Cehennemden Selam

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Fecirle beraber yedi arkadaş, bulundukları odadan çıkmışlardı. Kör Mahmut çanağı koynuna koymuş, testiyi de sırtlamıştı. Tanrıbilmez’e uyarak Çemberlitaş istikametinde yürüyorlardı. Yol boyunca sarhoşçasına latifeler yapıyorlar, herhangi bir bekçi görünce leventçe bir tavır alarak sipahiliğin haysiyetini muhafaza eder görünüyorlardı.

Bayezid’e geldikleri zaman Tanrıbilmez, Fincancılar tarafına saptı. O sırada da şimdiki Darülfünun’un ve yangın kulesinin yerinde Eski Saray vardı. Binanın etrafı şimdi olduğu gibi parmaklıklı değil, yüksek duvarlarla çevrili idi. Her saltanat değişiminde, müteveffanın terk ettiği kadınlar ve kızlar, esas tabiriyle mahlular,15 Topkapı Sarayı’ndan çıkarılarak buraya naklolunurdu. Binlerce dilrübanın güzelliğini koynunda solduran, kucağına düşen tazeleri ancak bir acuze hâline getirdikten sonra mezara girmek üzere bırakan bu musibetli sarayın, avam arasındaki efsanevi menkıbeleri de deli biraderin âşık zaviyelerine ait hikâyeler kadar çeşitli idi.

Tanrıbilmez, ne yapacağını arkadaşlarına hâlâ söylememişti. Yalnız onları Haliç’e doğru götürüyordu. Sabah ezanından biraz sonra şimdiki Yemiş İskelesi noktasına gelmişlerdi. Tanrıbilmez orada bir dolmuş16 buldu, arkadaşlarıyla beraber hemen binerek kayığı Sarayburnu’na doğru hareket ettirdi ve Sarayburnu’na yaklaştıkları zaman, sabırsızlıktan çatlamak derecelerine gelen arkadaşlarına fikrini izah etti: “Şimdi hünkâr, Sinan Paşa Köşkü’ndedir. Her sabah bu vakitler o köşkten denizi seyreder, harem mahmurluğunu burada bozar! Biz köşkün önünden geçeceğiz ve onu sipahice selamlayacağız. Hepiniz orada benim söylediğim sözü tekrarlayacaksınız ve ben ne yaparsam onu yapacaksınız.”

Kayık aheste aheste Sinan Paşa Köşkü’nün önüne gelmişti. Hünkârın gerçekten orada bulunduğu mahsus idi. Tam köşkün önünde, Tanrıbilmez ayağa kalktı ve testiden bir çanak şarap doldurarak bağırdı: “Halayıkoğlu’nun şerefine!”

Altı sipahi, Tanrıbilmez’i taklitte gecikmediler. Her biri diğerini takip edip ayağa kalkarak gür sesleriyle haykırdılar: “Halayıkoğlu’nun şerefine!”17

Tanrıbilmez’le arkadaşlarının bindikleri kayık, o devirlerde sipahilerin çok emin ve daimî sığınağı olan Üsküdar’a doğru kayıp giderken hekimbaşı efendinin, bir hafakan hiddeti içinde bayılan hünkârı tedavi için Sinan Paşa Köşkü’ne seğirttiği görülüyordu.

3

Zamanımızda harp, manasına uygun bir facia şeklini aldı; şiiriyetini tamamen kaybetti. Bugün binlerce kişiden mürekkep bir ordunun nakli, herhangi bir noktada toplanmış bir sır hâlinde cereyan eder. Oğlu harbe giden bir baba bile ciğerparesinin katıldığı kıtadan kolaylıkla haber alamaz. Mektuplar, tesadüfen gelmiş gibi mürselünileyh18 bulur. Lakin geldiği yerden hiçbir iz taşımaz. Bütün medeni dünyada hâlen şekil budur.

Pazunun kafaya ekseriya tahakküm ettiği, “Zor oyunu bozar.” meselinin de harp kaideleri arasında hatırı sayıldığı devirlerde hâl, aksine olup harp bir nevi düğün gibiydi. Vatandaşlar, bitaraflar, dostlar değil, bizzat düşman dahi kendisi için hazırlanan darbenin her türlü özelliğinden haberdar olurdu. Bilhassa Türkler, kendi ordularının kemmî19 ve keyfi bütün mahiyetinden düşman tarafı haberdar etmekle, erlik borcunu ödemiş olmak kanaatinde bulunurlardı.

Bu itibar ile harbe gidecek ordunun İstanbul’dan hareketi de bir nevi temaşa teşkil ederdi. İlan olunan sefer Rumeli cihetinde ise serdarın tuğları ve otağı Davutpaşa’ya, Anadolu tarafına gidilecekse Üsküdar’a dikilirdi. Günlerce süren hazırlıklardan sonra ordunun harekete gelmesine karar verilince kadın ve erkek binlerce halk, gazileri seyr için belirli yerlere koşarlardı.

Filhakika ordunun her hareketi de temaşaya değerdi. Serdarın önünde sekiz nefer yeniçeri şairi yürürdü. Bunların başında keçe, arkalarından birer kaplan postu bulunurdu. Her biri “kudu kamet” sahibi, “dev endam” heriflerdi! Bir davul kadar ses veren “çöğür”lerini nöbetle çalarak, yüksek sesle okudukları türküleri sazlarının ahengine tuttururlardı. Birer dağ parçasına benzeyen bu ocak şairlerinin bir saatlik yere kadar sadalarının eriştiği sınanmış idi.

Serdar genellikle kırmızı renkte elbise giyer, diğer paşalar siyah samur giyinirlerdi. Yalnız serdarın yanında giden şeyhülislam beyazlar giyinirdi! Yeniçerilerin kazanları, bayrakları, enselerini döven mukaddes keçeleri, sarıkları arasındaki kaşıkları gibi sipahilerin de zırhları, alaca bayrakları, yarım kabza kılıçları, oynak atları ve bir meşin torbayı andıran sakaların ıslak kıyafetleri seyrine doyulmaz bir manzara teşkil ederdi.

Cephane ve erzak taşıyan katar katar develerin öğürtüsü, yedek atlarıyla sayısız katırların gürültüsü, on beşer yirmişer çifti bir arada top çeken mandaların bu görünüşü bu manzaraya ilave olunursa hareket hâlindeki bir ordunun tasviri kısmen tamamlanmış olur.

Kuyucu Murat Paşa işte böyle bir alayla bir bahar günü Üsküdar’dan hareket ediyordu. Ulema ve âyan, serdarı Maltepe’ye kadar uğurlayıp ve sonra el öpüp geri dönmüşlerdi. Hedef, Tebriz idi ve her neferde yaya olarak dünyayı dolaşmaya çıkmış gönüllü bir seyyah tevekkülü görünüyordu.

Ordu, mutat olan yollarda konaklayarak ileri doğru aheste aheste gidiyordu. İzmit Körfezi sahillerindeki her menzil, ordu için taşkın eğlencelere zemin teşkil ediyordu. Buralarda yeniçeriler, sipahilerle yüzme müsabakasına çıkar ve bir yeniçerinin rakibi sipahiyi yüzgeçlikte mağlup etmesine karşılık diğer bir sipahinin denize at sürerek iki yeniçeriyi perçemlerinden tutmak suretiyle birer elma gibi kucağına aldığı ve sahile çıkardığı görülürdü. O vakit bütün ordu, koyu bir bulut gibi gök gürültüsü koparan bir sadayla gümbürdeyerek “Aleyke avn!” diye bağırırdı! Yeniçerilerin testiye kurşun atmaları, keçeye kılıç sallamaları her gün vaki olurdu. Bu, ordunun piyade kısmı için ihmal olunamaz bir spordu. Hataya düşülerek basit görünen bu kılıç eğlencesi aslında büyük bir maharete ihtiyaç gösterirdi. Havaya atılan bir ibrişimi kılıçla kesmek; yerdeki karpuzu, kesildiği belli edilmemek, vaziyeti bozulmamak şartıyla, ikiye bölmek yeniçerilerin sık sık gösterdikleri ustalık eserleri cümlesinden idi. Bazı kişiler, bu tarzda kılıç vurmakta o derece meleke kazanmışlardı ki muharebe esnasında çalımına getirerek salladıkları bir kılıçla karşılarındaki düşmanı ikiye ayırırlar ve maktullere yerde oturur gibi bir vaziyet aldırırlardı!..

Gebze’deki Anibal’ın mezarı işte bu Tebriz seferindedir ki yeniçeriler tarafından nişangâh tutulmuştu. Bu mezar üstünde, kimin tarafından dikildiği bilinmeyen bir taş vardı. Nişancılar, yol ortasında hiçbir mana ifade etmeyen bu işlemeli taş parçasını kısa bir endaht20 neticesinde parçalamışlardı.

Kuyucu Paşa, bu parçalanan taş altındaki ölünün çok yüksek meslektaşı olduğunu bilmezdi. Kan o zaman onun için meçhuldü. Bugün bile Anibal, o gayesiz kurşunların elemsiz yaralarını taşıyarak, unutulmuş ve hakir görülmüş, aynı yerde yatıyor! İstanbul’a gelen sayısız seyyah kafilelerinden bir zümre değil, bir fert bile cihan tarihinin bulanık sayfasını ziyarete tenezzül etmiyor! Çemberlitaş’ın çıplak endamında tefekküre ve maziyi hatırlamaya vesile olacak bir hayli mana gören kadirbilir gözden bir tanesi, meşhur Anibal’ın meçhul mezarı üzerinde bir saniye durmaya lüzum görmüyor!

Yirminci asrın şu kayıtsızlığı düşünülünce, Kuyucu’nun o mezar tarumarı ile alakadar olmaması hiç de ayıplanamaz. Zaten Kuyucu, ölülerle meşgul olacak vaziyette değildi. O, bilakis dirilerden ölüler vücuda getirmekle iştigal ediyordu.

 

Bu ihtiyar ve hunhar adam, sabahtan akşama kadar adam öldürme ile vakit geçirir ve geceleri pek geç vakit, uyumak için uzanırdı. Altında bir Bursa ihramı, üstünde ya bir şal ya bir yamçı olduğu hâlde genellikle iki saat uyku kestirirdi.

Yegâne zevki, uykusu gelinceye kadar dizlerinin bir genç çocuk tarafından ovulması ve diğer bir adamın da baş ucunda oturarak yavaş sesle Vassaf Tarihi’ni okuması idi.

Bazen dizleri ovuşturulurken hafif bir heyecan, mahiyeti belirsiz bir ihtiras ile sarsılır ve bu sarsıntıdan derin bir haz duyarak gözlerinde garip bir parıltı ile hizmetkârlarının yanaklarını okşardı!..

Ordu Ilgın menziline gelmişti ki İstanbul yolundan atını dörtnala koşturan bir süvari gözükmüş ve doğruca serdarın otağı önünde durarak atından inmişti. Dergâh-ı Ali21 kapıcıbaşılarından olduğu anlaşılan bu süvari, başındaki makrameyi çıkarıp üsküfünü giymeye lüzum görmeden alelacele serdarın huzuruna çıkmıştı. Hünkârın mahrem bir mektubunu taşımak, onu merasime riayetsizliğe sevk ediyordu.

Kuyucu, verilen mektubu öpüp başına koyduktan sonra yanına bırakmış ve kapıcıbaşıyı ağalarından birinin çadırına misafir göndermişti.

O sırada devletin umumi idaresi gelişigüzel elinde tutan ihtiyar vezirin okuyup yazması yoktu. Zahiren belli etmemekle beraber, böyle acilen gönderilen mektubun ne gibi şeylerden bahsettiğini öğrenmek için kalben büyük bir merak hissediyordu. Kapıcıbaşıyı yolladıktan sonra el çırparak bağırdı:

“Çağırın Çeşmi’yi!”

İki dakika geçer geçmez Çeşmi, bizim Kör Mahmut’un babalığı, serdarın önünde boyun kırmıştı. Kuyucu Paşa, yanındaki mektubu eline alarak Çeşmi’ye uzattı ve “Name-i hümayun!” dedi. “Oku, bakalım.”

Hünkârın bizzat yazdığı bu kâğıt, tarihçe meşhur olduğu üzere, okunmaz bir şekilde idi. Noktaları tamamen silinmiş olan kelimeler birbiri üstüne yığılmış, satırlar birbirine karışmıştı.

Birinci Ahmet’in yazısını okumak, hiyeroglifleri, alfabesini bilmeden okuyuvermekten daha müşkül idi. Gelgelelim Çeşmi, hayli zahmet çektikten sonra bu uğursuz yazıyı kısmen okumuştu. Hele mektuba ilişik olan diğer bir varakanın delaletiyle hünkârın ne demek istediğini pekâlâ anlamıştı.

Birinci Ahmet, Kuyucu Paşa’ya hafiyelik ediyor ve eliyle yazdığı jurnale bir de vesika rabtetmek ihtiyatlığını gösteriyordu.

Şimdi Çeşmi, derin bir huşu içinde anlatıyordu:

“Saadetlü hünkâr, saadetlü efendime dualar ediyor, ‘Kılıcın daima keskin, yüzün iki dünyada ak olsun, ekmeğim sana helaldir!’ diyor. Diyarbakır’da Nasuh Paşa, bir mektup yazıp mührün kendisine ihsanını rica etmiş, karşılığında da kırk bin altın vereceğini bildirmiş. Saadetlü hünkâr onun rikasını22 birlikte gönderiyor ve ‘Bildiğini yap lalacığım!’ buyuruyor!”

İhtiyar serdar, Çeşmi’yi dikkatle dinledi ve mektupları elinden aldıktan sonra “Haydi, yerine git.” dedi. “Bu gece beni görmemiş ol, okuduğunu da unut!”

Kuyucu’nun imrahoruna kâtip olarak bir müddet evvel daireye giren Çeşmi, pek az zaman içinde sır kâtipliğine tayin olunmuştu. Resmî haberleşmeleri her zamanki gibi “Tezkireci” Efendi idare ediyor; mahrem evrakı, Çeşmi Efendi yazıyordu. Artık haysiyetli bir çelebi olmuştu. Kendine mahsus çadıra gelince, mahut civeleği orada buldu. Çocuk seferî kıyafette idi. Melun, don ve entari yerine siyah sıkmalar giymiş, gözlerini serpuşunun altına gizlemiş, beline de bir hançer geçirmişti! Çeşmi girer girmez “Hayrola ağabey?” demişti. “İstanbul’dan mühim bir haber mi var?”

Çeşmi “Hayır!..” dedi. “Fakat sana bir iş düştü. Baldırıkısa’nın hatırı için biraz da benim işimi yapacaksın.”

Kör Mahmut’un babalığıyla Baldırıkısa’nın sevgilisi baş başa uzun müddet görüşmüşlerdi. Çeşmi, ne dediyse demiş, genç çocuğu ikna etmişti. Civelek sabahın ilk saatlerinde bir “ulak” kıyafetinde Diyarbakır’a gidecek, Çeşmi’nin imzasız bir mektubunu Vali Nasuh Paşa’ya verecekti. Daireden gaybubetini Hasan tevil edip mesuliyeti üzerine almak da Çeşmi Efendi tarafından deruhte ediliyordu.

Pek aşikâr idi ki Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisinin mühür için hünkâra müracaatını affetmeyecekti. Şimdiden valiyi haberdar etmek, Kuyucu ile onun arasında cereyan edecek çekişmede, vali lehine mühim bir bayram olacaktı. Eğer vali, herkesçe bilindiği üzere, zeki ve cesur bir adam ise kendisini tehdit eden tehlikeye karşı elbette lakayt kalamayacaktı. Zaten Çeşmi, Kuyucu’nun müthiş bir gazap feveranı hâlinde bulunduğunu ve ilk telaki anında tamiri imkânsız bir hata etmesinin katiyen muhtemel olduğunu açıkça yazmıştı. Tabiidir ki Nasuh Paşa, göz göre göre kendisini katlettirmemeye savaşacaktı. İki vezir arasındaki mücadele, “letaif-ül hiyel”le23 iyi idare olunursa Kuyucu’nun mağlup olması ihtimali galip idi. O vakit, Göksün Yaylası’ndaki cinayetin intikamı alınmış ve aynı zamanda şeref ve zevk de temin olunmuş olacaktı.

Baldırıkısa’nın sevgilisi, meçhul bir maceraya atılmak duygusunun asaba verdiği heyecan arasında seher vakti böyle çıkmıştı. Her menzilde at değiştirme salahiyetini bildiren bir “veziriazam buyrultusu” koynunda, Çeşmi’nin Nasuh Paşa’ya hitaben yazdığı kâğıt da çakşırının ucunda idi.

Mesafeleri, devlet kuvvetiyle, sanki kısalta kısalta katetmeye memur bir ulak gibi zahmetsizce menzilden menzile yorulmaksızın ve dinlenmeksizin koşan bu gencin, daha üç ay evvel bir odada yedi sipahiye sakilik eden bir civelek olduğunu kimse tahmin edemezdi. O gün, bir kadın duygusuyla âşığına yanaklarını uzatan çocuk, bugün çok büyük bir rol üstlenmiş bulunuyordu.

Hayatın felsefesinin en büyük istihzası işte buradadır. Her büyük şahsiyet ve her muhteşem eser, tıpkı bir ehram gibidir. Herkes o ihtişamlı abidenin karşısında derin bir hayret ve belki hürmet hisseder.

Müverrihler, şairler, yazarlar vb. bu muazzam deha eserini asırlarca ve asırlarca takdim ve terennüm eder dururlar. Hiçbir insaflı adam çıkıp da demez ki şu eser, gerçekten muhteşemdir, hayret vericidir ve hatta bir harikadır. Fakat onun taşlarını yontan, geometrik uyumu ile estetik ahengini gözeterek o taşları birbiriyle birleştiren ve hülasa bu abideyi şuraya koyan bir sürü meçhul ameledir!

Onu şu şekilde yapmak fikri, diyelim ki, tek bir adamın dimağına doğmuştur. Ve plan onundur. Lakin ana rahmindeki embriyo kadar bile, maddeten teressüm ve tecessüm kudretinden mahrum olan o fikrî doğuşa şöyle bir teşhis, şöyle bir billurlaşma, kısaca söyleyelim, el ile tutulacak ve görülecek bir mevcudiyet veren kimdir?

Acaba rüyaları canlandırmak, hülyalara hakikat rengi vermek kadar yüksek olan bu iddiasız ve pek sessiz emeklerin hiç mi bir kıymeti yoktur?

Evet, hayatın felsefesine göre her büyük şey bir sürü küçük şeylerin toplamıdır. Herhangi bir binanın küçük küçük taşlardan, tahtalardan, kiremitlerden ve çivilerden mürekkep olması gibi! Her büyük şöhret de muhtelif ebattaki zahmetleri, fedakârlıkları içine çeken ve emen bir varlıktır: Sayısız ırmakları, nehirleri sinelerinde ensap ettiren denizler gibi!

Tahlil neticesi ve hakikatin ta kendisi olan bu hakemin önünde şiir ve tarih mütemadiyen mahcup olsa yeridir.

İşte Diyarbakır’a doğru alabildiğine koşan mahut civelek de bir şöhretin ve bir şahsiyetin yıkılıp yerine diğerinin geçmesine hizmet edecekti. Eğer bu teşebbüs sonuç verirse civeleğin ismi veya cismi kale mi alınacaktı? Elbette hayır… Bunlar, bu gibi işleri yapanlar, dülger elindeki çekiç ve terzilerin kullandığı iğne yerindedir. Bunlar olmasa bina ve elbise vücuda gelmez. Fakat yapılan eser üzerinde de kendilerinin hiçbir hizmet hakları mevzubahis olamaz.

Civelek, süratle istenilen hedefe doğru giderken ordu dahi aheste aheste aynı mahalde mütemadiyen ilerliyordu. Kuyucu’nun her günkü icraatı artık ordu için kabak tadı vermişti. Gelgelelim bu icraat bazen yeni ve işitilmemiş bir şekil alır ve ordu arasında sohbete vesile olurdu.

Mesela Konya menzilinde Siracoğlu Ahmet Bey’in katli hadisesi, hayli dırıltıya, leh ve aleyhte bir sürü dedikoduya sebep olmuştu.

Alelade bir Konyalı olan bu adam, köylü Mustafa ismindeki ırz düşmanı bir herifi, bir gün şehrin ortasında, kendi sarığıyla asarak idam ettirivermişti. Asılanın herkesin nefretini kazanan kötü bir şahıs olması, Siracoğlu’nun bu cüretini hem mazur göstermiş hem de kendisini halkın gözdesi hâline getirmişti.

Ahmet Bey, biraz sonra ikinci bir cüretli hamleyle halkın büsbütün gözüne girdi: Konya şehrini hiç görülmemiş bir rüşvet baskısıyla haraca kesen kadı efendiyi hançerle öldürüverdi!

Artık Ahmet Bey’in Konya’daki mevkisi, hükûmet kuvvetinin çok üstüne çıkmıştı. Siracoğlu, yalnız Konyalıların değil, komşu mahaller halkının da şikâyetini dinler ve cezalandırmaya lüzum gördüklerinin hemen cezasını tertip ederdi. Bu meyanda Karaman Beylerbeyi Ahmet Paşa’yı da sarayı içinde bütün çoluk çocuğuyla, bütün maiyeti ve hizmetkârlarıyla yakmıştı!

Kuyucu, Konya’ya gelir gelmez Siracoğlu’nu yok etmeyi kurmuştu. Memleket âyanı, Ahmet Bey’in memleketi zorbalardan temizlediğini ve ancak hak ve adalet için çalıştığını söyleyerek şefaatte bulunmuşlardı. Bunun üzerine Ahmet Bey’i huzuruna getirterek memleket âyanı karşısında sormuştu:

“Ahmet Bey! Seni Konya’da alıkomak isterim. Ben seferden dönünceye dek şehri bir hoş muhafaza eyle. Ama imdat lazım gelirse ne miktar asker toplamaya kadirsin?”

“O gafil bi-bâk”,24 “Otuz bin âdem toplamak pek az himmetle mümkündür!” cevabını verince paşa “pesend edip”,25 “Berhudar ol! Var imdi rahat eyle.” demişti. Ahmet Bey çıkar çıkmaz memleket âyanını “Hemen otuz bin âdem toplamaya kadir olan şahsı zinde koyup gittiğimde ol asker ile Konya Hisarı’nı zapt ve tahassun ederse hâl nice olur?” sözleriyle susturmuş ve Siracoğlu’nu da kementle boğdurmak suretiyle idam eylemişti.

Hele Yusuf Paşa’nın katli büsbütün başka şekilde vukuya gelmişti. Kuyucu Paşa, bağlılarını da elde edebilmek için bu suçlu vezirin katlini erteleyerek kendisini has misafiri unvanıyla yanında alıkoymuştu.

Bir seher vakti “Oğlum Yusuf Paşa’yı davet eyle. Gelsin kahve içelim.” emriyle misafiri otağa çağırtmıştı.

Dertli Yusuf Paşa gelince ihtiyar “Behey oğul! Sana muhabbetimi bilirsin. Sensiz kahve içmek olur mu? Gel, çadırın ardına gidelim, tenha oturalım. Geleni dahi komasınlar…” diye babaca iltifatlar göstermiş ve misafiriyle birlikte otağın arkasına geçmişti.

Tam kahvaltıya başlayacağı sırada kapıcılar kethüdası içeri girmiş ve “Avlonya Beyi Hüseyin Bey gelip yetti. Ne cevap edelim?” demişti. Serdar, güya bu haberden hiddetlenmiş gibi başını sallamıştı:

“Ne temaşadır! Bir vakit olmaz ki kendi safamızda olalım. Çare yok, ben taşraya çıkayım. Siz yemekten buyurun.”

Ve sonra musahip nedimlerine “Sizler oturun, paşa oğluma yoldaşlık edip yemek yiyin.” emrini vermişti.

Musahip güruhu, Yusuf Paşa ile oturmuşlardı. Sofraya, ilk yemek olarak, “mertebani26 içinde” paça gelmişti. Yusuf Paşa, “Buyurun.” diye el sunarken hazır bulunanlardan eline çabuk biri hemen başından tülbentini kaldırmış, çeşnigirlerden kuvvetli bir şahıs da paşayı sofranın kenarına yıkarak ellerini sıkı sıkıya tutmuştu. Artık geri kalanlar için muhterem misafirin üzerine koşuşup hemen başını kesmekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı.

 

Kuyucu’nun bir nevi “fars”ı27 andıran bu gibi icraatı, orduyu çoğunlukla eğlendirir, bazen kızdırırdı. Gelgelelim bu kanlı vakalarda obitmez tükenmez yolların yorgunluğunu azaltan bir mahiyet mündemiç gibiydi.

Her günkü yürüyüş, 20-25 kilometre arasında değişiyordu. Bu mesafe uzundu ve kuvvetli askerler için çok görülemezdi. O zamanki yollardan, taşkın ırmaklarla sıra sıra tepeler vadiler arasından bu mesafeyi katetmek dayanılmaz bir hâl idi. Zaman olurdu ki, asker, koca koca tepeleri sırtlarında taşırdı, mandaların acziyetini gösterdiği yerlerde insanlar ağır yükleri çekmeye girişirdi.

Bu zahmet dolu yolculuğun yegâne zevki, Kuyucu’nun oynattığı bir perdelik “gülünç facialar”la sınırlıydı.

Ordu bu şekilde nihayet Diyarbakır’a yaklaşmıştı. Bir gün sonra meşhur Rumiye Şeyhi’nin bahçeleri görülecek ve Diyarbakır Valisi Nasuh Paşa, meşhur serdarı ve orduyu orada karşılayacaktı.

Nasuh Paşa’nın dairesi, orduda ağızdan ağıza dolaşan mesel hükmüne geçmişti. Sarıca ve sekban olarak beş bin askeri, iki bin mükemmel süvarisi vardı. Kapı ve iç oğlanları, silahtarları, kavasları, şatırları, seyisleri bu yekûnden hariç idi. Nasuh Paşa, bu muazzam kuvveti özel bir intizam içinde giydirmekle ve idare etmekle şöhret kazanmıştı. Bir Nasuh Paşalı, kıyafetçe saray ağalarından daha şık ve zarif idi.

Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisinin bu ihtişamını bildiği için onunla buluşma sırasında ordunun da intizamlı bir heybet göstermesini istiyordu. Beylerbeylere, mirimiranlara, alay beylerine, bölükbaşılara, çorbacılara, paşanın arzusu tebliğ olunmuştu. O gece sabaha kadar yeniçeri ve sipahiler elbiselerini temizlemekle, silahlarını bağlamak ve parlatmakla, atlarını, at takımlarını tımarla meşgul olmuşlardı.

Nihayet iki vezir karşılaştı. Rumiye Şeyhi’nin “Kuş Bahçesi” namıyla yâd olunup şöhreti dillerde destan olan bahçesi önünde Nasuh Paşa, serdara doğru atını sürmüştü. Aradaki mesafe, kırk adıma kadar inince hakikaten süvarice bir maharetle atını derhâl durdurup yere atlamış ve “eli göğsünde” Kuyucu’nun tarafına yönelmişti.

Diyarbakır valisinin yaya yürümeye başladığı anda, muhteşem serdar da atını durdurmuş ve Nasuh Paşa ile aralarında beş adım kalıncaya kadar bekleyerek ancak o vakit, atından inmişti.

Nasuh Paşa, Kuyucu’nun huzuruna gelir gelmez hemen eğilmiş ve elini eteğini öpmüş, iki dakika kadar “tahıyyat secdesinde” kalmıştı. Bütün ordu, arkasında en debdebeli bir talihli kafile taşıyan Nasuh Paşa’nın, çelimsiz ve cılız, zayıf ve güçsüz Kuyucu Paşa önünde aldığı zelil duruşu hayretle seyrediyordu.

Kuyucu, devletmeap rakibinin şu alçalışını alay edercesine bir hoşça seyrediyordu. Sonra “Estağfurullah, paşa karındaş!” demişti. “Biz de hoş geldik, sen de… Buyurun, ata binin! Atbaşı beraber yürüyelim.”

İki saat sonra, serdarın ordusu Diyarbakır tarafında çadır kurmaya başlamış, Kuyucu da Diyarbakır nakibüleşrafının konağında istirahate koyulmuştu.

Ordunun saka ve seyis gibi hizmet güruhu, cephane ve erzak kolları, yedek eşya ve hasta fertleri gece yarılarına ve hatta sabaha kadar ordugâha akıp geliyordu. Bu meyanda küçük bir çocuk, düşük kıyafetli bir şahıs tarafından dizgini çekilen bir katar ortasında, yavaş yavaş Diyarbakır’a girmişti. Bu, anlaşıldığı üzere, bizim Kör Mahmut olup katırı yedekleyen şahıs da mahut Tanrıbilmez idi!..

***

“Seni boyunca altına gark etsem yine az! Bu hizmetin unutulmaz. Fakat bana düşünceni de aç, şimdi nidüp nişlemek gerek? Bu ‘Nuhi Koca’ rahat durmaza benzer.”

“Allah efendimi var etsin, senin sağlığından gayrı bir dileğim yok. Senin gibi bir kahramana elem gelmesin diye bu işi işledim. Yanında makbule geçmişsem ne mutlu, ihtiyar kurdun tırnağını sökmekten başka bir tedbir gözümü tutmuyor.”

“Güzel söylersin ama hüner yolunu bulmakta, beni baba bilip de açıl. Sence kolaylık nerededir?”

Ordunun Diyarbakır’a vardığı gece, ortalıktan el ayak kesildiği demlerde, Nasuh Paşa ile Çeşmi’yi karşılaşmış görüyoruz. Civelek vasıtasıyla gönderilen mektup, on gün evvel mürsilünileyhe ulaşmıştı. Şimdi paşa ile Çeşmi, diz dize bir vaziyette, Kuyucu’ya karşı ne gibi tedbirler alınmak lazım geleceğini müzakere ediyorlardı.

Felek kızını aldıktan sonra, milyonlara varan servetine de konan Nasuh Paşa, bol vaatlerde bulunarak Çeşmi’yi kör bir alet hâline getirmek istiyor; Çeşmi ise onu, Kuyucu’nun heyulasıyla büsbütün korkutarak kati bir teşebbüse sevk etmek diliyordu.

Her iki adamın gönlünde, halkaları hınçtan dokunmuş bir yılan kıvrım kıvrım yatıyordu. Fakat her birinin taşıdığı kinin membasının meydana getiricisi başka olduğu gibi, hınçlarının gayesi de farklıydı. Biri, düşmanını baş aşağı ettikten sonra cesedine basarak ikbal yolunda yükselmek, diğeri “Oh olsun!” demek istiyordu.

Çeşmi’nin içinde büyüdüğü muhit, temas ettiği hadiseler ve küçükten beri dimağında yer tutan telakkiler ve intibalar, kendisini mertliğe meyilli bulunduruyordu. Gerçi yaptığı iş, namertçe idi. Lakin hünkârın jurnalinde Nasuh Paşa’yı haberdar etmek meselesinde vicdani bir hayli hafifletici sebepler vardı. Kuyucu’ya arkadan suikast tertibine gelince; bunu kabul etmekte mütereddit bulunuyordu. O, Nasuh Paşa’nın mertçe dövüşerek Kuyucu’yu tepelemesini arzu ediyordu.

Göksün Yaylası’ndaki ölüm kuyusundan Kör Mahmut’u çıkardığı günden beri kurduğu plan tek bir esasa dayanıyordu: Kuyucu’yu bir belaya uğratmak… Evvelleri, onun dairesine girerek yaptıklarını ve hâllerini öğrenmeye çalışmayı ve bir ipucu elde ederse saraya ihbar ederek Kuyucu’yu ezdirmeyi düşünmüştü. Buna imkân bulamayınca yeniçerilerle serdar arasında bir zırıltı çıkarmak emeline düşmüştü. Bu yolda çalışmaya henüz zaman bulamadan, mahut name-i hümayun imdadına yetişmişti.

Nasuh Paşa’nın cüreti ve yiğitliği, kudreti ve ihtişamı dillere pelesenk olduğu için bu fırsatı kaçırmamakta tereddüt etmemişti. Bildiğimiz üzere mufassal bir mektup yazarak onu Kuyucu’ya karşı teheyyüç etmişti.

Babalığın planı bu noktaya kadar meşru olmuştu. Fakat şimdi iş, çapraşıverdi. Nasuh Paşa, kara ve iri gözlerini manalı manalı açarak “Gayret yine dayıya düşüyor. Ne olursa senden olacak. Postumuzu şu bunağın elinden kurtaralım.” diyordu.

Çeşmi “Bu işe yeterse yine sen devletlinin gücü yeter, ben elimden gelen kulluğu gösterdim. Kuşça canıma acıyıp beni artık mazur görün.” deyip yan çizmeye çalıştıkça Nasuh Paşa “Anca beraber, kanca beraber. İyilik edip beni işten haberdar kıldın. Sonunu da getir.” tarzında ısrara başlamıştı.

Eğer, iyi fena bir tedbir gösterip de Nasuh Paşa’yı ikna edemezse yazdığı kâğıdın Kuyucu’ya gösterilmesi imkânı, apaşikâr ortada duruyordu. Bu sebeple çarnaçar, Nasuh Paşa’ya karşı itaatkâr bir duruş alıyordu. Gelgelelim son sözü, yine Diyarbakır valisi söyledi:

“Bu işi paklasa paklasa bir yudum zehir paklar, ‘Nuhi Koca’nın yatarken aldığı bala bir parmak da biz karıştırsak, olur biter. Ne dersin Çeşmi Efendi?”

Kör Mahmut’un babalığı, muhatabının gözlerindeki kanlı parıltıyı artık hayra alamet sanamazdı. Zaten bu çıkmaza kendi ayağıyla düşmüştü. Şimdi oluruna gitmekten başka çare kalmamıştı. Aynı zamanda istediği şey de meydana gelmiş olacaktı. Binaenaleyh fazla tereddüt etmedi, boynunu bükerek “Efendim bilir.” dedi.

***

Ertesi gün Nasuh Paşa, serdarı ikametgâhında ziyarete gidiyordu. Gömleğinin altına iki kat zerre giymişti. En güvenilir adamlarından yüz elli kişiyi refakatine almıştı. Baştan başa demire gömülmüş bu silahşorların, serdara yâr olan bütün cellatlar ile boğuşabileceğine kani idi.

Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisini fevkalade bir nezaketle karşılamış, “Gel oğul!..” hitabıyla yüzünü gözünü tekrar tekrar öpmüş ve ta yanına oturtmuştu.

Fakat kahveler içilir içilmez de çehreyi asmıştı. Nasuh Paşa, bu ani sayıklamanın neticesini metanetle beklerken Kuyucu koynundan mahut jurnali çıkarmıştı.

“Paşa oğlum! Maşallah okuryazarlığın var. Şu rika kimindir, söyler misin?”

Nasuh Paşa, kendisinin hünkâra gönderdiği arizayı28 eline almaya lüzum görmemişti ve hiçbir renk değişimi göstermeyerek “Benimdir!..” demişti.

Aslan yürekli bir erkek metanetiyle verilen bu kısa cevap, Kuyucu’yu galiba memnun etmişti!

“Tamam.” diyordu. “Saadetlû hünkâra taahhüt ettiğin kırk bin altını şimdi bize göndermen gerek. Er olan sözünde durur!”

Nasuh Paşa sükûnetle, “Sahib-i devlet babamız ne emrediyorsa yapmak borcumuzdur. Yarın para hazinenize girer.” deyip ayağa kalkmıştı.

Kuyucu şimdi Nasuh Paşa’yı iki adım bile uğurlamaya lüzum görmemişti, herifi mahcup ve mağlup ettiğini zannederek için için gülüyordu. Paşa ise badireyi bugünlük kolayca atlatmaktan memnun bulunuyordu.

Nasuh Paşa’yı, binek taşına kadar uğurlamaya gelen kethüda beyler ve diğer ağalar arasında Çeşmi de vardı.

Paşa, huzuruna yığılan adamlara hafif bir selam verip atını sürerken gözüyle Çeşmi’ye seri ve sert bir işarette bulunmuştu.

***

Kuyucu Paşa’nın vefatı, bütün orduyu ayaklandırmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor, serdarın ölüvermesine türlü mana veriliyordu.

Paşa, öldüğü gece her zamanki gibi gece yarısından sonraya kadar oturmuş, musahipleriyle satranç oynamıştı, neşesi yerinde idi. Hatta bir aralık tezkirecisini çağırarak iç muharebelerde katlettirdiği “Etrakü bi-idrakin”29 toplamını sormuş ve yüz yirmi beş bin kişiye eriştiği söylenilmesi üzerine tuhaf bir neşeyle “İşte, bir yığın karaçalı! Bıraksaydık vilayetlerde geçilecek yol kalmazdı!” demişti.

O sırada yakınındakilerden biri de yüz bulup, Nasuh Paşa’yı niçin sağ bıraktığını sormuştu ve “Maslahat budur ki, bu münafık nabekârı ölüm kuyusuna atasınız!” demek istemişti.

Kuyucu bu sitemli suale filozofça cevap vermişti:

“Yok, bu herif bir yiğit, namlı, bahadır ve becerikli, devlete gerekli adamdır. Bunu idama ve ortadan kaldırmaya elim varmaz. Belki bu gibileri yerinde bırakmada ve terbiyede nice fayda düşünülür. Ayrıca sadrazamlık makamı vezirlerin kıskandığı bir makam olup o makama istidadı olan taleplileri mahvetmek uygun değildir!”

Bilahare yatmak için yatak odasına çekilmişti. Kâtip Çeşmi, bir müddet yanında bulunarak Vassaf Tarihi’ni okumuş, iç oğlanlarından biri uyuyuncaya kadar dizlerini ovuşturmuştu.

Sabah ezanı okunurken, paşanın alışkanlığının tersine olarak kalkmadığını gören hademe güruhu, odasına gitmişler ve kuru bir cesetle karşılaşmışlardı.

Serdarın yaşı doksanı geçmiş olmasına rağmen bu ölüm, asker arasında hiç de tabii sayılmıyordu.

Nasuh Paşa dairesinden ordugâha doğru, kese kese sarılar akın etmeyip de iş hâle bırakılsaydı, hayli rahatsızlık verici bir vaziyet meydana gelecekti. Yeniçeri ağasının, ordu erkânını toplayarak Nasuh Paşa’yı alelacele serdar seçtirmesi, ortadaki dedikoduları söndürmüştü.

Müteveffanın cesedi tahnit olunup İstanbul’a sevk olunduktan bir gün sonra, Çeşmi Efendi, Nasuh Paşa’nın yanına gitmiş ve elini öperek serdarlığını arkadaşça tebrik etmek istemişti. Fakat paşa, üç beş gün evvelki adam değildi, tamamen değişmişti. Çeşmi’ye teşekkür etmek, iltifatta bulunmak, samimiyet göstermek şöyle dursun, “Otur!” demeye bile tenezzül etmemişti ve sadece “Yarın kethüdayı gör!” demişti.

Çeşmi, işlediği cinayetin vicdanına çöken azabından ziyade suç ortağının vaziyetinden yaralanmış olduğunu gerçi biliyordu. Fakat bu derece adiliği tasavvur etmezdi.

Şimdi kendi kendini kınayıp duruyordu. Manasız bir intikam peşinde aylarca sürüklendikten sonra “efendisini zehirleyen” bir adam mevkisine düşmüştü. Büyük dedesinin hararetli bir üslup ile tasvir ettiği “kibar eşekler” içinde böyle bir kafasızlık gösteren belki yoktu. Kuyucu’ya yutturduğu zehri eliyle hazırlayıp herifin kendisine veren Nasuh Paşa bile cinayetten sonra başkalaşmıştı.

Herifin, kendisini “kana kan, cana can” deyip de kısas yoluna göndermediği kalmıştı. Belliydi ki paşa, yüzünü görmekten memnun değildi. Belki yarın, zehirleme bedeli olarak eline birkaç kuruş verecek “Yürü, artık gözüm görmesin!” diyecekti.

Kuyucu’yu mademki bizzat katledecekti, Arnavutluk’tan çıplak baldırla İstanbul’a gelip de paşalığa yükselen bu sütü bozuk herife açılmanın, onu serdarlığa kadar yükseltmenin ne lüzumu vardı? Oh, şu kuru kafa parçalanmaya layıktı, ne çare ki onu parçalamakla ortadaki kanlı ve katmerli hata düzelemeyecekti.

15Mahlu: Reddedilmiş. (e.n.)
16Dolmuş, belirli miktarda kişiyi bir mahalden diğer mahalle nakleden büyücek kayıklardır. (y.n.)
17Meşhur Sezar, Gal kıtasını istiladan dönüşünde askerleri dostça bir nümayiş yaparak onun çadırı önünde bağırmışlardı: “Yaşasın Sezar! Her kocanın karısı, her karının kocası Sezar!..” Bizim sipahilerin hareketinde muhabbet değil, nefret görülür. Bazı müverrihler, bu vakanın yeniçeriler tarafından yapıldığını, hünkârın kayıkla Sütlüce önünden geçerken oradaki meyhanelerde dem tutan yeniçerinin ellerinde kadeh sahile koşarak “Senin şerefine! diye bağırdıklarını kaydetmişlerdir. Fakat anane, olup bitenin bizim naklimize uygunluğunu gösteriyor!
18Mürselünileyh: Kendisine bir şey gönderilen, (e.n.)
19Kemmî: Azlık veya çokluğa dair. (e.n.)
20Endaht: Silah boşaltmak. (e.n.)
21Dergâh-ı Ali: Padişah kapısı. Yüksek dergâh. (e.n.)
22Rika: Üzerine yazı yazılan kâğıt ve deri parçaları. (e.n.)
23Letaif-ül hiyel: Kurnazca oyunlar, hileler. (e.n.)
24Bi-bâk: Çekincesiz. (e.n.)
25Pesend etmek: Beğenmek. (e.n.)
26Mertebani: Anadolu’ya Asya’dan getirilen erken tarihli pişmiş toprak eşyalara verilen ad. (e.n.)
27Farce, bir perdelik adi ve kaba komedi. (y.n.)
28Ariza: Büyük bir kimseye hürmetle yazılan veya verilen şey, istirhamname, hediye. (e.n.)
29“İdraksiz Türk” manasında bir söz. (e.n.)