Türkçeyle Yaşamak

Tekst
0
Recenzje
Przeczytaj fragment
Oznacz jako przeczytane
Jak czytać książkę po zakupie
  • Czytaj tylko na LitRes "Czytaj!"
Czcionka:Mniejsze АаWiększe Aa

Nevşehir Yıllarım

– Bize biraz Nevşehir yıllarınızı anlatır mısınız? Az da olsa hatırlıyorsunuzdur. Altı yaşına kadar Nevşehir’deydiniz, zihninizde nasıl bir Nevşehir kaldı?

– Nevşehir’i şöyle hayal meyal hatırlayabiliyorum. Tabii İzmir’le aralarında çok büyük fark var. Önce Nevşehir’deki evimizi bir tarif edeyim. Sizin dedelerinizin, yani Karacüllelerin evi de bizim karşımızdaydı. Türkmen Mahallesinde taş evler vardı; bizim evimiz de öyle. Taş yapımı evlerdendi, güzel evlerdi. Nevşehir taş evleriyle meşhurdur. Onun için evleri çok güzel ve sağlam olurdu. Şimdi de kullanılıyor bu taşlar. Nevşehir’e has; hafif sarı renkte. Yukarıdan, kaleden aşağıya bakıldığı zaman çok güzel bir manzarası olurdu. Bir de bizim Türkmen Mahallesinden aşağılara doğru bir yol uzanırdı. Nar’a kadar giderdi. Şimdi Nar ilçe oldu belki. Oraya baktığınızda o kadar çok bahçe görürdünüz ki rengârenk yeşil ve kırmızıya çalan halılar döşenmiş hissi uyandırırdı.

– Evinizin avlusu var mıydı?

– Hayır, üstü kapalıydı. Avlusu, bahçesi yoktu. Eve doğrudan giriliyor. Sol tarafta bildiğime göre bir ocak, üzerinde de geniş bir dolap vardı. Biraz ilerliyorsunuz, karşıda tavana yakın yerde çok büyük bir pencere… Dayımların bahçesine bakıyor, ev ışık alıyordu oradan. Büyük pencerenin altında içi tencere, tava ve kalaylı sahanlarla dolu geniş bir dolap vardı hatırladığım kadarıyla. Ve sol tarafta kayıt damı… Sağ taraftan misafir odasına giriyorsunuz. Ben misafir odası diyorum, belki oturma odasıydı. İki tarafına taştan sedir yapılmış. Üzerinde yün şilteler… Onların üzerine de çok güzel dantelli patiska örtüler örtülmüş. Annem rahmetli çok güzel dantel örerdi. O danteller o kadar ki belki iki karış genişliğindeydi. Patiskanın üzerine dikilmiş, aşağıya sarkıyor. Bir de halı yastıklar konurdu sedire. Ha, bir de misafir odasında halı ve iki tane de çok güzel koltuk vardı. Odanın giriş kapısı çok dardı. Nasıl soktular odaya, bilmiyorum, ama dar olduğu için daha sonra o koltukları bir türlü çıkaramadık. Ben Ankara’ya götürmek istemiştim koltukları. Antikaydı, oymalı falan… Çıkaramadık bir türlü. Peki, bunu nasıl içeri sokmuşlar? Belki yapılırken koymuşlardır, sonra yapılmıştır kapı, dediler. Çıkaramadık, öyle kaldı ve öyle satıldı. Benim eşim de ablamın eşi de ev satıldığında siz sakın para pul istemeyin, dediler bize. Biz hiçbir şey istemedik, ağabeyime verdik. Ağabeyim o sıralarda İzmir’de ev yaptırıyordu, parayı orada kullandı.

– Nevşehir’deki evinizi biraz daha anlatır mısınız?

– Evin içinde hücre denilen yerler vardı. Duvara oyulmuş, kapaksız küçük dolaplar. Oralara süslü şeyler konurdu.

– Duvardaki o oymalara şimdilerde niş diyorlar.

– Öyle mi? Biz hücre diyorduk. Annemin bir de sandığı vardı. Bu sandığa annem kıymetli eşyalarını koyardı. İzmir’den Nevşehir’e döndükleri zaman getirmişler. Sandıkta kumaşları vardı. Hatta ben bir defasında Ankara’da üniversite tahsili yaparken sıkışmıştım. Tabii para çok sınırlı. O zaman sabahlığa ihtiyacım vardı. Pijamayla gelmiştim İzmir’den. Değişik bir şeyim yok, param çok sınırlı, alamıyorum. Bunun üzerine ablama mektup yazdım, annemin sandığındaki kumaşları göndermesi için. Ablam gitmiş, o sandığı açmış, bana çok güzel desenli bir kumaş göndermiş. Ankara’da terziye sabahlık diktirmiştim. Onu giydim uzun müddet, fakülteyi bitirinceye kadar.

– O zaman anneniz hayatta değil miydi?

– Hayattaydı annem, İzmir’deydi. Ben Ankara’daydım, sandık Nevşehir’de.

– Nevşehir’deki evinizde kim vardı?

– Hiç kimse yoktu. İzmir’e giderken, evi kapatıp öyle gitmiştik. Ev kapalıydı, anahtar ablamdaydı. Ablam, Nevşehir’de oturuyordu ama başka evde. Misafir odasında kocaman bir sandık, içinde bir sürü dantel. Aa, bir de evde çok güzel tabaklar vardı. Onun hikâyesi de şöyle: Ermeniler sürgün sırasında bırakıp gitmişler bu tabakları, komşuları almış. Daha sonra komşusu anneme de vermek istemiş onları. Çok ısrar etmiş. Annem de yok demiş, ben beddua almak istemem. Komşusu da al demiş, ne verirsen ver. Annem tabakları, bedelini ödeyerek almış. Nefis tabaklardı, orada dururdu. Sonra ne oldu bilmiyorum, darmadağın oldu ev. Ben üniversite tahsili yaparken annemle beraber bir yaz gelip evi açmıştık. Gittiğim zaman gördüm, o dolapta tencere, tava neler var, neler var. Kazanları ablam almış, dayımlar almış, onlar kullanıyor.

– Bakır kazanlar bunlar tabii. Eskiden her evde bu kazanlardan vardı.

– Evet, çok vardı bunlardan. Evin bir de kayıt damı vardı. Kayıt damında küpler içinde kışlık erzaklar, tahıl, nohut, bulgur, makarna, erişte, tarhana, çömlek peynirleri vesaire. Çömleğe peynir basılırdı. Ben bayılırdım o peynire. Çocukken hatırlıyorum, hevenk hevenk üzümler, sucuklar tavanda asılı dururdu. O zamanlar Nevşehir’de alışveriş etme âdeti yok çarşıda… Ya da alışveriş çok az olurdu. Alışveriş çok sonraki yıllarda başlamış. Herkes yazdan bütün kışlık erzakını hazırlar, kayıt damına koyar, kışın ne lazımsa oradan alır. Bulgur, fasulye, nohut, hatta et… Sızgıt denilen bir kavurma yapılırdı. Bir koyun, iki koyun alırlar, kışın bulunmaz diye. Onu iyice kavururlar, bir tepsiye dökerler donunca da kayıt damında tekerlek hâlinde duvarlara asarlar, et ihtiyaçlarını da oradan karşılarlardı. Sucuk yapılırdı. Pastırma hatırlamıyorum, belki yapanlar vardı. Bizim evimizde sadece sucuk yapılırdı.

– Hocam, Nevşehir’de dış kapılar çok heybetliydi; tahtadan olurdu ve kocaman anahtarları vardı.

– Evet, evet… Evimizin büyük kapısını hatırlıyorum. Kocaman bir kapı… Sağ tarafta taş merdivenle çıkılan bir yeri vardı. Oradan çıkardık. Yukarıda geniş bir oda vardı. Odanın önünde taşköşk denilen bir teras vardı ki oraya çıkıldığı zaman mis gibi tertemiz hava alınırdı. Demek ki köşk gibiydi. Adı da oradan geliyordu galiba. Hatırlıyorum hayal meyal. Önünde geniş taş kaplamalı bir terası vardı. Buranın hissesi sonradan rahmetli amcama düştü. Yıktırdı orayı. Yıktırınca biz öbür tarafta ilave inşaat yaptırdık. Evimizin sağ tarafında bir çıkmaz sokak vardı, bu sokağın ilerisinde ta dipte bir evde Belediye Reisi Şükrü Bey otururdu, onun yanında da bir iki bina… Evin hemen ötesinde Cumhuriyet İlkokulu… Bizim evin önünde bir su haznesi vardı. Hazne diyorlar, yani su deposu. Belediyeye ait bir şey. Su taksimi yapılırdı oradan mahalleye. Üstü kapalı, kilitli… Evin önüne yapmışlar. Geceleri şık şık şık şık su sesi duyulurdu. Bazen gece uyanırdım o sesle. Herhâlde sıcak diye o tarafta yatıyorduk ki oradan o şıkırtıyı duyuyordum. Kayıt damından bir merdivenle yukarıya çıkılırdı; yukarıda sonradan ilave yapılan bir odamız vardı, geniş bir oda. Kış odasıydı orası; oturma odası. Ortasında masa gibi iskemle dediğimiz dört ayaklı kerevet vardı. Ayrıca ayak konacak dayanakları da var. Üzeri battaniye ile örtülü. Altta kerevetin ortasındaki boşluğa da bir mangal konurdu.

– Kışın neyle ısınıyordunuz?

– Mangalla ısınıyorduk. Kışın soba vazifesi görürdü. Etrafında sedirler vardı. Kışın oraya oturulur, mangalda ısınılırdı. Mangal hem etrafı, hem de kerevete oturanları ısıtırdı. Eş dost veyahut akrabalar akşam oturmasına geldikleri zaman, ağabeyimin hanımı Şadiye Hanım ve annem misafirlere üzüm, köftür ikram ederlerdi. Köftür, pekmezden, beyaz üzüm pekmezinden yapılan çok nefis, tatlı bir yiyecektir.

– Köftür, Nevşehir’in geleneksel yiyeceği. Ben de çocukken çok yedim.

– Evet, evet çok güzel bir tatlıdır. Nevşehir’in lokumudur. Yine birtakım yiyecekler çıkarırlar, onları da misafirlere ikram ederlerdi. Bu arada şunu da söyleyeyim, üniversite talebesiyken gittiğim yıllarda da Nevşehir’de pekmez kaynatıldığını gördüm. Üzüm toplandıktan sonra pekmez kaynatılırdı.

– O gelenek devam ediyor. Hâlâ pekmez kaynatılır Nevşehir’de Hocam. Nevşehir’in üzümü de pekmezi de meşhurdur.

– Bir normal pekmez kaynatılırdı bir de çalma pekmez.

– Nasıldı çalma pekmez?

– Çalma pekmez beyaz üzümden kaynatılır ve bala benzerdi. Rengi tıpkı bal renginde olurdu. Çok çok lezzetli bir şey. Daha koyu. Öbür pekmez suluydu, biraz siyah renkte olurdu. Ama çalma pekmez beyaz üzümden yapıldığı ve koyu olduğu için fevkalade güzeldi. Bal hissini verirdi. Çalma pekmezi tandırda pişiriyorlar. Tam bir bal kıvamında oluyor. Daha sonraki yıllarda annemle Nevşehir’e gittiğimizde çalma pekmez yapmıştık. Hatta iki büyük kavanozunu da Ankara’ya getirmiştik.

– Pekmez nasıl kaynatılırdı Hocam?

– Benim küçük dayımın evi ortadaydı, büyük dayımla bizim evin arasındaydı. Geniş bir bahçesi vardı. Bir tarafta da tandır evi… Bütün mahalle pekmezini orada kaynatırdı. Dayımlar da müsaade ederlerdi. Bir iki defa pekmez kaynatmaya tanık oldum. O kadar güzel oluyor ki… Pekmez kaynatma sırasında komşular toplanıyorlar, maniler, türküler söyleyerek kaynatıyorlar pekmezi. Bir de tandıra etli fasulye koyuyorlar, pişiriyorlar. Veyahut tandıra kabak koyuyorlar. Hani kırmızı kabak… Piştiği zaman çok nefis oluyor, kokusu bütün mahalleye yayılıyor. Fevkalade hoş bir şey.

– Kabak yemeğinin adını hatırlıyor musunuz Hocam?

– Hatırlamıyorum. Tandırda kabak. İçini alıyorlar. Koyuyorlar tandıra, pişiyor. Sonra onu alıyorlar, soğuduktan sonra dilim dilim kesiyorlar. Lokum gibi oluyor, çok güzel… Mis gibi bir kokusu oluyor.

– Ekmek de evde yapılırdı değil mi?

– Evet, gece yarısında hanımlar gelir, otururlar. Yufka açılan tahtalar olur. Honça deniyor.

– Hocam, annem hâlâ honçasını saklıyor; mantı yapmak için, et kesmek için kullanıyor.

– Honçanın üzerinde herkes yufkasını açar. Sonra bu yufkalar tandırın üstüne konan saçta pişirilir. Her evde tandır olmazdı. Pişirilen geniş yufka biçimindeki ekmekler bu honçanın üzerine üst üste dizilerek biriktirilir, beş altı ay bu ekmekler yenirdi. Yemeden önce bir iki tane alınır, su serpilir, biraz yumuşaması beklenir, sonra da dürülüp ekmek tenceresine konurdu. Ara sıra çarşıdan ekmek gelirdi; ona da çarşı ekmeği derdik. Çok kıymetliydi çarşı ekmeği. Hatta birisine yemek teklif ettiğinizde eğer yemek istemiyorsa “Kardeşim çok teşekkür ederim sağ ol, eline sağlık ben biraz önce çarşı ekmeği yedim.” derdi.

 

– Hocam, büyüklerim anlatırdı; çarşı ekmeği o kadar kıymetli imiş ki, çocuklar yufka ekmeğinin arasına bazen çarşı ekmeğini koyup katık yaparlarmış.

– Evet, öyleymiş.

– Bağınız, bahçeniz var mıydı Nevşehir’de?

– Vardı. Bizim evin önünden aşağıya doğru Kadrah denilen yerde bahçeler olurdu. Herkesin bahçesi ağaçlıydı. Bizim de vardı. Mahalleden aşağıya doğru çok ileride… Bu bahçelere Nevşehir’de öz derler. Özde ceviz ağaçları, nar ağaçları, kayısı ağaçları, her türlü meyve ağacı vardı. Herkes, kendi özüne sebze ekerdi, taze taze sebze toplayıp yemek için. Bağımız da vardı. Ara sıra babamla Karataş denilen çok yakın bir yerdeki bağımıza giderdik. Dört beş dönümlük bir bağ. İki tane büyük kayısı ağacımız vardı. Oradan kayısı getirirdik, üzüm getirirdik. Biz İzmir’e gittikten sonra o bağı ablama hediye ettik. Babamın vefatından sonra ablam “Bir şey istemiyorum, sadece bu bağı bana verin.” dedi. Bağ onun oldu. Ablam bize çuvalla kayısı kurusu gönderirdi Nevşehir’den.

– Bağa neyle giderdiniz Hocam? Ben çocukluğumda bağa hep eşekle gidenleri hatırlıyorum.

– Önceleri merkeple giderdik. Atımız da merkebimiz de vardı. Atla, merkeple giderdik. Babam bir defasında da beni ata bindirmişti. Ne oldu bilmiyorum, bir şey oldu, at ürktü, beni aşağıya attı. Neyse bir şey olmadı.

– Babanızın ne dükkânı vardı Nevşehir’de?

– Ticaretle uğraşıyordu, ama şimdi ne alıp sattığını hatırlamıyorum. Herhâlde toptan ve perakende bakkaliye eşyası idi.

– Hocam, siz bir Nevşehirli olarak Nevşehir ağızlarını hazırladınız ve böylece Nevşehir’e olan görevinizi yerine getirdiniz. Ben de Nevşehirliyim. Sizinle 1990’lı yıllarda Nevşehir’e beraber gittik, konferans verdik. Bana yolda bir fıkra anlatmıştınız, ben hatırlatayım, siz bir kere daha anlatırsanız memnun olurum. Şöyle bir fıkraydı: İki arkadaş yolculuk ediyorlarmış; biri Nevşehirli diğeri de Aksaraylı ya da Kayserili. Hatırladınız mı?

– Evet evet. Biri Kayserili, biri Nevşehirli. İki arkadaş yolda tanışmışlar. Yol boyunca birlikte gelmişler, Ulukışla’ya kadar. Ulukışla’da ayrılacaklar birbirlerinden. Nevşehirli demiş ki ‘Artık burada ineyim, ben geldim.” Öteki, yani Kayserili “Şimdiye kadar niye söylemediniz Nevşehirli olduğunuzu?” diye sitem etmiş. Nevşehirli “Övünmek gibi olmasın diye söylemedim.” demiş, tabii Nevşehir ağzıyla söylemiş.

Birkaç Çocukluk Hatıram

– Çocukluğunuzla ilgili hatıralarınız var mı sizi çok etkileyen?

– Tabii var. 5-6 yaşları arasındayım, sokağı çok seviyorum. Bizim evin önünden kocaman bir düğün alayı geçiyormuş. Rahmetli annem bağa gitmiş, o gün beni ablama emanet etmiş. Ablamın da evi arka taraftaydı, Cumhuriyet İlkokuluna bakan tarafta. Herkes gibi ben de takıldım düğün alayına; gittim, gittim, gittim. Bir hayli gittikten sonra herkes dağıldı, evine gitti, ben ortalıkta kaldım. Hangi yoldan döneceğimi, nasıl gideceğimi bilemedim. Başka mahallelere gitmişiz. Başladım ağlamaya… Bunun üzerine birisi benim elimden tuttu, “Niye ağlıyorsun kızım?” dedi. “Yolumu kaybettim.” dedim. “Sen kimin kızısın?” dedi. Ben de “Hüsnü Efendi’nin kızıyım, falan yerde dükkânımız var.” dedim. Ha, dedi adam, hatırladı. Gel kızım, diyerek beni aldı evine götürdü, o gece beni evlerinde misafir ettiler. Çünkü evimizi bilmiyorlar. Ertesi gün olsun da dükkâna gidelim, babasına haber verelim demişler. Ben de gayet üzüntülüyüm. Yemişler getirdiler beni teskin etmek için. Fakat evden ayrıldığım için suçlu hissediyordum kendimi. O sırada ablam, sokakta oynuyorum diye hiç üzerinde durmamış, nasıl olsa gelir biraz sonra, demiş. Sonra beni almak için çıkmış dışarı. Bakmış ki yok. Telaşlanmış tabii. Annem babam gelmişler, aramışlar, kızları ortada görünmüyor. O zaman aramak için telefon falan nerede? Hemen tellal çağırtmışlar. O aile, esnaf olduğu için babamı tanırmış. Babam ve ağabeyim de esnaf.

– Hocam, aileniz perişan olmuştur.

– Çok, çok… Bir gece kalmışım orada ama bizimkiler sokaklara dökülmüşler… Neyse ertesi günü sabah babam ve ağabeyim geldiler, beni aldılar eve getirdiler. Bir daha böyle haber vermeden sakın ola bir yere gitme, dediler. Ama çocukluk yılları, öyle bir havaya kapılıyorsunuz ki…

– Başka çocukluk hatıralarınız var mı?

– Nevşehir’le ilgili bir hatıramı daha anlatayım. Belki yine 5-6 yaşlarındaydım. Bir gün mahallede çocuklarla oynarken “Hadi çocuklar öze gidelim.” dedim. Kalktık, gittik öze. Orada ceviz ağaçlarının dibinde oturduk, serinledik; sular akıyor, su içtik. Eve dönme zamanı, burada taze soğan var, toplayayım da eve götüreyim, dedim. Annem, yengem yorulmasınlar, dedim. Topladım, kucağıma aldım. Koca bir tomar. Herkes de topladı. Dönüşte annemlere anlattım. Ağabeyim, “Bu ne kızım, bahçede bir şey bırakmamışsınız, halt etmişsiniz.” dedi Çünkü bahçede hiç soğan kalmamıştı. Çocuk aklı, almışım kucağıma, getirmişim anneme, güya yardımcı olacağım.

– Çok hareketli bir çocukmuşsunuz Hocam.

– Evet, çok hareketliydim. Bütün hayatımda, ilkokulda, ortaokulda… Lisede belki biraz duruldum. Ama hele ilkokulda çok hareketli bir çocuktum. Tabii okula İzmir’de başladım. Nevşehir’de okula gitmedim, küçüktüm.

Nevşehir’den İzmir’e

– Ailenizin Nevşehir’den ikinci ayrılışı ne zaman olmuş?

– Ortalık düzelince tekrar babam ve ağabeyim İzmir’e gittiler. İzmir’deki işlerini açmak istediler. Karaburun, Urla, Turgutlu gibi yerlerde yine toptancı ticaretine başladılar. Bir sene sonra bizi istediler. 1928 yılı idi. Ben hatırlıyorum, küçük bir çocuktum; aşağı yukarı 6-7 yaşlarında bir çocuk. Yani ben o yaşa kadar Nevşehir’deydim. Neyse efendim, yola koyulduk ve Aksaray’dan otobüsle Konya’ya geçtik. Konya’dan da trene bindik, iki günlük bir yolculuktan sonra İzmir’e gittik. İlk defa treni gören bir çocuk için çok güzeldi tren yolculuğu. Ama trende aynı kompartımanda oturan bir hanımın dikkatsizliği yüzünden parmağım, şu orta parmağım trenin kapısına sıkıştı ve kopacak hâle geldi. İzmir’de 2-3 ay onun tedavisiyle uğraştık.

– İz kaldı mı Hocam elinizde?

– Pek değil. Belki şurada biraz bir iz var.

– İzmir’e geldiniz. Sonra?

– Evet, İzmir’e geldik. Üzerimde upuzun bir entari, aşağıya kadar. Basmadan bir pantolon. Nevşehir’de don diyorlar ona. Nevşehir bir Orta Anadolu ilçesi olduğu için orada uzun bir don giydirirlerdi bize. Üzerine de bluz falan gibi bir şey. Ben İzmir’e o kılıkla geldim. Hâlbuki İzmir modern bir yer, herkes kısacık elbiseler giyiyor, kısa kollu, kolsuz. İzmir’e gelince, tabii o kılık yadırgandı. Hemen çıkardım, attım. Yeni kumaşlar alındı. İki üç tane elbise diktirildi. Ben değişik giyinmeyi severdim. Kısa kollu olduğu için çok da sevinirdim. Nevşehir’de kısa kollu giyme imkânı yoktu. Ondan sonra kendime geldim, çünkü sokağa çıkmaya utanıyordum.

– İzmir’de nereye yerleştiniz, eviniz nasıldı?

– Babam ve ağabeyim bize Namazgâh’ta, Namazgâh Camisi’nin arka bahçesinin karşısında güzel bir ev kiralamışlar. Kirası da ucuz değildi. Sonradan eş dost dediler ki, “Bu kadar pahalı evde oturulur mu?” Aylığı yirmi lira. O zamana göre kıymetli bir para. Çünkü beş liraya evler vardı. Ben evi gördüm, şaşırdım. Ev çok güzel. Öyle bir ev tutmuş ki babam ve ağabeyim, Nevşehir’de öyle bir ev bulmamız mümkün değil. Her ne kadar evimiz yeni yapı idiyse de Nevşehir’deki ev ile kabil-i kıyas değildi. Şöyle merdivenden çıkıyorsunuz, yeşil demir kapıdan bahçeye giriyorsunuz. Yerler İtalyan parke taşları ile süslenmiş, ortada bahçe ve bir havuz… Havuzda fıskiyeler, kırmızı balıklar. Havuzun etrafında kerevetler ve çiçekler. Güller, karanfiller… Bir tarafında Osman Ağa suyu… Köşede, asmanın altında kanepe. Bahçede erik ağacı, kayısı ağacı falan… Yani çok süslü bir yer. Odalar da çok güzel. Ortada kışlık bir oda. Sonra mutfağa, mutfaktan da alt bahçeye geçiliyor. Ev sahibimiz İhsan Hanım teyze çok zarif bir İzmir hanımefendisi. Bir oğlu İstanbul’da yüksek ticaret lisesinde okuyor, iki kızı Mesude ile Nermin de kendi yanında. Eşi öldükten sonra kendisine gelir getirsin diye evini ikiye bölmüş, kiraya vermiş. Üst taraftaki iki katlı bölümde kendisi ve çocukları oturuyordu. Aşağı taraftaki üç oda, bize yani kiracıya aitti. Beş altı merdivenle bahçeye iniliyor. Biraz önce bahsettiğim ön bahçeye. Ondan sonra diğer kısımlara gidiliyor. İhsan Hanım teyzenin evine bizim evden bir merdivenle de çıkılıyordu. Ara kapıyı kapatmışlar; onların oturdukları ev, cumbalı idi. İhsan Hanım teyze dantel örme gibi el işleri yapardı. Öğretmenlikten emekli bir hanım. Hatta yıllar sonra üniversite tahsili yaptığım sıralarda İzmir’e gittiğimde – o zaman başka bir semtte oturuyorduk – benim geldiğimi işitmiş, hoş geldine gelmişti. O kadar tatlı bir hanımdı.

– Babanız İzmir’de hangi işle meşguldü?

– Babam İzmir’de de ticaretle uğraşıyordu, ağabeyimle birlikte. Büyük işleri vardı. Üç dört tane mağaza yan yanaydı İzmir’de ve daha sonra Urla’da. Üstlerinde de kocaman bir levha vardı, upuzun… Muhsinzade Yusuf Hüsnü ve Mahdumu, diye kocaman bir yazı levhası. Üzüm ticareti yaparlardı; incir, zeytin vs. de satarlardı; ayrıca bakkaliyeleri vardı, gündelik ihtiyaçları karşılamak için.

– Hocam, İzmir’de Nevşehir’e göre bambaşka bir hayat var. Bir karşılaştırma yapabilir misiniz?

– İzmir’e geldiğim zaman gördüm ki Nevşehir’le İzmir arasında hayat şartları bakımından çok büyük bir fark var. Nevşehir’de geceleri her yer zindan gibi… Bir yere giderseniz fener kullanmanız lazım. Her ailenin bir feneri olurdu. O fenerle bir mahalleden bir mahalleye geçilirdi. Ama gündüzleri çok güzel olurdu. Yemyeşil her taraf. O kepez taşlarıyla yapılmış evler, kaleden aşağıya doğru Nevşehir’e bir canlılık veriyordu. Bir de Kadrah denilen bölgede çok güzel bahçeler vardı. Modern binalar yoktu, o günün şartlarıyla yapılmış binalar vardı. İzmir’de bizim oturduğumuz ev Namazgâh’ta bir caminin arka bahçe kapısının karşısına düşerdi. Sırayla cumbalı evler vardı. Her evde su akardı. Ama Nevşehir’deki evde su, musluk falan nerede? Ancak mahalle çeşmesinden testiyle su taşınırdı. Tabii bu büyük bir fark. O dönemde Nevşehir elektriği bile olmayan bir Orta Anadolu ilçesi. En büyük ilçelerden biri olmasına rağmen, daha elektrik bile bağlanmamıştı. İzmir’de geceleri sokaklar sabit havagazı fenerleri ile aydınlatılırdı. Akşam yaklaşırken ellerinde özel ince sopalar olan görevliler o fenerleri, bir yerlerine dokunarak açarlar; sabahları da yine bir yerlerine dokunarak fenerleri söndürürlerdi. Sonra, Nevşehir ile İzmir arasındaki kılık kıyafet farkları da önemlidir. Nevşehir’de genellikle yeni yetişen kız çocuklarına pantolon gibi don giydirirlerdi. Ben İzmir’e geldiğim zaman babam ve ağabeyim, hemen bu donları çıkarmamı istediler. Yeni yeni kumaşlar alındı, terziye gidildi, elbiseler yapıldı.