Türkçeyle Yaşamak

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Ortaokul, Lise Yıllarım ve İzmir

– Şimdi ortaokula geçebiliriz artık Hocam.

– İlkokulu bitirdim, ortaokula gideceğim ya… Cumhuriyet’in ilk yılları, insanlar daha gelenekten fazla kurtulamamışlar. Babamın arkadaşları, daha ziyade iş muhitindeki ahbapları “Sen kızını niye ortaokula gönderiyorsun?” demişler. Yani pek tasvip etmemişler benim ortaokula gitmemi. Annem de ilkokulu bitirmiş, ortaokula göndermemişler zamanında. Babam çevresindekilere demiş ki: “Peki ne olur okutursam?” Onlar da “Görüyoruz işte, hükümette çalışan birkaç memur var. Etraftaki genç kızları görüyoruz, yeni moda diye kısacık elbiseler giyiyorlar, saç baş açık. Bu bizim geleneklerimize çok aykırı. Ahlaki düşüklük sayıyoruz bunları.” demişler. Babam, dindar bir insandı, hocaydı. Medresede yetişmişti. Bununla beraber çok açık fikirliydi. Demiş ki: “Bakın size bir şey söyleyeyim dostlar. Eğer siz kızlarınızı okutmazsanız, aşüfte olma niyetleri varsa yarın öbür gün onlar yine yapacaklarını yaparlar ve sizin aile haysiyetinizi ayaklar altına düşürürler. İyi bir eğitim vermişseniz kızlarınız okuduğunda aile terbiyesini, aile haysiyetini ayağa düşürecek bir durum ortaya çıkmaz. Bu bakımdan hepinize tavsiye ederim, lütfen kızlarınızı gücünüzün yettiği kadar okutun.” Bunu bana babam yıllar sonra üniversitedeyken bir münasebetle anlattı. O zamanlar Cumhuriyet’in ilk yılları… Hâlâ böyle gelenekler devam ediyor. Kolay değil bir toplumun alışageldiği geleneklerden kurtulması… O devri yansıtması bakımından ilgi çekici diye şimdi bunları hatırlatmak istedim.

– Teşekkür ederiz Hocam.

– Evet, ilkokulu 1934’te bitirdim. Ortaokul yoktu Urla’da. Beni İzmir’e göndermeleri lazımdı. Önce beni leylî vermeyi düşündüler, ben istemedim. Onun için annemle İzmir’e geldik. Servili Mescit’in Türbe Sokağında iki katlı bir evin ikinci katındaki bir odayı bize kiraladılar. Aklı başında bir ailenin yanında… Bir oğulları, iki kızları vardı. Terlik püskülü yapar, satarlardı. Oğulları muallim mektebine gidiyordu. Tek odamız vardı, mutfağı ortak kullanıyorduk. Galiba kirası 5 liraydı. Sadece annemle ben oturuyorduk. Bir buçuk sene kaldık o evde. Ben okula gidiyorum, annem evde… Babamla ağabeyim de Urla’da oturuyorlardı. İzmir’e geldiklerinde uğrarlar, hatırımızı sorarlardı, para verirlerdi. Sonra dediler ki bu böyle olmayacak, birleşelim. Tekrar İzmir’e geldiler, Basmahane’de bir ev tuttular.

– Ağabeyiniz yanınızda mı kalıyordu?

– Ağabeyim evli, ablam da memlekette, Nevşehir’de evli. Ağabeyimin, bir tek oğlu vardı o zaman, Sakıp. Üç dört yaşındaydı. Sonradan iki kızı Raife ve Nigâr doğdular. Ağabeyimlerle İzmir’de aynı evde beraber oturuyorduk. Hanımının asıl adı Kiraz’dı, ama sonradan İzmir’de akrabalarımız bu ne biçim ad deyince adını Şadiye yapmışlar.

– İzmir’de hangi ortaokula gittiniz Hocam?

– Kız Lisesine. Allah rahmet eylesin, babam getirdi, beni Kız Lisesine kaydettirdi. Gündoğdu’daydı o zaman lise. Basmahane’den aşağıya, Gündoğdu’ya kadar giden bir cadde. Ama çok geniş bir cadde, yangın yerinden bozma. Sonradan orası fuara ayrıldı, fuar alanı oldu. Basmahane’nin üstünde Altınpark vardı, Altınpark’ın üstünde de Servili Mescit. O mahallede otururduk. Oradan aşağıya inerdik arkadaşlarla; Basmahane’ye kadar inerdik. Basmahane’den sonra çok geniş bir yol. Yığın yığın öğrenci… Geçerdik oradan. İzmir Kız Lisesine giderdik. Yol, sabah akşam kalabalık olurdu. Başka zaman tenha olduğu için korkulurdu ve gidilmezdi. Fakat kalabalık olduğu için bir şey olmazdı. Yolumuzun üzerinde bir tabakhane vardı. Oradan burnumuzu tıkayarak geçerdik. Okula yaklaştığımızda dikenli bir yer çıkardı karşımıza; oradan da toplu olarak geçerdik. Yürüyerek giderdik, zaten yürünecek kadar kısa mesafeydi. Okul binamız çok güzeldi, bahçesinde nefis ağaçlar, çiçekler, güller, rengârenk… İki bahçıvan vardı. Birisi İbrahim ağabey. Korkardık, ödümüz kopardı. Çünkü çiçek koparttırmazdı; zaten biz de dikkat ederdik. Ortaokulun üçüncü sınıfında okul Karataş’a taşındı. Karataş’ta Erkek Muallim Mektebi vardı, orayı boşalttılar, bize verdiler. Karataş’taki okula iki kat merdivenle çıkılırdı; bahçesi Bahri Baba Parkı’yla birleşirdi. Önünde çok güzel çiçek tarhları falan, arkasında da çam ağaçları vardı. Arka tarafın bir kısmı yokuştu; oraya da da çam ağaçları dikmişlerdi. Biz öğle tatillerinde çam ağaçlarının dibinde oturur, dinlenirdik. Karataş’taki bina da çok güzel bir binaydı, fakat bahçesi Gündoğdu’daki kadar güzel değildi. Aşağıda tramvay yolu olduğu için, tramvay sesleri çok tatlı gelirdi bize. Üçüncü sınıftan itibaren orada okuduk. Ortaokuldaki müdürümüz Hilmi Bey’di. İyi bir insandı ama fazla temasımız yoktu. Daha sonra onun yerine Necmettin Halil Onan gelmişti Adana’dan.

– Oo! Ne kadar şanslıymışsınız Hocam.

– Evet… İlk toplantıda, okulun açılış gününde dinledik onu. Belli ki çok otoriter ve aynı zamanda öğrenciye hakkını veren, öğrenciyi koruyan, fevkalade öğrenci sevgisi olan bir idareci, bir müdür. Bu durum lise son sınıfa kadar devam etti.

– Liseyi de aynı yerde okudunuz, değil mi Hocam?

– Evet, aynı yerde, Kız Lisesinde. Lisedeki hocalarımız çok değerli hocalardı. Tarih, Türkçe, Coğrafya, Fen Bilgisi hocalarım ve diğer bazı hocalarım hem ortaokul hem lisede bana hocalık yapmışlardı. Bir kere kılıklarına kıyafetlerine bayılırdık. Çok çok sevdiğimiz, saygı duyduğumuz kimselerdi. Orada çok mutluyduk. Hocalarımızın hemen hemen hepsi hanımdı diyebilirim. Erkek hoca pek azdı.

– Hocam, okula başladığınız yıllar, eski harflerden yeni harflere geçiş yıllarıydı. Henüz yeni harflere kitap aktarımı fazla değildi. Kaynaklardan yararlanamazdınız. Değil mi?

Tarih öğretmeni Saadet Berkol’la İzmir Kız Lisesi bahçesinde (1939)


– Sonradan babam bana Kur’an-ı Kerim öğretirken eski harfleri de öğretti. Ama ders kitabı dışında fazla kitap okumuyorduk. Hikâye belki ama ilkokulda hiç roman okumadım. Ancak derslere çalışırdım.

– Hocalarınız nasıldı?

– Tarih hocam Saadet Hanım’dı, Saadet Berkol. Çok sıkı bir hocaydı ama çok severdim ben. Tarihi başka kitaplardan da okurdum. Gece babam kalkar, o kitaplardan bazı seçmeler yapar, bana anlatırdı. Fen Bilgisi hocası vardı, Samiye Berköz. O da ayrı bir değerdi. Bir Felsefe hocamız vardı, Hüseyin Kazım Gürpınar, o kadar güzel ders anlatırdı ki bayılırdık. Hem sosyoloji hem felsefe hem de mantık derslerine gelirdi. O zaman üç ayrı kitap vardı elimizde, onları okurduk. Çok beğendiğimiz bir hocaydı. Felsefe dersim de çok iyiydi. Hatta felsefeden, mantıktan, sosyolojiden konuları iyi anlamayanlar olursa başka sınıftan bana gönderirlerdi. Hocam da sorularına başkasından cevap alamadığı zaman bana sorardı ve ben cevap verirdim, memnun olurdu. Öyle bir öğrencilik devresi geçirmiştim. Yalnız o gittikten sonra Zehra Hanım diye Kıbrıslı genç bir hoca geldi. Telaffuzunda bozukluklar vardı. Pek güzel konuşamıyordu. Hüseyin Kazım Gürpınar’dan sonra, lise son sınıfta Felsefeye öyle bir hocanın gelmesi bizi biraz tedirgin etmiş ve üzmüştü. Hoca anlatıyordu, fakat bazı konuları anlayamıyordu arkadaşlarım. “Hocam, şunu bir daha anlatır mısınız, deyince Hoca ne diyordu biliyor musunuz? “Zeynep’e sorun, o size anlatır.” Teneffüste arkadaşlarım bana gelirlerdi, ben anlatır, gücüm yettiğince açıklamaya çalışırdım. Kitapların altında birtakım sorular vardı, kolay cevap verilecek sorular değildi. Bir defasında, o sorulara cevap vermek için yarım gün düşünmüş, konuları baştan sona elden geçirmiş, sonra cevabını bulmuştum. Demek ki insan ancak konuları iyi hazmettikten sonra o konulara vakıf olabiliyor ve soruları da cevaplama imkânını bulabiliyor. Matematiği çok sevdiğim için lise ikinci sınıfa kadar hep 10 alırdım. Yalnız lise ikinci sınıfta bize, Nermin Hanım diye bir matematik hocası geldi, mühendismiş. Mühendislikten hocalığa dönmüş. Hiç ders anlatamazdı. Ondan sonra matematiği düşünmez oldum ben. Bir dersin sevilmesinde, bir alanın sevilmesinde hocanın çok büyük etkisi oluyor.

– Türkçe hocanız nasıldı?

– Türkçe hocamız, önce Fahamet Hanım’dı. Yaşlıca bir hanım. Fakat saçıyla başıyla o kadar meşguldü ki… Sarı saçları vardı, güya Atatürk onun saçlarını çok beğenirmiş. Atatürk beni çok beğendi, der dururdu. Biz de gülüşürdük aramızda. Saçını sigortalatmış, öğrenci arasında dolaşan bilgilere göre. Yani hoca, bizim için bir alay konusu olurdu. Sonra o hanım gitti, Münife Baran geldi. Münife Hanım, çok iyi bir hocaydı. Orta ikinci sınıftan itibaren ta lise son sınıfa kadar okuttu beni. Çok severdik onu, çok başarılıydı. Lise ikideyken bir ara Halide Edip’in Zeyno’nun Oğlu’nu okuyorduk. Bana takılırdı hocam “Sana da Zeyno diyelim mi?” diye. O şakadan sonra benim adım Zeyno kaldı. En yakın arkadaşlarım bana Zeyno derdi. Bir de Neşvet Hanım vardı. Aslında Felsefe hocasıydı ama bize ortaokulda Yurt Bilgisi dersine gelirdi. Ben de Yurt Bilgisini çok severdim Galiba ben dersi sevdiğimden midir neden bilmiyorum sorduğu soruları çok iyi cevapladığım için bir defasında dedi ki “Hepinizin Zeynep gibi olmasını isterim”. Neşvet Hanım, sevimli, tatlı bir hanımefendiydi. Çok güzeldi, çok güzel saçları vardı. Beni de çok severdi. Güya Reşat Nuri Güntekin, Akşam Güneşi’ni onun için yazmış. Öğrenciler arasında dolaşan hikâye buydu. Yazı dersine Fikriye Hanım gelirdi. Sert bir hocaydı. Zayıflığı ve titizliği yüzünden ona mosquito yani sivrisinek derlerdi.

– Peki, matematikle aranız nasıldı Hocam?

– Matematiğim çok iyiydi. Fahriye Hanım vardı, çok sert bir hocaydı. Fahriye Hanım’ın yanağında bir Halep çıbanı vardı. Esmerce bir hanımdı, çok otoriterdi. O, efendim, isterdi ki anlattığı konular çok iyi kavransın. Dersi çok iyi anlatırdı. Ben çok iyi anlardım anlattıklarını. Zaten ilkokuldan beri matematiğe meylim fazlaydı. Dört sene falan hocalık yaptı. Ortaokulda Fahriye Hanım’dan ancak üç dört kişi tam not alırdık. 10’dan aşağı alırsak üzülürdük. Öğrencileri tahtaya kaldırırdı, eğer verdiği dersi alamazsa “Otur, sepet kafalı.” diye azarlardı. “Sepet kafalı” ifadesi bizim aramızda gülüşme konusu olurdu. Lisede Matematik dersine Nermin Hanım geldi. Nermin Hanım aslında mühendisti, iyi öğretemezdi matematiği. Yalnız lise ikinci sınıfta fiziğe karşı ilgim zayıftı, neden bilmiyorum. Sonra bir Kimya hocamız vardı, Ligor Bey. Ermeni dönmesiymiş. Yaşlıca bir beydi. Arkadaşlarımızdan bazıları o kadar kurnazdı ki yazılı imtihan yaptığı zaman formülleri bacaklarına yazarlarmış, Hababam Sınıfı’nda olduğu gibi. Yavaşça eteklerini kaldırıp bakıp yazacaklar. Hoca hemen bastonunu uzatır, vururdu ne yapıyorsunuz diye. “Kaldır eteğini.” derdi. “Hocam çok ayıp, nasıl kaldırırım eteğimi?” derdi arkadaş. Çünkü kaldırsa görünecek her şey. Hoca da çok müşkül durumda kalırdı. Bizim sınıfımız C sınıfıydı. Çok çalışkan ama biraz yaramaz bir sınıftı. Henry Hornstein adında bir İngilizce hocamız vardı. Türkçe hiç bilmezdi. Almancası da çok iyiydi. Hem Almanca sınıflarına girerdi hem de bize gelirdi İngilizceye. Konuları seviyemizden yüksek tuttuğu için hiç anlayamaz ve ezberlerdik. Çok ders notu verirdi ve bunu şapoğrafa basardı.

 

– Şapoğraf nedir?

– Yazıyı, yazı makinesinde kâğıda yazarsınız, mumlu kâğıdı makineye koyarsınız, ayrıca bir de kâğıt eklersiniz; yazıyı kopyalar. Ben üniversite de kullandım bir süre bu yöntemi. Tahsin Banguoğlu’nun notlarını tabederdim. İngilizce hocamız çok fazla bilgi verirdi. Bazı küçük sözlükler vardı elimizde, büyük sözlükler yoktu o zaman. O sözlükler çok kere yetersiz kalırdı. Onun için derste daha çok ezberleme yoluna gidilirdi. Çok defa arkadaşlarımız bundan şikâyetçi olurlardı. Bir gün hiç unutmuyorum, dediler ki boykot var. Kime? İngilizce hocasına. Lise ikinci sınıftayız. Sınıfın elebaşıları vardı. Onlar “Sakın bugün derse kalkmayacaksınız, İngilizce hocası derse kaldırırsa, bilmiyorum, diyeceksiniz.” dediler. Hocaya karşı bir nevi isyankârlık. Hoca kimi kaldırırsa, hazır değilim diyor. Nihayet İngilizcesi çok iyi olan birkaç arkadaş vardı. Amerikan Kolejinden gelme. Günseli Tamkoç, Nermin Arpacıoğlu gibi. Hoca bu defa çalışkanları yani İngilizcesi çok iyi olanları kaldırmak istedi. Onlar da kalkmayınca o kadar bozuldu ki; “I’m going.” dedi. İdarede almış soluğu. Dersin sonlarına doğru; Maarif Müdürü, İzmir Valisi, muavinler hepsi bizim sınıfa doluştu. İzmir Valisi Fazlı Güleç’ti.

– O kadar çabuk mu geldiler?

– Evet, çünkü hiç görülmemiş bir şey. Hocaya karşı isyan oluyor bu. Bunun üzerine müdürümüz “Siz böyle bir tavra giremezsiniz hocanıza karşı. Derslere çalışmak, hazırlanmak ve gereken hassasiyeti göstermek zorundasınız. Siz böyle yaparsanız elinize birer tasdikname verir, sizi buradan uzaklaştırırız.” dedi. Vali’nin kızı Altıntaş Güleç de bizim sınıfımızdaydı, o da derse kalkmamıştı. Ondan sonra bizim sınıfta bir daha dikbaşlılık görülmedi.

– Yakın dönemlerde biz lise öğrencilerinin birçok eylemine tanık olduk. Sizinki çok sevimli bir eylemmiş.

– Bir defasında da hiç unutmuyorum, orta ikinci sınıfta Tarih hocasına gücendim. Saadet Berkol’a… O kadar sevdiğim bir hocaydı ki bayağı nazlanırdım. Niye gücendim biliyor musunuz? Çok seviyordum ben tarihi. Tarihe meraklı olan birkaç arkadaş bir araya gelirdik, teneffüslerde arkadaşlarla tarih atışması yapardık. Şu olay hangi tarihte oldu, bu olay hangi tarihte oldu, diye. Hoca bir gün yazılı sınav yapmıştı. Yazılı sınavda ben soruların cevaplarını yetiştireyim diye çalakalem yazmışım ve hoca okuyamamış yazımı. Okuyamadığı için kızmış, bir numaramı kesmiş, dokuz numara vermiş bana.

– Onun için siz de küstünüz.

– Ben de hocaya, bu basit şeyleri mesele yapıyor diye gücendim, hiç parmak kaldırmadım. Hoca da merak etmiş, acaba bir sıkıntısı mı var diye. Dersten sonra dedi ki, “Benimle gel.” Öğretmenler odasına gittim. “Niye sen hiç parmak kaldırmadın bugün? Derse hazır olmaman mümkün değil, ama parmak kaldırmadın, dikkatimi çekti, bir üzüntün mü var?” dedi. Öyle deyince benim gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. “Niye ağlıyorsun?” diye sordu. “Hocam, bana dokuz vermişsiniz, onun için ağlıyorum” dedim. Hoca da “Yazını düzgün yazmamışsın, güzel yazmamışsın. Okumakta sıkıntı çektim, onun için bir numaranı kırdım, dikkatini çekmek için.” dedi. Bunun üzerine öbür hocalar, “Biz de birer not kıralım da şu güzel ağlamayı bir de biz seyredelim.” diye takıldılar bana. Hâlâ aradan uzun zaman geçmesine rağmen hatırlarım, ne kadar basit şeyleri gözümüzde büyütürdük o yaşlarda.

– Çalışkan öğrencilerin özelliği Hocam, en yüksek puanı almak istiyorlar.

– Hocanın benim bir numaramı kırması onuruma dokunmuş demek ki. Çünkü tarih dersini çok seviyordum, her zaman sevmişimdir tarihi. Tarihleri falan o kadar iyi bilirdim ki bazen hoca vazife verirdi. Ara sıra da lisedeyken belli konularda konuşmak için konferans niteliğinde konuşmalar yaptırırlardı son sınıf öğrencilerine. Tabii seçme öğrencilere. Onlardan bir tanesi de bendim. İki konuda konuşma yaptım. Bugün hangi konulardı hatırımda yok. Ama konuşmam güzeldi, derli topluydu, çok etkiliydi. Anladığıma göre hocalar üzerinde olumlu etki yapmıştı.

– Hocam, lise bitirme sınavları var mıydı?

– Vardı tabii. Çok sıkıydı o zamanlar. Mezuniyet sınavına girdik, bütün derslerden. Hem de olgunluk sınavına ayrı ayrı. Yani iki sınavımız vardı. Liseden mezun olurken iki diploma alırdık. Biri mezuniyet, diğeri olgunluk diploması. Hatta Amerikan Kolejindeki öğrenciler de bize gelirlerdi. Olgunluk sınavını bizde verirlerdi. O zaman Kız Lisesi çok kaliteli bir okuldu.

– Hocam, ortaokuldaki, lisedeki arkadaşlarınızdan daha sonra başarılarıyla adını duyurmuş olanlar var mıydı?

– Ortaokuldaki arkadaşlarımdan değil ama lisedeki arkadaşlarımdan vardı. Mesela Nermin Abadan (Unat) vardı. Nermin Abadan o zaman Macaristan’dan gelmişti. Türkçe bilmiyordu, bizim sınıfa geldi, yeni Türkçe öğreniyordu. Babası vefat etmiş. Annesi galiba bir prensesmiş ama kral soyundan, kraliçe soyundan gelme prenses değil. Prensesliğin nereden geldiği belli değil. Macaristan’da sefarete gitmiş. “Ben Türk’üm ama Türkçe bilmiyorum, Türkiye’ye gidip Türkçe öğrenmek istiyorum.” demiş. İzmir’e gelmiş. İzmir’de amcası varmış. Amcasının kızları da bizim okulda öğrenciydi ama öyle çalışkan falan değillerdi. Gösterişli kızlardı, derslerle pek alakaları yoktu. Yalnız Nermin çok çalışkandı. Türkçe konuşurken bazı kelimeleri hatırlayamaz, yüzü kızarırdı. Biz hemen söylerdik o kelimeleri. Çok iyi bir öğrenciydi. Sonra Mübeccel vardı. Mübeccel Belik (Kıray) sonra bizim fakültede sosyoloji profesörü oldu. Behice Boran’ın yanında doktora yaptı. Amerika’ya gitti, geldi. İzmir valisi Fazlı Güleç’in kızı Altıntaş, çok sessiz bir kızdı, fakat çalışkandı, arkadaşlarına karşı iyiydi. Yani öyle tepeden bakan bir hâli yoktu. Çok iyi arkadaşlık ederdik. Bir defasında dirseğinden yırtılmış önlüğe annesi yama yapmış. Okulda bazı arkadaşlar, aa, vali kızı yamalı önlük giyiyor, diye bir tuhaf bakmışlardı. Onun bir de ablası vardı Yıldız adında. Belki bir, bir buçuk yaş büyüktü bizden. O da bir üst sınıftaydı. Altıntaş bizim sınıfımızdaydı. Liseyi bitirinceye kadar beraber olduk. İstanbul’da üniversiteyi bitirmiş, evlenmiş, fen profesörü olmuş, Altıntaş Güleç (Büke). Güzel arkadaşlıklarımız vardı lisede.

– Ortaokul ve lise kıyafetleriniz nasıldı?

– Hatırımda kaldığına göre, lacivert kumaştan askılı bir eteğimiz vardı. İçine de beyaz bluz giyerdik. Kıyafetimi Urla’daki komşumuz Pakize Hanım dikmişti bana. Giydiğim zaman çok hoşuma gitti, ortaokula başlıyorum diye tabii.

– Okulda şapka giydiniz mi hiç Hocam?

– Giydik, kasket giyerdik. Ve o kasketi de hiç çıkarmazdık. Bazen müdürlerimiz, muavinlerimiz kontrol ederlerdi, kasket giyiyor muyuz diye. Lisede kıyafeti önlüğe çevirdik. Beyaz yaka takardık ve bir de siyah val çorap giyerdik.

– Val çorap?

– Val çorap, biraz ince çorap, ince siyah çorap. Diz üstü, ama öyle kilotlu çorap değildi, lastikle bağlanırdı. Hiç kimse renkli çorap giyemezdi ve zaman zaman kontrolden geçirilirdik.

– Biraz da İzmir’den söz edelim. İzmir’i sevdiniz mi Hocam?

– İzmir bambaşka… Çok güzel bir şehirdi. Bir kere büyük bir şehir, bakımlı bir şehir, evleri güzel. Hepsi değil ama bizim oturduğumuz evler güzel olunca ben ister istemez Nevşehir’le bir karşılaştırma yapıyor ve çok güzel buluyordum. Sokakta keten helvası satılır, dondurma satılırdı. İzmir’in çok güzel dondurması olurdu. O zaman dondurma da şimdiki usullerle yapılmazdı; dağdan kar getirirlerdi dondurmacılar. O karı pekmezle karıştırıp dondurma yaparlardı. Ama çok güzeldi. Güzel güzel dondurma şarkıları söylerlerdi. Biz de hevesle alır, yerdik. Yani çok nezih, çok gelişmiş bir bölgeydi.

– Hocam, Nevşehir’de de karla pekmezi karıştırıp yerlermiş; böyle bir şey hatırlıyor musunuz?

– Evet, ama ben yemedim.

– İzmir’le devam edelim Hocam.

– İzmir’de en çok sevdiğim şeylerden biri de peksimettir. Rahmetli babam peksimet getirirdi bize. Fırınlarda mis gibi kokardı o peksimetler, çok hoşuma giderdi. Ben ortaokuldayken beni alır, Kordonboyu’na, Bahri Baba Parkı’na götürür, gezdirirdi. Bunlar güzel bir hatıra oluyor insan için.

– Siyasetle ilgilenir miydi aileniz?

– Babam ilgilenmezdi. Ağabeyim de Serbest Fırka’yı beğenirdi. Hatırlıyorum, bir gün Serbest Fırka’nın kurucusu Fethi Okyar’ın resmini getirmişti. Serbest Fırka o yıllarda çok revaçta idi. Atatürk’ün isteği ile kurulmuştu. Ülkeyi tek partiden kurtarmak için herhâlde. Fakat biz çocuk olduğumuz için, politikayla fazla ilgimiz yoktu.

– Hocam, Atatürk’ü gördünüz mü?

– Maalesef hiç görmedim. Ben ilkokuldayken bir gün dediler ki Atatürk gelecek Urla’ya. İzmir’e gelmiş, Urla’ya da gelecek. Biz hazırlandık, onu karşılamaya gittik. Şimdi gelecek, şimdi gelecek diye beklerken ne oldu bilmiyorum gelişi iptal edildi. Biz de ağlayarak döndük evlerimize. Hiç karşılaşmadım Atatürk’le. O vefat ettiğinde on altı yaşındaydım; İzmir’deydik, lise ikinci sınıftaydım. Haberi aldığımızda arkadaşlarla hüngür hüngür ağladık. Dört beş arkadaş Keçecilerden gelirken, işin alayında olan birisi kahvenin önünde oturmuş, yanındakilere “Aa!”, dedi, “Sevsinler ne de güzel ağlıyor şunlar.” O kadar üzüldüm ki hem bizimle hem de Atatürk’le alay ediyorlar diye. Ne oldu bilmiyorum, ben arkadaşlardan ayrıldım, gittim adamın suratına bir tokat indirdim. Adam ne olduğunu anlayamadı ama yanındakiler de “Hak ettin.” dediler.

– Çevrenizde Atatürk’ün ölümüyle ilgili ne gibi tepkiler vardı Hocam?

– Çok büyük üzüntü vardı. Atatürk, İzmir’i Yunan işgalinden kurtarmış, İzmir’de ve memlekette her şeyi yoluna koymuş, yeni bir devletin kurulmasına ön ayak olmuş. Çok büyük hizmet vermiş memlekete. Böyle hizmet veren bir insana herkeste bir minnet duygusu vardı, bilhassa İzmir’de. Belki bazı yerlerde bunu kuvvetle hissetmezlerdi, fakat İzmir, Yunan mezalimine sahne olduğu ve çok büyük sıkıntılar çektiği için Atatürk’e bağlılık, İzmir’de çok daha kuvvetliydi.

– Peki babanız görmüş mü Atatürk’ü?

– Tabii, tabii, onlar görmüşler. Herhâlde İzmir’e geldiğinde…

– Hocam, biraz konuyu değiştirelim. Lise yıllarında kız-erkek ilişkisi nasıldı? Erkek arkadaşınız falan olur muydu?

– Hayır, hiç yoktu, çünkü kız lisesiydi bizimki.

– Okulda olmasa bile, çevrede, başka okullarda kız-erkek ilişkileri?

– Vallahi, ortaokulda da lisede de hiç erkek arkadaşım olmadı benim, hiç olmadı. Yalnız ilkokulda oldu, normal arkadaşlık. Çünkü ilkokul kız-erkek karışık zaten. Erkeklerle de arkadaşlık ederdik. Aile dostlarımızın çocukları vardı. Mesela İzmir’de Posta Müdürü, Arapsunlu bir zatın hanımı olan Süreyya Hanım teyze ile görüşürdük. Orhan Bey adında bir oğlu vardı. Bize akşam oturmasına gelirlerdi. Sonra Ankara’ya Ziraat Bankasına nakletti memuriyetini Orhan Bey. Ben Ankara’ya tahsil için geldiğim zaman hiç kimseyi tanımıyordum. Ara sıra Orhan ağabeye giderdim, Ulus’taki Ziraat Bankasına. Benimle ilgilenirdi. Ben de İzmir’den bir dostu, bir aile yakınını görüyor gibi olurdum. Başka da erkeklerle falan bir arkadaşlığım olmadı.