlerini düşürmek için tedbirler tasarlıyorlardı. Valide Sultan, bu hırs ile sürüklenerek oğlunun yanına, Rebia Gülnuş da derin bir düşünceye bürünerek Gülbeyaz’ın yanına koşmuştu.

Turhan’la oğlunun görüşmeleri kısa ve tatlı oldu. Hünkâr, bir içim su olarak tasvir olunan kızın hemen saraya getirilmesine ve Serçeşme Deli Murat’la Kara Mehmet’in de hüviyetlerinin tespit olunmasına emir verdi. Harem ağalarını döven bu adamlar hakkındaki hükmünü, saraya bırakıyordu. Turhan da bu vaziyette ısrar etmedi, iki baldırı çıplak dediği adamların hemen cezalandırılmaları için ayak diremedi. Çünkü onun asıl maksadı, bir içim suyu saraya getirtmek ve bu güzellik damlasıyla Rebia Gülnuş’un teninden hünkârın ruhuna sinen tadı silmekti. Padişah böyle bir tecrübeye muvafakat ettikten sonra beriki meselenin hallini biraz geciktirmekte hiçbir mahzur yoktu.

Fakat Gülnuş ile Gülbeyaz’ın konuşmaları uzun ve heyecanlı oldu. Karışık planlar içinde yürüyen Giritli haseki, bir bardak suda boğmak istediği rakibesinin odasına girer girmez iki eline sarılmış ve titreyen bir sesle sormuştu:

“Şu odada şimdi bir yangın çıksa ne yaparsın?”

O, alık ve şaşkın, cevap vermişti:

“Kaçmaya savaşırım.”

“Kapı kapalı.”

“Kırarım.”

“Gücün yetmezse?”

“İmdat diye bağırırım.”

“Benden başka bu sesi duyan yok gibi düşün. Ben de bu odadayım, seninle birlikte yanmak üzereyim. Dışarıdan kimse yardıma gelmeyecek. O vakit ne yaparız?”

 

“El ele veririz, kapıyı zorlarız. Başaramazsak sarmaş dolaş oluruz, kıvrana kıvrana yanarız.”

“Öyle ise haberin olsun, ikimizin de yüreği ateşe atılıyor. Eğer el birliği, dil birliği yapmazsak yüreklerimiz cayır cayır yanacak. Kimse yardımımıza koşmayacak.”

“Bu yangını kim yapıyor?”

“Turhan Sultan. Çünkü seni de beni de kıskanıyor. Bizi şevketlu hünkârın gözünden düşürmek için esir pazarından kız getirtiyor. Şimdi onun yanındaydım, kulağımla işittim. Gelecek kız, ahulardan güzelmiş. Demek ki pabuçlarımız dama atılacak. Ben, iki şehzade anasıyım, nasıl olsa bir köşede tutunurum. Lakin sen mutlaka sürünürsün. Onun için ortak gibi değil, dost gibi konuşalım, ikimizi birden yakacak olan ateşi -alev saçağı sarmadan- söndürelim.”

Gülbeyaz henüz toydu, biraz da saftı. Hünkârın kendi yüreğine aşıladığı sevgi, bu saflığı sersemlik derecesine çıkarmıştı. Entrika bilmediği için bütün rakibeleriyle açıktan mücadele yapmak ister ve güzelliğinden başka kuvveti olmadığı için de sık sık inhizama uğrardı. Bununla beraber hünkârın pervanesi gibi yaşardı. Günlerce efendisinin yanına çağrılmadığı hâlde tahammülünden zerre kaybetmez ve ilk işarette gene şen, gene mesut, hünkârın ayakları altına düşerdi. Fakat saraya bir ahunun getirileceğini duyunca o derin tahammül kökünden sarsıldı, efendisini bir daha görememek endişesi yüreğinde bir yara oldu ve bu yaranın acısı zaten zayıf olan muhakemesini büsbütün sendeletti, acıklı bir telaş içinde -en baş düşman tanıdığı- Rebia Gülnuş’un ellerine sarıldı.

“Söyle ablacığım…” dedi. “Ne yapalım?”

“Yapılacak şey şudur yavrum: Yalvarmak, ağlayıp sızlamak!”

“Efendimize mi yalvaracağız?”

“Ben yalvaracak değilim. Bu işi sen yapacaksın. Çünkü ben iki şehzade anası olduğum için satılamam, atılamam. Kıskançlık göstermeye de hakkım yok. Benim üstüme gelen gelene. Lakin sen, efendimizin en son beğendiği kızsın. Ana da olamadığın için tehlikedesin. Kendini korumak hakkındır. Şimdi, hünkârın yanına gidersin, ayaklarına kapanırsın, esir pazarından getirilecek kızı kıskandığını söylersin, ağlayıp sızlarsın. Bu işten vazgeçilmesini istersin. Baktın ki aldırış etmiyor, ağzını değiştirirsin, kendini denize atacağını söylersin. Hünkâr, bu ağız dağından belki korkar, o ahu dedikleri uğursuzu satın almaktan vazgeçer.”

Gülbeyaz bu telkine uydu, hemen odadan fırladı, Turhan Sultan’ın henüz ayrıldığı bir sırada hünkârın yanına girdi, şuursuz bir atılışla ayaklarına sarıldı, acıklı kelimeler kullanarak uzun uzun yalvardı, hüngür hüngür ağladı ve onun kötü kötü güldüğünü görünce -Rebia Gülnuş’un sözünü yerine getirerek- ağız dağı da vermeye kalkıştı, ölmekten bahsetti.

Avcı Sultan Mehmet, ancak bu söz üzerine ciddi bir durum aldı.

“Aman Gülbeyaz…” dedi. “Bu işi Kandilli Bahçesi’nde yap. Çünkü şimdi ben oraya gidiyorum. Bir içim su da oraya gelecek. Sizin kayıklarınız da hazırlanıyor. Ben yeni halayığımla dernek kurarken sen dediğini yaparsın, olmaz mı?”

Ve kızcağızı yerden kaldırıp kapıya kadar götürdü, beline bir tekme vurup sofaya fırlattı.

Hünkâr doğru söylemişti, anasıyla görüşür görüşmez emir vererek kayıkları hazırlatmıştı, getirilecek kızı Kandilli akıntısının zemzemeleri arasında karşılamak üzere oradaki bahçeye gidiyordu. Hemen her gün bir tarafa gitmeyi âdet edindiği için onun kayıkları daima harekete hazır bulunurdu. Bu sebeple anasıyla haseki ve Gülbeyaz gibi gözdeler arkasından geleceklerdi.

Fakat hünkârın tahayyül ettiği gerdek kurulamadı; beklenen ahu, hazırlanan yaldızlı kafese sokulamadı ve yaratılmak istenen safa gecesi velveleli bir hiddet sahnesi oldu. Çünkü bildiğimiz gibi esir hanına giden adamlar, padişah namına peylenen dilber mahlukun zorla satın alındığını görmüşler ve dehşetle karışık bir hayret içinde saraya dönerek bu umulmaz hadiseyi kızlar ağasına haber vermişlerdi. ‘

Ağa böyle bir işin yapılabileceğine bir türlü inanamıyordu. Haberi getirenlerin çıldırdıklarına zahip olarak boyuna heriflere sözlerini tekrarlatıyordu. Lakin haberin sahih, vakıanın gerçek olduğuna kanaat getirmekte gecikmedi, sarayın temeline kundak sokulmuş veya has hazine soyulmuş gibi telaşa düştü, etekleri zil çala çala hareme koştu, Kandilli Bahçesi’ne gitmek üzere hazırlanan ve yaşmaklı feracesine sarılarak bir içim suyu bekleyen valide sultanın huzuruna girdi, büyük felaketi haykırdı.

Şimdi Turhan Sultan da alıklaşmıştı, bütün haklarından uzaklaştırılarak yeni baştan çıplak bir esire çevrilmiş ve pazara atılmış gibi ızdıraplı bir hayrete kapılmıştı. Padişah için seçilmiş bir kızı zorla alıp evine götürecek bir adamın yeryüzünde var olabilmesi kadıncağızın havsalasına sığar şeylerden değildi. Onun için alık alık bakınıyor, sık sık yutkunuyor ve farkında olmaksızın yaşmağını bozup boynuna geçiriyordu.

Neden sonra aklını başına devşirebildi.

“Bu küstahlığı…” dedi. “Yapan kim?”

“Serçeşme Deli Murat?”

“Şu bizim Beşir’i silleleyen herif ha! Bu adam gerçekten mi deli, yoksa aslanımla boy ölçüşmeye mi hevesli?”

“Orasını bilemem sultanım. Fakat bilinen şey, şevketlu efendimiz için peylettiğiniz kızı bu herifin zorla satın alıp götürdüğüdür.”

“Uğursuz deli bu kızı nereye götürmüştür, ne yapmıştır dersin?”

Sarayın baş hizmetkârı kızıl dudaklarını kara çenesine doğru sarkıttı.

“Elbette…” dedi. “Bir deliğe götürmüştür. Efendimize vekil olup dernek kurmuştur.”

“Onun derneğini başına, başını da siyaset taşına geçirmeli! Haydi sen koş, dört yana adam dağıt, Deli Murat’ın gizlendiği yeri bul, bana bildir, ben Kandilli Bahçesi’ne gidiyorum. Aslanım bari boş yere bekleyip üzülmesin.”

İşte Deli Murat’ın kapısı bu hadiselerin sonunda çalındı ve kendisi çalyaka edilip apar topar saraya götürüldü. Avcı Sultan Mehmet, o geceyi güçlükle Kandilli Bahçesi’nde geçirebilmişti. Harem ağası Beşir’e sille atan Deli Murat’ın o suçunu, belki bir içim sudan alacağı haz şerefine ufak bir ceza ile geçiştirecekti. Fakat onun bir içim suyu da alıp götürdüğünü duyunca küplere bindi, suçlunun mutlaka bulunması için emir üzerine emir gönderdi, adam üstüne adam çıkarttı, Zeyrek’teki evin bulunduğunu ve Deli Murat’ın yakalandığını haber alıncaya kadar yemedi, içmedi, oturup dinlenmedi, deniz kıyısında dolaştı durdu.

Haberin gelmesi onun hiddetini yatıştırmış olmamakla beraber sinirlerine biraz sükûn getirmişti, artık dilediği gibi hareket edebileceğini, şeri ve kanuni bütün cürümlerden üstün bir suç işlemiş olan Deli Murat’ı cezalandırmak imkânını elde ettiğini düşünerek biraz müteselli oluyordu. Fakat gene uyumuyordu. Topkapı Sarayı ile Kandilli Bahçesi arasında mekik dokuttuğu kayıklarla boyuna adam yollayarak suçlunun sorgu işini idare ediyordu, uzun bir gece Kandilli’den giden sorular ve Topkapı’dan gelen cevaplarla geçti ve sabaha doğru vakıanın her tarafı aydınlandı. Hünkâr, birbiri ardınca gelen raporları okumak, sorguda bulunan adamları ayrı ayrı dinlemek suretiyle gün doğarken Deli Murat meselesinin her yanını öğrenmiş bir vaziyette bulunuyordu.

Onun -uzun bir incelemeye müstenit olan- kanaati şu biçimdeydi: Sipahi Kara Mehmet’in ne harem ağaları işinde ne kızın zorla satın alınıp götürülüşünde müessir bir alakası yoktu. Bütün bu küstahlıkları yapan Deli Murat’tı ve bu neticeye göre de yalnız onun cezalandırılması gerekti.

Hünkâr, yapılan incelemeler sırasında Deli Murat’ın Uyvar kahramanlarından biri olduğunu, Kara Mehmet’in de adı henüz dillerde ve hatta yabancı illerde gezen kahraman topçu bulunduğunu öğrenerek endişeye düşmüştü. Uyvar’a ilk olarak bayrak diken Abbas’a kendi eliyle sorguç takmış, dirlik15 vermişti. Hemen onun kadar bahadırlık gösteren bir adamı şimdi cezalandırmayı düşünmek kendine korkunç geliyordu.

Çünkü Deli Murat gibi adamların gönüllerde tuttuğu yer pek büyüktü. Onlara ilişmek, bir ormanı ateşlemek gibi yapılması belki kolay, fakat doğuracağı yangının ne biçim alacağı bilinememek bakımından tehlikeli bir işti. Fakat hünkâr, için için endişelenmekle beraber bu vaziyette miskin davranmayı kabul edemedi. Bahadırlığa, yapılmış büyük hizmetlere saygı gösterildiğini hissettirmek için Kara Mehmet’e ilişmedi, hatta onun aranmasına da müsaade etmedi ve bu hareketiyle ileride doğabilecek her türlü fitneye karşı kendini siperleşmiş olduğuna inanç getirdikten sonra padişahlık haysiyetine vurulan darbeyi cezalandırmayı kararlaştırdı. Korku, iki kahraman arkadaştan birini kurtarıyordu. Hınç, onlardan birini felakete sürüklüyordu.

Avcı Mehmet, fikriyle hissini bu şekilde denkleştirdikten sonra ilk gün ışığı içinde kayığa atladı, Topkapı Sarayı’na geçti. Yalı köşküne adım atar atmaz bostancıbaşıya ıslıklı bir sesle sordu:

“Nerede Deli Murat?”

“Kapı ardında.”

“Şimdi kafasını kestir, başını ibret taşına koydur!”16

Bu emir, üç beş dakika içinde yerine getirildi, iki harem ağası tarafından saray hesabına görülüp beğenilen bir kızın satın alınmasını, nikâhla eş yapılmasını büyük bir suç olarak telakki etmekten hâlâ uzak bulunan zavallı yiğit Türk’ün kellesi uçuruldu. O, cellatla karşılaştığı vakit nasıl bir akıbetle yüzleştiğini anlamış, acı acı gülümseyerek şu sözleri haykırmıştı:

“Düşman kılıçlarının düşüremediği bir başı saray cellatları düşürüyor! Bu, utanılacak bir şey! Yalnız unutmayınız ki insanlar ölür, hınçlar yaşar! Bir gün olur, benim de öcümü alan bulunur!

Ve satır boynuna inerken gözlerinin önünde iki şey dalgalandı: Uyvar’a diktiği bayrak, bakir bir dulun beklediği boş yatak!..

***

Kara Mehmet, faciayı sipahiler hanında kahve içip çubuk tüttürürken haber aldı, o, delidolu arkadaşının şen bir yüzle gelip kendini bulacağını umuyordu ve gerdek gecesinin hikâyesini dinlemeye hazırlanıyordu. Gerdeğin mezara çevrildiğini, Deli Murat’ın öldürüldüğünü işitince elemli bir hayrete kapıldı, ilkin “Yalan!” diye haykırdı, sonra uzun uzun ağladı.

Ünlü bir sipahi gözünden dökülen yaş, barut fıçısına akıtılan alev gibidir, mutlaka infilak yapar. Kara Mehmet’in ağladığını gören sipahiler de kıvılcım yağmuruyla karşılaşmış küme küme barut gibi korkunç bir durum almışlardı, homurdanıyorlardı. Fakat Mehmet, ateşlediği fıçıyı bir zelzele yapmadan söndürmeyi de becerdi, mendilini kuşağına sokup ayağa kalktı, kendini çerçeveleyen yoldaşlara yalvardı:

“Saraya karşı zinhar dil uzatmayın. Yedi düvel pusuda. Biz burada fitne çıkarırsak onlar fırsat bulup sınırları aşarlar. İyisi mi şu yapılan kepazeliği de duymazlığa gelmektir. Varsın hünkâr, Deli Murat’ın kanıyla sakalına kına koysun, elbet sırası gelir, o kına yıkanır!”

Ve münakaşaya yer bırakmamak için iki genç sipahiye eliyle işaret etti:

“Doğan sen, Gökdemir sen, benimle bile gelin. Saraya gidelim, Deli Murat’ın kellesiyle bedenini alalım, namazını kıldırıp gömdürelim. Geç kalırsak zavallıyı balıklara yem yaparlar.”

Saray, bir hak ister gibi davranan bu üç sipahi önünde mürai bir yüz takındı, yerde sürünmemesi için cesedin denize atıldığını söyledi ve yalnız ibret taşı üstüne konulmuş olan kelleyi verdi. Artık ağlamayan Kara Mehmet de aziz dostunun mütehayyir bir bakış taşıyan başını öpüp koçtuktan17 sonra mendiline sardı. Sipahi hanına girdi ve muhteşem bir alay kurarak namazını kıldırdı, bir mezarlığa kendi eliyle gömdü.

Şimdi ondan dul kalan güzel kızı düşünüyordu. Arkadaşının Bülbül Hatun dediği bu genç mahluk ne olacaktı? Daha yirmi dört saat önce esirlikten kurtulan Bülbül, hürriyet zevkini kana kana tatmadan, hatta o zevkin var olduğunu anlamadan gene kediler, köpekler, kurtlar eline mi düşecekti?.. Kara Mehmet, kardeşten üstün tuttuğu Deli Murat’ın dul karısına böyle bir akıbeti layık göremiyordu, olanca kuvvetiyle onu korumak istiyordu, fakat nasıl?..

 

Mert sipahi bu düşüncenin ızdırabı içinde kıvranırken Zeyrek’teki evin ihtiyar bekçisi hana geldi, geceleyin evden alınıp götürülen Murat Ağa’nın hâlâ dönmediğini, gelin hanımın tasalandığını ve kendisini görmek istediğini söyledi. Ölüm tehlikesi sezdiren herhangi bir davet önünde küçük bir sendeleyiş duymayan Kara Mehmet, Bülbül Hatun’un yanına gitmekten enikonu korkuyordu. Matemli bir kadın, zulmün dul bıraktığı bir gelin ona yaklaşılmaz bir felaket gibi ürkünç geliyordu. Bununla beraber vicdanına düşen borcu hemen ödemek lazım geldiğini de takdir ediyordu. O sebeple içi yana yana kalktı, ihtiyar kadının ardına düştü, daha kurulurken çöküvermiş olan talihsiz yuvaya gitti, yüzünü gözünü örterek yanına çıkan sahipsiz Bülbül’le karşılaştı ve onun ağzını açmasına zaman vermeden felaketi haber verdi:

“Bacı…” dedi. “Deli Murat göçtü. Artık sen dulsun, ben öksüzüm! O senin kocandı benim de kardeşim. İnsanlar, kardeş yetimi de olurlarmış, bunu yeni öğrendim. Şimdi karşı karşıya geçip ağlamalıyız. Lakin ne faydası var?.. Kesilen başlar, dökülen yaşlarla yerine gelmiyor, bir giden bir dahi geri dönmüyor. Onun için ağlamayı, sızlamayı bir yana koy da yarasını kendi tımar eden yiğitler gibi davran: Nideceksin, tek başına ne yapacaksın? Sığınacak yerin, yiyecek ekmeğin var mı?..”

Bülbül Hatun, kara ve kapkara bir düş görüyor gibiydi, kocasının göçtüğünü, kendisinin dul kaldığını söyleyen, fakat bu facia karşısında ağlamamayı tavsiye eden Kara Mehmet’in deli mi, divane mi olduğunu kestiremiyor ve bu söylenen sözlere mukabil ne yapacağını da tayin edemiyordu. Ruhi bir karanlık ve kargaşalık içinde hafakanlar geçiriyordu. Ancak Kara Mehmet’in susması üzerine dağınık aklına biraz düzen verebildi, kekeleye kekeleye sordu:

“Erim nerede kaldı ağa, ben onu bekliyorum.”

Kara Mehmet, gamlı gamlı başını salladı:

“Erin göçtü kızım, göçtü!”

“Nereye göçtü?”

“Yerin altına, denizin dibine!”

“Anlamadım ağa. Ne diyorsun? Eşimin yerin altında, denizin dibinde işi ne?”

“Kader yavrum, kader! Rahmetli Murat, seni satın almakla padişahı kızdırdı, senin uğruna can verip gitti. Şimdi başı toprakta, bedeni denizde yatıyor.”

Bülbül Hatun, faciayı yarım yamalak kavramıştı, feryadı koparmıştı. Kara Mehmet, uzun bir lahza onun dövünüp ovunmasına müsaade ettikten sonra ellerini tuttu.

“Bunlar…” dedi. “Boş şeyler. Demin de söyledim ya, ağlamaktan fayda çıkmaz. Bize düşen yarını düşünmektir.”

Ve kızcağıza vaziyeti açıkça anlattı, kendinin sefere aşmak mecburiyetinde bulunduğunu, o sebeple Deli Murat’tan miras kalan vazifeleri yapmakta güçlük çekeceğini söyledi, sonunda şu mülahazayı ileri sürdü:

“Sana yardım etmek kolay, üç beş kuruş param var, veririm, geçimini gözetirim. Lakin seferde başıma bir iş gelirse gene kimsesiz kalırsın, sıkılırsın, iyisi seni yanımdan ayırmamak, beraber götürmek.

Bunun için de senin ata binmen, er kılığına girmen gerek. Bilmem ki doludizgin at koşturmak; dağlar, dereler aşmak elinden gelir mi?.. Bu işleri gözüne kestirirsen seni kendime veldeş gösteririm, yanımda gezdiririm. Belki bahtın açık olur, iyi bir kısmet ele geçer. O vakit ben, kimseye sezdirmeden seni yeniden everirim. Yok, böyle olmaz da ben kötü bir kurşuna, kör bir kılıca kurban gidersem tımarım sana kalır, bizim ocak da dişi bir sipahi kazanır.”18

Sesini kesmiş lakin gözyaşlarını dindirememiş olan Bülbül Hatun, anlamadığı bir dille konuşan Kara Mehmet’i şuursuz bir teslimiyetle dinlerken o, biraz eğildi ve fısıldadı:

“Kocanın öcünü almak için de böyle yapmak zorundayız. Yan yana bulunalım ki fırsat elverince Deli Murat’ın diyetini devletlilere ödetelim. Sen burada oldukça, ben sınır boylarında dolaştıkça öç işini yürütmek güç olur.”

Öldürülen eşinin öcünü almak fikri, Bülbül Hatun’a bir değişiklik getirdi, nemli gözleri parladı, boynu dikildi, göğsü kabardı ve dudaklarında erkekçe bir sayha gürledi:

“Canımı bu yola korum ağa! Tek sen, beni sana emanet koyup göçen kardaşlığını unutma.”

Artık anlaşmışlardı, rahmetli Murat’ın hatırasını kutlamakla beraber onun intikamını almak fikrini her şeye tercih ediyorlardı, hep o mevzu üzerinde konuşuyorlardı, Kafkas dağlarında on on iki yıllık ömrünü eyersiz atlar üzerinde geçirmiş, uçurumlu ve korkunç ormanlar içinde dolaşa dolaşa korkuya karşı yüreğini kapalı tutmayı öğrenmiş olan Bülbül, erkek kıyafetine girmekten, uzun yürüyüşler yapmaktan ve savaşa atılmaktan hiç de perva etmiyordu. Bütün bunlara, kendini esirlikten çıkarıp hür yapmış olan Deli Murat’ın öcünü almak için katlanacağını düşündükçe kadınlıktan hakiki surette uzaklaşıyormuş gibi zevk ve heyecan duyuyordu.

Kara Mehmet, ağır ve acı bir dürüstlükle kısa yoldan yürümüş, en mühim bir işi en kolay surette halledivermişti. Artık memnundu, zulme uğrayan kardeşliğine karşı borçlu olduğu vazifeleri başaracağına kanaat getirmişti. Tasarladığı işlerin yapılmasındaki güçlüğü takdir etmiyor değildi. Fakat dul kızın gösterdiği uysallık kendine yürek kuvveti getiriyordu. Bu kuvvetle her güçlüğü yeneceğine şüphe etmiyordu.

Bu güvenle evden ayrıldı, bir sipahi veldeşine gerekli olan eşyayı hazırlamak üzere çarşıya gitti. O devirlerde sipahilerin yalnız veldeşleri değil, yeniçeriler gibi civelekleri de vardı. Akıncıların kökü kuruduktan sonra yanlarında böyle genç yoldaşlar taşımak âdeti sipahilere intikal etmişti. Kara Mehmet, mesleki haysiyetine çok bağlı ve anadan doğma savaş kurdu olduğu için sipahilerin ne veldeş ne civelek taşıma âdetlerine iştirak etmiyordu. Fakat Deli Murat’ın karısını kimsesiz ve bakımsız bırakmamak düşüncesiyle şimdi o âdetten istifade etmek ve Bülbül Hatun’u genç bir erkek kılığına sokarak veldeş tanıtarak yanında gezdirmek istiyordu.

Bunun için at, kılıç, tolga, cepken, sıkma ve çizme tedarik etmek lazımdı. Kara Mehmet, bir iki saat içinde bunları satın aldı ve atı sipahi hanı ahırlarına koyarak öbürlerini eve getirdi, Bülbül’ün saçlarını kendi eliyle kesip bir veldeşe yakışan şekle soktu, sipahiler arasında nasıl davranmak icap ettiğini uzun uzun anlattı.

“Ben…” dedi. “Şimdi gidiyorum. Bayrak ağalarına bir veldeşim olduğunu haber vereceğim. Yarın gelirim, seni alıp götürürüm, el öptürüp yoldaşlara tanıtırım. Sen hele bu geceyi evde geçir, gözlerini de sabaha kadar kurut.”

Fakat içi yanıyordu, Deli Murat’ın acıklı ölümünü bir türlü unutamıyordu. Bülbül’e karşı takındığı sakin vaziyeti, yalnız başına kalınca kaybetmişti. Ahlayıp pufluyordu. Bu sebeple hana gitmedi, bütün İstanbul’u bir serseri gibi dolaştı, şununla bununla hiçten sebeplerle dalaştı, yatsıya kadar bir yerde oturup dinlenmedi. Bütün evlerin ışıkları sönmeye başlarken o hâlâ sokaktaydı ve Yemiş İskelesi önlerinde bulunuyordu.

Maviliğini göğe devredip yarı esmer bir yüz gibi görünen deniz, her sırra ve her derde yer veren temiz bir kucağı andırıyordu. Kara Mehmet, bu kucağa yaslanarak yasını dinlendirmek, ruhunu doya doya dinlemek ihtiyacına kapıldı, uyumaya hazırlanan kayıkçılardan birine yaklaştı.

“Hemşeri…” dedi. “Bana Topçu Kara Mehmet derler, ünlü bir sipahiyim. Geceyi denizde geçirmek istiyorum. Top başında nişan almayı, at sırtında pala sallamayı bildiğim kadar kürek çekmesini de bilirim. Kayığını bana bırak, bir köşede tatlı tatlı uyku kestirmeye bak.”

Sözüne üç beş akçe de kattığı için kayıkçı “Hayhay yiğidim.” demek zorunda kaldı ve Kara Mehmet, iki üç dakika sonra denize açıldı. O devirde ne köprü vardı ne rıhtım. Yeni Cami de henüz yapılıp bitirilmişti ve ön merdivenlerini denize kadar uzatıyor gibiydi. Gamlı sipahi, kayığı yürüterek açığa çıktı, Anadolu yakasına doğru kürek çekmeye koyuldu. Sarayburnu’ndan uzak kalmak istiyor ve oraya bakmaktan acı bir haşyet duyuyordu. Yüreği hep Anadolu tarafına akıyordu. Vaktiyle akıncılar Rumeli’nin göğsünde, sipahiler Anadolu’nun koynunda yetişirler ve yeniçeriler sarayın kucağında beslenirlerdi. Akıncılarla sipahiler arasında ayrılık gayrılık yoktu. Bir sipahi kolaylıkla akıncı olabildiği gibi her akıncı da zaten sipahi idi. Fakat bu iki askerî zümre, sebebini kendileri de takdir etmedikleri hâlde, yeniçerilere neyzen bakışıyla19 bakarlardı. Yeniçeriler de onları için için kıskanırlardı. Akıncılar, kaynağı kuruyan bir kan seli gibi kaybolup gittikten sonra sipahiler yetim kalmışlardı ve yeniçeriler bu yetimlikten istifade ederek onları zaman zaman hırpalamışlardı. Artık bir sipahi için İstanbul, uğursuz bir köşeydi ve o köşeden uzak kalıp Anadolu’da yaşamak zaruret hâlini almıştı.

Kara Mehmet, şuur altında yaşayan bu zarurete şimdi daha kuvvetli surette kapılıyordu ve Sarayburnu’na uzak kalmak istiyordu. Elleri hep bu dileğe uyarak kayığa karşı yaka istikametini veriyordu.

Bir aralık kürekleri bıraktı, bulunduğu yeri tayin etmek istedi, Kandilli önlerine geldiğini anladı, Yemiş’ten oraya nasıl ulaştığının farkında bile değildi. Gözünde Deli Murat’ın kesik başı, kulağında onun gür sesi dolaşa dolaşa işte bir çırpıda bu mesafeyi aşmıştı.

Kara Mehmet mazlum dostundan selamlar getirir gibi mırıldandığını kuruntuladığı akıntıya kulaklarını verdi, bir müddet o uhrevi sesi dinledi, sonra yanık yanık içini çekti, gözlerini bahçeye dikti. O tarihte Kandilli Bahçesi padişahın en sevdiği tenezzüh20 yerlerinden biri idi. Sahilin üst yanındaki büyük kayaya oturtulan yarım düzine köşk ve geniş bir bahçe, bu zevk yuvasına zarif bir endam çiziyordu.

15Dirlik, maaş karşılığıdır. Geçim temin eden gelir demektir. Devletçe tahsis olunan maaşlara ekseriyetle dirlik denilirdi. (y.n.)
16“Tarafı padişahîden iştira olunacak bir cariyeyi mukaddem Serçeşme Ağa alıp vaty etmekle barigâhı muallâ önünde boynu vuruldu.” (Silahtar Tarihi, c. 1, s. 651)
17Koçmak: Kucaklamak. (e.n.)
18Veldeş, Genç Osman hadisesinden sonra sipahilerin dirlik tahsis ettirdikleri oğullarına ve akrabalarına verilen addır. (y.n.)
19Neyzen bakışı: Yan bakış, göz ucuyla ve üzüntülü bakış. (e.n.)
20Tenezzüh: Gezinti. (e.n.)