Viyana Dönüşü

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Fakat sahibinin takındığı vaziyetten pirelenmişti, kendisinin bu yiğit erkeğe satılmak istenmediğini görerek mütehayyir ve müteessir oluyordu. Kız, müşterinin şu yanık yalvarış ve verilmek istenilen rüşvet üzerine pazarlıktan cayabileceğini düşündüğünden bir hamle yapmak istedi. Dayanılmaz bir işve içinde Deli Murat’a doğru yürüdü, hiçbir sazın taklit edemeyeceği kıvrak bir sesle şu sözleri söyledi:

“Ben bağlama da çalarım efem, oynarım da efem!..”

Deli Murat’ın heyecanı bu sözleri duyar duymaz son hadde yükseldi ve kekeleye kekeleye cevap verdi:

“Gönül de çalarsın yavrum, akıllar da oynatırsın kızım! Seni görüp de bu marifetlerini anlamayacak adam bulunur mu?”

Esirci işin sarpa sardığını anladı. Kızın müdahalesi bütün ümitleri altüst etmiş oluyordu. Bununla beraber bir tecrübeye daha girişmek istedi:

“Ağa…” dedi. “Bu kızdan vazgeçip de başka birini seçersen sana yüz altın da kahve parası veririm.”

Serçeşme kötü kötü gülümsedi ve herife karşılık vermeye lüzum görmeyerek kızın yanına sokuldu, bir elini omuzuna koydu.

“Bülbül hatun…” dedi. “Beni beğendin mi?”

“Sizi Tanrı övüp yaratmış. Kim beğenmez ki efem?”

Uçmak, havalanmak ihtiyacını duymaya başlayan Deli Murat, kendini zorla zapt ederek sordu:

“Benimle baş göz olmak, beraber yaşamak ister misin?”

“İsterim efem.”

“Öyleyse düş önüme. Yarım saate varmadan nikâhımız kıyılacak, bir saat geçmeden de gerdeğimiz kurulacak!”

Ve koynundan bir kese altın çıkarıp esircinin önüne attı:

“Bunun içinde iki yüz temiz duka altını var. Yarısını Bülbül Hatun için veriyorum, yarısını da sadaka olarak sana bağışlıyorum. Yalnız bir örtü ver de Bülbül’ü sarayım.”

Esirci, yeni ve bambaşka bir telaşla Deli Murat’ın dizlerine kapandı, inledi:

“Saraylılar bu kıza beş yüz altın paha biçtiler. Siz iki yüz duka veriyorsunuz.”

Serçeşme, önünde sürünen adamın hayrete değer bir ustalıkla cübbesini çekip çıkardı, Bülbül Hatun diye anmaya başladığı güzel kızın üstüne geçirdi ve gene herifin belindeki şalı çözerek Bülbül’ün başına sardı.

“Bizim bir akçemiz…” dedi. “Sarayın bin akçesine bedeldir. Sen hesabını ona göre yürüt, Bülbül Hatun’la beni de artık unut!”

Kız, o güne kadar eşini görmediği bu garip alışverişin zevkiyle gülüp duruyordu. Esir pazarlarında yaşayıp giden ananeye göre satılan kızların, muamele tekemmül ettikten sonra, eski sahiplerine saygı göstermeleri ve onların elini öpüp veda etmeleri lazımdı. Bülbül Hatun bu lüzumu da hatırlamayacak derecede sevinç içindeydi, kırk yıllık bir dostu imiş gibi Deli Murat’a sokulmuştu.

Esirci, ne yandan bakılsa zarar gösteren bu hadisenin verdiği sersemlikle, çömeldiği yerde bön bön bakıp duruyordu. Belinden şalını, üstünden cübbesini alan zorba müşteriyi kızdırmaktan korkmakla beraber saray adamlarının peyledikleri bir kızın böyle alınıp götürülmesine de tahammül edemiyordu. Hele yarım saat önce beş yüz altın paha biçilen bir malın iki yüz altına alınmak istenilmesi büsbütün gücüne gidiyordu. Fakat vaziyeti düzeltecek bir yol bulamayarak hayret ve ızdırap içinde kıvranıyordu.

İşte bu sırada Kara Mehmet araya girdi:

“Murat…” dedi. “Yaptığın işi beğenmedim. Şu adamın başını derde sokuyorsun. Bari yüz altın daha ver de gönlü hoş olsun.”

Ve sonra esirciye döndü, şu öğüdü verdi:

“Helal paranın hayrı vardır, bizim azımızı çoğa say. Saraya karşı da bir düzen kullan. Söz gelimi kızın kaçtığını söyle. Çünkü bizim arkadaşın pençesinden kız almak, ecel elinden ömür kurtarmak kadar zor bir iştir. Onunla canciğer kardeşken ben bile kendime güvenemem, böyle bir işe girişemem. Onun için kazaya rıza deyip susmalısın, kısa günün kârını da hoş görmelisin. Haydi Allah’a ısmarladık.”

Deli Murat, Bülbül Hatun’la meşgul olduğu için bu sözlerin yarısından çoğunu duymadı. Fakat Kara Mehmet’in tavsiyesini dinlemezlik de yapmadı, bir kese altın daha çıkararak esirciye verdi ve güzel kızı önüne katarak odadan çıktı.

Bütün esirciler sarayca peylenen bir malı zorla satın almak cesaretini gösteren iki yiğit adamı hayran ve korkak bakışlarla teşyi ediyorlardı.10 Onların eli boş gitmediklerini gören öbür kızlar ise kıskançlık ateşine sarılarak gene pencerelere dökülmüşlerdi, bir kaplana eş olmuş ceylan şuhluğuyla salına salına uzaklaşan arkadaşlarını seyredip hayıflanıyorlardı.

Han kapısını, ferman dinlemez yiğitler şerefine henüz açık tutan esirhane emini, onların yaptıkları alışverişten kendi hissesini almaya hazırlanıyordu. Fakat berikiler sade bir selam verip geçmişler ve herifin hülyasını hayrete çevirip gitmişlerdi. O, kaybettiği öşrün acısını ancak hain bir mülahaza içinde eritmek yolunu buldu, müşterilerin arkasından mırıldandı:

“Bana öşür vermemek elinizden gelir amma hünkâr için beğenilen kızı almak suçunun hesabını vermemek elinizden gelmez. Biraz sonra görüşürüz ağalar!..”

***

Deli Murat, evlenmeyi tasarlayıp da Kara Mehmet’le görüşmeye gelirken her şeyi düşünmüş ve bütün hazırlıkları yapmıştı. Zeyrek Yokuşu’nda kiraladığı ev, gelin hanımı bekliyordu. Yaşlı bir kadın da bu minimini gerdekte bekçilik yapıyordu. Murat, handan çıktıktan ve Kara Mehmet’le vedalaşıp ayrıldıktan sonra doğru eve gitti. Bülbül Hatun’u giyindirip kuşandırdı, bekçi kadınla hamama yolladı, kendisi de mahalle imamını ve mahalleliden dört kişiyi çağırdı, satın aldığı ve adını Bülbül koyduğu kızı esirlikten çıkarıp azat ettiğini söyledi, usulü dairesinde bir azat kâğıdı yazdırıp imzalattı ve o adamları, Bülbül’ün hamamdan dönüşüne kadar alıkoydu, kız gelince de nikâhını kıydırdı.

Deli Murat, ömrünün ilk şen gecesini yaşıyordu. Onun kurduğu gerdek minimini bir şeydi. Fakat saf yürekli adama uçsuz bucaksız bir meydan gibi geniş görünüyordu. Tek mumlu şamdan, odadaki karanlığın ancak bir noktasını beyazlatabildiği hâlde Murat, nur içinde yürüyormuş gibi engin bir ışık hazzı buluyordu. Yanı başındaki kadın, açık kollu ve açık göğüslü cepken giyerek yere inmiş bir mehtap gibi yiğit adamı tepeden tırnağa kadar aydınlatıyordu. Bekârlığın yıldızsız bir gece olduğunu bu gülümseyen, tatlı tatlı konuşan mehtabın nurunu emmekle anlıyordu ve kırk uzun yıl, yüreğini geceye sarıp yaşadığı için enikonu hayıflanıyordu.

O, gerdeklerde ulu orta konuşulmayacağını bilenlerden olmakla beraber aşk kasideleri haykıracak ağza malik değildi. Duyuyordu, fakat duyduklarını kelimeleştiremiyordu. Bazen yüreğindeki heyecan, dudaklarına kadar yükseldiği hâlde onu yutmak mecburiyetinde kalıyor ve sonra kızarıp bozararak karısına sokulup kekeliyordu:

“Sana diyecek nelerim var, bilsen?”

Lakin dakikalar geçtiği hâlde bu denilecek şeyleri bir türlü açığa vuramıyordu. Nihayet bir muhavere mevzusu buldu, kendi hayatını anlattı, kimdi, kimin nesiydi? Nerede doğmuştu, şehit babasından kalan tarlayı nasıl satıp leventliğe çıkmıştı? İlk savaşı nerede yapmıştı, ilk yarayı nasıl almıştı?.. Bütün bunları, arkadaşına tatlı masallar anlatan bir çocuk saffetiyle hikâye ederken ara sıra duruyor ve soruyordu:

“Sıkılmıyorsun, uykun gelmiyor, değil mi?.. Hele biraz daha dinle, konuşmak keşiği11 sana gelecek. Sonra uyuruz!”

Kız, rüyalı bir bakışla onu sararak hikâyeyi dinliyor, gittikçe artan zevkini silinmeyen bir tebessüm içinde hissettirerek için için gecenin ebedîleşmesini diliyordu. Deli Murat ona, bir cennet adamı gibi göz kamaştıran garabetler tattırıyordu. Yiğit Türk’ü dinlerken bazen gözünün önüne esirciler ve esir pazarında zaman zaman gördüğü müşteriler geliyordu. O vakit ıztırarî bir zihin ameliyesiyle mukayeseler yapmaya girişiyor ve kocasıyla onların arasındaki hesaba sığmaz farkı apaçık görerek yeni bir zevkin, yeni bir hazzın sarhoşluğuna kapılıyordu. Sabahleyin beğendiği erkeği şimdi seviyordu, onun yanında bulunmaktan, onu dinlemekten mesut oluyordu.

Deli Murat, kendi hayatını beşikten gerdeğe kadar hülasa edip anlattıktan sonra eşinin ellerini tuttu:

“Şimdi…” dedi. “Keşik senin. Kimsin, nerelisin, şu yaşa kadar neler görüp geçirdin? Birer birer anlat ki birbirimize yabancı kalmayalım.”

Kız, derin derin içini çekti, gamlı gamlı hayatının tarihini fısıldadı. Bu tarih kısa idi, bir satırlıktı. Fakat Deli Murat’ı yüreğinden yaralamaya kâfi gelecek kadar acıklı bir belagat taşıyordu. Yiğit levent, bu mahzun tarihin her kelimesini ruhuna sindirdikten sonra kızı okşadı.

“Bu âdet…” dedi. “Çok kötü. Düşmanı atından yıkıp bağlamayı, esir edip pazar pazar dolaştırmayı anlarım. Çünkü onun da elinden gelse beni ipe saracağını biliyorum. Fakat hırsızlar gibi sinsi sinsi yürüyerek, orman köşelerinde saklanarak, bahçelerde pusu kurarak pınardan su doldurmaya, korudan ağaç kesmeye, tarladan çilek derlemeye giden masum kızların üstüne atılmak, onları ana kucağından çalmak, uzak ülkelere götürüp satmak günah! İşte bak, seni de böyle aşırmışlar. Suçun ne, taksirin ne?.. Ya o adamlar, bu işi yapmak hakkını nereden alıyorlar? Doğrusu üzüldüm! Onlarla yüzleşsem, yüzleşebilsem vallahi dayanamam, senin öcünü alırım.”

Kız, bahtiyar bir tebessümle eğildi, kocasının ellerini öptü.

“Kötülükten…” dedi. “İşte iyilik de çıkıyor. Beni çilek bahçesinden kaçırmasalardı, İstanbul’a getirip pazara çıkarmasalardı seni bulabilir miydim?”

Kızın dudaklarında al bir tebessüm olan saadet, şimdi kızıl bir alev gibi Deli Murat’ın damarlarına geçmişti. O bir lahzalık temas, bir iki saatten beri mahpus kalan iştiyakları, ihtirasları kamçıladığından Serçeşme, artık çılgın bir sabırsızlık geçiriyordu. Kız, sözünü bitirir bitirmez o, yerinden fırladı.

 

“Di gel Bülbül!” dedi. “Biraz da kafeste öt!”

Kafkas dağlarının bir köşesinden yakalanarak İstanbul’a getirileli bu gerçekten güzel mahluk, öz yurduyla kendi arasındaki mesafenin artık aşılmaz bir çöl hâlini alacağını, fakat hayalinin derinliklerinde yaşayacak bu çöle karşı benliğinde -çiçekli, ışıklı- yeni bir âlem açılacağını anladı. Kapanmak üzere bulunan hayatını tek bir saniye içinde uzun uzun selamladı, anasının artık silikleşen yüzünü, son defa olarak gözlerinde belirip sönen iki katre yaşla öptü ve yeni ömrünün eşiğine doğru yürüdü.

Bu eşik basit bir yataktı ve Deli Murat’ın heykelimsi endamını taşıyordu. Bülbül Hatun, bahtiyar bir uysallıkla orada eğildi, içine atılacağı yeni hayatın kapısını açar gibi derin bir huşu içinde kocasının çizmelerine el attı. Onları çıkaracak ve sonra, kendine düşen her vazifeyi yapacaktı.

Deli Murat, Uyvar Kalesi’ne atıldığı dakikanın heyecanından daha büyük bir tahassüs içindeydi, o atılışta vurmak, kırmak, devirmek, öldürmek hırsı kılavuzluk ediyordu, şimdi damarlarında tutuşan atılmak ihtiyacını ise sevilmek ve sevmek, okşamak ve okşanmak ihtirası kamçılıyordu. Uyvar önünde sağını solunu ve yeri, göğü kıpkızıl görüyordu. Şimdi ise karşısında muattar bir pembelik, irade eriten nefis bir yumuşaklık buluyordu. Hayat artık, onun gözünde de kıymet almıştı ve bu kıymeti, dizine oturttuğu mehtap veriyordu.

Bülbül Hatun, kendine kafes olarak gösterilen köşenin nasıl bir âlem sakladığını düşünerek için için titriyordu. Bu titreme, zevkli ve sarhoşlatıcı bir hâlet olmakla beraber idrakinin düzgün işlemesine engel oluyordu. Yapıştığı çizmeyi iki uzun dakika içinde çıkaramaması da bu yüzdendi, titreyişindendi.

Deli Murat, sabırsızlığını taşıran bu beceriksizliği sert bir müdahale ile gidermek istedi:

“Sen…” dedi. “Kendi cepkenini at. Ben çizmemi çıkarırım.”

Ve sonra birden hatırlayarak gülümsedi:

“Az kaldı, unutuyordum. Senin yüz görümlüğün koynumda, krala verdiğim söz de boynumda duruyor. Aman, şu emaneti vereyim de yükten kurtulayım.”

Bilmeyiz, bu âdete uyanlar köşede, bucakta kalmış mıdır? Bir zamanlar gelinlere yüz görümlüğü verilmek, evlenme merasiminin en mühimlerindendi. Gerdeğe konulan çiftler, hemen umumiyetle, orada birbirini tanıdıkları ve bu ilk karşılaşmadan -hele kızlar- süreklice heyecan duydukları için yüz görümlüğü vermek usulü ihdas olunmuş ve bu rasimenin yapılmasıyla gelinlerin heyecanını gidermek gayesi güdülmüştü. Konuşamayacak kadar heyecana kapılan gelinler, kocalarının “Adın ne?” gibi manasız sorularla açmak istedikleri muhavere kapısından uzak kalırlar ve bazen dakikalarca dilsiz dururlardı. Güveyler işte bu durumda -içtimai vaziyetlerine veya nikâhtan önce yapılan pazarlığa göre- koyunlarından -gerdanlık, beşibirlik, broş, yüzük gibi- bir şey çıkararak geline sunarlar ve bu tılsımla onun dilsizliğini gidererek tatlı tatlı konuşmaya koyulurlardı.

Bu âdetin gülünç, fakat dikkate değer bir tarafı da vardı. Seyrek ve pek seyrek de olsa bazen bir gelinin soğukkanlı, daha doğrusu tabii davranarak kocasının sorularına karşılık verdiği görülürdü. Bu vaziyette güvey, yüz görümlüğü takmak borcundan kurtulmuş sayılırdı. Çünkü o vergi, konuşmayan gelinin dilini açmak için konulmuştu. Kadın, kendiliğinden konuşunca vergiyi almak hakkını kaybetmiş olurdu. Bundan dolayıdır ki gelinlere, gerdek gecesi vazifelerini öğreten yengeler, ilk öğüt olarak güveyin ayağına basmaya çalışmalarını, bunu yaparlarsa kocalarına hâkim olacaklarını söylerler ve onun ardından aptallık edip yüz görümlüğü almadan konuşmamalarını tembih ederlerdi!..

Bülbül Hatun, ananeye göre, yüz görümlüğü alamazdı, çünkü konuşmuştu. Esir pazarından satın alınmış bir kız olmak sıfatıyla da esasen böyle bir armağana liyakati yoktu. Lakin Deli Murat, yıllardan beri taşıdığı elmas dertten kurtulmak için evleniyordu. Erdel kralına verdiği sözü yerine getirmek, onun için dokuz yaşına girmiş bir ülkü idi. Artık bu ülküye ermek gerekti, zemin de hazırlanmış bulunuyordu. Ondan dolayı çizmesini çekip atmadan, hatta palasını çıkarıp duvara asmadan o işi yapmak istedi, elini koynuna sokup kadife mahfazayı çıkardı, büyük çapta elmas yüzüğü aldı.

“Getir Bülbül, parmağını.” dedi. “Şunu takayım!”

Elmasın belki adını duymamış olan güzel kız, gözlerine doğru yükseltilen pırıltılı taşın kıymetini kavramakta gecikmedi. Çünkü kadındı ve kadınlar kendi ruhlarındaki ışıktan birer parça taşıyan elmasları, zümrütleri, yakutları, akraba tanıyarak severler!..

Deli Murat, uzattığı taşın karısında uyandırdığı sevinci sezdi ve onun yumuşak elini pençesinin içine alarak uzun uzun okşadıktan sonra yüzüğü bir parmağına geçirdi. Fakat başka bir nurlu madenden yapılmış gibi temas ettiği eli aydınlatan o zarif parmağa bu yüzük bol gelmişti, bırakıldığı vakit çevriliyor ve elmas taş yana doğru bükülüyordu.

Serçeşme, kuvvetli bir tazyikle halkayı daraltmak istedi. Lakin bunu yaparsa yüzüğün yamrı yumru olacağını düşünerek vazgeçti.

“Gördün ya…” dedi. “Bu yüzük senindir, dokuz yıldan beri senindir. Ben bir emanetçi gibi onu koynumda taşıdım. Hem üzüle üzüle taşıdım. Çünkü iğreti mal ancak tellal sırtına yakışır. Bense levendim, ünlü bir levendim, bugüne bugün Serçeşme’yim. Benim olmayan bir malı taşımaktan hoşlanmam. Lakin ne yazık ki parmağına bol geldi. Yarın inşallah Kuyumcular Çarşısı’na giderim, halkayı daralttırırım, gün batmadan yanına gelip gün ışığı altında parmağına takarım. Hele şimdi kutusuna koyalım, biz kendi işimize bakalım.”

Deli Murat, duyduğu üzüntüyü bu teselli ile giderdikten ve yüzüğü mahfazasıyla gene saltasının cebine koyduktan sonra eğildi, çizmesini çıkarmaya hazırlandı. Eli çizmesinin, gözü de cepkenini çıkarmış, yeleğini atmaya hazırlanmış olan Bülbül Hatun’un topuğunda idi.

Sabırsızlığına rağmen acele etmiyordu, ihtiraslı hülyalarla dolu bakışlarını o mevzun topuktan ayırmıyordu.

Bu sırada sert sert kapı çalındı ve amir bir sesin gürültüsü henüz biçimi bozulmayan gelin yatağına kadar geldi. O gürültüde şu kelimeler dalgalanıyordu:

“Aç bre Serçeşme, biz saraydan geliyoruz!”

Saray ve Serçeşme!.. Bu, gökle yer gibi birbirlerine milyonlarca fersah uzak mefhumlardı. Göğün yere inmesi ne kadar imkânsızsa sarayın şu kapıya gelmesi de o derece inanılmaz bir şeydi. Fakat bütün cihanı eşiğine cezbetmek isteyen mağrur saray, bazen arzularını uşaklar ağzıyla kulübelere de tebliğ ettirirdi. Bu, eğiliş olmaktan ziyade -ya taltif ya tahkir için- yeri göğe yaklaştıran bir hareket gibiydi.

Şimdi de aynı şey yapılıyordu ve sarayın haşmeti, iki odalı bir evin eşeğinde tecessüm ettiriliyordu. Deli Murat, geçirdiği hayrete ve duyduğu hiddete rağmen vakıanın hikmetini kavramaktan geri kalmadı, sabahki dayak hadisesinden dolayı sorguya çekilmek istenildiğini anladı.

Yaslandığı taşı, alay alay düşman karşısında da bırakmamak ve o taşı korumak uğrunda başını feda etmek her Türk’ün seve seve yapacağı bir iştir. Deli Murat ise o işi sınamış, sayısız savaşlar içinde pişmiş bir adamdı. Şimdi, ruhundaki kabiliyete ve o tecrübelere göre davranmak zorunu duyuyordu. Çünkü oturduğu ev, önünde serili duran yatak, sevinci kırılmış ve gözlerine şaşkın bir elem dolmuş olan kadın da tıpkı uğrunda can vermeyi borç tanıdığı sınır taşları, kale köşeleri gibi kendine mukaddes görünüyordu. Fakat vaziyetin bir aykırı tarafı vardı. Gelenler, kendisini gerdek zevkinden ayırmak ve karısından uzaklaştırmak isteyenler düşman sayılamazdı. Onlar, kanun denilebilecek bir kuvveti temsil ediyorlardı. Gerçi haklı atılmış bir sillenin hesabını sormaya kalkıştıkları için haksız olabilirlerdi. Lakin bu haksızlığı onlara pala kuvvetiyle kabul ettirmek bir suç olurdu. Aynı zamanda saray bir levent yumruğuyla yıkılacak kudretlerden değildi. Oradan gelen üç beş kişiyi püskürtmek kolay olsa bile işin sonunu hesaplamak gerekti.

Deli Murat, çabuk alevlenir ve ulu orta davranır bir yiğit olmakla beraber bütün bunları hesapladı. Çünkü hayatının artık kendine ait olmadığını anlıyordu. Tehlikeli bir maceraya atılmakla çiçeği henüz burnunda duran, emelleri henüz yüreğinde goncalaşan Bülbül Hatun’u da uçuruma sürüklemiş olacaktı.

Bu sebeple soğukkanlılığını korudu, muzdarip bir hayret içinde kalan karısına sokuldu.

“Yavrum…” dedi. “Bu sabah esir hanında iki Arap’la dalaşmıştım. Beni hünkâra çekiştirmiş olacaklar ki şu adamlar kapıma geliyor. Sen, olmasan ben onlara ikişer Hafız Paşa yumruğu aşk ederdim, kapıma gelmenin ne demek olduğunu öğretirdim. Lakin seni üzüntüde koymak istemiyorum, dişimi sıkıp sinirlerimi yatıştırıyorum. İzin ver de aşağı ineyim, herifleri göreyim. Bakalım, ne istiyorlar. Belki başka bir iş için gelmişlerdir. Yüzleşip anlaşayım.”

Kızcağız, saray ve hünkâr kelimelerinin neye delalet edebileceğini anlamaktan çok uzaktı. Yalnız baltalanmış bir zevkin acısını duyuyor ve kocasının gene çizmeli ve giyimli kalkışına üzülüyordu. Kapıya gelenlerin lafı uzatmaları ve kendine mukadder ve mübeşşer olan hayat değişikliği saatinin gecikmesi ihtimali de üzüntüsünü çoğaltıyordu. Yoksa hatırına hiçbir tehlike gelmiyordu ve çelikten bir dağa benzettiği kocasına herhangi bir rüzgârın zarar verebilmesine imkân görmüyordu.

Bundan ötürü müsterih bir tevekkülle içini çekti.

“Peki…” dedi. “Kapıya inin. Gelenleri görün. Ben de size şerbet hazırlayayım.”

Kapı, bu muhavere sırasında artsız arasız çalınıyordu, saray adamlarının yaygarası da şiddetini arttırıyordu. Soğukkanlılığını yeni baştan kaybetmeye başlayan Deli Murat, pencereye koşarak camı açtı ve haykırdı:

“Patladınız mı herifler, işte geliyorum. Beni biraz beklemeye dayanamayacak kadar kibarsanız yıkılın, gidin, beklemeyi bilen kişiler yollayın!”

Onların homurdanmalarını duymamak için pencere önünden hızla ayrıldı, karısının iki eline yapıştı.

“Bülbül…” dedi. “Gidiyorum. Seni sarmadan gidiyorum. Belki kapıdakiler yakamı bırakmazlar, beni saraya götürürler, bu da umurumda değil, çünkü hünkârla yüzleşirsem haklı çıkacağımı biliyorum. Fakat her işin kötü tarafını hesaplamalı. Şayet başıma bir çorap örülürse, ortaya sürgüne gitmek filan gibi bir şey çıkarsa sakın üzülme. Beni Yemen çöllerine yollasalar, rüzgâr olurum, gene seni bulurum, elverir ki sen, emniyet altında yaşayasın. Bunun için sözlerime iyi kulak ver: Yarın öğleye kadar gelmezsem, seninle hamama giden ihtiyar kadını sipahi hanına yolla, Topçu Kara Mehmet’i buldur, başıma geleni anlat. O seni ben dönünceye kadar korur.”

İşin içinde bir facia dolaştığını ancak şimdi sezen Bülbül Hatun, şaşkınlıktan ızdıraba geçti, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Deli Murat, karısının gözünden birer inci tanesi gibi çıkıp da kendi yüreğine birer kıvılcım olarak düşen bu yaşlar arasında iradesinin eriyeceğini anladı, ters bir iş yapmak zorunda kalmaktan ürktü.

“Ağlama Bülbül!” dedi. “Beni zıvanadan çıkarırsın, boş yere katil yaparsın. Sen gül ki ben de saraya gülerek gidebileyim.”

Ve karısını yaman bir kucaklayışla göğsüne kapadı, uzun uzun sıktı, derin derin kokladı.

“Haydi…” dedi. “Hoşça kal. Şu yuvanın kurulurken çökmesi kaderde yoksa bir iki saat sonra gene buluşuruz!..”

Deli Murat’ın başına neler geldiğini hikâye etmezden evvel onun böyle gürültü ile saraya çağırılışını intaç eden12 hadiseleri anlatalım:

Esir hanında sillelenen harem ağasıyla arkadaşı, Azrail elinden can kurtarmış iki insan gibi hayretle karışık bir korku içinde atlarını sürerek saraya vardıkları vakit geniş bir nefes almışlar ve doğruca valide Turhan Sultan’ın yanına giderek ağlaya ağlaya vakıayı hikâye etmişlerdi. Onlardan sille yiyenin adı Sıska Beşir’di ve dert yanan da oydu. Beriki -Uzun Dilaver adlısı da- hıçkırıklı ağlayışıyla arkadaşına refakat ediyor ve ikide bir “Öyle oldu sultanım, doğrudur sultanım!” diye hikâyeyi tevsik etmeye13 çalışıyordu.

Saraya girip çıkmaya mezun olan Bedesten’le ilgili kadınlardan biri esir hanında güzellikte eşsiz sayılacak bir kız bulunduğunu valide sultana müjdelemesi üzerine Sıska Beşir’le Uzun Dilaver hana gönderilmişlerdi. Sarayda yedi yüze yakın halayık bulunduğu hâlde hünkâr, Haseki Rebia Gülnuş’un nüfuzundan kurtulamıyor ve o küme küme kızlardan hemen hiçbirine gönül vermiyordu. Turhan Sultan bu vaziyeti kendi nüfuzu, kendi hâkimiyeti için tehlikeli bulduğundan aylardan beri entrika çevirip duruyordu. Onun düşüncesine göre biricik oğlunun, Avcı Sultan Mehmet’in kalbinde bir düzine kadının yeri olmak gerekti. Ancak o vakit, oğlunun üzerinde kendi nüfuzu mutlaklaşabilirdi. Çünkü on iki kadını birden seven hünkârın onlardan birine bağlanması mümkün olamazdı. Bir padişahın kadın nüfuzundan uzak olarak yaşaması ise kabil olamayacağı için Avcı Mehmet, iradesini anasının idaresi altına koymak mecburiyetinde kalacaktı.

 

Vaktiyle Kösem Sultan gibi saltanat hırsı uğrunda öz oğlunu öldürtmekten çekinmeyen kudretli bir kadınla mücadele ederek galip çıkmış olan Turhan, Haseki Rebia Gülnuş’un tahakkümüne elbette boyun eğemezdi. Ne yapıp yapıp o tahakkümün önüne geçmek lazımdı. Bunun için de ya saraydakilerden bir kızı Rebia’ya rakip çıkarmak yahut taşradan yeni bir güzel kız bulup onu şu işte kullanmak icap ediyordu. Turhan Sultan, bu lüzumu duyduktan sonra ilkin Gülbeyaz adlı bir halayığı ele aldı ve ileri sürdü. Bu kızcağız, gerçekten beyaz bir güldü, tepeden tırnağa kadar renkti. Haseki Rebia’dan, iki şehzade anası olan o Giritli yosmadan bir türlü uzaklaşamayan hünkâr bile, anası tarafından kendine sunulan Gülbeyaz’ın muattar güzelliğine bir aralık dayanamadı, kendini gözdeler arasına soktu ve birkaç hafta bu gülün sevda bülbülü olur gibi göründü. Fakat Rebia, ne yapıp yaptı, bir köşeye atılmaktan ve unutulmaktan kendini kurtardı, Gülbeyaz’la galibane mübareze etmek fırsatlarını yarattı. Şimdi onlar, sarayın birbirlerini söndürmek isteyen iki yıldızı vaziyetinde bulunuyorlardı. Avcı Mehmet, bazen Gülbeyaz’a meclup, bazen Rebia’ya mağlup oluyordu ve onun rakibelerden birine temayül ettiği gün sarayın da bütün kudreti o kadının eteğine eğiliyordu.

Vaziyeti gözden kaçırmayan Valide Turhan Sultan, bu mücadele sonunda Rebia’nın galip çıkacağını anlıyor ve üzülüyordu.

Kendinin himaye ettiği Gülbeyaz, verilen öğütlere rağmen, bir türlü gebe kalmıyordu. Hâlbuki Rebia’nın iki oğlu vardı ve bu, hünkârı kazanmak davasında Giritli güzeli kuvvetlendiriyordu.

Saraya yeni bir güzel kız getirmek fikri işte bundan dolayı Turhan Sultan’ın kafasına yerleşmişti. Yedi yüz halayığa karşı sırtını çeviren, Gülbeyaz gibi gerçekten müstesna bir mahlukun cazibesine bile kalbini tamamıyla kaptırmayan Avcı Mehmet’i mağlup edecek bu güzelin ise pek yüksek bir hilkat bediası olması gerekti.

Bedesten komisyoncusu kadının ant içerek verdiği haber, Turhan Sultan’ı büyük ümitlere düşürmüştü, esir hanına gönderdiği harem ağalarının dönmelerini dört gözle bekliyordu. Fakat onlar, şen bir yüzle ve iyi bir müjde ile gelmemişlerdi, dayak yemiş köpekler gibi uluya uluya huzura çıkmışlardı. Turhan Sultan, semere vurulan kamçının eşeğe de alakası olduğunu düşünerek kölelerin vaziyetine karşı kayıtsız kalamamış ve heyecanından esir kız işini unutup dayak hadisesini incelemeye koyulmuştu.

Sıska Beşir, hıçkırıklı hikâyesini bitirince sordu:

“Size el kaldıran, dil uzatan bu küstahların kim olduklarını öğrenmediniz mi?”

Uzun Dilaver cevap verdi:

“Onlar övüne övüne, böbürlene böbürlene söylediler sultanım. Yoldaşımı silleleyen Serçeşme Deli Murat. Arkadaşı da Sipahi Kara Mehmet!”

Tam bu sırada odanın perdesi açıldı, Haseki Rebia Gülnuş içeri girdi, ağlayan kölelerle somurtan valide sultanı süze süze yürüdü.

“Sultanım…” dedi. “Canınızı sıkmışlar. Bir münasebetsizlik mi var?”

Kaynananın yüzü biraz daha ekşidi, kaşları çatıldı, dudakları titredi. Gençliğinin debdebesine ve iki oğlunun beşiğine dayanarak kendi kudretini çiğnemeye kalkışan, başka kızların eşiğini uzaktan öperek geçtikleri şu odaya sorgusuz giren, ulu orta yürüyüp sorular yapmaya girişen bu genç kadın, hele şu kızgın dakikada gözüne süslü bir yılan gibi soğuk görünüyordu. Hiddetine biraz daha yenilse onu yanındaki kölelere tutturacak, kana kana ve kanlarını akıta akıta dövecekti. Fakat oğlundan korkuyordu. O oğlundan ki, belki yüz kere “Gülnuş’uma yan bakan göz kim olursa olsun mutlaka kör olmaya mahkûmdur!” demiş ve onu ilişilmez bir vücut hâline getirmişti.

Böyle bir tehdit de olmasa Turhan Sultan, kadın mücadelelerinin nasıl yapılacağını çok iyi bilenlerdendi. Bu bilgiyi ona kendi emriyle öldürülen Kösem vermişti. Telli Haseki gibi bir zamanlar Topkapı Sarayı’nın güneşi kesilen bir kadını güle güle ve güldüre güldüre zehirletip bir yığın kömüre çevirten, her biri padişahın kalbinden birer parça yakalayarak bu ganimetin getirdiği kuvvetle ne oldum delisine dönen düzinelerle kadını iz bırakmadan, ses çıkartmadan çuvallara koydurup denize attıran Kösem, bu gibi vaziyetlerde unutulmasına imkân olmayan bir örnekti.

Onun rakiplerine, düşmanlarına ve sevmediği kimselere karşı aldığı sinsi, mürai14 ve şeytani vaziyeti takınmak, er geç muzaffer olmak neticesini verecekti. Bu, böyle olunca kızmak veya kızgınlığını belli etmek alıklık demekti.

Turhan Sultan işte bu mülahaza ile kendisini topladı, çatık kaşlılıktan sıyrıldı, güler yüz takındı:

“Gün doğunca…” dedi. “Gece silinir. Sen gelince benim de canımın sıkıntısı geçti, içim açıldı. Şöyle yakın gel, yanıma otur, doya doya yüzünü göreyim, güzel sesini duyayım. Yavrumun yavrularını sen doğurdun. Sende aslanımın kokusu var. Burnum o kokuyu alsın!”

Rebia Gülnuş, bu sözlerin nasıl bir duyguya tercüman olduğunu anlıyordu. Çünkü Turhan’ın küçük şehzadeleri severken “Yavrumun yavrusu, yarısı da yılan yavrusu!” demekten geri kalmadığını biliyordu, fakat Avcı Sultan Mehmet ona da “Anam bir yana, cihan bir yana!” diye kaynana-gelin zırıltılarına karşı alacağı vaziyeti hissettirdiği için idareli davranıyordu, “fitne kumkuması” adını verdiği bu düzenci kadınla açık bir mücadeleye girişmekten çekiniyordu. Şimdi de onun tatlı sözlerine kanmış ve inanmış gibi göründü, el öpüp sedirin bir yanına ilişti.

Turhan Sultan o sırada elli, Gülnuş ise otuz yaşında idi. Bu yaş farkı, onların birbirlerine bakışmalarında ayrı ayrı sezilip duruyor ve birinde hınç, birinde gurur oluyordu. Turhan, bütün zekâsına ve bütün soğukkanlılığına rağmen o gururun ağırlığına dayanamadı, hıncını tatmin için geçmiş günlerin hatıralarından istifade etmek istedi:

“Güzel yavru…” dedi. “Seni gördükçe saraya ilk geldiğin günü hatırlarım. Rahmetli Deli Hüseyin Paşa, seni Girit’te yakalayıp aslanıma armağan eylemişti. Tozlu bir elmasa benziyordun. Herkesten önce ben senin ne cevher olduğunu sezdim, oğluma da sezdirdim. Kapalı bir güzelliği açığa çıkardığım için hâlâ sevinirim.”

Gülnuş, kaynanasının ne demek ve neleri hatırlatmak istediğini kavradı, iki köle önünden kendinin Girit’ten gelme bir tutsak olduğunun ileri sürülmesinden sinirlendi, hırçın bir sesle sert bir cevap verdi:

“Rahmetli Kösem Sultan’ın da aynı iyiliği size yaptığını söylüyorlar. Fakat siz münafık sözüne uyup onu incitmişsiniz. Bu can tende oldukça ben nankörlük etmeyeceğim, iyiliğinizi unutmayacağım.”

Mukabil taarruz daha yaman olmuştu. Çünkü Gülnuş, kaynanasının halayıklığını söylemekle beraber nankör ve katil bir kadın olduğunu da ortaya koyuyordu. Hatta bu kadarla da iktifa etmiyordu. Kendisinin nankör çıkmayacağını söyler gibi davranıp icabında hamle yapmaktan geri kalmayacağını, yani kaynanasını Kösem Sultan’a benzetmek elinden gelirse de böyle bir cinayeti hissî necabet göstererek yapmayacağını anlatıyordu.

Turhan’ın yüzü kıpkırmızı kesildi ve sonra sarardı. Gülnuş’un böyle bir karşılık vereceğini hiç ummuyordu. Aynı zamanda yirmi iki yıl önce işlediği büyük cinayetin kanlı safhaları gözünün önüne gelmişti, boğdurttuğu kadının çığlıkları kulağında titremeye başlamıştı. Bu durumda kendini tutamayacağını seziyordu, dişlerini sıkıyordu.

Fakat Giritli dönme, attığı tokadın acısını iniltisiz bırakmak ve tehlikeli bir münakaşanın önüne geçmek için sözü değiştiriverdi:

“Sultanım…” dedi. “Bu ağalar niçin ağlaşıyorlardı?”

Valide Turhan, gelininin yapmak istediği manevrayı anlamakla beraber bu sorudan kendi hıncını hoşnut etmek fırsatını çıkarmakta gecikmedi, her kelimeyi bir iğne gibi kullanarak hadiseyi anlattı:

“Aslanıma layık bir kızı salık vermişlerdi. Beşir’le Dilaveri yollayıp baktırayım dedim, esir hanında iki kendini bilmezle karşılaşmışlar, dayak yemişler.”

“Oh olsun! Benim üstüme ortak getirmeye gidenleri ulu Tanrı böyle rezil eder.”

Ve zihnine ansızın doğan bir fikrin zoruyla hırçınlıktan sıyrılıvererek Turhan Sultan’ın kulağına eğildi.

“Sarayda kızılca kıyamet kopmasını İstemiyorsanız…” dedi. “Benimle anlaşmalısınız, istediğinizin yapılmasına ben göz yumacağım. Fakat bir şartla!”

Öbürü hayran hayran mırıldandı:

“Ne şartı bu?”

“Şu herifleri dışarı çıkarınız, söyleyeyim.”

Turhan Sultan’ın verdiği emir üzerine iki köle salondan ayrılınca Rebia Gülnuş, merak içinde kalan kaynanasının yanına biraz daha sokuldu.

“Siz…” dedi. “Şevketlu efendimizden beni uzaklaştırmak için yorulmadan çalışıyorsunuz. On yılda karşıma yüz ortak çıkardınız, meramınıza eremediniz. Lakin fikrinizden de caymadınız, hâlâ esir hanlarına adamlar yollayıp beni yenecek, benim yerimi alacak kızlar arıyorsunuz. Buna karşı ben de bir şeyler yapabilirdim, oğlunuzu sizinle bozuşturmaya savaşırdım. Hâlbuki hiç tınmadım, Allah’ıma sığınıp, yavrularımı bağrıma basıp her şeye göğüs gerdim. Fakat bugün dayanamayacak bir hâldeyim, kabıma sığamıyorum. İçimde can yakmak, gönül kırmak, hatta kan dökmek için bir dilek, bir istek var.”

10Teşyi etmek: Uğurlamak, geçirmek. (e.n.)
11Keşik: Sıra, nöbet. (e.n.)
12İntaç etmek: Sonuçlandırmak, bitirmek. (e.n.)
13Tevsik etmek: Belgelendirmek, ispatlamak, kanıtlamak. (e.n.)
14Mürai: İkiyüzlü. (e.n.)